Elhamdülillâhi rabbi’l-âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîhi. Alâ külli hâlin ve fî küllî hîn. es-Salâtü ve’s-selâmu alâ seyyidinâ ve senedinâ ve şefîi’z-zünûbinâ ve üsvetine’l-haseneti Muhammedini’l-Mustafâ ve âlihî ve sahbihî ve mentebiahû bi-ihsânin ecmaîn.
Çok aziz ve muhterem kardeşlerim;
Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun.
Manisa’ya çok sevgim ve hürmetim var; tarihimizde müstesna yeri olan bir şehir. Ama insan oğlu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin dediği gibi taktirin, kısmetin elinde. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî "biz kudretin elinde çinici çamuru gibiyiz." Allahu Teâlâ hazretleri bizi şekillendiriyor. Kaderimiz O'ndan. Başımıza gelenler O'ndan. Hayatımız O'ndan. Sahip olduğumuz her şey O'nun. Oradan geldik oraya gideceğiz, huzuruna varacağız.
Gene de gafletimizden diyoruz ki;
Bizi şekillendiren nerede?
Halbuki herşeyimiz O'nun kudreti elinde.
Biliyorsunuz; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin hadîs-i şerîflerinde ilme dair, âlime dair, ilim talebine dair çok hadîs-i şerîfler var. O kadar hadîs-i şerîfler var ki… İlim adamı o kadar mübarek bir kişi, o kadar kutlu bir kişi ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem; “İlim talep eden kimseye göktekiler ve yerdekiler hatta suda ki balıklar istiğfar eder.” diyor. Demek ki ilim talebi ile vaktini geçiren kimse kâinatın sevgilisi oluyor. Kâinatın gözbebeği oluyor. Kâinattaki cümle varlıkların ilgisini çeken, duasını alan bir kimse oluyor. Peygamber Efendimiz bunu boş yere söylemez. “Sudaki balıklar bile…” diyor. Sudaki balığın benimle ilgisi nedir bilmem ben ama Resûlullah Efendimiz öyle buyuruyor. “Göktekiler, yerdekiler hatta sudaki balıklar bile ilim talep eden kimseye dua eder, istiğfar eder.”
“İlminden faydalanılan bir alim, bin tane âbidden daha hayırlıdır.”
Çünkü âbid kendisine çalışıyor, alim ümmete çalışıyor. Hepsi için çalışıyor.
Demek ki ilme önem vermişler.
Ne zamandan?
Bu, Peygamber Efendimiz’den başlamış. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ilme önem vermiş. Kendi hanımlarından zevcât-ı tâhirâttan Hz. Âişe-i Sıddîka validemiz -mü’minerin anası, anamız. Hz. Âişe anamız- büyük alim. Öyle büyük alim ki; fıkıh biliyor, hadis biliyor, tefsir biliyor, tıp biliyor… Yeğeni sormuş, demiş ki;
“Hala, teyze! Ben senin peygamber karısı olman dolayısıyla Kur’an’ı bilmene şaşmıyorum. Hadîs-i şerîfleri bilmene şaşmıyorum. Fıkhın ahkâmını bilmene şaşmıyorum. Bu tıbbı nereden öğrendin?”
Demek ki kafa kaliteli olunca, beyin yüksek olunca her şeyi, tuttuğu her şeyi güzel yapıyor.
İlme sevgi saygı hürmet o zamandan başlamış. Alime hürmet, ilmin değerinin yüceliği o zamandan başlamış. Patlama hâlinde gelişme olmuş. Aritmetik gelişme değil, geometrik gelişme değil; patlama hâlinde tariflere sığmayacak gelişme olmuş.
O ilme verilen önem sayesinde İslâm âlemi nice büyük dehalar yetiştirmiş. Nizâmü’l-Mülk’ün açtığı medreseler, Selçuklu devresinde mâlumdur. "Nizâmü’l-Mülk medreseleri" diye her tarafa medrese açmıştır. Hazineyi oraya harcamış. "Orduya harcamıyorsun" diye şikâyet etmişler. Eğitime harcamış. Osmanlılar’ın yaptığı da odur.
Osmân-ı Gâzî’nin tarih kitaplarında oğlu Orhan-ı Gâzî’ye vasiyeti vardır:
“Evladım! Alimlere izzet eyle, hürmet eyle! O kadar izzet ve hürmet eyle ki İslâm âleminin her tarafındaki alimler senin ülkene gelmeye rağbet etsinler, o kadar izzet eyle!”
Fatih Sultan Mehmed Molla Câmî’ye haber göndermiş: “Ülkemizi teşrif eylesin. Her kaldığı konak için bin altın vereyim.” Teklife bak. Hani kekliği kafese sokmak için daneleri sıralayıp sıralayıp ondan sonra kapağını çekip kafese almak gibi. Ama öteki de girmemiş. "Sağol" demiş. Paraya tenezzül etmemiş kendi memleketinde çalışmış. Ama meşhur bir kimse, gelsin diye Fatih’in teklifine bak!
Tabii İslâm âleminde, İslâm dininde biz Müslümanların, ecdadımızın arasında alim tipi, İslâm’ın aradığı alim tipi nasıldır?
Bilgi yığını olan bilgi deposu olan insan alim değildir. İslâm’da öyle değildir.
İnnemâ yahşallâhe min ibâdihi’l-ulemâ. “Allah’tan ancak alim kullar korkar.”
Alim kul, diplomalı demek değildir. Kitapları bilen demek değildir.
Alim nedir?
Alim; Allah’tan korkan, Allah’ın emrini tutan kimsedir. Bildiğini uygulayan, bilgisi az da olsa bilgisini uygulayan kimsedir. Sözü doğru olan, özü, kalbi doğru olan kimsedir. Lisanı sâdık olan kimsedir. Ahlâkı müstakim olan kimsedir. Alim budur.
«اَلْعِلْمُ عِلْمَانِ. فَعِلْمٌ ثَابِتٌ فِي الْقَلْبِ، فَذاكَ الْعِلْمُ النَّافِعُ، وَعِلْمٌ فِي اللِّسَانِ، فَذاكَ حُجَّةُ اللهِ عَلَى عِبَادِهِ. أَبُو نُعَيْمٍ، عَنْ أَنَسٍ.»
el-İlmü ilmâni fe ilmün sâbitün fi’l-kalbi fe zâke’l-ilmü’n-nâfiu ve ilmün fi’l-lisâni fe zâke huccetüllâhi alâ ibâdihi.
el-İlmü ilmâni. “İlim iki çeşittir.”
Bir tanesi; ilmün ale'l-lisânî. "Dilde, dil üzerindedir.”
Konuşuyor, o kadar.
Fe zâlike huccetün ale'bni Âdem. “Bu, âdemoğlunun aleyhine yarın delil olacak.”
'Sen biliyorsun, söylüyordun, biliyordun niye uygulamadın?!..” diye aleyhinde delil olacak.
Ve ilmün vakara fi’l-kalb. “Diğer bir ilim de vardır ki insanın gönlüne yer etmiştir.”
Hareketlerine ışık tutar. Hayatını tanzim eder. Ahlâkına yön verir. Davranışlarında, seçmelerinde, tercihlerinde Allah’ın rızası tarafını seçmesine sebep olur.
Ve zâlike el-ilmü’n-nâfî. “Faydalı ilim budur." İlm-i nâfî budur.
Bunu Allah sever; böyle alimi sever. Bir alim ki söylüyor ama söylediğini uygulamıyor. Peygamber Efendimiz onu hadîs-i şerîfinde kendisi yanıp etrafı aydınlatan muma benzetmiş. Mum gibidir; mum yanar yanar yanar, küçülür küçülür küçülür biter. Etrafı aydınlatır ama kendisi biter. Öyle olursa, alim kendisi ilmiyle amel eylemezse o duruma gelir.
Onun için İslâm dininde ideal alim nasıldır?
Dört mertebesi vardır.
Bir; bilecek. Konuyu bilecek, alim olacak; fıkıh bilecek, hadis bilecek, akaid bilecek vesaire bilecek. Konusuna hâkim olacak, konuyu bilecek. Konusunda salahiyetli olacak, yarım bilmeyecek. "Yarım doktor candan eder, yarım hoca dinden eder." Yarım bilmeyecek.
Bugün maalesef yetişenler yarım yetiştiği için bir sürü kavga gürültü, çekişme, münâkaşa, itiraz… Dinin ana noktalarında birtakım ileri geri sözler, imanı zedeleyecek sözler…
Televizyona çıkıyor. Kendisiyle röportaj yapılıyor. Yıkıyor, yapmıyor, çamları deviriyor, baltayla deviriyor. “Bunun aslı yoktur, bunun aslı yoktur!..” Yarım... İşte dinden ediyor, bütün ümmeti şaşırtıyor.
Lâ yenfe’u’l-ilmü illâ bi’l-amel.
Bilmek yetmez., bildiğini uygulayacak; ilmiyle amil olacak.
Lâ yenfe’u’l-ilmü ve’l-amelü illâ bi’l-niyeh.
Bildiğini uygularken de iyi niyetli olacak, ihlâslı olacak. İhlâslı olmazsa yaptığını Allah rızası için yapmazsa yine ecir alamaz.
Misal; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor:
Bu hadîs-i şerîfin mâna-yı münîfi nedir?
“Nice gece kalkıp uykusunu terkedil ibadet eden insan vardır ki gece kalkmasından bir fayda görmez. Ancak uykusuz kalır o kadar. Uykusuz kaldığıyla kalır. Fazla bir ecir almaz. Bir ecir almaz. Nice oruç tutan insan vardır ki orucundan kendisine bir kâr gelmez, bir sevap gelmez.”
Ancak aç ve susuz durmuş akşama kadar. Belki hıristiyanların perhizi gibi bir perhiz faydası olur. Hani midesi boş kaldığından rahat olur, o kadar.
“Sevap yok!” demek oluyor.
Neden?
Amellerin kabul olması sebeplerinden birisi ihlâstır. Niyetin güzel olmasıdır. Niyet güzel olmazsa, niyet Allah’ın istediği gibi olmazsa, niyet Allah’ın rızasını kazanmak olmazsa, kula gösteriş olursa daha başka, dînen mezmum olan şeyler olursa o zaman kabul olmuyor.
İlim var, ilmini uyguluyor ama niyeti ihlâslı değil yine ecir almaz. Demek ki ihlâs da şart. İlim lazım, amel lazım, ameli ihlâsla yapması lazım.
Lâ yenfe’u’l-ilmü ve’l-amelü ve’n-niyyetü illâ bi’s-sünneti.
Bu da fayda vermez, sünnete uygun olmazsa! Sünnete uygun olmadığı takdirde yapılan şeyin iyi niyetli olması da yetmez.
“Ben çok iyi niyetle bu işi yapıyorum.”
Ama bid’at işlemişsin. Yaptığın iş bid’at. Bidat olunca o da kabul olmuyor. İşte Osmanlılar’ın gelişme ilerleme, yükselme, başarı kazanma sebepleri incelenirse temelinde ilme verdikleri önem yatar. İlme önem vermişler, ilme eğilmişler; medrese kurmuşlar. Her gittikleri yerde medrese kurmuşlar. Büyük alimlerin çevresinde yerleşmişler. Büyük alimler yol göstermiş herkes onu dinlemiş. Geniş bir bilgisi yok. Bu devşirmelerin yeniçeri yapılması vs. hep ilim adamlarının, ilim erbabının tavsiyeleri. “Bunları yetiştirelim. Bu esir çocukları müslüman ailelerin yanına verelim. Bunlara İslâm terbiyesi gösterelim. Müslüman olsunlar.” diye meselelerin çözüm yollarını gösteren onlar. Padişahların, yönetimlerinde hürriyetleri çok yok. Söz alimin, ilmin, dinin, Kur’an’ın, İslâm’ın! O zaman Allah bereket de veriyor, hayır da veriyor ilerleme de oluyor.
Oradan, bu çağlardan sonra bir zaman gelmiş, durum değişmiş. Osmanlılar başarısızlığa uğramaya başlamışlar. İnceliyorsunuz; ilme gereken önemi vermediklerinden olduğu anlaşılıyor. Kaptân-ı Deryâ, zamanın padişahı İstanbul’da değilmiş de Diyarbakır’a kadar gidiyor. Veziriazama diyor ki; “Efendim, biz onları yakaladığımız esirlerden öğrendik. "Yeni dünya" derler bir yer keşfetmişler. Oraya doğru gidiyorlar. Oralara da sefer edelim. Oralara da el atalım.”
“Aman Kaptân-ı Deryâ! Bizim aldığımız diyarları muhafaza etmekte zorlanıyoruz, boş ver, aldırma!..” gibi bir cevap!
Bak ötekiler aldıkları haberi getiriyorlar ama beriki ilme önem vermeyince olmuyor.
Demek ki Amerika kıtasına müslümanların gemileri de gidecekti. Onlar da bir yerlerde bir yer tutacaklardı. Onlar da o yeni dünyanın büyük, bâkir zenginliklerinden istifade edeceklerdi. Belki Osmanlı açılacaktı, nefes alacaktı. Avrupalı rakiplerinin karşısında onlar ilerleyip dururken bunlar ekonomik bakımdan böyle fakir duruma düşmeyeceklerdi. Sıkışmış duruma düşmeyeceklerdi.
Pîr-i Reis’in haritasını hâlâ ilim adamları çözemiyorlar. Hatta bazıları diyorlar ki; “Acaba gökten bazı şahıslar gelip de mi yaptı?”
Bu haritaları bu kadar mükemmel nasıl çizdi? Bu bilgileri buraya nasıl yerleştirdi? Bu kadar doğru perspektifleri nasıl buldu? Çözülmüş bir mesele değil. O kadar kısa zamanda Amerika kıtası dahi yeni bulunmuşken; Güney Amerika, Kuzey Amerika, girdileri, çıktıları, nehirleri vesairesiyle Pîr-i Reis’in haritasının üzerinde işlenmiş. Bende var. Kıvrılmış rulo hâlinde, masa büyüklüğünde haritası var. Adamlar o kadar güzel takip ederken başarıdan başarıya gidiliyor.
Fatih Sultan Mehmed’in yetişmesini düşünelim. Bizim için bir ibrettir.
Fatih Sultan Mehmed nasıl yetişmiş? Kaç lisan biliyor?
Rumca’yı dahi biliyor. Latince biliyor. Yunanca biliyor. Arapça biliyor, şiirleri var. Farsça biliyor. Kaç tane lisan bilen pırıl pırıl aydın bir insan. Biz bugün hiçbir lisanı doğru düzgün bilemiyoruz. Bizim hocalar Arabistan’a gidiyor da [anlaşamıyor].
Benim çok sevdiğim kıymetli bir hocam var. Çok çalışkan, çok talebe yetiştirmiş. Otobüste derdini anlatamamış. Arap diyarında meseleyi anlatamamış. Çünkü yaşayan Arapça’yı öğrenmiyoruz, dış dünyayla ilgimiz az…
Nerede ecdadımızın üç kıtadaki tecrübesi nerede bizim burnumuzun ucundan haberimiz olmama durumumuz?
Halep şehrine gittim, şaşırdım kaldım. Bu kadar bize yakın olan bir yerden bu kadar bize benzeyen, bu kadar ahalisi bize sevgi gösteren bir yerden niye biz bu kadar uzak kalmışız? Niye gitmemişiz? Niye tanımamışız? Niye alakayı kesmişiz?
Hangi alime baksan Şam’da biraz bulunmuştur. Mısır’da biraz bulunmuştur. Hicaz’a gitmiştir, Bağdat’a gitmiştir. Eski Osmanlı’nın hâli böyle! Bizde hudutlar biraz içerden çizildi diye dışarıyı bir unutmuşuz ki!.. Bizim hudutların dışında müslüman kardeşimiz var mı yok mu, onu bile düşünmez hâle gelmişiz. Niye gitmemişiz?
Kimsenin kimseden haberi yok. Oradaki kardeşlerimiz bize bakar, bizden medet umar bizim onlardan haberimiz yok.
Siz burada nelerle meşgulsünüz nelerden habersizsiniz? Dışarda size gönül bağlamış sizden meded uman, sizden fayda bekleyen, sizden yardım bekleyen nice insanlar var.
Bir hadîs-i şerîf var. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendi hazretleri buyurmuş. Onun sözü, sözlerin en güzeli, buyurmuş ki;
İnne’d-dîne bedee ğarîben ve yerciu ğarîben. “Müslümanlık gariban olarak başladı yine gariban olarak eski hâline dönecek, garibanlaşacak.” Fe tûbâ li’l-ğurabâi. “Ne mutlu gariplere, ne mutlu garibanlara!” diyor Peygamber Efendimiz. Diyorlar ki;
Ve men gurabâu yâ resûlallah? “Nedir bu garipler dediğin zümre, kimlerdir, neyi kastediyorsun yâ Resûlallah?” Diyor ki;
Ellezîne yuslihûne mâ efsede’n-nâsü. “İnsanların berbat ettiği, bozduğu şeyleri düzeltmeye çalışanlar; gariban bunlardır.”
Bu hadîs-i şerîfi bir de dış dünyadan bir hatıramla birleştirerek anlatmak istiyorum.
İslâm ilk zaman nerede çıktı?
Mekke’den çıktı ama Peygamber Efendimiz’i Mekke’de barındırmadılar. Canına bile kastettiler. Yatağında öldürmeyi artık ahdettiler. Onun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hicrete kalktı. Mekke’nin yüksek tepesinden Mekke’ye doğru dönüp baktı.
“Yâ Mekke! Beni zorla buradan çıkartmasalardı, ben seni terk eder miydim. Ben seni severim, ben seni terk eder miydim" dedi.
Tabii mecburen çıktı. Allah’ın takdiri, hicret eyledi, Medine-i Münevvere’ye gitti. Medine-i Münevvere diyâr-ı gurbet. Mekke’nin içinde de müslümanlar gariban idiler. İlk o devrede müslümanlar eziliyordu. Müslümanlar hor durumdaydı. Müslümanlar işkence görüyordu. Müslümanlar çevresinden anlayış görmüyordu. Müslümanlar sıkıntıdaydı. Kimisi şehid oluyordu, şehid ediliyordu. Gariban başladı.
Peygamber Efendimiz diyâr-ı gurbete gitti, Medine-i Münevvere’ye gitti.
“Eh, büyük bir şehre gitmiş…”
Hayır! Medine şimdi büyük şehir oldu. Medine bir köydü. Osmanlı şairlerinden birisi şiir yazıyor da Mekke’yle;
O kûy-ı cennet-âsâ
diye böyle anlatıyor. “Cennet misâli köy.” diyor. Medine’nin şehir olduğu senin zamanındadır. Bundan önce öyle değildi ki! Küçücük bir yerdi. Etrafında surlar vardı. Bir kale şeklindeydi. İçinde kim bilir kaç tane hâne vardı. Minyatürlere baktığın zaman görüyorsun. Sayılabilecek kadar hâneler, küçücük bir diyar idi.
Oraya Peygamber Efendimiz gariban gitti. Dışardan gariban, boynu bükük, mazlum. Hücumlara karşı mütehammil çalışmalar sonunda Allah gariplere yardım eder. Garibin Allah yoldaşıdır, yardımcısıdır. Yardım eyledi. Müslümanlık aziz oldu. .
İslâm da ilk başta o çıktığı yerlerde kıymeti bilinmedi de dışarda bilindi. Peygamber Efendimiz’i Mekke ahalisi korumadı, kendi akrabaları korumadı. Medine’dekiler dediler ki; “Gel, buyur yâ Resûlallah! Biz seni kendimizin yerine koyarız. Kendimizi koruduğumuz gibi seni koruruz. Malımızı koruduğumuz gibi senin malını kollarız. Söz veriyoruz.” dediler. Akabe beyatında Peygamber Efendimiz’e beyat ettiler. Ahdettiler, vaad ettiler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gurbete çıktı. Gurbetten nice hayırlar oldu. Peygamber Efendimiz garipleri methediyor.
Bir zaman gelir, yaşadığı ülkede bazı mü’minler de garip duruma düşebilirler. O ülkede kadr ü kıymeti bilinmez, horlanır. Genel nüfus başka bir tarafa dönmüştür. Aklı başka yerdedir, kalbi başka bir yerdedir. İslâm’dan uzaklaşmıştır ama içinde yine has müslümanlar vardır.
Münebbihât’ta İbn Hâcer el-Askalânî yazıyor ki;
“Kıymetini bilmeyen insanlar arasında alim, gariptir. Okunmayan evde Kur’ân-ı Kerîm gariptir.”
Ne hoş, ne mutlu, ne kadar müjde o gariplere!
Peygamber Efendimiz garipleri destekliyor. "Korkmayın gariplik iyi şeydir, boynu büküklük iyidir, Allah sever" diye bildiriyor.
Tarifi de şöyle;
Ellezîne yuslihûne mâ efseden'n-nâs.
"İnsanlar, cemiyeti bozuyorlar, fesada veriyorlar, mahvediyorlar. Bunlarda düzeltmeye çalışıyor."
Allah memleketimize salâh-ı hâller nasip etsin, güzel hâller nasip etsin ki ecdad diyarıdır. Ecdadın yadigârıdır.
Başörtülü kadınların çavusluk rütbesi aldığı, sırtlarında kağnılarında mermiler taşıdığı bir diyarda bir zaman geliyor başını örtmek suç oluyor. Demek ki; müslümanlar gariban duruma düşmeye başlıyorlar.
"Sakallı sen şurada dur! İleri gitme!"
"Hafız kenarda dur." diyor.
Hafızlık iltifat cümlesi değil ha! Hakaret cümlesi...
"Hafız sen kenarda dur" diyor.
Mütebessim bir şekilde kenarda duruyorsun. Sonra "Ne istiyorsun, söyle bakalım."
"Üniversite profesörüyüm." deyince ceketini ilikliyor. Geçmiş ola! İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Sen, onu ilk başta diyecektin. "Hocam afedersiniz." bilmem ne... Sakalın kıymeti yok. Hafızlığın kıymeti yok. Hocalığın kıymeti yok.
"Otur oturduğun yerde. Haddini bil, fazlasına karışma. Hatim duanı yap, yallah. Cenaze namazını kıldır yallah."
Neden?
Kıymeti yok! Gariban..
Gariban duruma düşmüş. Eh Allah gariplerin yardımcısıdır.
Elhamdülillah hangi diyara gitmişsem, böyle gönüldaş insanlar gördüm. Halbuki tek başımıza kalsak bile, gariban duruma düşsek bile; Allah’ın dinine vefa gösterip, dinine hizmet etmekten geri durmamamız lazım. Tek başımıza kalsak bile!
Onun en güzel misalini İbrahim aleyhisselam sergilemiş. En güzel misali! İbrahim aleyhisselam bir site devlette, Mezopatamya’da yaşamış. Babası veya amcası Azer; put yapıcısı, put imalcisi. Ahali çeşit çeşit putlara tapıyor; aya, güneşe, yıldızlara, elleriyle yaptıkları şeylere tapıyor. İbrahim aleyhisselam Allah’ın lütfuyla, bereketiyle, ihsanıyla, ikramıyla ayın, güneşin, yıldızın tapılmaya layık varlıklar olmadığını, onları yaratana ibadet edilmesi gerektiğini buluyor.
Onun o akıl yürütmesi, muhakemesi tüm insanlara bir örnektir, tüm insanlara örnektir. İnsan aklının Allah’ın varlığını bilmeye ve bulmaya mecbur, salahiyetli ve ehliyetli olduğunun işaretidir.
İnsan tek başına da kalsa, Manisa’nın dağında hiç aşağı inmeyen bir kimse olsa, orada kalsa bile Allah’ın varlığını sezecek kabiliyette yaratılmıştır. Bu cihaz, bu makine, Allah’ın varlığını sezmeye hem mecburdur, hem vazifesidir. Hem de insanın muhakemesi bu işi kavrayabilecek yapabilecek kapasitededir.
Onun için hiç kendisine dinî ahkâm ulaşmamış bir insan Allah’ın varlığını bilmekle mükelleftir, orada mâzurdur. Ama Allah’ın varlığını bilmekle mükelleftir. Allah’ın varlığını bilmesi lazım. Peygamber Efendimiz’den önceki Araplar arasında da böyle Hanif olarak tek başına gerçeği anlamış kimselerin varlığını biliyoruz.
İbrahim aleyhisselam koca bir şehir devletine, ahalisine, yönetimine ve bâtıl dinî organizasyonuna karşı çıkıyor. Emsalsiz bir karşı çıkış. Öyle küçük cılız bir ses değil. Dobra dobra söylüyor. Diyor ki;
Le-ekîdenne asnâmeküm
“Ben sizin putlarınıza bir şey yapacağım, haberiniz olsun!” diyor.
Merdâne söylüyor, erce söylüyor, erkekçe söylüyor. “Ben sizin bu putlarınızı haklayacağım!” diyor. Onlar bir seremoni dolayısıyla, bir merasim dolayısıyla hepsi şehirden uzaklaştığı bir zaman, puthâneye girip hepsini parçalıyor. Parçaladığı baltayı veya balyozu en büyük putun boynuna götürüp takıyor. Ondan sonra geliyorlar bakıyorlar ki puthâne olmuş harabe. İçerde sağlam put kalmamış. Bir tanesi var.
Kim yapmıştır bunu?
Cesarete bakın! Şahane bir cesaret, ilahî bir cesaret!
Bunu kim yapmıştır? Diyorlar ki;
Kâlû semi’nâ feten yezküruhüm yukâlu lehû İbrâhîmu.
“Biz ‘Bunları haklayacağım!’ diyen bir delikanlı hatırlıyoruz. Gençten bir kimse hatırlıyoruz. ‘Bunları kıracağım!’ filan diyordu. O yapmıştır.”
Fe’tû bihî alâ a’yüni’n-nâs. “Getirin! İnsanların gözü önüne getirin bakalım, halk da toplansın! ‘Bunu neden yaptın?’ diye şunu bir muhakeme edelim.”
İbrahim aleyhisselam’a soruyorlar:
Kâlû e ente fealte hâzâ âlihetinâ yâ ibrâhîmu.
“Bizim putlarımıza, ilahlarımıza, mâbutlarımıza bu tecavüzü sen mi yaptın yâ İbrahim?”
İbrahim aleyhisselam zaten ilk başta “Ben sizin putlarınızı kıracağım!” demiş, sakınmamıştı. Dilese yine öyle “Ben kırdım.” der, işi kısa keser. Fakat onların muhakemelerinin çalışmasını istediği için diyor ki;
Be'l fealehu kebîruhüm hâzâ fes’elûhüm in kânû yentikûne.
“Belki en büyükleri yapmıştır. Konuşursa sorun bakalım o cevap versin.”
Zaten söylemiş, yalan değil. Önceden “Ben kıracağım.” diye söylemiş. Onun kullardan korktuğu yok.
Ete'hşen-nâs. Vallâhu en tehşâu.
İnsanlardan mı korkuyorsun? Allah kendisinden korkulmaya daha layıktır!
Bu, âyet-i kerimedir. Mü’min Allah’tan gayrıdan korkmaz. Korkarsa ceza olarak korktuğu şeyi Allah ona musallat eder. Kaide bu! Mü’min Allah’tan gayrı neden korkarsa korktuğu şey illa başına gelir. Kanun-ı ilâhî böyledir. Ceza-yı ilâhî böyledir. Kim kimden çekindiyse,kim neden çekindiyse neden korktuysa o korktuğu şey onun başına Allah tarafından musallat edilir.
Eğer âdemoğlu Allah’tan gayrı bir şeyden korkmasaydı kendisine Allah’tan gayrı hiçbir şey zarar veremeyecekti. Korktuğu için Allah zarar verdirtiyor. Allah musallat ediyor.
Mü’minin vasfı nedir?
Ve lâ yehâfûne levmeten lâimin. “Kınayanın kınamasından korkmaz!”
Mü’minin evsafı, mü’minlerin vasıfları:
Ve lâ yehâfûne levmeten lâimin. “Mü’min, kınayanın kınamasından korkmaz.”
Allah’tan gayrıdan perva etmez. Çekinmez, sakınmaz, ölümden kaçmaz. Allah yolunda canını vermekten, malını vermekten geri durmaz.
Kim?
Hakiki mü’min! Adı mü’minler değil, zamane mü’minleri değil; sahabe mü’minleri... Zamane mü’mini, parasını bile vermiyor. Zamane mü’mini, farz olan zekâtını bile vermiyor. Allah, kendisine kırk tane veriyor, zamane müslümanı bir tanesini ayırıp fakire vermiyor.
“Kırk tane türbeyi dolaştım, hepsine birer tane kocaman mum yaktım…”
İstersen yüz bin tane yak. İstersen kırk bin tane yak. Bid’at olduktan sonra ne kıymeti var! Mum yakınca ne olacak? İnsanın kabrini aydınlatan salih amelidir, dışardan yakılan mum değil ki!
İbrahim aleyhisselam korkmuyordu. Korkmuyordu ama karşı taraf muhakemesini çalıştırsın diye diyor ki;
“Belki de en büyükleri yapmıştır, sorun bakalım konuşursa!”
Önce başlarını önlerine eğiyorlar. Bir tefekkür, bir düşünüyorlar. Düşündürüyor İbrahim aleyhisselam. Önce bir düşünüyorlar. Diyorlar ki;
“Yâ İbrahim! Biliyorsun ki bunlar konuşmaz.”
O zaman cevabı yapıştırıyor. Zaten onun istediği o, öyle desinler diye bekliyor zaten. Hazır.
“Madem konuşamıyor, madem kendisini savunamıyor, madem birisi kendisini kırmaya kalktığı zaman mâni olamıyor, madem size faydası yok, kendisine faydası yok; size ve kendisine faydası olmayan bir varlığa niçin tapıyorsunuz?” diye başlıyor hakkı söylemeye, nasihati söylemeye...
Ne diyorlar?
“Öldürün!” diyorlar.
Hârikûhu ve’nsurû âliheteküm .
“Bu adamı ateşte yakın da ilahlarınıza yardım edin!" diyorlar.
Muhterem kardeşlerim;
Kur’ân-ı Kerîm’in içinde anlatılan kıssaların her birinin bize çok büyük ibretleri vardır, tutacak isek. Bir kulağımızdan girip öbür kulaktan çıkacaksa bir şey yok da tutacak isek çok büyük ibretler vardır.
Allah bir insanı öldürmedi mi insan ölmez.
“Nerden bildin hocam?”
Vallâhu yuhyî ve yumîtü.
Âyet-i kerîme var, Kur’an’a inanmıyor musun?
“İnanıyorum hocam.”
Tamam. İnanıyorsan dirilten de Allah’tır öldüren de Allah’tır. Allah öldürmeyince cümle cihanın halkı üşüşseler, onların kafaları birbirlerine tokuşur, kafaları yarılır, her birisi bir tarafa serilir. Öldürmek istedikleri yine aradan sağ çıkar. Allah öldürmeyince öldürülmez.
Bu sözüm üzerine Cevat Rıfat Atilhan’ı hatırlarım. O İstiklâl harbinde milis kuvvetleri komutanıymış. Madalyası filan da varmış. Ama Cihan harbinde de Suriye cephesinde filan bulunmuş. Benim rahmetli Hocam Mehmed Zahid [Kotku] Efendi de Suriye cephesinde düşmanla çarpışmış.
Üniversite talebesiydik. Bizim arkadaşlarla toplandık, "Cevat Rıfat Atilhan’ı bir ziyaret edelim" dedik. Bir bayram günü evine ziyarete gittik. Tombulca, ay yüzlü, sevimli, sempatik, dinamik bir ihtiyar. Öyle âciz falan değil. Baktık, evi birinci katta, parmaklık bile yok. Camlar kocaman. Birisi bir vursa içeriye girer. Bizim arkadaşlardan bir tanesi dedi ki;
“Üstad! Evinizde hiç tedbir yok. Şu camı birisi [zorlasa]…” Molotof kokteyli atsa, zarar verici bir şey yapabilir, demek istedi.
O zaman dedi ki;
“Çocuklar! -Biz tabii üniversite talebesiyiz, o yaşlı.- Allah bir insanı öldürmeyince insan ölmüyor! Ben Suriye cephesini hatırlıyorum. Birlikler arasında muhabere subayıydım ben. Meşin çantamın içine bu birliğin mesajını haberini koyardım. Buradan öbür birliğe giderdim. Nasıl giderdim? Kurşun yağmuru altında giderdim. Kulağımın burnumun ucundan, başımın kenarından, sırtımın arkasından cuv cuv kurşunlar yağardı. Düşman bana yağmur gibi kurşun atardı onların arasından öbür birliğe giderdim. Mesajı verirdim, alırdım gelirdim. Allah öldürmeyince insan ölmüyor!”
Tabii inanmayan, bilmeyen insan “Demek ki tesadüf etmemiş…” filan diyebilir ama mü’min bilir ki insanın eceli gelmedi mi ölmez. Eceli gelmeyen insan ölmez. Allah’ın yazmadığı bir zamanda, yazmadığı bir şekilde bir insan ölmez.
Ne kadar güzel bir şey, ne kadar hoş bir şey ki; ölüm bir defa var, bir defa! İşte hayatımızın sonunda bir defa öleceğiz, bitecek. Bir defacık olan bir şeyden insan bu kadar korkar mı?
Ölümden korkan insan her an ölür dirilir, ölür dirilir, ölür dirilir… Ölümden korkmayan insan hayatının sonunda bir defada ölecek, o kadar. Ölüm o kadar korkulacak bir şey değil.
Hâsılı koca bir ateş yakmışlar. Yanına yanaşamadıkları için İbrahim aleyhisselam’ı mancınıkla atmışlar ateşin içine. Ama Allahu Teâlâ hazretleri o har har yanan, göklere dumanı ağan, ateşleri yüzlerini yakan o ateşin içinde İbrahim aleyhisselam’ı öldürtmedi, yaktırtmadı.
Yâ nâru kûnî berden ve selâmen alâ İbrâhîm. “Ey ateş! İbrahim’e serin ol ve selametlik ol.” diye emretti Allah.
O ne demek, nasıl olur bilmem. Ama Allahu Teâlâ hazretleri öyle buyurdu. Ateş İbrahim aleyhisselam’ı yakmadı. Bunu biz de biliyoruz Batı da biliyor, doğu da biliyor, tarih de biliyor. Sadece bize ait bir gerçek değil. Tarihî bir gerçek!. Bunun böyle olduğu belli. Yakmadı Allah! Onun düşmanlarının hepsi helâk oldu. İbrahim aleyhisselam yine sağ salim, esen vazifesine devam etti.
Allahu Teâlâ hazretlerinin üzerine müslümanlara yardım etmek, yolunda yürüyenlere yardım etmek haktır. Eğer biz yardıma mazhar olmuyor isek kendimize dönelim. Aynaya bakalım, kendimizi kontrol edelim. "Bizde herhalde Müslümanlık hâlinde eksiklik var. Bizde bir kusur var" diye kendimizi düzeltelim. Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri vaadinden hulf etmez. Mü’minlere yardım edecek.
Demek ki bizim imanımız zayıf. Mü’minlere yardım edecek. Demek ki bizim kusurumuz çok. Bize yardım etmediğine göre eksiğimiz çok demektir.
İbrahim aleyhisselam bir delikanlı iken, fetâ iken... Fetâ; fütüvvet çağında delikanlı çağında kimse demek. Delikanlı çağındayken koca bir şehrin bâtıl inançlarına karşı çıkmış. Hem de öyle “O yanlıştır, bu yanlıştır…” diyerek değil. Kenardan hafif hafif, sessiz sedasız söyleyerek değil; fiilen!
Çünkü bir müslüman bir yerde bir kötülük görürse ne yapar?
Değiştirir. Müslüman, kötülüğü değiştirir.
Fe'l yuğayyirhu bi-yedihî.
“Eliyle değiştirir.”
“Yapamazsın bunu!” der, işini bitirir.
Ona gücü yetmezse?
Fe-illem yestedığ fe bi-lisânihî.
“O zaman söyler, diliyle söyler.”
“Yaptığınız doğru değildir, hata ediyorsunuz. Günahtır ayıptır.” diye söyler. Buna da gücü yetmezse içinden buğz eder, kızar. "Bu yanlış" der.
“Ama bu, imanın en aşağı, en zayıf derecesidir.”
Mü’min, kötülüğe fırsat vermez.
“Hocam! Şimdi ‘Müslüman iyi huylu olacak.’ deniliyor. Yunus Emre de derviş olarak demiş ki; ‘Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek, derviş gönülsüz gerek…’ Şimdi o söz ne, bu söz ne? Bu nasıl oluyor? Nasıl olacak bu iş?”
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
Güzel huy, güzel ahlâk; herkesle iyi geçinmek demek değildir. Biliyor musunuz evliyâullahtan bir zâta diyorlar ki;
“Falanca adam çok iyi bir adam, hiç düşmanı yok.”
“Onu inceleyin, o muhakkak münâfık!” diyor.
Hiç düşmanı olmayan iyi insan olur mu yahu!
İyi insanın, düşmanı olur. Kötüler düşmanı olur; hırsız sevmez, arsız sevmez, yüzsüz sevmez. Elbette sevmeyecek.
İnsanın düşmanının olmaması mümkün mü?
İnsanın düşmanı olmalı. Hakkı söyleyecek. Hakkı söylediği zaman doğruyu söyleyeni zaten dokuz köyden kovarlar. O olacak. Beğenmeyecekler. Çünkü o, onu Allah için söyleyecek. Birisinin keyfi için söylemeyecek ki!
Yâsîn sûresi vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in kalbidir. Elhamdülillah müslüman kardeşlerimizin çoğu ezbere bilir. Ama bizim Türkiye’de maalesef Kur’ân-ı Kerîm’in ezberi -o da güzel, yüzüne baksan bile sevap- mânasıyla hiç ilgilenmez. Kırk yıl Fâtiha’yı okur, mânasını bilmeden ölür. İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.
“Kırk yıl Fâtiha’yı okudun hacı dede, ne şunun mânası?”
“Ah evlat! Benim babam okutmadı da…”
Mâzeret olmaz. Babasının okutmadığı, insana rüşd çağına kadar mâzerettir. Reşid oldun mu? Oldun! Şimdi babanın vebali senden kalktı. Şimdi vebal senin üzerine, hesap senin aleyhine çalışmaya başladı. Öğreneceksin. Kur’ân-ı Kerîm sana hayatını tanzim etmek için gönderildi. Sana emri var Allah’ın. Seni yönetiyor, seni yönlendiriyor. Sana bazı yasakları var Allah’ın. Onun için milletin hiç yasaklardan filan haberi yok. Elhamdülillah müslümanım.” deyip de yemediği nane, karıştırmadığı halt yok. Allah müslüman eylesin. İnşaallah gerçek müslüman olur.
Erenköy’de bizim bir arkadaşın evine gittik. Karşıda yeni bir dükkân açılıyormuş. “Ne açacaksınız?” diye sormuşlar. Orada bir delikanlı; “Buraya bir meze dükkânı açacağız. Meze... İçkinin yanında kuruyemiş. Bir de kaliteli içki satacağız.” demiş. Pahalı kaliteli içkiler. Şişeleri dizecek, satacak. Demiş ki;
“Sakın yapmayın. Bu mahallenin ahalisi müslümandır. İçki satmak günahtır. Günahtır, haramdır. İçilmesi de haram satılması da haram…”
Taşınması da haram sunulması da haram sundurulması da haram!
Hacı baba kurnazlık ediyor. “Ben içmiyorum.” diyor, hizmetçisine sunduruyor, o da haram. Her şeyi haram!
Allah bir şeyi yasakladı mı her şeyiyle yasaklıyor.
“Adama böyle nasihat ettikten sonra namaza gittik, namazdan geldik. Birisi önümüze dikildi.” diyor. O delikanlının büyüğüymüş, babasıymış.
“Siz dükkâna gelmişsiniz, tehdit etmişsiniz. Ne demek istiyorsunuz yani?” demiş.
“Yok, tehdit değil. Burası müslüman mahallesi, hiç satamazsınız. İflas edersiniz. Dükkânınız böyle bir alışveriş yapmaz. Burada sizin bu sattığınız metâ revaç bulmaz…” diye söyledik demiş.
“Ne yani siz beni müslüman sanmıyor musunuz? Biz de müslümanız!” demiş.
Öyle diyor millet! Biraz sıkıştırdığın zaman “Ben de küçükken Amme cüzünü bitirmiştim, benim dedem de müftüydü, bizim ailede de şöyle büyükler vardı. Bizim evde de Kur’ân-ı Kerîm vardır, okunur…” filan diyor ama Müslümanlıktan haberi olmayabiliyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim;
İyi müslüman; mihnetlere sataşan, kendi rahatını biraz gölgelendirebilecek işlere de girişen insandır. Etliye sütlüye karışmayan, iyi ahlâklı insan değildir.
“Bizim mahallede çok iyi bir adam var. Etliye sütlüye karışmaz. Tatlıya tuzluya da karışmaz. Evine gelir, evinden çıkar. Ondan sonra işine gider, işinden gelir. Ne kokar ne bulaşır…”
Olmaz! Olmaz!
İyi ahlâk nedir?
İyi ahlâk iki taraflıdır. İfrattan da tefritten de uzaktır. İyi ahlâklı insan; Allah için sever, Allah için buğz eder. Allah için verir, Allah için alır. Allah için emr-i mâruf yapar, Allah için nehy-i münker eder. Münkerâtın yapılmaması için çalışır.
Allah İslâm’ın öz, hakiki, gerçek mânasını anlamayı ve tüm hayatımızı sırf Allah’ın rızası için tanzim edip o tarzda geçirmeyi cümlemize nasip eylesin.
Sözün fazlasında belki zarar vardır, unutulur. Tam güzel bir noktaya gelmişken ben keseyim. Allah hepimizi rızasını kazananlardan eylesin. Hem dünyada bahtiyar eylesin, aziz eylesin.
Bi-hürmeti esrâr-ı sûreti’l Fâtiha!