Bismillâhirrahmânirrahîm.
el-Hamdü li’l-lâhi Rabbi’l-alemîne. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. hamden kesîran tayyiben mübâreken fih. Hamden kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Hamden lâ âhirihî lâ âhire li-kâilihî illâ rıdâhu ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ecmaîn.
Emmâ ba’d.
“Bugünkü konumuz zikrullah olacak.” Diye.
Zikrullah, hem turuk-u nefsâniyyenin; yani nefsi baskı altında tutup gücünü zayıflatıp ezip kemâlâta, olgunluğa ulaşma yolları, metotları benimsemiş olan tasavvufî tarikatlerin hem de turuk-u ruhâniyyenin; yani nefsi ezmek yerine ruhu kuvvetlendirmek, duyguları geliştirmek ve şevki arttırmak suretiyle kemâlâtı kazanmak, nefsi de şevkin peşinden sürükleyip götürmek yolu olan tasavvufî tarikatlerin ana meşguliyetidir.
Kelime olarak zikir, “hatırlamak” demektir. Mukabili yani karşıtı, İngilizce, opposite “Nisyandır, unutmaktır.” Hatırlamak, unutmak. Bazen bir şey tarif edilirken zıddı ile tarif edilir. “Bu şu değildir veya şunun tam aksidir.” diye tarif edilir. Zikir, unutmanın tam aksi “Unutmamak, hatırda tutmaktır.” ذكر الموت Zikru’l-mevt. “Ölümü hatırlamak” demek. ذكر الاحبة والوطن Zikru’l-ehibbeti ve’l-vatan. “İnsanın sevgili arkadaşlarını dostlarını ve vatanını hatırlaması” demek.
Bir de tezkâr var, “yâdigâr” demek. Yani ben tutuyorum bir kardeşe “buyur” diyorum, bir mendil veya bir eşya veriyorum; “Benden sana yâdigâr olsun. Baktıkça hatırlarsın.” diyorum. Bir tesbih veriyorum; “Çektikçe beni hatırlarsın.” diyorum. Tezkâr, “hatırlatma vasıtası, âleti, bahanesi, vesilesi” mânasına.
Zikir, “hatırlamak” demek. Zikrullah da “Allah’ı hatırlamak” demek ama bu hatırlamayı hakikaten Allah’ı unutmamayı nasıl sağlayacağız?
Mesela insan unutuyor, arabasını bir yere çarpıyor. İşaret vermeyi unutuyor; sağ taraftaki arabayla çarpışıyor. Bilmem eve geliyor, elleri boş.
“Efendi! Sen çarşıya niye gitmiştin? Hani şunu şunu alacaktın?”
“Hay Allah, yazmadım unuttum!”
İnsan bazen istediği halde unutabilir. Olaylar, meşguliyetler insana unutturabiliyor.
Unutmama hâlini sağlamak için dille bir şeyi tekrar tekrar söylemek, ortada bir çare olarak mevcut. Onun için eskiler yarı latif yolla, yarı Arapça yarı Türkçe bir cümle söylerler, bilirsiniz. et-Tekrâru ahsen ve lev kâne yüz seksen. “Yüz seksen” Türkçe, ibarenin öbür tarafları Arapça. Et-tekraru ahsen. “Tekrar etmek çok güzeldir.” Ve lev kâne yüz seksen. “Yüzseksen defa söylesen dahi tekrar güzeldir.”
İnsan bir şeyi tekrar ettikçe dildeyken, dilin ucundayken bu sefer yavaş yavaş insan içine yerleşiyor ve hakiki hatırlama durumu meydana geliyor.
Onun için tasavvufta bir söz var: الذكر بالتذكر ez-Zikru bi’t-tezekküri demişler.
Allah’ı unutmama hâli, hatırlama hâli ne iledir?
بالتذكر Bi’t-tezekküri. “Zikri külfetle yapa yapa, zorlayarak; mânasına henüz erememişse, mânası aklına, gönlüne inememişse bile şeklen yapa yapa; yavaş yavaş şekilden öze doğru, lisandan kalbe doğru, dıştan içe doğru gitmesi.”
Tıpkı العلم بالتعلم el-İlmü bi’t-taallümi gibi.
İlim nasıl öğrenilir, insan nasıl alim olur?
Taallüm ile. İlim elde etmek için külfet sarfederek.
Zikir hali nasıl hâsıl olur?
Bi’t-tezekküri. الذكر بالتذكر Ez-zikru bi’t-tezekküri. “Hatırlama halini külfetle, zorlaya zorlaya yapa yapa; külfetsiz, kendi kendine yapılır hâle gelir. Asıl zikir, devamlı hatırlama hâlidir; o hâli sağlamanın metodu tekrardır. Külfetle tezekkür, zikri külfetle yapmaktır.
Özbekistan’da kabrini de ziyaret ettiğimiz, hocalarımızın hocası Abdülhâlık-ı Gucdevanî hazretleri; birinci prensip olarak diyor ki;
Hûş der dem. Hûş. “Şuur, uyanıklık.” Der dem. “Nefeste.” Yani her nefes alışta uyanık olmak, gafil olmamak; hatırlayıcı durumda olmak, unutucu olmamak. Bu bir prensip.
“Tabi bu prensip güzel bir prensip ama unutuveriyorum.”
Unutmamanın çaresi; elinde tesbih, dilinde zikir, yapa yapa bu işi içeriye yerleştirmektir.
Bu sadece zikirle ilgili bir meselede de değil bazen şarkıda türküde bile oluyor. Bir şeyi çok söyledi mi bakıyor ki içinde bu yankılanıp duruyor. Başka işle meşgul olurken bile bakıyor ki farkına varmadan o şarkıyı mırıldanıyor.
Neden?
Çok söyleye söyleye sevdiği için artık onun içine işlemiş, öyle yapıyor. Siz de hakikaten bir zikri böyle 20 kere 30 kere çektikten sonra bakarsınız ağzınızı kapasanız bile içinizde o söylenmeye devam eder. İçten bir söyleyiştir, söylenmeye devam eder.
Neden?
Çünkü artık yavaş yavaş otomatiğe geçiyor, otomatiğe bağlanmış oluyor. İşte zikir bu. “Hatırlama” demek. Tabi bu hatırlamanın vasıtası da tekrar olduğundan bir takım şeyleri tekrar etmek de zikretmek olarak bizim bildiğimiz bir kelime olmuş oluyor.
Kur’ân-ı Kerîm’de ve İslâmî âlemde, literatürde zikir sözü “hatırlamak” demek. O ana mânasından çıkarak, zikir sözü başka özel anlamlarda da kullanılmıştır. Mesela الذكر ez-Zikru. Zikir, Kur’ân-ı Kerîm’in isimlerinden biridir. Mesela الذكر ez-Zikru. Zikir, namazın isimlerinden biridir. Yani bazen “namaz” dediğimiz kelime, kavram, mefhum için âyet-i kerîmede “zikir” kelimesi kullanılmıştır. Bazen de Kur’an dediğimiz kavram, mefhum için “zikir” kelimesi kullanılmıştır. Mesela âyet-i kerîmede buyruluyor ki;
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
İnnâ nahnü nezzelne’z-zikre ve innâ lehû le-hâfizûn.[1] “Zikri biz indirdik onu biz koruyacağız, onun koruyucusu biziz.”
“Zikri biz indirdik.” diyor. “Elinize tesbih alıp çekmeyi biz farz kıldık” mı demek istiyor?
Hayır.
“Kur’an’ı biz indirdik, onu biz koruyacağız.” diyor. “Kimse yok edemeyecek, silemeyecek, kaldıramayacak; gelmesine, öğrenilmesine, ahkâmının insanlığa tebliğine kimse mâni olamayacak, yürüyecek.” demek. Burada zikir “Kur’an” mânasına. Ve Kur’ân-ı Kerîm de başından sonuna kadar hangi âyeti okunsa, hangi cümlesi tekrar edilse tabi o da zikirdir. Mushaf da bütünüyle zikirdir.
Namaz da zikirdir. Çünkü namazın içindeki faaliyetlerin yüzdesi en yüksek olanı zikir fiilidir. Onun için bütüne isim olmuş. Tabi namazın içinde rükû var, secde var, kıyam var, kuud var, selam var, tahiyyat var, vesaire var.. Bunların içinde söylenen sözler var. Bu sözlerin hepsi zikir. Onun için Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri içinde bazen bu “zikir” kelimesi bizim bildiğimiz “tesbih çekmek” anlamından farklı olarak kullanılabiliyor. Türkçe’de “tesbih çekmek” deniliyor. Çünkü o âlete “tesbih” deniliyor. Onu eline alıyorsun, “sayısı belli olsun” diye tek tek çekiyorsun; onun için “tesbih çekmek” adı veriliyor. “”Dervişin dersi” de deniliyor. Öğrencinin ev ödevi gibi dervişin günlük vazifeleri olduğundan, derviş; “Bugünkü dersimi yapamadım, kaldı bir kenarda, şunu yapıvereyim.” dediği zaman anlıyoruz ki tesbihi eline alacak, zikir yapacak. Bazen ders, bazen tesbih sözleri de bu mânaya kullanılıyor.
Bu arada tesbih sözü gelmişken sahabe-i kirâmın taşlar ve hurma çekirdeği gibi bir takım birimler kullanarak zikir yaptıklarını biliyoruz. Mesela bir torbanın içine küçük çakıl taşçıkları topluyorlar. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın böyle bir torbası varmış. O torbanın içindeki taşları sayarak zikir yaparmış. Ve zikri bittikten sonra hizmetçisi o taşları toplar, tekrar torbaya koyarmış. Bir torba dolusu taşı, sayma mânasına elinde kullanıyor. Ebû Hüreyre radıyallahu anh günde 12 bin zikir yaparmış. Rivayetlerden biliyoruz.
Sonra bir kolaylık olarak ipi düğüm yaparlarmış. Peş peşe, düğüm düğüm; o da bizim şimdiki tesbih gibi kullanılırmış. Her düğümü bir tane gibi. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ın yine 2000 düğümlü bir ipi varmış. Her akşam onu çekmeden, o ipin düğümleri adedince zikir yapmadan uyumazmış. Akşam uyuması o iki bini çektikten sonra olurmuş. Bunlar gösteriyor ki yüksek rakamları kontrol etmek için taş, hurma çekirdeği veya ip düğümü kullanmışlar. Binaenaleyh bid’at değil. Sahabe-i kirâmın kullandığı, Peygamber Efendimiz zamanında kullanılan bir şey.
Zikir, Allah’ı zikretmek, zikrullah nelerle olur?
Allah’ın İsm-i celâl’i olan “Allah” lafzını doğrudan doğruya söylemek suretiyle olur. Allah, Allah, Allah! Veyahut Esmâ i Hüsnâ’sından herhangi bir kelimeyi söylemekle olur. Yâ Hayy, Yâ Kayyûm, Yâ Latîf, Yâ Azîm, Yâ Vedûd gibi Esmâ-i Hüsna’dan birisini zikretmekle olur.
Bir de bazı küçük önemli cümleler vardır ki onlar da zikir olarak kullanılabilir.
Mesela, Allahu Ekber. “Allah en büyüktür.”
Aslında bu bir cümle, bir isim cümlesi.
Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber.
Bu da zikir olur. Bu da mümkün.
Sübhanallah, Elhamdülillah, Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.
Bunlar da zikredilebilir. Kur’ân-ı Kerîm’de Kehf sûresinde bir âyet-i kerîmede şöyle buyuruluyor ki:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًا
el-Mâlü ve’l-benûne zînetü’l-hayâti’d-dünyâ. “Mal ve evlatlar, dünya hayatının ziynetleridir.”
Ve’l-bakiyâtü’s-sâlihâtü hayrun inde rabbike sevâben ve hayrun emelen. [2]
Halbuki bunlar dünyada kalacaklardır. Mal ve evlat dünyada kalacak.Halbuki;
Ve’l-bâkiyât. “Ebedî kalıcılar, bâkî olanlar.” es-Sâlihât. “İyi olan şeyler.” Hayrun inde rabbike. “Allah’ın huzurunda daha hayırlıdır.” Söyleyen için.
Bâkiyâtü’s-sâlihât nedir?
Onun ne olduğunu hadîs-i şerîften anlıyoruz. Bunlar zikir cümleleridir.
Âyet-i kerîmede bâkiyâtü’s-sâlihât diye adlandırılmış. Bâkiyât denmiş çünkü sevabı bâkî hayatta, ebedî hayatta insana fayda sağlıyor. Sâlihât denmiş çünkü salih “iyi” demek, “güzel” demek, “uygun” demek. Çünkü “Güzel sözler, mânası itibariyle salih sözler, Allah’ın sevdiği sözlerdir. İşte bunlar daha hayırlıdır, bunları yapın.” diye âyet-i kerîmede teşvik edilmiş oluyor.
Hadîs-i şerîfte de şöyle geçiyor ki:
أكثروا من قول سبحان الله والحمد لله ولا إله إلا الله والله أكبر ولا حول ولا قوة إلا بالله فإنهن من الباقيات الصالحات وهن يحططن الخطايا كما تحط الشجرة ورقها وهن من كنوز الجنة
Eksirû min kavli sübhâna’l-lâhi ve’l-hamdü li’l-lâhi ve lâ ilâhe illa’l-lâhu va’l-lâhu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ bi’l-lâhi’l-aliyyi’l-azîm.
“Şu sözü söylemeyi çok yapın: Sübhâna’l-lâhi ve’l-hamdü li’l-lâhi ve lâ ilâhe illa’l-lâhu va’l-lâhu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.”
Müezzinlerin âyete’l-kürsîyi okumadan önce söyledikleri, bildiğimiz bir dua. “Bunu çok söyleyin.”
Fe-inne hünne. “Çünkü bu kelimeler, bu sözcükler.” Mine’l-bâkiyâti’s-sâlihât. “Bunlar; -işte o, âyet-i kerimede geçen- Bâkiyâtü’s-sâlihâttandır.
Ve hünne yahdutne’l-hatâyâ kema tahuddu’ş-şeceratu verakahâ. “Ve bunlar ağacın yapraklarını silkeleyip döktüğü gibi günahları dökerler.”
Bu sözler söylendiği zaman; kuru ağacın yapraklarının takır takır, sapır sapır yere döküldüğü gibi günahları döktürürler. Kulun günahlarının dökülmesine sebep olurlar.
Ve hünne min kenûzi’l-cenneti. “Ve bu sözler cennetin hazinelerindendir.”
Birkaç küçük cümleciğe çok büyük sevaplar olduğunu, değerler verildiğini, Allah indinde bunların sevabının çok olduğunu âyetten ve hadisten anlıyoruz. Bu hususta çok âyetler ve hadisler var.
Mesela Allahu Teâlâ hazretlerinin;
“Sübhâna’l-lâhi ve bi-hamdihî sübhâna’l-lâhi’l-azîm sözünü çok sevdiği ve bu sözlerin sevabının yeri göğü; semâları ve semâ ile yer arasını doldurduğu bildiriliyor.”
Mesela sahih bir hadîs-i şerîfte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş:
كَلِمَتَانِ خَفِيفَتَانِ عَلَى اللِّسَانِ، ثَقِيلَتَانِ فِي الْمِيزَانِ حَبِيبَتَانِ إِلَى الرَّحْمنِ سبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ سُبْحَانَ اللهِ الْعَظِيم
Kelimetâni hafîfetâni ale’l-lisân. “Söylemesi dile hafif olan, kolay olan iki sözcük vardır.”
Sözcük, cümlecik. Kelime bizim Türkçe’deki gibi illa “tek bir sözcük” mânasına kullanılmaz. Kelamın bir parçasına “kelime” derler.
İki kelam vardır. Kelimetâni hafîfetâni. “Söylemesi kolay, dile hafif iki kelam vardır.” Sekîletâni fi’l-mîzân. “Ama ahirette bunun mizanı ağır çeker. Dile söylemesi hafif ama ahirette mizanda ağır.” Habîbetâni ile’r-rahmân. “Bu sözler Rahmân’a da çok sevgilidir. Rahman olan Allah bu sözleri çok sever.”
Nedir onlar?
Sübhâna’l-lâhi ve bi-hamdihî sübhana’l-lâhi’l-azîm.
Bu sözler sahih hadislerle övülmüş, Kur’ân-ı Kerîm’le övülmüş; mânasının çok büyük olduğunu anlıyoruz.
Nereden kaynaklanıyor?
Bunlar; imanın özlü olarak ifade edildiği, mânası çok önemli sözlerdir. Lâ ilâhe illallah, insanı küfürden çıkarıyor iman ehli yapıyor ve mutlaka cennetlik yapıyor. Hâlisen lâ ilâhe illallah diyen cennete girecek. Velev günahkâr bile olsa. Dağlar kadar günahı bile olsa lâ ilâhe illallah ehli ise kâfir olmayacak, cennete girecek. Lâ ilâhe illallah diyen mutlaka cennete girecek; çok önemli bir söz.
Sonra Sübhânallah Sübhânallah. Arap dilini bilenler için -İngilizce tabiriyle- biraz idiyomatik bir sözdür. Tam bir muntazam cümle değildir.
Türkçe’de neye benzetebiliriz?
“Kafamı kızdırma!” deriz veyahut “Çek arabanı!” deriz. Bunlar hakiki mânasıyla alınmaz, başka mânası vardır. Kelime, harekeleri bakımından biraz enteresan.
Sübhanallah. “Ben Allah’ı tesbih ederim.” demek.
İyi ama “Tesbih ederim” ne demek? “Tesbih etmek” ne demek?
“Ben, Allah’ın her türlü noksandan uzak, münezzeh ve pâk olduğunu bilir, itiraf eder ve söylerim.” demek. Allah’ın her bakımdan kusursuz, her bakımdan tam, kâmil, mükemmel olduğunu ifade edici bir cümle.
Bu cümle hangi duyguyla söylenir?
Bu, iki duygunun ifadesi terimidir, idiomudur.
Bir hayret,
İki hayranlık.
Hayret edilecek bir yerde insan; “Aa öyle mi? Sübhanallah!” der. Veya hayranlık ifade eder; “Aman güneşin doğuşu ne kadar güzel! Batışı ne kadar güzel! Şu ağaç ne kadar güzel! Şu çiçekler ne kadar güzel! Şu meyvenin tadı ne kadar güzel! Sübhanallah.” der.
Aşk ve sevgi. Onun için bu sübhanallah sözü çok önemli. Tabi burada “hayret” mânasında geliyor. İnsan; “Allah her şeyi güzel yapar, ne kadar enteresan, garip bir şey! Muhakkak bunun da altında bir hikmet vardır! Herhalde bu da güzeldir ama ilk başta mânasını anlayamadım, şaşırdım, benim için sürpriz oldu.” demiş oluyor. Hayret mânası da yine Allah’a karşı; O’nun noksansız olduğunu bilmekten kaynaklanıyor, o mânada. Fakat Arap lisanında sevgiden, hayranlıktan, hayretten hâsıl olan bir duyguyu ifade eden bir söz. Yani ben onun için diyorum ki sübhanallah aşkullahı, muhabbetullahı ifade eden bir söz. “Söylerken bu şuura erelim de öyle söyleyelim.” diye anlatıyorum. Sevgi ifade eden bir cümle. “Yâ Rabbi! Ben seni seviyorum, ben sana âşığım.” demenin Arapça’sı bu.
Elhamdülillah ne demek?
“Verilen bir nimetten dolayı nimeti veren, iyiliği yapan kimseye şükür ve onu methetmek.” demek. Hamd. Hamd, insana yapılmaz ancak Allah’a yapılır.
الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
el-Hamdü li’l-lâhi Rabbi’l-âlemîn.
Bir nimet olacak ortada. O nimeti vereni övme olacak. Kendisine nimet verilen kimse tarafından ve bir şükran ifadesi olarak söylenmiş olacak. Onun için hamd kelimesinin içinde şükür, şükran, teşekkür ve övme mânası vardır. İki mânanın karışımında söylenilen bir söz. Elhamdülillah, Allah’ın iyiliklerini düşünüp O’na şükran duygusu içinde olduğu zaman söylenen bir sözdür. Veya bunun bir idiomatik söyleyişi, yani normal cümle halinde değil de tabir olarak söyleyişi ve bi-hamdihîdir.
سبْحَانَ اللهِ وَبِحَمْدِهِ
Sübhânallahi ve bi-hamdihi. “Yâ Rabbi! Ben sana âşığım ve sana şükran doluyum, sana teşekkür ediyorum.” demek.
Sübhânallahi ve bi-hamdihî.
Bunlar, Allah’ın en sevdiği sözler.
Neden?
Çünkü kul Allah’ı seviyor ve sevgisinin ifadesi olan bu sözleri söylüyor. Çünkü Allah’ın kula muamelesi, kulun muamelesi iledir.
Allah indinde kulun mertebesi ne?
Peygamber Efendimiz şöyle diyor:
“Senin Allah yanında mertebenin, durumunun ne olduğunu bilmek istiyorsan senin yanında Allah’ın durumu ne, onu düşün.”
Sen Allah’ı seviyor musun?
Allah da seni seviyor.
Sen Allah’ı anıyor musun?
Allah da seni anıyor.
Kulun davranışına göre.
Sen Allah’a gidiyor musun?
Allah da sana daha süratle teveccüh ediyor, geliyor.
Demek ki sübhanallahda hayranlık, sevgi, aşk var. Elhamdülillahda teşekkür, şükran ve övme var. Allahu Ekber’de Allah’ın her yönden sonsuz büyüklüğünü düşünmek var. Tabii Allah’ın büyüklüğünü yaşamak için insanın O’nu düşünmesi lazım. Anlattığıma göre sübhanallahı yaşıyorsunuz, sevgi dolusunuz; sübhanallah diyorsunuz. Elhamdülillah’ı yaşıyorsunuz, Allah’ın nimetlerini düşünüyorsunuz şükran doluyorsunuz; elhamdülillah diyorsunuz.
Sofrada yemek yediniz; meyveler, tatlılar, ekşiler, turşular var; elhamdülillah diyorsunuz. Veyahut elhamdülillah sıhhatliyim, elhamdülillah gözüm görüyor, elhamdülillah bu, şükran. Ötekisi “Hayranlık, sevgi, aşk.”
Allahu Ekber, Allah’ın büyüklüğünü düşünmek ama bu büyüklük her yönden büyüklük. Bir kere Allahu Teâlâ hazretlerinin kâinâtı O’nun mülküdür, O’nun malıdır, O’nun yaratığıdır. Uçsuz bucaksız bir ebadını ifade etmek için ölçü bulamadığımız bir feza, kâinat.
İnsan bunu nasıl anlar?
Gökyüzünü seyrederse Allah’ın büyüklüğünü anlar.
“Yâ Rabbi! Şu koca gökyüzünün, uçsuz bucaksız, lacivert derinliğin yaratanı sensin. Yerin göğün ilâhı sensin. Sen mülkünden daha büyüksün. Bu mülk senin yaratığın.” diye insan mülküne bakarak, kâinâta bakarak, kâinâtın büyüklüğünden Allah’ın büyüklüğünü anlayabilir. Allahu Ekber dediği zaman o büyüklüğü yaşayabilir.
ولا حول ولا قوة إلا بالله
Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. “Güç kuvvet ancak Allah iledir.”
Allah’tan başka güç kuvvet bahis değildir. Kimse Allah’ın hükmüne karşı gelemez. Hiç kimse Allah’ın hükmünü yenemez. Allah ne dilerse onu işler, yapar; yapmasına kimse mâni olamaz. Yapmayacağı bir şeyi de kimse icbar edip yaptıramaz. Güç kuvvet Allah iledir. Allah’ın dilemesiyledir, vermesiyledir, almasıyladır.
لا حول ولا قوة إلا بالله
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, insanın Allah’a dayanma duygusudur, tevvekkül duygusudur.
Bir insana;
“Ben O’na inanmışım, O’na dayanmışım. Vallahi benim sırtımı kimse yere getiremez. Allah’ın izniyle dağları deviririm ve cümle cihan halkı karşıma gelse vız gelir. Hiç kimseden pervam yoktur.” dedirtir.
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.
İmanı insana böyle bir şey getirir. İşte onun için bu mânalardan dolayı, imanın son derece kavi olmasından dolayı bu kelimeler el-bâkiyâtü’s-sâlihât diye adlandırılmış, el-Bâkiyâtü’s-sâlihâttandır, “Kıymetli sözlerdir.” diye. Demek ki Allah diyebiliriz. Yâ Hayy, yâ Kayvûm, yâ Hû, yâ Latîf, yâ Kerîm, yâ Ekreme’l-ekremîn, yâ Erhame’r-râhimîn, yâ Vehhâb diyebiliriz, mümkün; böyle zikir olabilir. Veyahut da Allahu Ekber, sübhânallah, elhamdülillah veya sübhanallâhi ve bi-hamdihî sübhânallahilazîm veya emsali şeyleri söyleyebiliriz. Zikir böyle kelimelerle olabilir.
Bazen de; “Şu duayı 10 defa söyle, 20 defa söyle, 50 defa söyle; çok sevaptır. Şu muradına erer; şu şöyle olur, bu böyle olur. Şunu şöyle yapmak, sabahları şu sûreleri okumak şöyledir, böyledir. diyerek sevaplı bazı şeyler rivayet edilmiştir. “Onları ben okuyayım, her zaman söyleyeyim.” diye insan onları derleyip topladığı, bir koleksiyon meydana getirdiği ve bunu mutad olarak her zaman okuduğu şeylere evrâd denir. Vird, çoğulu evrâd. Bir takım cümlelerin günlük vazife edinilip çok çok söylenmesine de evrâd denir. Temsilen söylüyorum; zikir otomobilse evrâd trendir. Otuz vagonlu trendir. Bu, büyük ebatlı kocaman bir şey, diğeri çok küçük bir şey. Evrâd diyoruz.
Zikrin çeşitleri vardır, söyleniş çeşitleri vardır. Mesela insan zikrini sizin duyacağınız gibi yüksek sesle söyleyebilir, buna zikr-i cehrî derler; cehren yani açıkça söylüyor. Veya zikr-i celî derler. Celî de “göze görünen” demek. Cehr de âşikâre demek. Zikr-i cehrîde açıkça “Allah Allah Allah” diyor, sen de duyuyorsun; buna zikr-i cehrî derler. Veya insan namazı tek başına kıldığı zaman sûreleri hafif bir sesle okuyor. Ağzından bir ses çıkıyor ama fısıltı tarzında, yanındaki belki duyar amma esasında gizli oluyor. İşte bu tarz zikir de olabilir. Fısır fısır, yavaş yavaş. Buna da zikr-i hafî derler. Hafî “gizli” demek. Hani gizli görevi olan polislere de “hafiye” deniliyor. Gidiyor hırsızı arıyor; polis hafiyesi, polisin gizli olanı. Elbisesini çıkarmış, başkası kılığına girmiş, sakalı uzatmış vesaire. Bu gibilere “hafiye” diyoruz; yani “gizli.” Zikir bazen de dille dudakla ifade edilmeyecek şekilde olur. Bu zikr-i hafînin bir adı da hadîs-i şerîflerde zikr-i hâmildir. Hı ile. Zikr-i hâmil. Bir de hiç ses duyulmayacak şekilde zikredilebilir. Bunların en sevaplısı, hiç kimsenin duymadığı şeklinde olanıdır. Çünkü ibadetin gizlisi; gösterişten, şöhretten, istismardan uzak olduğu için sevabı daha çoktur. Onu da bir hadîs-i şerîfle Peygamber Efendimiz buyurmuş; onu da okuyayım.
Hz. Âişe validemiz radıyallahu anhâ’nın rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor:
الذِّكْرُ الَّذِي لَا تَسْمَعُهُ الْحَفَظَةُ يَزِيدُ عَلَى الذِّكْرِ الَّذِي تَسْمَعُهُ الْحَفَظَةَ سَبْعِينَ ضِعْفًا
ez-Zikru’l-lezî lâ tesmeuhü’l-hafazatü yezîdü ale’z-zikri’l-lezî tesmeuhü’l-hafazate seb’îne dı’fen.
ez-Zikru’l-lezî lâ tesmeuhü’l-hafazatu. “Hafaza meleklerinin bile duymadığı zikir.”
Hafaza melekleri; iki omuzumuzda olup da sağdakinin rütbesi biraz daha yüksek olan meleklerdir. Sağdaki hayırları yazıyor, soldaki günahları yazıyor. İyilikleri ve kötülükleri yazan, tespit eden, insanın amelini, âmâl-i sâliha veya âmâl-i seyyie olarak kaydeden meleklere “hafaza melekleri” denildiğini hadîs-i şerîflerden biliyoruz. İnsan vücudunda ayrıca insanı muhafaza eden, her çeşit tehlikelere karşı koruyan vazifeli daha başka melekler de vardır. 360 melek vardır. “Her eklemde bir melek vardır.” diye hadîs-i şerîflerden biliyoruz. Aslında bizim vücudumuz “bir melekler garnizonu” gibidir, kalabalıktır. Zaten kalabalık olduğumuzu; birçok hücreden, molekülden meydana geldiğimizi biliyoruz. Fakat vücudumuzda birçok melek de var.
“Bu hafaza meleklerinin bile duymamış olduğu zikir.” ez-Zikru’l-lezî lâ tesmeuhü’l-hafazatü. “Hafaza meleklerinin duyduğu zikirden.” Yezîdü seb’îne dıf’en. “Yetmiş kat daha fazla sevaba sahiptir.”
Bir insan zikr-i hafî eylese “Allah, Allah, Allah” dese. Bu zikr-i hafî. “Allah, Allah, Allah” diye yanındaki arkadaşları ile yüksek sesle söylese. Bir de hiç dilini dudağını kıpırdatmadan, düşünce gibi içinden geçirse. Düşünce sesli midir? Sessizdir, insanın içindedir. Düşünce gibi içinden zikir söylese bunu hafaza melekleri duymuyormuş, bilmiyormuş; bu hadîs-i şerîften onu da anlıyoruz. “İşte bu; hafaza meleklerinin duymadığı, bilmediği zikir, öteki duyduğu, anladığı, gördüğü, bildiği zikirden 70 kat daha sevaptır.” Demek ki sevaplı olanı bu. Hafî olanı âşikâre zikirden daha sevaptır. Zikr-i hafî, zikr-i cehrîden daha sevaplı. Zikr-i kalbî yani gönül zikri, zikr-i hafîden 70 kat daha sevaplı. Kademe kademe sessizleştikçe, gizlileştikçe sevabı daha çok oluyor.
Zikrin tek yapılması veya toplu yapılmasından ayrı bir de uzun yapılması vardır. Bu itikâf ve halvet ile olur. İtikâf; insanın bir zaman parçası içinde evine gitmeyip mescitte yatıp kalkıp kendisini ibadete vermesidir. Ramazan’ın son on gününde Efendimiz camide kalıp evine gitmeyip itikâf etmiştir, sünnettir. Arkadaşlarımız yapıyor.
Bir de “kırk gün” zikir için bir yerde kalmak vardır. Buna da “Halvet” deniliyor. Hı harfiyle. Aslında halvet, Arapça’da “tenhalık” demek. “Yalnızlık, kimsenin olmaması, mekânın boş olması.”
Halvet, kimsenin olmadığı boş bir mekânda 40 gün zikretmeye deniliyor. Farsça’da 40 sözü “çil” veya “çihil.” Çihil veya onun kısası “çil” demek, Farsça. 40 günlük bu ibadete bu 40 kelimesinden gelerek “çile” derler. Çile de “40 gün bir yere girip zikir yapmak” demektir. Bu çile Türkçe’de de kullanılıyor. “Çile çekmek” deniliyor. Tabi millet bunun tasavvuftan geldiğini bilmiyor. Çile çekmek; “zikir için tenha bir mekâna girip 40 gün orada zikirle meşgul olmak” demek. Çile çekiyor; o işi yapıyor.
Sonradan insanın hayatta başına gelen bir takım üzüntülerden dolayı dertlenmesine de “çile çekmek” denmiş. Herhalde dervişler o sırada az yedikleri, az uyudukları için. 40 gün kolay değil tabi. Böyle devamlı ibadetle meşgul olduklarından dolayı o dışarıdaki sıkıntılara da “çile çekmek” denmiş. “Çileden çıkmak” diye bir tabir de var. Adam halvete girmiş, ibadet edecek ama öyle sinirlendirici bir olay oluyor ki adam halveti, itikâfı, çileyi bırakıp dışarı fırlıyor. Arının kovanından kızgın bir şekilde fırlaması gibi. Bu da “çileden çıkmak.” Türkçe’de kullanılan bir tabir.
Arapça’da 40 hangi rakamdır?
عشرAşere, عشرينışrin,ثلاثين selâsîn, اربعين erbaîn kırktır. “Erbain çıkarmak.” O da “40 gün halvete girmek” demek.
Bu 40 rakamı nereden geliyor?
Kur’ân’ı Kerîm’de Musa aleyhisselam anlatılırken; “Mısır’dan kurtuldular, Tih çölünde 40 gün kalındı. Hz. Musa aleyhisselam Tur dağına çıktı, orada Allahu Teâlâ hazretlerinin vahyine mazhar oldu ve 30 gün orada çalıştıktan sonra 10 gün daha ekleyerek 40 güne tamamladı.” ifadeleri geçer.
فَتَمَّ مِيقَاتُ رَبِّهِ أَرْبَعِينَ لَيْلَةً
Fe-temme mîkâtü rabbihî erbaîne leyleten. [3] “Musa aleyhisselam 40 gece orada, Tur dağında, Allahu Teâlâ hazretlerinin huzurunda ibadetle meşgul oldu.”
Kur’ân-ı Kerîm’de bu 40 kelimesi böyle geçiyor. “30 gün artı 10 gün yaptı; kırka tamamladı.” diye bildiriliyor.
Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinde bazı işaretler var. Şöyle buyuruyor:
“Bir insan 40 sabah veya 40 gün Allah’a hâlisâne ibadet ederse onun gönlünden lisanına, kalbinden diline hikmet pınarları nehirleri akmaya başlar.”
“Gönlü gözü açılır. Artık ârif bir kimse olarak diline ârifâne fikirler, duygular, düşüncüler gelir. Ârifâne bir hâle gelmiş olur.” demek oluyor. Bu da uzun bir zaman içinde yapılan zikirdir. Tabi bu halvetin 40 gününün her gününde dervişin vazifeleri vardır, çalışmaları vardır. Nasibi varsa o çalışmalarla lâ ilâhe illallah’ın esrarına âşinâ olur, Allahu Teâlâ hazretlerinin tecellilerine mazhar olur, ruhî bir terbiye görmüş olur, nefsinin ıslahına vesile olmuş olur.
“Zikrin mahiyetini anlatan bir rivayetini söyleyeyim.
Muaz b. Enes’ten rivayet edildiğine göre bir zât, sahabeden bir kişi -rıdvanullahi aleyhim ecmaîn-, Peygamber Efendimiz’e sormuş:
“Hangi mücahitlerin sevabı daha fazladır?”
Söyleniş tarzına dikkat edelim. Peygamber Efendimiz’e; “Hangi iş daha sevaplıdır?” diye soranlar da olmuş.
يارسول الله اى العمل افضل
Yâ Resûlallah! Eyyü’l-ameli efdal? “Amel-i sâlihadan hangisi daha faziletlidir?” diye soranlar olmuş.
Ama buradaki soru şekli nasıl?
“Mücahitlerin hangisi daha faziletlidir?”
Mücahit Allah yolunda cihat eden. Onların en faziletlisi hangisidir?
“Hepimiz Allah yolunda cihat ediyorsak hangimiz fazilet bakımından birinci, daha üstün?” Soru böyle. “Hangi mücahitlerin ecri daha fazladır?”
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem cevaben şöyle buyurmuş:
“Allahu Teâlâ’yı en çok zikredenler, daha çok zikredenler.”
Daha çok zikreden, daha az zikredenden daha faziletlidir. Zikrin çokluğuna azlığına göre onun sevabı daha fazla oluyor.
Devam etmiş soruya:
“Hangi salih kulların sevapları daha çoktur?”
“Allahu Teâlâ’yı daha çok zikredenlerin.”
Burada “en çok zikreden” demiş. “Efdal, ekser” sözleri ism-i tafdîldir. İsm-i tafdîlin iki mânası vardır. Bir, mukayese içindir, Batı tabiriyle comperative’tir. İki superlative’tir. Yani birisi “daha” diye tercüme edilir. Birisi “en” diye tercüme edilir. “Hangisinin sevabı daha fazladır?” diye sorunca, “daha’lı” sorunca cevabın da “daha’lı” olması lazım. “En” diye tercümesi yanlış olur.
“Hangi salih kulun sevabı daha fazladır?
“Allah’ı daha çok zikredenin sevabı daha fazladır.”
Soru devam ediyor:
“Hangi namaz kılanların sevabı daha fazladır?”
“Allah’ı daha çok zikredenin.”
“Hangi hacca gidenin sevabı daha fazladır?”
“Allah’ı daha çok zikredenlerin.”
“Hangi sadaka verenlerin sevabı daha fazladır?”
“Allah’ı daha çok zikredenlerin.”
Bu hadîs-i şerîf benim için önemli. Size zikri anlatıyorum; tabi sizin için de önemli. Konumuz bakımından önemli.
Zikretmek neydi?
Hatırda tutmak, hatırlamaktı; şuurla yapılırsa. “Zikir; Allah’ı şuurunda tutmak, hiç unutmamak, gafil olmamak.” dedik ya. İşte buradan çıkıyor. Demek ki zikir illa dilde “Allah Allah” demek değildir. O; hakiki zikre ulaşmak için bir âlet, aracı olan bir faaliyettir. Ama bir insan aklı fikri Allah’ta iken namaz kılıyorsa sevabı ötekisinden daha fazla. Aklı fikri Allah’ta iken haccediyorsa sevabı daha fazla.
Bir mübarek ihrama girmiş; ihram vazifelerini ve haccı bitirip çıkıncaya kadar kimseyle konuşmamış, hep zikrullahla meşgul olmuş. Sahabeden bir zât-ı muhterem;
“İşte ihramın hakkını veren kişi böyle olur, böyle olması lazım.” demiş.
Halbuki biz ne yapıyoruz?
Hacca gittik, hepimiz biliyoruz. Allah bizi affetsin; bilgimizin azlığından dolayı maalesef her şeyi sulandırıyoruz. Arafat bir ziyaretgâh oluyor. Herkes çadırda birbirini ziyaret ediyor. Çaylar geliyor, ayranlar geliyor, buzlu meşrubat geliyor, meyveler geliyor; oturuluyor, konuşuluyor.
Ya burası neresi?
Burası Arafat.
Gün hangi gün?
Arefe günü. İnsanların günahlarının affolunduğu gün; dua etme, ibadet etme zamanı. Herkes sohbette.
Demek ki şuurla Allah’ı çok zikrederken haccedenin sevabı daha çok. Herhalde siz de öyle anlıyorsunuz. Bu hadîs-i şerîfte; “Şuuru uyanıkken bu ibadetler yapılırsa, zikr-i hakîki haliyle yapılırsa sevabı daha çok.” demek oluyor.
Allah bizi sevdiği kul eylesin. Dünyada, ahrette iyilikleri mazhar eylesin, yüksek dereceler ihsan eylesin ama lütfuyla keremiyle kahrına gazabına uğramadan, büyük musibetlere, fitnelere, belalarla duçar kalmadan lütfuyla kerimeyle bizi yüksek derecelerin sahibi eylesin. Cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin. Tevfikini her zaman her yerde refîk eylesin. Şükrü yerinde şükredecek şeylere şükretmeyi nasıp eylesin. Sabredilecek hususlarda edebimizi muhafaza edip takdire rıza gösterip çünkü rıza en yüksek makamdır, sabredip o dereceleri kazanmayı nasip eylesin.
Bi-hürmeti Esmâihi’l-Hüsnâ. Ve bi-hürmeti Habîbihi’l-müctebâ. Ve bi-hürmeti esrârı sureti’l-Fâtiha.