İlke ve Değerlerinden Ödün Vermeden
Özgür Yayın Platformu Olarak Kalsın Diye
İkindi16:57 Akşam20:09 Yatsı21:42 İmsak04:13 Güneş05:53 İşrak06:38 Öğle13:06
Hava - Hava durumuAçık 16°C Nem %67
Türkçe
5 Zilka'de 1446 3 Mayıs 2025 Cumartesi
5 Zilka'de 1446
ÖĞLE İKİNDİ AKŞAM YATSI İMSAKGÜNEŞİŞRAK
13:06 16:57 20:09 21:42 04:1305:5306:38
Giriş Yap

03.02.1992 - İslam ve Tasavvuf03.02.1992 - İslam ve Tasavvuf

Konferanslar

Bizim en başta gelen, en önde gelen vasfımız İslâm vasfı, müslüman olma vasfımız. Bu müslüman olmamız; kendi arzumuz, heveslerimiz, isteklerimizden sıyrılıp Allah'ın iradesine teslim olmak, O ne buyuruyorsa onu yapmak... Kendimiz, nefsimiz yani egomuz, kendi arzumuzda olmayacağız; Allah bizden ne istiyorsa, onu yapmaya çalışacağız. İslâm buydu. Bütün peygamberlerin insanlara öğretmek durumunda olduğu, geçmişin, hâlihazırın ve geleceğin dini ve Allah'ın indinde muteber olan, geçerli olan din.

Bismillâhirrahmânirrahîm.

İnne'd-dîne indellâhi'l-İslâm. "Hiç şüphe yok ki Allah indinde muteber olan, geçerli olan din İslâm'dır."

Biz, "İslâm'ın kendisinin teslimiyet mânası, Allah'ın iradesine râm olmak, tâbi olmak mânasından başka en çarpıcı özelliği nedir?" diye tekrar düşündüğümüz zaman, hatırımıza derhal Allah'ın vahdaniyeti geliyor.

Öbür dinlerin hepsinden bizi ayıran en önemli nokta bu; Allah'ın vahdaniyeti.

Vahdaniyet; vahid, vahdet kelimesiyle ilgili bir kelime; Allah'ın birliği, bir oluşu, tek oluşu mânasına geliyor.

Biliyoruz, insanlar dünyanın her yerinde ve zamanın her çağında bazı inançlara sahip olmuşlar ve bu inançlarına göre yaşamışlar. Bu inançların aslı, insanın içindeki, yaratılışındaki duygulardır. Belki bütün toplumlarda Allah'ın vazifelendirmiş olduğu mübarek, seçkin insanlar vardır ve onlar öğretmiştir, ondan sonra bunlar dejenere olmuştur. Yani bütün toplumlara Allah'ın bir mübarek kişi görevlendirdiğini biliyoruz, bu âyet-i kerîmeyle sabit:

Bismillâhirrahmânirrahim

Ve in min ümmetin illâ halâ fîhâ nezîr. "Hiçbir ümmet yoktur ki orada bir uyarıcı, ikaz edici, görevli bulunmuş olmasın."

Muhakkak bulunur, muhakkak vardır; her toplumda vardır.

O halde bu zâtlar gelmişler, bu hakikatlerden konuşmuşlar ama insanlar bu hakikatleri tam anlayamamışlar veya nesillere tam aktaramamışlar. Bu bilgiler çığırından çıkmış. Yeryüzünde böylece birtakım inançlar, dinler meydana gelmiş.

Bu dinleri incelediğimiz zaman, bir kısmının ilâhî mahiyetini hiç göremiyoruz. Bunlar beşerî birtakım duygular ve düşünceler olarak karşımıza çıkıyor. Bazı kahramanları, bazı önemli varlıkları öne çıkartıp, zihinde büyütüp onlara tanrılık vasfı yakıştırmak tarzında, muhakkak ki ilâhî olmayan bazı ortaya çıkarışlar var. Yıldırıma, yüksek dağlara, büyük ağaçlara, dikkatlerini çeken bazı yıldızlara, gök cisimlerine, aya, güneşe tapmışlar ve kendilerinde hayır, iyilik gördükleri bazı varlıklara tapmışlar. Misallendirmek gerekirse; güneşe tapmışlar. Halen Japonlar tapıyor. İranlılar, Zerdüşt dininde, güneş onlar için hem bir sembol hem de nur kaynağı olduğu için yani dual ikili bir inançları var; bir aydınlık tanrısı, bir karanlık tanrısı var. Onun için güneş onlara bir tapınma mevzuu olmuş. Sonra, nereden akıllarına gelmişse ineğe, öküze tapmak var. Mısırlılar'da da var, Hintliler'de de var; halen yaşayan bir inanç. İneğe tapıyorlar. Dünyanın büyük bir bölümünde inek besleniyor, kesiliyor, derisinden ayakkabı, çanta yapılıyor, kösele yapılıyor; bir taraftan da bazı insanlar bu zavallı yaratığa tapıyorlar.

Tabii bunların ilâhî menşeli olması mümkün değil, "beşerî dinler" diyoruz. Taraftarları ne kadar çok olursa olsun... Yanlış bir fikrin taraftarının çok olması o fikrin doğru olmasını gerektirmiyor. Hindistan'da nüfus kalabalık ama bu onların haklı olduğunu göstermiyor.

Bir de ilâhî dinler var. Ama bu ilâhî dinlerde de inançların sağlam korunamadığını görüyoruz. Mesela çok yaygın bir din olan Hıristiyanlıkta, Hz. İsa'ya tanrılık vasfı yakıştırılmış, izafe edilmiş, "Allah'ın oğlu" denilmiş. Hz. İsa'nın böyle bir şey demesi mümkün değil. Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruluyor ki;

Allahu Teâlâ hazretleri mahşer gününde Hz. İsa'ya soracak;

"Yâ İsa! Bu insanlara 'Beni ve anamı tanrı edinin de heykellerini yapın, karşısına geçin, tapın.' diye sen mi söyledin?"

O da diyecek ki;

"Yâ Rabbi! Söylemiş olsam zaten sen bilirsin ama ben böyle bir şey söylemedim. Sen bana ne emrettiysen onu söyledim.

Eni'budu'llâhe rabbî ve rabbeküm. "'Benim ve sizin rabbiniz olan Allah'a ibadet edin!' diye onlara söyledim." diye cevap verecek.

Biliyoruz ki Hz. İsa böyle bir şey dememiştir.

Bu konuyu Hıristiyanlıkta ilerlemiş olan hıristiyan din bilginleri de zaten söylüyorlar, kabul ediyorlar. Onların içinde bizim ismini mutlaka hatırda tutmamız gereken bir kişi var; kendisini çok iyi yetiştirmiş, büyük bir alim ve profesör. Hıristiyanlık adını değiştirip müslüman olduktan sonra Abdulehad adını almış, yani "Bir tek olan Allah'ın kulu." Hıristiyanlarda bu "bir tek"lik, vahdaniyet bozulduğu için onu vurgulamak üzere Abdulehad Davud ismini almış.

Bu şahıs ondokuzuncu yüzyılın sonunda, yirminci yüzyılın başında yaşamış, İran'da profesörlük yapmış, İngiltere'de bulunmuş, Roma'da bulunmuş, birkaç tane doktorası olan; Yunanca, Latince, İbranice, Süryanice, Ermenice, Farsça, Arapça, Türkçe bilen, gerçekten değerli bir kimse. Böyle kimseleri biz yakaladığımız zaman bırakmamalıyız.

Bizim bir Alman profesörümüz vardı, Helmut Ritter isminde, büyük bir oryantalist yani müsteşrik, şark ilimleriyle meşgul olan çok büyük bir kişi idi. İlim sahasında tanınmış bir isimdi. Edebiyat Fakültesi'ndeyken bize Arap Dili ve Edebiyatı dersine gelirdi. Bizim profesörlerin de hocasıydı. Boylu poslu bir kimseydi. Biraz da -bizim rahmetli Nihat Çetin Bey'in ifadesiyle- İslâm edebiyatıyla meşgul ola ola mutasavvıflaşmıştı.

O, biz bir gün böyle teslisten, vahdaniyetten filan bahsederken "Mecazi mânaya olmalı değil mi, öyle anlamalı değiller mi?" diye o teslise katılmadığını ifade etmişti.

Bir başka konuşmasında da;

"Ben de hocam gibi Şâfiîyim!" demişti.

İsmail Saib Sencer Hoca'da okumuş.

Sarıklı, cübbeli derya gibi bir zât-ı muhterem. İlim âleminde tanınmış bir kimse. Bilgisi çok genişmiş. Bir konu sorulduğu zaman dermiş ki;

"Evladım git içeriye, kitap deposuna, üçüncü raftan, sağdan yedinci şu renkteki kitabı al, gel." diye, "Şu sayfayı aç, orada yazıyor bu." diye söylermiş.

Ondan ders okumak istemiş de bu Ritter, o da galiba "Ben gayrimüslime ders vermem." demiş. Oscar Rescher ve Helmut Ritter -iki Alman- İsmail Saib Hoca'dan illa ders okumak istiyorlar. Tabii o da müslüman olmayana ders vermez, diye biliniyor. Onun üzerine Oscar Rescher, Osman adını almış, müslüman olmuş; bizim Edebiyat Fakültesi İslâm Araştırmaları Bölümü'ndeydi. Fuat Sezgin Bey'in bölümü yanındaydı. Oscar, Osman olmuştu. Kendisini tanıdık, görüştük, bazı derslere katılırdı, gelirdi. Bazen de biz İslâm Araştırmaları Kütüphanesi'ne gittiğimiz zaman orada karşılaşır, görüşürdük. Arap edebiyatını çok iyi bilen bir kimseydi.

Helmut Ritter de oradan İsmail Saib Hoca Şâfiî olduğu için bize derste bir kere öyle söyledi. Ben de hop diye neredeyse yerimden hoplayacaktım, "Ben de hocam gibi Şâfiîyim." deyince. Çünkü Helmut Ritter müslüman olduğunu ilan etmiş bir kimse değildi ama "Hocam gibi Şâfiîyim." deyince hoşuma gitmişti.

O Helmut Ritter, büyük oryantalist, diyordu ki;

"Siz kendi kıymetlerinizi bilmiyorsunuz. Değerli şahsiyetlerinizi tanımıyorsunuz. Öyle büyük şahsiyetler yetiştirmişsiniz ki onlar Avrupa'da olsa biz onları baş tâcı ederdik. Onlardan birisi de bu Mehmed Zihni Efendi'dir."

Mehmed Zihni Efendi, Nîmet-i İslâm kitabını yazan, daha ziyade o kitabıyla tanıdığınız kimse. Ama çok çalışkan, çok geniş bilgisi olan, edebiyata çok âşina, Sahîh-i Müslim'i şerh etmiş, fıkıhta bir tek, yegâne isimlerden birisi. Gerçekten çok müstakim bir zihni var, çok temiz bir lisanı var. Nîmet-i İslâm kitabında her cümlesi kanun gibidir.

Helmut Ritter "Ben bu şahsa hayranım." derdi.

Hakikaten de bu bizim Nîmet-i İslâm sahibi Hocaefendi'ye Avrupa'dan -İsveç Bilimler Akademisi'nden galiba- madalya gönderilmiş.

Abdulehad Davud da bizim aramıza katılmış meşhurlardan böyle büyük bir şahsiyet. Bir kere profesör, tabii o paye kolay kazanılmıyor. Profesör olmuş. Sonra o kadar lisan biliyor, bu lisanları bilmek kolay bir şey değil. Sonra birkaç doktora yapmış, bu da kolay bir şey değil. Sonra İngiltere'de bulunmuş, Vatikan'da bulunmuş, Katolikliği incelemiş, diğer hıristiyan mezheplerini incelemiş. Ve eski kitapları kullanabilecek bütün malzemeye sahip, yani Hıristiyanlığı incelemek için gerekli bütün lisanlara sahip bir kimse. O diyor ki;

"Hz. İsa aleyhisselam'ın hayatı boyunca anlattığı bizim peygamberimizdi. Bizim peygamberimizi müjdelemekti. Bizim peygamberimizin geleceğini ümmetine bildirmekti. En bariz faaliyetlerinden birisi bu. Nitekim İncil, -kelime Arapça'ya geçerken- evangelios kelimesinden İncil haline gelmiş. Evangelios, müjde demektir."

Neyin müjdesi?

Gelecek olan o âhir zaman peygamberinin müjdesi. Yani Hz. İsa bunu müjdelemiştir.

Abdulehad Davud bu eski kitapları incelemiş. Kendisi Abdulmesih ismindeyken, Abdulmesih Davud iken, yani Mesih'in kulu; müslüman olunca kaldırmış o ismi, Abdulehad; mesihin kulu değil, Ehad olan Allah'ın kulu diye o ismi tercih etmiş, özellikle vurgulamak için.

Biliyoruz, İstanbul'da yaşamış. Ama sonra ne olmuş, nereye gitmiş, nerede vefat etmiş?

Böyle şahısları anmamız lazım. Eserlerini incelememiz lazım. Fikirlerini başkalarına duyurmamız lazım. Gerçi, Osmanlı harfleriyle İncil ve Salîb diye, kendi araştırmalarının sonuçlarını birkaç kitapta yazmış.

Hz. İsa'nın Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerinin bildirdiği şekilde insanlara aslında vahdaniyet inancını öğrettiğini anlatıyor. Bu bizim için önemli bir kişi ve önemli bir malzeme. Yani onu anlatarak, onun eserlerinden faydalanarak bu konuları müzakere ettiğimiz kimselere iletebiliriz. Bazı tanıdığımız kimselerin İslâm'a gelmesini, tetkiklerinin sonucunda gerçeği bulmasını sağlayabiliriz.

Yahudiler de inançlarını koruyamamışlar. Bizim bir mühendis Yaşar Bey vardı, Amerika'da uzun zaman kalmış. Çok güzel İngilizce biliyor, Amerika'da uzun zaman kalmış, su gibi konuşabiliyor. Diyor ki;

"Bir aktive olsun, faaliyet olsun diye bulunduğumuz şehirde konferans, toplantı tertipledik ve bu toplantıda üç dinin din adamlarını davet eyledik. -Amerika'da- Yahudilerin hahambaşısını çağırdık, hıristiyanların piskoposunu çağırdık, müslümanların da falanca camiin imamı olan bilgili bir imam, Mısırlı bir din adamını çağırdık. İlan ettik, konferans salonu tıklım tıklım doldu."

İlk önce haham söz almış ve Yahudilik nedir, onu anlatmaya başlamış. Yahudilikte âhiret inancı yokmuş.

Ve'l-ba'su ba'de'l-mevti hakkun "Ölümden sonra dirilmek haktır. Âhiret vardır."

Bizim inancımız bu. Bunu böyle söyleyince herkes hayret etmiş; hem ilâhî mahiyette bir din, Hz. Musa'nın öğrettiği bir dinin sâlikleri, mensupları bunlar hem de böyle bir kayba uğramışlar, âhiret inancını kaybetmişler.

"Arkasından piskopos söz aldı ve hahambaşına cevap verdi." diyor; "'Sen bunu nasıl dersin ki sizin Tevrat'ınızda şu âyet var, şu âyet var, şu âyet var. Tevrat sizin kitabınız, sizin bağlı olduğunuz, tâbi olduğunuz kitap sizin bu inancınızı reddediyor. Siz bunu nasıl söylersiniz?' diye. Onun haksız olduğunu ilzam etti, yani ifade edecek delilleri ileriye sürdü." diyor.

Ondan sonra müslüman imam efendi çıkmış, konuşmuş ve "Toplantının sonucunda tabii İslâm'ın hak din olduğu hususu net olarak anlaşıldı. Bizim elhamdülillah gerçeklerin müzakeresinden herhangi bir korkumuz yok." diyor.

Bunun bir misali de Hindistan'da cereyan etmiştir.

Hindistan'da İngiliz misyonerleri ile Hint müslümanları ki Hint müslümanları iyi müslümanlardır.

Muhterem kardeşlerim!

Bu noktaya özel olarak dikkatinizi çekmek istiyorum.

Geçen asırda Seyahat-i Kübrâ diye bir eseri yazmış, Orta Asya'yı Japonya'ya kadar gezerek gidip görmüş, Hindistan'a gelmiş, sonra Osmanlı diyarına geri dönmüş olan bir seyyah, Süleyman Sırrı, Seyahat-i Kübrâ isimli kitabında;

"Gezdiğim yerlerin en uyanık müslamanları olarak Hint müslümanlarını gördüm." diyor.

Hakikaten İslâm âleminin her yerinde bize büyük bir ümit bağlamışlardır; "Osmanlılar'ın torunları Türkler büyük mücahitlerdir, alim kimselerdir." diye.

Gerçekten de ecdadımız bu teveccühe mazhar olmuşlardır, layık olmuşlardır, gerçekten büyük kimselerdir; kabul.

Fakat bu Hint müslümanları da kahır ve çile altında yetiştikleri için hakikaten kendilerini güzel yetiştirmişlerdir.

Hint bölgesi bizim için çok önemli bir bölgedir. Bizim için Ortadoğu'dan, Suudi Arabistan'dan, Mısır'dan, Irak'tan daha önemlidir.

Bir kere nüfus orada daha kesiftir, yani müslümanların nüfus yoğunluğu Orta Asya'da değildir, Güney ve Güneydoğu Asya'dadır. O bakımdan bizim için çok önemli.

Tasavvufun en büyük şahsiyetleri aralarından yetişmiştir. Afganistan, Pakistan, Hindistan bölgeleri... O İmâm-ı Rabbânîler ve onların gönderdiği büyük şahsiyetler, Muiniddîn-i Çeştî hazretleri ve onların gönderdiği halifeler, yaptıkları çalışmalar oralarda büyük tesirler meydana getirmiştir.

Bu Fetavâ-yı Hindiyye, Hanefî fıkhının çok önemli eserlerindendir. Hadis külliyatı çok önemlidir. Kenzü'l-ummâl diye bir hadis külliyatını -İmam Suyûtî'nin eserlerinden faydalanarak- Burhanpurî hazırlamıştır. Hacim itibariyle en büyük hadis koleksiyonudur.

Orada İngiliz misyonerler ile bu Hanefî fıkhını bilen, tasavvufu bilen, yabancı dil bilen, Hint kıtasındaki çeşitli kültürleri -Budizm'i, Brahmanizm'i- tanıyan, misyonerlerin anlatmaya çalıştıkları Hıristiyanlığı tanıyan bir uyanık müslüman zümre var, alimler var. Onlar bir heyet teşkil etmişler, İngiliz misyonerler bir heyet teşkil etmişler. Demişler ki;

"Müslümanlık ve Hıristiyanlığı karşılıklı müzakere edelim."

"Edelim."

Çünkü İngiliz misyonerler halkı Hıristiyanlığa davet ediyorlar. "Madem davet ediyorsunuz, anlatın bakalım Hıristiyanlığı. Siz anlatın; biz de Müslümanlığı anlatalım. Kim haklıysa ortaya çıksın!" diye böyle bir münazarayı temin etmişler.

Münazarada hangi konular müzakere edilecek?

Bir, ulûhiyet yani Allahu Teâlâ hazretlerinin niceliği ve niteliği konusunda her dinin fikri nedir, kanaati nedir?

İki, nübüvvet yani peygamberlik müessesi nedir? Peygamber ne demek?

Üç, Allah'ın gönderdiği kitaplar nedir?

Böyle yedi konu tespit etmişler. Heyetler karşılıklı oturmuşlar, münazaraya başlamışlar. Tabii muazzam bir hezimet... Hıristiyanlar ulûhiyet fikrini felsefî bir genişlikle, serbest bir zihnî muhakemeyle incelemeye güç yetiremiyorlar. Halbuki Müslümanlıkta ilm-i kelâm tamamen bu işin filozofisidir, ulûhiyetin felsefesidir, anlatımı ve müzakeresidir. Tamamen akıl ve mantıkla kurulmuştur. Yani bizim itikat ile ilgili ilimlerimiz tamamen akla ve mantığa dayanır.

Çok rahat perişan etmişler. Yani nasıl müdafaa etsin? İnsanların arasına gelmiş, "Ben peygamberim" demiş, kitap kendisine indirilmiş, insanları doğru yola çağırmış bir kimsenin ulûhiyetini nasıl ispat edebilirler? Zaten kendi kaynakları bile bu hususta kendilerini güçlendirecek malzeme vermiyor. Perişan olmuşlar ve münazarayı terk etmişler.

Üstelik de, misyoner teşkilatı karar almış ki;

"Bundan sonra müslümanlarla direkt, doğrudan doğruya, alâ melei'n-nâs yani halkın huzurunda münazaraya asla girilmeyecek."

Çünkü girildi mi hezimet oluyor. "Asla girilmeyecek." diye karar almışlar. Onlar çeşitli sinsi metotlarla bu fikirleri endirekt yollarla anlatmayı tercih yoluna kaymış oluyorlar.

Tabii İslâm heyeti bu müzakereler için hazırlandığı için, ellerinde dosya ve malzeme olduğu için, onlar da bu işin peşini bırakmamışlar ve bu müzakereleri, topladıkları malzemeleri bir kitap halinde neşretmişler. Arapça neşredilmiş. Bizim diyarlarda Izhâru'l-hak ve İbrâzu'l-hak adıyla tercemesi Osmanlıca basılmış. 

Ulûhiyet ve vahdaniyet konusunda münazaranın sonucu ve bu konunun güzel bir anlatımıdır.

Avrupa'ya gidecek kardeşlerimize biz tavsiye ediyoruz ki;

"İlk önce bu kitabı yanınıza alın, konularda müzakereler açılırsa istifade edersiniz."

Bizim de Münih'te arkadaşlarımız vardı. Münih'e gittiğimiz zaman dediler ki;

"Bize evimizde 'Sizinle dinî sohbet yapmak istiyoruz.' diye kapımızı çalıyorlar, teklif ediyorlar..."

Çok aktif bir organizasyon. Türkiye'de de öyle. Ve kendilerine tâbi olanlara maaş da bağlıyorlar. Israrla da; "Sizinle dinî konularda görüşmek istiyoruz." diyorlar. Bizim oradaki arkadaşlarımız demişler ki;

"Peki, olur, görüşelim. Ama bunu bir usule bağlayalım da öyle konuşalım. Siz kaç kişiyle gelecekseniz gelin; günü belli olsun, saati belli olsun. Biz de arkadaşları toplayalım, kalabalık bir heyette; siz ne söyleyecekseniz söyleyin, biz de cevapları verelim."

"Peki." demişler. Bizim arkadaşlarla bunlar Münih'in bir yerinde toplanmışlar.

"Bak siz konuşacaksınız, biz de konuşacağız. Öyle tek taraflı değil. Siz konuşup da kaçma durumu yok. Herkes birbirini dinleyecek, sonuna kadar dinleyecek. Buyurun başlayın." demişler;

Onlar anlatmış.

"Daha nedir?"

Yani söyleyebilecekleri her sözü söyletmişler ve dinlemişler. Ondan sonra bizim kardeşler bir almışlar konuyu, elhamdülillah bir anlatmışlar, bir sıkıştırmışlar... Yarıda bırakıp kalkmak isteyince "Bak başında biz sizinle nasıl konuştuk? Biz sizi dinledik, şimdi siz de bizi dinleyeceksiniz..."

Yani çok münhezim ve perişan olarak gitmişler.

Tabii Allah'ın varlığı ve birliği konusu ilm-i kelâmda -Bizim inançla ilgili ilmimiz, İslâmî ilimler içinde ilm-i kelâmdır, ilm-i akâiddir.- bahis konusu ediliyor ve anlatılıyor.

Tasavvufun da en önemli konusu budur; Allah'ı bilmek.

Tasavvufun birkaç hedefi vardır.

Birisi, mârifetullaha ermektir, yani Allah'ı bilmektir. Ama "Allah'ı bilme ilmi" değil; "ilim" denmiyor, "mârifet" deniliyor, yani irfan. Teorik münakaşalar değil, gerçekten tanımak. Arefe, tanımak demek; bilmek ve tanımak. Bilgi değil, tanımak; tanışıklık, âşinalık, âşina olmak demek. Birisi mârifetullahtır, yani var olan Allahu Teâlâ hazretlerini tanıyıp O'nunla âşina olmak, yabancı olmamak, bigâne olmamak, âşina olmak, uzak olmamak, yakın olmak, cahili olmamak, gafil olmamak, O'nu bilmek.

Tasavvufun öbür konularından birisi, nefse hâkim olmaktır. Nefsi dizginlemektir, zapt u rabt altına almaktır, frenleyebilmektir. Nefse söz geçirebilmektir. Nefsi terbiye etmektir. Çünkü bu nefis serbest kaldığı zaman freni patlamış bir araba gibidir, gider ama sonu felaketle biten bir gidişle gider. Her dediğini yaparsan gemi azıya alan bir at gibi veya freni patlamış bir araba gibi olur. İnsanı felakete sürükler, uçuruma yuvarlar, duvara çarptırır, ağaca çarptırır, canından eder, âzâsından eder, sakat bırakır. Terbiye edilmesi lazım.

Tabii o terbiyenin sonucunda insanda hâsıl olan bir başka sonuç da ahlâkın güzelleşmesidir. Ona tehzîb-i ahlâk; ahlâkı düzeltmek, güzelleştirmek deniliyor. Islah-ı nefs ettikten sonra, yani tezkiye-i nefs yaptıktan sonra ahlâkın güzelleşmesi vardır.

Daha başka konular vardır; kalbin nurlandırılması, tasfiye-i kalb deniliyor.

Önemli bir konusu mârifetullah; Allah'ı tanımak, Allah'la âşina olmak. Bu âşina olmanın tasavvufta yolu kitap okumak değildir. Çünkü Allah'ı bir kul böyle kitaplardan okuyarak anlamaya çalıştığı zaman münakaşaların ve nazariyelerin içinde boğulabilir. Ve öyle bir tehlikeli konu ki bir sendelediği zaman, ipin üstünde durmak gibi yani, yanlış bir kanaate sahip olduğu zaman ayağı kayar, düşer. Onun için önemli bir konu.

Tasavvuf erbabı burada çok sağlam bir yola girmişlerdir. Diyorlar ki;

"Allah'ı insana Allah bildirir."

Sen Allah'ın sevdiği, rızasına uygun işleri yaparsan, yolunca yürürsen, O da sana kendisini bildirir. Onun için tasavvufun ana gayesi; Allah'a mutî olarak, Allah'ın razı olacağı, seveceği işleri yaparak sonuca ulaşmaktır. Biraz dolambaçlı gibi görünüyor, ana hedef başkayken sanki yandan gidiyor gibi görünüyor ama sağlam yol budur. Ondan sonra Allahu Teâlâ hazretleri ona, o ilticasına, o samimiyetine mükâfat olarak hakikatleri ihsan eder, kendisini kendisi bildirir.

Tasavvufî yolda çalışmalar iki grupta toplanabiliyor. Tasavvufî çalışmalarda metotlar farklılaşınca farklı yollar ortaya çıkıyor. Bu farklı yollara yine Arapça "yol" mânasına gelen tarikat deniliyor. Her yiğidin bir yoğurt yiyiş tarzı olduğu gibi herkesin ayrı bir üslubu olduğu için eğiticilerin metotlarına göre yollar da farklı oluyor. Metot ve yol farklı oluyor. O yol ile çalışmak mânasına. Fakat bu yollar incelendiği zaman iki esaslı çalışma şekli karşımıza çıkıyor.

1.Nefsi ıslah ederek ilerleme yolu.

2.Kalbi uyandırarak, nurlandırarak -kalpten maksat gönül; kalp eşit gönül- gönlü nurlandırarak, gönül gözünü açarak bu işi başarma yolu.

Birisine, nefsi ıslah yollarına turuk-u nefsâniyye deniliyor; yani nefsi ıslah metotlarıyla hareket eden tarikatler. Kalbi nurlandırarak giden yollara da, ruhu kuvvetlendirmek, kalbi nurlandırmak yolunu tercih ettikleri için turuk-u ruhâniyye; yani ruha kuvvet vererek aşkı, şevki, muhabbeti meydana getirme suretiyle o noktaya ulaştırma yolu.

Turuk-u nefsâniyyede nefsin ıslahı hangi yolla olacak? Yani insanın egosu, insanın içindeki bitmez tükenmez arzular nasıl düzenlenecek, nasıl intizama alınacak, nasıl dizginlenecek?

İnsanın nefsinin arzuları çok kuvvetlidir. Çünkü bunlar insan neslinin devamı için ve insan canının, hayatının idamesi için Allah tarafından insana bahşedilmiş duygulardır. Mesela acıkma, bir şeyler yemek isteme, yaşama gayreti... Bunlar kuvvetli duygulardır. Yani insan aç kaldığı zaman iflahı kesilir, yemek için her şeyi yapar; çalar çırpar, ne yapıp yapıp o arzusunu tatmin etmek ister. Hayatını korumak için kaçar, kovalar, öldürür, avlanır. Yani her şeyi yapar. Neslinin devamı için çok kuvvetli duyguları vardır.

Bu duygular nasıl zapt u rabt altına alınacak?

Oturup da hür bir tarzda "Ben bu nefsi nasıl ıslah ederim?" diye bir psikolog olarak düşünülmesi de mümkündür ama tasavvufun, İslâm mutasavvıflarının düşüncesi bu değildir. İslâm mutasavvıflarının düşüncesi, Kur'ân-ı Kerîm'i, hadîs-i şerîfleri uygulamaktır. Ve bütün malzemesini, hatta terminolojisini, ilimlerinin tabirlerini, teknik terimlerini âyetlerden ve hadislerden almışlardır. Bütün malzeme Kur'ân-ı Kerîm'den ve hadîs-i şerîften çıkar. Onların düzenlenmesinden metotlar karşımıza gelir.

Mesela nefsin mertebeleri tabirler: Nefs-i emmâre. Bu Kur'ân-ı Kerîm'den alınma bir tabirdir.

İnne'n-nefse le-emmâretün bi's-sûi illâ mâ rahime rabbî.

Yusuf sûresinde bu âyet-i kerîme geçiyor. Mânası:

"Hiç şüphe yok ki nefis insana kötülüğü çok emredicidir."

Emmâre, âmir kelimesinin mübalağa siygasıdır. Memur, âmir. Âmir; emreden, emir kendisinin elinde olan kimse. Emmâr; çok emreden, mübalağa-ı ism-i fâil siygasıdır.

Niye emmâre gelmiş?

Emmâre gelmesinin sebebi, nefis müennes olduğu içindir. Nefis müzekker olsaydı emmâr diyecekti; ama müennes olduğu için emmâre deniliyor. Çok emredicidir.

Neyi çok emredicidir?

Bi's-sûi. Kötülüğü çok emredicidir.

Yani nefis kendisinin devamını ister, arzularının tatminini ister; arzuların hangi yoldan -meşru veya gayrimeşru yoldan- kazanılması onu ilgilendirmez. Arzusu cûşa geldi mi içinden, onu mutlaka yapmak ister. Acıkmışsa yemek ister. Hangi ihtiyacı belirmişse onu meşru veya gayrimeşru yoldan tatmin etmeye çalışır. Onun için kötülüğü çok emredicidir.

Hele hele kız-erkek ilişkilerinde, kadın-erkek ilişkilerinde bu duygular son derece coşkundur ve insan hayatında çok müessir olmuştur. Edebiyattaki gazeller, kasideler, şiirler, mektuplar, romanlar hep bunun üzerine döner. Sinemalar, filmler, tiyatrolar hep bu konuları işler. Çok kuvvetli duygular; iki cinsin karşılıklı birbirlerine duydukları meyil ve arzular. Bunlar geldi çattı mı, bir insanın söz dinlemesi, laf dinlemesi, emre uyması, farzı tutması çok zor hale gelir.

İnne'n-nefse le-emmâretün bi's-sûi.

Ha işte, nefs-i emmâre bu. Yani nefs-i emmâre tabiri Kur'ân-ı Kerîm'den çıkmış bir tabir.

Başka ne var?

Levvâme tabiri var. O da Kur'ân-ı Kerîm'den.

Mülheme tabiri var. Yanlış olarak mülhime diyorlar. Mülhime ism-i fâil siygasıdır; yanlış. Mülheme ism-i mef'ûl siygasıdır; doğru. Çünkü âyet-i kerîmede bildiriliyor ki;

Fe-elhemehâ fücûrahâ ve takvâhâ. "Nefse fâcirliğini ve müttakîliğini -yani günahı, sevabı; iyiliği, kötülüğü- ilham eden Allah'tır."

Fe-elhemehâ, yani elhamehallâhu "Allah ona ilham etti." Fücûrahâ ve takvâhâ. "Fücurunu ve takvâsını."

İşte bu mülhemedir.

Yani bu âyetleri incelemişler; "Bir emmâre nefis var, bir levvame nefis var, bir mülheme nefis var." demişler.

Bir mutmainne nefis var;

Yâ eyyetühe'n-nefsü'l-mutmainne.

O da âyet-i kerîmeden çıkıyor.

Yani terminoloji, tabirler Kur'an'dan, hadîs-i şerîflerden.

Şimdi bu nefsin ıslahı metotları, onlar da yine hadîs-i şerîflerden ve âyet-i kerîmelerdendir; Peygamber Efendimiz'in bizzat yaşam tarzındandır, sahâbe-i kirâmın hayatındandır.

Bizde eksik olan taraflardan birisi... Tabii hadîs-i şerîflere rağbet, riayet ve kıraat vardır. Hadîs-i şerîfleri okuyoruz, Kur'ân-ı Kerîm'i okuyoruz, mealler okunuyor. Fakat Peygamber Efendimiz'in arkadaşları, hayat arkadaşları, onun çevresinde olan insanlar; Kur'an Peygamber Efendimiz'e yanlarında inmiş, Peygamber Efendimiz'in nasıl insan olduğunu görmüşler, beraber yaşamışlar.

Bu insanlar İslâm'ı nasıl anlamış?

Muhakkak kaynağa en yakın kimseler, olayların ta içinde, olayların figüranları, sahnelerde rol almış, yer almış insanlar.

Bu insanlar İslâm'ı nasıl algılamış, nasıl anlamış, nasıl yorumlamış, nasıl uygulamış?

Bu çok önemli bir şey. Bu konuya az rağbet ediliyor.

Peygamber Efendimiz'in hayatını okumak lazım, bir; sahâbe-i kirâmın hayatına dair literatürü tamamlamamız lazım, iki. Sahabe rıdvanullâhi aleyhim ecmaîn hazretlerinin hayatlarını anlatan dev -muazzam, muhteşem, büyük- biyografi eserleri vardır, onları terceme etmemiz lazım.

Çünkü Peygamber Efendimiz'in sahabesi, her birisi bizim için bir örnek insandır.

Ashâbî ke'n-nücûmi. "Benim ashabım yıldızlar gibidir." Bi-eyyihim iktedeytüm ihdedeytüm. "Hangisine iktida ederseniz o size doğru yolu bulmakta, yön bulmakta, yönünüzü tayin etmekte yardımcı olur." diye hadîs-i şerîfte methedilmiş.

Onun için onların hayatlarını okumak lazım. Konuşmalarımızda, sohbetlerimizde o ibretli sahneleri konu edinmemiz lazım. Ve çocuklarımızla okumamız lazım.

Şimdi İslâm'ın eğitim metodunda fiilî durum, gördüğümüz durum tatbikattır, uygulamadır. Efendimiz'in hayatını görüyoruz, sahâbe-i kirâmın hayatını görüyoruz. Bunu böyle anlatmak İslâm'ı en doğru anlamak için en iyi yoldur. Bunu oradan soyutlayıp bu tarafa soyut olarak, ilim olarak anlattığımız zaman işin içine soyutlayanın zevki ve ayıklaması giriyor. Ondan sonra bu tarafa anlatmadaki eksikliği geliyor. Birkaç tane eksiklik, süzme ve zayıflama meydana geliyor. Onun için ana kaynağını, sahneyi tam vermek çok daha uygundur.

Peygamber Efendimiz'in hayatı sûfîyânedir. Peygamber Efendimiz mutasavvıfların şahıdır. Peygamber Efendimiz'in hayatı, bütün mutasavvıfların zaten örnek aldığı hayattır. Hayatı örnek olduğu için, en iyi numune Peygamber Efendimiz olarak, mutasavvıfların şahı olarak, -hani kral diyeceğim ama kral demek tabii şey olmuyor, sultan diyelim- sultanıdır.

Sahâbe-i kirâm da öyledir. Onlar da mutasavvıfların sultanlarıdır, yani parmakla gösterilecek büyük numuneleridir. İslâm'da, Kur'an'ı ve Peygamber Efendimiz'i en iyi anlayan zümre mutasavvıflardır. Zaten hepsinin hayatını incelediğimiz zaman görüyoruz; aynı zamanda müfessirdir, aynı zamanda hadisçidir, aynı zamanda fıkıh alimidir, bu konularda kitaplar yazmıştır. Aynı zamanda fiîlen mürebbîdir, terbiyecidir, terbiyeyle meşgul olmuştur; yani eğitimcidir, eğitimin başında, müessesenin başında olan insandır.

En uygun öğretme tarzı da bu tarzdır. Çünkü Peygamber Efendimiz konferans yoluyla insanlara İslâm'ı öğretmeye çalışsaydı öğreti hayattan soyutlanmış olacaktı. Halbuki Peygamber Efendimiz etrafına insanları almış, bir topluluk meydana getirmiştir, bir cemiyet teşekkül etmiştir. Bu cemiyetin içinde günlük yaşam beraber sürmüştür. Camide toplu bir yaşayış vardır. Sosyal hayat son derece kuvvetlidir. Ve o sosyal hayatın içinde gelen bilgiler ile, âyetlerle, Efendimiz'in müslümanlara tavsiye ettiği hususlarla hayat İslâmîleşmiştir. Hayat İslâmca yaşanmıştır, Peygamber Efendimiz tarafından ve Kur'anca yaşanmıştır sahâbe-i kirâm tarafından. Ve bu örnek olmuştur.

Meşâyihin, tasavvuf büyüklerinin de müridleri terbiye metodu aynıdır. Peygamber Efendimiz etrafına sahabesini toplamıştır, İslâm'ı onlara bir toplu, beraber hayat tarzı içinde anlatmıştır.. Bu, üniversitedeki akademik yaşantı gibi değildir. Profesör gelir, kürsüde dersini verir gider ama talebesini -çoğunu- tanımaz bile. Temayüz etmiş bazı talebelerini bilir, bazılarını tanımaz bile. Bu o tarzda eğitim değildir. Gecesi gündüzü beraberdir, yemesi içmesi beraberdir. Bu beraberlik içinde hayat nasıl sürülecek, o öğretilmiştir.

İslâm zaten hayatı yaşama tarzıdır. Yani hayat ya İslâmca, Kur'anca yaşanır ya da gayri İslâmca, Kur'an'ın dışında bir yaşayışla yaşanır. İslâmca yaşama tarzıdır ve sevap kazanmak kaynakları sadece namaz, oruç, hac, zekât değildir. Hayatın bütün faaliyetleri bir müslüman için -Kur'an'a göre yaşadığı zaman, Peygamber Efendimiz'in yolunda yaşadığı zaman, İslâm'a uygun yaşadığı zaman- bir ibadet olur.

Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;

"Doğru sözlü, emniyetli, güvenilir bir tüccar kıyamet gününde peygamberlerle, şehitlerle beraber haşrolacak."

Yani bir tüccar ama peygamberlerle ve şehitlerle beraber haşrolacak; mertebesi yüksek oluyor. Ticaret de sevap olabiliyor.

el-Kâsibu habîbullah.

Yani;

"Kesb ü ticaret eyleyerek, kazanç sağlayarak geçimini temin edenler Allah'ın sevgili kullarıdır."

Çünkü başkasının sırtına yük olmuyor; bir iş yapıyor ve işinin karşılığını alıyor.

Askerlik yapar, sevap kazanır; nöbet tutar, sevap kazanır; ticaret yapar, sevap kazanır.

Evlilik sevaptır. Hatta "Evlilik münasebeti sevaptır." diyor Peygamber Efendimiz.

Sahabeden bir kimse diyor ki;

"Yâ Resûlallah! İnsan nefsinin arzusunu tatmin ediyor, bu da mı sevaptır?"

"Tabii, meşru yoldan tatmin edildiği için sevaptır. Ya gayrimeşru yoldan tatmin etmeye kalksaydı? -Zina olsaydı, flört olsaydı...- O zaman günah olacaktı. Onun için bu yoldan olması sevaptır." diyor.

İşte İslâm budur. Yani hayattır. İslâm fıtrattır.

Bizim bir askerî ateşe, albay dostumuz, tanıdığımız vardı. Fransa'da ataşelik yapmış, ateşe militer olarak bulunmuş. Tabii kendisinin Fransız dostları olmuş. Kendisi anlattı. Bir gün gelmiş Fransız dostu buna, demiş;

"Aziz dostum, karar verdim, intihar edeceğim."

"Niye?"

Eşinden, karısından şikâyet ediyor.

"Şu sebepten intihar edeceğim."

"E şikâyet ediyorsan karından boşan."

"Olmaz!" demiş. "Bizim Katoliklikte boşanma yok!"

Yani boşanma yok. Ne oluyor? İntihar ediyor.

Boşanma yok da intihar var mı?

Ne taraftan baksan bir kere boşanmanın olmaması saçma. Evet, boşanma güzel bir fiil değil ama bir emniyet sübabı, yani o da yeri gelince yapılabilecek bir kapı. "Emniyet kapısı" deniliyor ya otobüslerde, araçlarda; kaza anında kullanılacak kapı deniliyor. Gerekebilir. Tamamen o kapının olmaması, pencerelerin açılmaması faciaya yol açar.

O bakımdan İslâm hayat dinidir. Hayatın her faaliyeti zihniyete göre sevap kazanma mevzuu olabilir.

Bir kadının çocuk doğurması, çocuk yetiştirmesi, çocuk emzirmesi çok büyük bir sevaptır.

Annesi, babası ihtiyar olan birtakım kimseler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e geldiler, dediler ki:

"Yâ Resûlallah! sevap kazanmak istiyoruz."

Peygamber Efendimiz ahvâl-i şahsiyesini, yani neyin nesi olduğunu, kim olduğunu, annesinin babasının olup olmadığını sordu.

"Annem, babam var."

"Nerede?"

"Memlekette."

"Git, onlara hizmet et." buyurdu.

İslâm hayat dini, fıtrat dini, akıl ve mantık dini olduğu için İslâm'da anneye babaya hürmet etmek, itaat etmek sevap oluyor. Askerlik faaliyetleri sevap oluyor. Evlilik faaliyetleri sevap oluyor. Ticarî faaliyetler sevap oluyor. Başka bir dinde böyle bir şey yok; İslâm'ın özelliği.

Demek ki İslâm bir zihniyettir ki nereye gelirse, ne zaman kullanılırsa o iş bir ibadet haline geliyor. Tasavvuf da işte aynı metodu uygulayarak aynı tarzda bu işi sağlama yolu.

Peygamber Efendimiz numune bir insan. Hepimizin numunesi, modeli, üsve-i hasenesi. Yani kendisine bakılarak durum düzeltilecek, model olarak o esas alınacak. Tasavvuf da bunu aynen uyguluyor. İslâm'ı bilen bir alim var; Kur'an yolunda yürüyor, Peygamber Efendimiz'in sünneti yolunda yürüyor, etrafındaki insanlarla beraber bir muhabbetli grup teşkil ediyor ve bu grup içinde İslâmî bilgiler bilenden,öğrenme durumunda olan kimseye intikal ediyor. Yani Peygamber Efendimiz'in yolunda gitmenin en güzel şekli, en uygun şekli, en tabiî şekli, hayata en uygun olan, İslâm'ın yine hayat içinde öğrenilmesi şekli olmuş oluyor.

Tabii bu öğrenim esnasında insan bilgi kazanıyor, görgü kazanıyor. Ama bunları uygulamak veya uygulamamak meselesi var. Uygulamakta, uygulamamakta kendisinin irade gücü önemli oluyor. Bu irade gücünün kuvvetlenmesi lazım. İyilikleri yapmakta mânilerin de, duyguların da izale edilmesi lazım geliyor. Bunun için nefsin zayıflatılması lazım. O arzuların kaynağı olan rahatlık, tembellik, keyif, zevk, sefa isteyen bu nefsin bu arzularının kaynaklarının kurtulması lazım. Yani savaşılan ordunun ikmal yollarının kesilmesi lazım. Nefisle cihat ediliyor, mücadele ediliyor, nefis yenilecek; nefis kuvvetli olursa pehlivanı yenmek zor olur. İkmali kuvvetli olan bir düşman ordusunu yenmek zor olur. Arkadan ikmal yollarını kesip onu cephanesiz, yiyeceksiz, içeceksiz, malzemesiz, susuz bırakmak lazım.

Onun için turûk-u nefsâniyyede, yani nefsi ıslah yolunda riyâzet-i nefs esas alınıyor. Riyazet; eğitmek, zorlamak, birtakım baskılar altında sıkı bir talime tâbi tutmak mânasına geliyor.

Riyâzetü'l-beden var, yani bedenin riyazeti. Batılılar buna "jimnastik" diyor. Adam koşuyor.

Niye koşuyorsun? Terliyorsun bak, yoruluyorsun?

"Olsun, bu benim vücuduma lazım." diye koşuyor.

Halter kaldırıyor.

"Yahu bu kadar yükü ne kaldırıyorsun, sen hamal mısın?"

"Yok. Benim adalelerim kuvvetlensin." diye bunu yapıyor.

Tekerleksiz bir bisikletin üstüne çıkıyor, saatlerce pedal çeviriyor.

Bir yere gitmiyorsun, ne diye çeviriyorsun bunu?

"Ben bunu çevirerek adalelerimi kuvvetlendirmeye çalışıyorum. Bu riyâzetü'l-beden yani bedeni birtakım tazyik altında, zor şartlar altında kuvvetli tutmaya çalışması.

Tasavvufta nefse karşı uygulanan zorluklara, baskılara da riyâzetü'n-nefs deniliyor; nefse karşı yapılan birtakım baskılar.

Bunlardan birisi ve başta geleni; az yemek. Buna taklîl-i taam terimi, tabiri kullanılıyor. Yemeği azaltması lazım. Çünkü yeme, insanı canlandırıyor, kuvvetlendiriyor, nefsi takviye ediyor. Arkasından karnı doyan insanın artık zapt u rabt altına alınması zor hale geliyor. Bu hususta çok hadîs-i şerîfler var.

"Kâfir yedi mideyle yer, mü'min bir mide ile yer."

Yani bir oturduğu zaman şu kadar yer, siler süpürür; hâlâ karnı doymaz, hâlâ etrafına bakar. Birtakım böyle olağanüstü olayların rivayetleri de nakledilmiş.

Peygamber Efendimiz'e İslâm'ı öğrenmek üzere bir şahıs gelmiş. Sofraya oturmuş. Tabii sofraya bir tabak geliyor. Herkes etrafına oturmuş, yemeği yiyecekler. Bu adam açgözlü; ne varsa hepsini silip süpürmüş. Ötekiler biraz mahzun kalıvermişler. Aynı tabaktan yeniliyor; bir tanesi hızlı hızlı hepsini alıp, yiyip bitirince ötekiler mahrum kalıyorlar. Aynı şahıs, aradan zaman geçmiş, İslâm'ın hak din olduğunu anlayıp müslüman oluyor. Oturuyor öteki müslüman kardeşleriyle, besmele çekiyor, aynı tarzda yemek yiyor. Ama bu sefer önünden alıyor. İslâmî edebe riayet ediyor. Mânevî birtakım değişiklikler dolayısıyla yemek herkese yetiyor ve herkes de doyuyor. O kadar yediği halde doymayıp "Daha var mı?" diyen insan bu sefer hiç öyle bir arzu göstermiyor. Efendimiz onun üzerine buyurmuş bu hadîs-i şerîfi;

"Kâfir yedi mideyle yer. -Dokuz canlı, yedi canlı, içinde bir şey var.- Hırsla yer. Mü'min ise bir mideyle yer."

Bu az yeme, bir.

İkincisi; uykuyu az uyuma. Arzu, Farsça bir kelimedir. Onun Arapçası şehvetün, şiddetli arzu. Çoğulu; şehevât. Nefsin arzuları, şehevât-ı nefsâniye yani nefsin şiddetli birtakım arzuları. Tabi biz Türkçe'de "şehvet" kelimesini sadece kadın-erkek arasındaki arzuya ait olarak kullanıyoruz. Arapça'da öyle kullanılmaz. Mesela, midenin arzusuna yani şiddetli yemek arzusuna da şehvetü'l-batn derler, yani midenin şehveti, iştihası demek. Biz orada "iştiha" kelimesini kullanıyoruz, onlar "şehvet" kelimesini kullanır.

Şehevât-ı nefsâniyenin kırılması için çarelerden birisi, yemeği az yemek; taklîl-i taam. İkincisi, uykuyu az uyumak.

Pratik bir sonuç. Az uyuduğu zaman insanın arzuları sönüyor. Değişiklik oluyor. Yani 4-5 saat uyku uyuyan bir insanın tavrı ile 8-9 saat uyumuş, kalktığı zaman arslan gibi gerinmiş, sonra gelmiş karnını doyurmuş bir insanın sokağa çıktığı zaman, yürüyüş tarzı, tavrı ile tabii oruçlu olan bir insanın, uykuyu az uyumuş olan bir insanın hali başka oluyor, değişik oluyor. Mide boşaldığı zaman insana bir mânevî hal geliyor, kalbine rikkat geliyor, nasihati anlaması mümkün oluyor. Zaten arzuları da öyle coşkun olmuyor. Sabahtan akşama oruç tutar da insan, öğleyin acıkmaz bile, canı bir şey istemez.

O, akşamüstü o vakte kadar rahatça durur. Sonra daha başka arzuları da hemen frenleniyor.

Az yiyip az uyuduktan sonra tabii iyi bir yola girmiş oluyor; iç şartlar, nefsin baskısı, dürtüsü azalıyor.

Üçüncüsü; taklîl-i kelâm, az konuşmak. Çünkü çok konuştuğu zaman insan, konuşması nispetinde hata ihtimali, yüzdesi de artıyor. Konuşmadığı zaman tefekkürü artıyor, düşünme kabiliyeti artıyor. Düşünmesine zaman artıyor. O bakımdan Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hadîs-i şerîflerinde buyurmuş ki;

"Sükut da ibadettir."

Mânasız, boş, yersiz ve lüzumsuz konuşmamak önemli bir kâide oluyor. Bu çeşit konuşmalara mâ lâ ya'nî deniliyor. Mâlâyânî demek; bir mâna taşımayan, boş, muhtevasız sözler demek. Mâlâyânîyi terk etmesi gerekiyor. Tabii zarurî, gerekli konuşmalarını yapacak. Faaliyetlerini sürdürmesi için lazım olan konuşmalar; hanımıyla, iş münasebetlerinde, daha başka yerlerde konuşmalar yapacak. Ama mâlâyânîyi terk edecek. Sükûtu ihtiyar edecek. Tefekkürü böylece arttıracak bir faaliyet olmuş oluyor.

Sonra konuşmayı azaltmak istese bile yine konuşma insanlar oldu mu ister istemez olur. Sen sükut etmek istersin, tefekkür etmek istersin ama yanındaki aynı frekansta değildir; o da gelir olur olmadık şaka yapar, laf açar... Yani senin huzurun bozulur, hedeflerin aksar, yapmak istediğin şey yerine gelmez. O zaman bir de uzlet-i enâm gerekiyor.

Bunlar biraz böyle secîli, yani birbirine benzer kelimeler.

Taklîl-i taam, yemeği azaltmak; taklîl-i menâm, uykuyu azaltmak; taklîl-i kelâm, sözü azaltmak; uzlet-i enâm, insanlardan da uzlet, ayrılmak, şöyle bir kenarda, tenha bir yerde sakin durmak.

Böylece bu şartlar tavsiye edilerek, insanın düşünmesi gereken konuları düşünmesi ve çözümlemesi gereken problemleri çözmesi için gerekli çevre kendisine hazırlanmış oluyor.

Allah bildiğimiz bilmediğimiz her türlü şerlerden korusun. İki cihan saadetine cümlemizi çoluk-çocuğumuzla,zürriyetimizle, eşlerimizle, ailelerimizle, geçmişlerimizle, sevdiklerimizle erdirsin. Cennetiyle, Cemaliyle müşerref eylesin. 

Bi hürmeti esrar-ı sureti’l Fatiha. 

Diğer Kayıtlar
Başlık Eklenme Tarihi Paylaş Oku Ekle Süre Beğen
playlist play 00.00.1994 - İslamda Tasavvufun Önemi 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 30 playlist like
playlist play 01.07.1994 - Hizmet Şuuru, Değişen Dünyada Üzerimize Düşen Görevler 29.11.2022 playlist oku playlist ekle 20 playlist like
playlist play 01.09.1997 - Doğru İnanç, Allah İnancı, Hayattaki Gayemiz 14.07.2023 playlist oku playlist ekle 26 playlist like
playlist play 01.12.1990 - Hayatımızın Gayesi ve Şuurlu Olmak, Kendini Yetiştirmek 31.10.2022 playlist oku playlist ekle 42 playlist like
playlist play 02.02.1993 - Peygamber Sevgisinin Gerekilikleri, 14.07.2023 playlist oku playlist ekle 39 playlist like
playlist play 02.08.1989 - Alim ve İlmin Önemi, İslama Hizmet, Şuurlu Olmak 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 38 playlist like
playlist play 03.07.1994 - İslam Hizmetinin Önemi 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 31 playlist like
playlist play 04.02.1992 - Zikrullahın Fazileti ve Çeşitleri 14.07.2023 playlist oku playlist ekle 40 playlist like
playlist play 04.07.1997 - Güzel Huyun Önemi, Tasavvuf 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 26 playlist like
playlist play 05.01.1991 - Çalışma ve İcraatın Önemi 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 39 playlist like
playlist play 05.02.1992 - Güzel Ahlakın Önemi, Tasavvufta Güzel Ahlak 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 45 playlist like
playlist play 06.04.1995 - Dünyadaki Değişiklikler, İslamda Hizmet 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 18 playlist like
playlist play 07.07.1994 - Kendini Geliştirmek, Hizmet Şuuru, Mesleki Yeterlilik, Bilim ve Teknoloji, Mimar Sinan 12.05.2023 playlist oku playlist ekle 29 playlist like
playlist play 07.11.1996 - Allahı Zikretmenin Önemi 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 34 playlist like
playlist play 10.02.1981 - Hayatın Gayesi ve İmanın Önemi 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 47 playlist like
playlist play 11.02.1992 - Din Nedir 25.10.2022 playlist oku playlist ekle 40 playlist like
playlist play 14.02.1997 - Hanımların Sosyal Hayattaki Rolü, İslamda Hizmette Kadınlar 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 41 playlist like
playlist play 15.02.1997 - Sevginin Önemi ve Sevmeyi Öğrenme 12.05.2023 playlist oku playlist ekle 22 playlist like
playlist play 15.03.1997 - İslamda Sevginin Önemi 10.10.2022 playlist oku playlist ekle 46 playlist like
playlist play 16.05.1997 - Aşure Günü 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 28 playlist like
playlist play 16.06.1990 - Gençlere Tavsiyeler, Gençlik ve Allah Rızası, Hedef 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 37 playlist like
playlist play 17.06.1998 - Doğru İnanç, Güzel Kulluk 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 33 playlist like
playlist play 19.12.1991 - Tebliğ Metodları, Yeni İctimai Çalışmalara Yönelmek 19.09.2023 playlist oku playlist ekle 15 playlist like
playlist play 20.08.1990 - Dini Eğitimin Önemi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 26 playlist like
playlist play 22.12.1997 - Aile Eğitimi, İlmin Eğitimin Sevginin Önemi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 33 playlist like
playlist play 23.04.1992 - Ümmetin Görevi, Hizmet, Peygamber Sevgisi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 54 playlist like
playlist play 23.11.1995 - Hayatımızın Gayesi, Tasavvuf ve Nefis Terbiyesi 29.11.2022 playlist oku playlist ekle 36 playlist like
playlist play 23.12.1997 - Dinler Tarihi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 47 playlist like
playlist play 25.09.1992 - Hizmet, İletişim, Medyanın Önemi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 37 playlist like
playlist play 26.05.1990 - Hayatın Gayesi, Nefis Terbiyesi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 30 playlist like
playlist play 26.12.1990 - İslam Dininin Önemi 05.01.2023 playlist oku playlist ekle 32 playlist like
playlist play 27.04.1993 - Hacı Bektaşı Veli ve Tasavvuf 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 43 playlist like
playlist play 27.11.1992 - Üniversite Öğrencilerine Tavsiyeler, Değişen Dünya 13.12.2022 playlist oku playlist ekle 18 playlist like
playlist play 29.10.1992 - Değişen Dünya, Müslümanlara Düşen Vazifeler, Uyanık Olmak 16.01.2023 playlist oku playlist ekle 16 playlist like
playlist play 29.12.1992 - Tebliğ ve İrşad Çalışmaları 25.11.2022 playlist oku playlist ekle 21 playlist like
Kabe
Canlı Yayın
Şuan Canlı Yayın
Canlı Yayın
AKRA CANLI
 / 
player image icon close icon
AKRA CANLI
Canlı Yayın
Canlı Yayın Add Icon volume up
 / 
Canlı Yayın
fast rewind
fast forward
Playlist
Bu özelliği kullanabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir
  
Fikrini Paylaş
TAAHHÜTNAME

Hazırlamış olduğum ve sitenize gönderdiğim/ teslim ettiğim, tamamen orjinal ve bana ait olan, projemin/görüntü veya kaydımın, AKRA MEDİA tarafından kendisine ait kablolu/karasal/uydu, şifreli/şifresiz, free/paralı TV, video, DVD, VCD,VHS ,radyo, kaset, sinema ve sair mevcut yada ortaya çıkacak her türlü İşaret, ses ve /veya görüntü nakline yarayan araçlarla umuma iletim hakkı ve tüm internet siteleri ve sosyal medya platformlarında yayınlamasına, çoğaltma hakkı, yayma hakkı, işleme hakkı ve temsil hakkının kullanılmasına süresiz olarak müsaade ediyorum.

Projemin/görüntü veya kaydımın, bant, CD, VCD, DVD, GSM, MP3 Player, dijital kayıt vb. tüm yollarla kayıt, çoğaltma ve dağıtım haklarını, bilişim veya iletişim ortamında görüntülenmesini, iletilmesini, okunmasını, izlenmesini, dinlenmesini vb. interaktif veya normal CD, VCD, DVD, GSM, MP3 Player vb. şekilde basılarak veya ses kayıtlarının metin haline getirilip kitap olarak piyasaya sunulmasını sağlayacak her türlü materyal üzerine kaydı ile çoğaltılması, kullanılması, işlenmesi, yeniden ve genişletilmiş şekilde sesli, yazılı ya da görüntülü yayın haklarını, bu suretle de çoğaltılarak kullanılması, dağıtılması, pazarlanması vb. fikri, mali ve manevi haklarımın tamamını, programda gerekli görülen değişiklikleri yapma haklarımı bila bedel olacak şekilde, AKRA.MEDİA sitesine ve bu site'nin yetkilisi ve sahiplerine devir ve temlik ettiğimi, beyan, kabul ve taahhüt ederim.

Şehir Seçin
Close