Eûzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi'l-âlemîn. Hamden kesîran tayyiben müberaken fîh. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn ve şefîi’l-müznibîn Muhammedini’l-Mustafa ve âlihî ve sahbihî ve men tebi'ahû bi-ihsânin zevi’s-sıdkı ve’l-vefâ.
Emmâ ba'd.
Ve kâlellâhu teâlâ:
Felyevme lâ tuzlemu nefsün şey'en ve lâ tüczevne illâ mâ küntüm ta'melûn.
Sadakallâhü’l-azîm.
Bugün amelin, işin, çalışmanın, icraatın İslâm'daki önemi üzerinde bilgi vermeye başlayacağım. Hepimizin şimdiye kadar ki İslâmî kültürümüzden zihnimize yerleştirdiğimiz bir husus var ki, sadece bilmek yetmiyor. İnsanın, bildiğini uygulamaya geçirmesi gerekiyor.
Namaz kılmak iyiymiş.
İyi ama sen namaz kılmıyorsun, kılmayınca olmaz!
Ramazanda oruç tutmak farzmış, biliyorum âyette var, hadîste var.
İyi ama sen tutmuyorsun, tutmayınca vebâlin artıyor. Hem biliyorsun, hem yapmıyorsun...
Hacca gitmek çok iyiymiş.
Ama gitmiyorsun, olmuyor!
Bilgi yetmiyor yani. Ne kadar âlim olursa olsun, bilgi insanı kurtarmıyor. Zâten, "İslâm'da ilim" diye bir konuyu açtığımız zaman, bu konuya mutlaka temas etmek gerekiyor. Kuru bilgi değil İslâm'da arzu edilen. Hattâ, sadece geniş mânâsı ile bilgi de değil... Yâni biyoloji, jeoloji, astronomi, fizik, kimya bunlarda değil. Asıl önemli olan ilâhî hakîkatler, mânevi hakîkatler, uhrevî hakîkatler... Âhirette insanı kurtaracak,âhirette insana yarayacak gerçekler... Bir de bu bilgilere sahip olduktan sonra bu bilgileri uygulamak; lafta bırakmamak, nazariyatta, teoride kalmamak, bilgisini icraata geçirmek.
Bunun önemine dair çok âyetler ve hadîsler var. Mutlaka çalışmak lâzım, mutlaka icraata geçmek lâzım! Ona, amel diyorlar. Malum, amelede işçi demek. İlmiyle amel etmek, ilmin gereği olan çalışmayı yapmak demektir. İslâm'da ilmiyle âmil olan âlim makbuldür.
Âlim ama, nasıl bir âlim?
Hocadır, deryadır, bilgilidir, görgülüdür.... Ama, kendi hâli nasıl? Çocuğu nasıl? Hanımı nasıl? Ailesi nasıl? Yaşayışı nasıl? Muamelâtı nasıl? İnsanlarla olan münâsebetleri nasıl? Münâsebetlerindeki tavırları nasıl?
Oradan sıfıra gidebilir. Yani bilmek yetmez, uygulamak önemli. Çok geniş, tereddüde meydan vermeyecek malzeme var bu konu da.
Âhirette de şu okuduğum Yâsin Sûresi'nden hepinizin bildiği âyet-i kerîme, âhireti anlatan:
Felyevme lâ tuzlemü nefsün şey'en ve lâ tüczevne illâ mâ küntüm ta'melûn.
Bu âyet-i kerîme Yâsin’in dördüncü sayfasının altında. Kısaca açıklayalım:
Felyevme "İşte bak, kabirden kalktınız... Âhiret oldu, haşir oldu, mahşer yerinde toplandınız, mahkeme-i Kübrâ kuruldu, insanlar şimdi hesaba çekilecekler. Fe'l-yevme "işte bugün" O mahşer günü için söylüyor Allahu Teâlâ hazretleri. İşte şu mahşer günü lâ tuzlemu nefsün şey'en. Hiç bir can, hiçbir varlık, hiç bir kişi -mükellef varlık- hiçbir insan zulme uğramaz, haksızlığa mâruz kalmaz! "Haksızlığa maruz kalmayacak.
Haksızlığa nasıl mâruz kalınır?
Ya hak ettikleri kendisine verilmez. Vermiyorum.
"Ama ben bir ay senin dükkânında çalıştım!"
Vermiyorum.
"Ama şu kadar işini gördüm."
Vermiyorum.
Bu zulüm olur değil mi. Bir insan bir şeyi hak etmişte verilmezse, zulüm olur. Verilmeme tarzında zulüm olmayacak!..
Bir de, "Yürü hapse, gir şuraya!.. Otur şurda, kıpırdama!.." bilmem ne.
Niye bana böyle yapıyorsun? Niye haksız muamele yapıyorsun?
"Yapıyorum."
Bu da zulüm olur. Hak etmediği bir şeyi yapmakta zulüm olur, hak ettiği bir şeyi ona vermemekte zulüm olur.
Fe'l-yevme lâ tuzlemü nefsün şey'en. Hiç bir can, hiçbir nefis, hiç bir insan, hiç bir cin, mükellef hiçbir varlık bugün zulme uğramayacak.Ne yaptıklarının karşılığını görmeme durumunda bir zulüm olacak. Nede yaptıklarına uygun olmayan bir ilgisizlik, mükâfatını vermeme tarzında zulme uğrama olmayacak.
Bunu daha iyi açıklamak için, âyetin devamında buyuruluyor ki:
Ve lâ tüczevne illâ mâ küntüm ta'melûn. "Dünyada neyi işlemişseniz, neyi uygulamışsanız, icraatınız neyse, çalışmanız hangi sahadaysa; ancak onun karşılığını göreceksiniz. Mükâfat veya cezâ... İyi veya kötü... İyi iş yaptıysan, iyilik göreceksin; kötü iş yaptıysan, mutlaka kötülük göreceksin!.."
Bu cümle, hepinizin bildiği başka bir âyet-i kerîmeyi hatırlatıyor.
Fe-men ya'mel miskâle zerretin hayran yerahû ve-men ya'mel miskâle zerretin şerren yerahu.
"Zerre kadar hayrı işleyen, onun hayrının karşılığını görecek." Aynı miktarda, küçücük ihmal edileceğini sandığı kadar küçük günah işlemişse, kötülük yapmışsa, onun karşılığını görecek! Cezâ ve mükâfat, kişinin yaptığının karşılığında böyle olacak.
Şimdi icraat yapmak şart! Yerinde oturup ensesini şişirmek veya sırtını dayayıp bacak bacak üstüne atıp ukalâlık etmek insana hiç bir şey kazandırmaz. Bildiğini uygulayacak, sözünün eri olacak, düşüncesinin uygulayıcısı olacak.
Kimisi bol keseden atar, tutar; fakat elinden hiç bir şey çıkmaz.
Biz üniversitede iken, bir grup çalışması yapıyorduk. "İngilizcemiz ilerlesin, dînî bilgimiz gelişsin" diye islâmî bir kitap tercüme edelim dedik.
Elimizde küçük bir broşür var. İçinde,
İslâm'ı niçin seçtiğini anlatan İngilizce cümleler var.
Çeşitli büyük şahsiyetler, meşhur kişiler Müslüman olmuş. Birkaç satır halinde, edebî cümlelerle niçin müslüman olduğunu o kitap özetlemiş. Herkes, niçin müslüman olduğunu anlatıyor. Arkadaşlara dedim ki:
"Bunu okuyalım! Müslüman olmayan bir insanın, İslâm'ı neden beğendiğini bilmemiz çok önemli bizim için. Onu bilirsek, fevkalade bizim için faydalı olur, çalışmalarda temel teşkil eder. Onun için, bunu tercüme edelim!" dedim.
Küçücük bir kitaptı, otuz veya kırk sayfaydı galiba, İngilizce cep kitabı.
Bir arkadaş;
Ooo ben bunu bir kaç günde yaparım!" dedi.
"Bu bir kaç günde, öyle kolay olmaz! Bu tercümeyi öyle kolayca, bir kaç günde yapamazsın!" dedim.
"Yok hocam benim Siyasal Bilgiler fakültesinde su gibi İngilizce bilen, İngilizcesi kuvvetli olan akrabam var. Birkaç akşam ben ona giderim, tercümeyi çıkartır kenara atarız." dedi.
Hani fotokopi makinasının bir tarafına koyup öbür tarafından çıkıyor sayfalar... Yâni bu kadar rahat. "Yaparız; ben yazarım, o söyler biter." dedi.
Ben güldüm.
"Sen üç gün diyorsun; ben sana bir hafta müsaade edeyim. Bir hafta değil, bir ay müsaade edeyim. Bir ay sonra, bu kitabı tercüme edilmiş şekilde isterim." dedim.
Ne kadar zaman sonra bilmiyorum, kitabı aldı getirdi; "Hocam! Biz bu kitaptan hiç bir şey anlayamadık!" dedi.
Edebî cümle tabii... Nükte yapıyor. Yunus'un şiirini kaç kişi anlar? Fuzûlî'nin şiirini kaç kişi anlar? Necib Fâzıl'ın bir şiirini derinlemesine kaç kişi anlar? "Anlayamadık!" dedi getirdi aciz kalmış. Su gibi İngilizce bilen siyasal bilgilerdeki asistan akrabası demiş ki:
"Vallâhi ben bundan hiç bir şey anlayamadım!"
Konuyu bilmeyince anlayamaz, konuyu bilmeyince çıkartamaz.
Bir başka misal; Bizim Edebiyat Fakültesi'nde, Orta Asya cumhuriyetlerinden ordinaryüs profesör Zeki Velidî Togan vardı. Bir ara başkanlık filân yapmış, çok kıymetli bir kimse. Hindistan’dan Pencab Üniversitesi'nden rektör; Âsaf Ali Feyzî Asgar diye bir profesör tanıdığıymış. Edebiyat Fakültesine misafir gelmiş. Bizim Zeki Velidî Togan da çok büyük ordinaryüs profesör, büyük tarihçi... Bizim edebiyat Fakültesi'nin anfisinde bir konferans tertipledi. Herkes geldi, dışardan da dinleyiciler geldi. Biz de oturduk. Bundan büyük bir anfi idi. Âsaf Ali mikrofona geldi. Uzun boylu, Hint müslümanlarından bir profesörmüş. İngilizce konuşacak. Edebiyat Fakültesi'nin İngiliz filolojisi yani, İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünün doçenti olan bir hoca geldi; o da tercüme yapacak.
Zeki Velidî Togan ve diğer meşhur kimseler ön sıraya oturdular.
Âsaf Ali bir konuşmaya başladı, Ben Edebiyat Fakültesi'nde talebeyim. Bir cümle söyledi. Ondan sonra mütercim tercüme edecek.
"Sorry dedi, bir tekrar et!" dedi.
Tercüme etmek istedi beceremedi, anlayamadı. Zeki Velidî Togan, oturduğu yerden ona fısıldadı "şöyle diyeceksin, böyle diyeceksin" diyerek bir cümleyi tamamladı.
Cümle tercüme edildi diye Âsaf Ali tekrar konuşmaya başladı. İkinci cümleyi de hiç anlayamadı. Üçüncü cümlede Zeki Velidî Togan kalktı. Doçent kıpkırmızı kesildi. Dersleri İngilizce veren, imtihanları İngilizce başarmış da doçent olmuş olan kişi yapamadı. Onlar Shakespeare'i vesâireyi ezbere bilirler. Şâhâne telaffuzu vardır; İngiltere'de kalmışlardır, zaten kolej mezunlarıdır. Ama İslâmî bir konferansı bilmiyor.
Tradition kelimesi geçiyor "rivâyet" diyor. Rivâyet değil ki; tradition "hadîs-i şerîf" demek. İslâmî bir konferansta; the tradition of the prophe demek Peygamberimiz'in hadîs-i şerîfi demek. "An'ane, rivâyet" falan diyor; tutmuyor. Daha başka şeyleri anlayamıyor. Olmadı.
İnsanlar mutlaka yaptığının mükâfatını ve cezâsını görecek. Amel, icraat, iş olmadan olmaz; bu kesin!
"Acaba, benim yaptığım iş, icraat, fiil, çalışma beni kurtarmaya yetecek mi?
Ben namaz kıldım, oruç tuttum, hacca da iki defa gittim, zekât da verdim. Haydi Allah'a ısmarladık, ben cennete gidiyorum."
Bakalım cennete gidecek mi?
Ha bu belli değil!
Sen icraat yapıyorsun ama, bakalım o icraatın seni cennete götürmeye yetecek mi?
O belli değil!..
Neden belli değil?
Bir kere yaptığın ibadeti güzel yaptın mı? Şartlarına uygun mu yaptın? Bir şeye benzedi mi, makbul oldu mu?
Çarşıda pazarda çıkartsan satılacak, beğenilecek, alınabilecek güzel bir şey mi? Yoksa çürük mü, bozuk mu, sakat mı, kusurlu mu, kokmuş mu? Yırtık mı, pırtık mı?
Yaptığın şeyin Allah tarafından ne olduğunu bilmiyorsun.
Sonra; günahlarına Allah ne kadar ceza verdi? Sevaplarına ne kadar mükâfat aldın? Bunun sonucu nedir? Onu da bilemezsin!
Onun için yaptığı amellere, işlere, ibadetlere, icraata insanının güvenmesi de çok yanlış olur. "Tamam, bu kadarı bana yeter!" demesi de çok yanlış olur. Buna bizim özel tabirimizle "ameline mağrur olmak, ibadetine mağrur olmak" deniliyor. Mağrur; gururlanmak mânâsına değil, aldanmak demek. Mağrur olmak; şaşırmak, bilememek, aldanmak mânâsına geliyor.
İnsanın ibadetine, ameline mağrur olması demek; yaptığı ibadetinin hesabını yanlış yapıpta kendisini kurtaracak sanması demek. Sonra bu şeye de uygun olmuyor, tevâzûya da uygun olmuyor.
O bakımdan ameline insanın mağrur olmaması lâzım! Kibir, gururdan öteye, iyi bir şey yaptığını sanıp da, ona güvenip yan gelip oturmaması lâzım! İnsanın tâ vefatına kadar ibadet ve tâatte koşturması lazım! "Acaba kabul oldu mu?" diye korkması lâzım!.. Günahları için "acaba Allah affetti mi, affetmedi mi?" diye endişe etmesi lazım ömrünün sonuna kadar.
Ama en son ana kadar ibadette, tâatte, duada... Geceleri sabahlara kadar secdede, niyazda... Ayakları şişinceye kadar ibadette, taatte ve gayrette... Çalışacağız, çalışmamıza güvenmek yok! Aldanmak yok! Şaşırmak yok! Şımarmak yok! Kibirlenmek yok! Böbürlenmek yok!
Amellerin, ibadetlerin kabul olmama durumları vardır. Kabul olmamasının sebeplerini de öğrenmek lâzım!
Namaz kılmayı öğrendin aferin, abdest almayı öğrendin aferin, oruç tutmayı öğrendin; aferin... Ama, namaz ne zaman kabul olur, ne yaparsan kabul olmaz?
Oruç ne zaman kabul olur, ne yaparsan kabul olmaz?
Sadaka ne zaman kabul olur, ne zaman kabul olmaz?
Hac ne zaman kabul olur, ne zaman kabul olmaz?
Bunları da bilmek lâzım!
Şimdi bunları bilmezsen "ha bir kuru emektir." diyor Yunus Emre... "Sen kendini bilmedin, ha bir kuru emektir." Yâni, yaptığın iş boşuna demek istiyor.
Onun için, insanın yapması gereken görevleri bilmesi lâzım!.. Görevlerin kabul olunmaması, yaptığı halde makbul olmamasının sebeplerini de iyice öğrenmesi lâzım!.. Bunu da yine tasavvuf öğretiyor. İnsan, bir çok bilgilerinde tasavvufa muhtaç oluyor. Onu yapmadığı zaman kıymeti olmuyor.
Mesela; bir icraatı, bir ibadeti, bir hayrı, bir hasenâtı yaptığı halde kabul olmaması mümkün mü?..
Bunun hakkında biraz bilgi vereyim.
Bir hadîs-i şerîfinde Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vessellem buyuruyorlar ki;
"Nice Kur'an okuyan insan vardır; Kur'an ona lânet eder."
Kim bilir nasıl okuyor? Kim bilir ne maksatla okuyor? Kim bilir durumu nasıl ters ki, Kur'an ona lânet ediyor.
"Nice Kur'an okuyan vardır, Kur'an lânet ediyor. Nice oruç tutan vardır, akşama elinde kâr yoktur. Akşama kârı; aç ve susuz kalmaktan ibarettir."
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem Efendimiz "başka kârı yoktur" buyuruyor.
Sabahtan akşama oruç tuttu. Oruç tuttu ama gıybet etti. Oruç tuttu ama harama baktı.
Allah su içmeyi, yemek yemeyi başka zamanlarda helâl kılmış. Su içebilirsin, helâl... Şarap gibi değil, haram bir şey değil... Ama oruç tuttuğun zaman, helâl olan bir şeyi yapmıyorsun, su bile içmiyorsun.
Peki oruçlu iken helâl olan bir şeyi bile yapmıyorsun da, zâten ramazanın içinde de dışında da her zaman haram olan öteki günahı niye işliyorsun?
Madem helâli bile yapmayacak kadar fedakârsın niye her zaman haram olanı yapıyorsun? Gıybet ediyorsun, harama bakıyorsun, şu günahı işliyorsun bu günahı işliyorsun...
Onlar orucun sevabını götürüyor. Adam kendisini oruç tuttum zannediyor; akşama aç ve susuz kalmaktan başka kârı yok elinde.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem;
"Nice namaz kılan insan vardır kıldığı namaz onu Allah'a yaklaştırmaz; Allah'tan uzaklaştırmaya yarar." Yaklaştırmak şöyle dursun, Allah'tan gittikçe daha uzak, daha kovulmuş bir kul haline gelmesine sebep olur buyuruyor.
Demek ki, yapılan işin yapılmış olması yeterli değil. Böyle bir durum olmasa da dikkat etmek gerekli oluyor.
Amelleri, ibadetleri hebâ eden, sevabını iptal eden veya ibadetin kendisini ifsad eden -fesada götüren, yok durumuna getiren- sebepler nelerdir?
Bunun genişçe anlatılması lâzım. Bu önemli bir şey!
Konferansın bütünlüğünü sağlamak için birkaç kabul olmama sebebini anlatmak istiyorum.
1. Her ibadetin şartları vardır, farzları vardır; onları yerine getirmezsen, kabul olmaz.
Diyelim ki hac... Haccın önemli olan ibadetlerinden birisi Arafat'a çıkmaktır. Adam hacca gitti, "Yâhu, bu sıcakta oraya gidilir mi? Hem orada binâ yokmuş, su yokmuş. İnsan, çadırın içinde kalıyormuş. Fazla izdihamda varmış. Ben oraya gitmiyorum arkadaş!" dese olur mu?
Olmaz!
El-haccü arefe. Haccın önemli bir işi Arafat'a çıkmak olduğu için, Arafat da vakfe yapmak olduğu için Arafat'a çıkmayınca hacı olmaz.
"Ya ben bu kadar para harcadım. Boşuna mı gitti?.. Bu kadar uçak parası verdim. Bu kadar giriş parası verdim. Bu kadar masraf ettim. Bu kadar otel parası verdim."
İyi ama farzını yerine getirmedin! Şartını yerine getirmedin!
Demek ki; İslâm'ı bilmemiz gerekiyor. "Hangi ibadetleri nasıl yaparsak, ibadet tamam olur? Yapmazsak, neresi eksik kalır? Hangi eksikliği yaptığımız zaman, ibadet tamamen boşa gidiyor?"
Yerine göre; kimisi tamir edilebilir hâta olur, kimisi de edilemez hatâ olur. İşte bunları bilmek lazım. Buna fıkıh ilmi diyoruz. İlmi fıkıhtan bilgi sahibi olması, ilmihal mâlûmatına sahib olması lazım ki; bu gibi şeyleri işleyip de boşuna emek sarf etme durumuna kendisini düşürmesin.
Başka bir misal; ibadetlerin kabul edilmeme sebeplerinden bir tanesi de hadîs-i şerîflerde var.
Peygamber sallallahu aleyhi vessellem efendimiz buyuruyor ki;
"Allah, bid'at ehlinin farzını, namazını, ibadetini, haccını, orucunu, umresini vesâiresini kabul etmez!" Bid'at ehli oldu mu, kabul etmiyor. Namaz kıldı, oruç tuttu ama, bid'at ehli... Kabul etmiyor o zaman.
Bid'at nedir?
Resûlullah‘ın zamanında olmayan, dinin aslından olmayan bir şeyi sonradan din diye, dinin bir erkânıymış, usûlüymüş gibi ortaya çıkartmak.
"İşte ben böyle yapıyorum, böyle olması lazım, böyle olsun" falan diye yapmak. Bid'at ehli dini bozuyor. Dini Resûlüllah'ın öğrettiği çerçevesinden çıkartıyor, değiştiriyor.
Onun için, bid'at çok büyük bir günah. Bid'at ehlinin farzını, nafilesini, ibâdetini ve tâatını, haccını, umresini, namazını, orucunu, hiçbir şeyini Allah'ın kabul etmediğini Peygamber sallallahu aleyhi vessellem bildiriyor.
O halde insan, nasıl olacak?
Bid'atten şiddetle sakınan, Resûlullah'ın izinden çok dikkatle giden bir insan olması lazım.
Bid'atler nelerdir?
Ne yaparsam bid'at olur?
Ne yaparsam bid'at ehli olmaktan kurtulabilirim?
Bunları mutlaka bilmek gerekiyor. Çünkü, kabul olmuyor.
Bir başka misal...
Mesela; haram lokmayla beslenen insanın ibadetini Allah kabul etmiyor. Haram parayla, hacca giden bir insanın Allah haccını kabul etmiyor. Haram parayla hacca giden bir insan ihrama girdikten sonra “Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk. Lebbeyk lâ şerîke le-ke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni‘mete le-ke ve’l-mülk, lâ şerîke lek” diye lebbeyk çekerken "Buyur yâ Rabbi! Emrine imtisâlen geliyorum. Sen davet ettin diye beytini ziyarete gidiyorum. Emrettin diye haccımı yapmaya geliyorum. Emrindeyim. Emret yâ Rabbi! Buyur yâ Rabbi!.." diye "lebbeyk" diye diye gidiliyor ya...
Peygamber Efendimiz;
"Haram sahibi, haramla oraya giden bir kimse Lebbeyk Allâhümme lebbeyk demeye başladı mı; Allah ona, Lâ lebbeyke ve sa'deyke "Sana lebbeyk ve sa'deyk yok!" der. Kabul etmez, reddeder, dergâhından kovar.
Demek ki; haram parayla hac mümkün değil! Haram parayla hayır mümkün değil! Çok önemli!
Hattâ onun için bazı takvâ ehli insanlar; kendi dükkanından para kazanmış, kazancının helalinden olduğunu sanıyor ama bu korkudan dolayı arkadaşından borç alırmış.
"Bana Allah rızası için borç verir misin?"
"Veririm."
Kendisi zengin, hacca gidecek durumda ama, borç para alırmış.
Üç milyon, yedi milyon neyse... Borç parayı alırmış haccını yaparmış gelir parayı da tıkır tıkır kendi bütçesinden ödermiş.
Haccı helal parayla yapsın diye, bu duruma düşmesin diye bir kurnazlık yani.
Bir çâre... Ne yapsın?
Haram parayla hacca gidip de, ondan sonra, "Senin haccını kabul etmedim, yüzüne çalınsın!" diye bir muameleye mâruz kalmaktansa, böyle düşünmüşler.
Bazı evliyâullahın hayatını anlatıyorlar: "Lokmam haram olmasın" diye, adamcağız tarlayı kendisi sürermiş. Sürmek değil de bellermiş belki de... Kendisi tohumunu atarmış. Yani Öküze de minnet etmiyor, öküzü de sabana koşmuyor; onun da hakkı geçmesin diye... Kendisi bellermiş, kendisi ekermiş, kendisi biçermiş, kendisi harmanlarmış. Kendisi el değirmeninde buğdayı öğütürmüş, kendisi hamur yaparmış, kendisi pişirirmiş. Ondan yermiş. Haram olmasın, elimin emeği olsun, helâl minallah olsun diye gayret edermiş.
İbadetlerin boşa gitmemesi için tedbirlerden birisi.
Görüyorsunuz, söylediğim şeylerin hiç birisi önemsiz değil... Hepsine bizim de dikkat etmemiz gerekiyor. Lüzumsuz bir titizlik değil. Gerçek önemli bir nokta...
Bir başka sebep.
Riyâ ile, ihlâssızlıkla yapılan ibadetleri Allah kabul etmiyor:
İnnalâhe lâ yukbelu minel ameli illâ mâ kâne lehû hâlisen livechih.
Allah, ibadet ancak kendi rızâsı için yapılırsa kabul ediyor. Rızası için yapılmayan ibadeti, gösteriş için, riyâ ile yapılan ibadeti kabul etmiyor.
İhlas bölümü, riya bölümü; hadîs kitaplarında büyük bir bölümdür.
Et-terğîb vet-terhîb; İmam Buhârî, Tirmizî, Neseî... Hangi kitabı açarsanız, bu konularda sayfalarca hadîs görürsünüz.
İhlâsla olacak! Yapılan şey ihlâsla olmazsa, sırf Allah rızâsı için olmazsa, gösteriş için olursa, riyâ ile olursa, şöhret için olursa, Allah onu da kabul etmiyor. Riyâ da çok büyük bir şey... Hatta riyâya gizli şirk denmiş.
Eş-şirk-i hafî.
Ne demek ?
Hafî; gizli demek. Hafîye ne demek?
Gizliden gizliye insanları mercek ile araştırıyor, suçluyu yakalıyor. Eş-şirk-i hafî; gizli demek. Kimse şirk olduğunu bilmiyor. Adam kendisini müslüman sanıyor. “Allahu Ekber, Lâ ilâhe illalah" falan diyor ama; içinde şirk-i hafî var. Gizli şirk var.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
"Ben ümmetimin en çok şirk-i hafiye düşmesinden korkarım!"
"Gizli şirk nedir?" diye sorulunca;
"Riyâdır!" buyuruyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Suudi Arabistan yarımadasını kastederek diyor ki:
"Şeytan bu yarımadada ümidini kesmiştir. Kendisine tapınacak insan yoktur, puta tapınacak insan yoktur. Burada insanları Allah'tan gayriye tapındırmaktan şeytan ümitsizliğe düşmüştür. Artık olmaz. Yalnız, onun bir ümidi vardır; insanları riyâya, gizli şirke düşürmek."
Çünkü bu, karıncanın adımından daha sessizdir diyorlar.
Karınca yürürse hepimiz burada konuşmayı kesip, takır tukur bir şey yürüyor diye bakar mıyız?
Hiç sesi duyulmaz. Karınca gelmiş geçmiş duymayız.
"Şirki hafî, karıncanın ayak sesinden daha gizlidir."mdiyor.
Ne demek?
"Çok dikkat edin" demek. Aman işiniz gösteriş olmasın! Aman işiniz riyâ olmasın! Aman işiniz süm'a olmasın! Aman işiniz şöhret için olmasın! Aman işiniz reklâm için olmasın!
Bunların hepsine çok dikkat etmek lâzım! Bu da tasavvuf... Yani ihlâsı öğrenmek, sırf Allah rızâsı için iş yapmak, riyâdan kurtulmak; o da tasavvufun işi...
Görüyorsunuz, yani namaz kıldım demek yetmiyor, oruç tuttum demek yetmiyor; fevkalâde önemli noktalar var.
Yine hadislerden alınmış şartlardan bir tanesi daha aklıma geliverdi;
Kötü huy ve sû-i edeb. Edepsizlik de amellerin kabul edilmemesine sebep olur. Adam kötü huylu, adam şirret, adam edepsiz, adam küstah... O zaman da ibadeti kabul olmuyor.
Buyuruyor ki Peygamber efendimiz;
El hasedü ye'külül hasenâti kemâ te'külün nârul hatab.
Bu hepinizin bildiği bir hadîs-i şerîf. "Haset, kıskanlık duygusu insanın yaptığı iyiliklerin sevaplarını kül eder."
Haset duygusu yakar, bitirir, işe yaramaz hale getirir, kül eder, sıfıra indirir.
Adam, hasetçi olmasından dolayı mahvoldu. Kötü huy.
Sonra; Kur'an-ı Kerîmden misâl:
Buyuruyor ki Kur'an-ı Kerîmde Allahu Teâlâ hazretleri;
Lâ tübtılû sadakâtiküm bil menni vel ezâ. "Verdiğiniz zekâtları, hayırları, sadakaları, paraları, başa kakmak sûretiyle, minnet ettirmek sûretiyle, ezâlandırmak sûretiyle iptal etmeyin, sıfıra indirmeyin!"
Demek ki, adam başa kaktı mı, minnet etti mi, verdiği kimseyi ezalandırdı mı o zaman sevabı gidiyor. Onun için edepli olacak.
Bir hadîs-i şerîf var:
Matlul ganiyyi zulmün. "Zenginin fakiri kapısında bekletip de, hayrını geciktirmesi bile zulümdür." Hayrını tehir etmesi bile zulümdür. Şıp diye vereceksin. Ne diye fakiri mahv ü perişan ediyorsun?
Bekle babam bekle... Kapısında bekle Allah'ım bekle... Zenginin gönlü olacak da, zekâtın verecek de; bu fukaracık da alacak, çoluk çocuklarına yemek yapacak, yedirecek...
Demek ki; kötü huylar da amelleri iptal ediyormuş. Şu söylediğim şeyler, kitaplarım yanımda yokken bir ibadetin kabul olmama tehlikeleri hakkında aklıma gelen şeyler... Ama hepsi önemli!
Özetleyelim:
Fıkıh bilmemek, ibadetlerin şartlarını bilmemek, o şartlarını yerine getirmemek ibadetin kabul olmamasına sebep olur.
Hacda Arafata çıkmadı falan diye misal verdik. Adam kendisi bid'atçi olursa -dinde uyduruk uyduruk şeyler yaparsa- ibadetleri kabul olmuyor.
Haramla yapıyorsa, kabul olmuyor.
Köroğlunu kahraman gibi anlatıyorlar. Gidermiş, zenginlerden döve döve alırmış, fakirlere verirmiş. Bunun ibadeti ibadet mi?
Hayır!
Koministler, kahraman gibi gösteriyorlar. Öyle şey olmaz! Haramdan hayır olmaz. Sen adama zulmet, işkence yap, ellerini bağla, bıçak sok, yarala, parasını al; öbür tarafta fukaraya ver.
Fukaraya niçin veriyorsun?..
Gönlü hoş olsun diye...
Peki, bunun gönlünü niye yıkıyorsun?
Niye buna ezâ veriyorsun?..
Haramla ibadet olmaz!.. Haram iptal ediyor, bid'at iptal ediyor, fıkıh bilmemek iptal ediyor. İnsan, riyâkar olursa sevapları iptal oluyor.
Bir de kötü huy, edepsizlik amelleri iptal ediyor.
Demek ki muhterem kardeşlerim; Oturacağız kalkacağız Allah yolunda hizmet edeceğiz, kulluk edeceğiz. Çalışacağız, çabalayacağız ama şu şartlara riayet ederek;
Riyâ ile değil, Allah rızâsı için... Haram ile değil, helâl ile... Cahillik ile değil, ilim ile... Edepsizlikle değil, nezâketle, hoşlukla, tatlılıkla...
Neyzen Tevfik diye şairin birisi var. Çok güzel ney çalarmış, Mehmed Akif Ersoy'un da ahbabıymış. Fakir adam, bekâr... Pis, pasaklı bir evde oturuyormuş. O kadar pismiş ki Mehmet Akif'i bir akşam iftara çağırmış. Hanımı yok, çoluğu çocuğu yok... Elini yıkamış, iftar sofrasına oturacaklar. Neyzen Tevfik ne ikram edecekse Mehmet Akif'e, bir şeyler yiyecekler elini yıkamış. Neyzen Tevfik havlu tuttmuş "Al, sil!" demiş.
O da:
"Yok silmeyeceğim!" demiş.
"Al, sil!" diye ısrar etmiş. Yine yok filân deyince, biraz ısrar edince; Mehmed Akif de şair nede olsa, nükte yönü de var, şaka tarafı var.
"Silmem elim kirlenir!" demiş.
Havlu kirli tabii...
Şimdi bu Neyzen Tevfik, yolda gidiyor onurlu insan, sanatkâr insan falan... Birisi arkasından:
"Üstad bir dakika! Siz düşürdünüz galibâ buyrun!" demiş, bir altın hediye etmiş.
Paraya hir bakmış; altın. O zaman için baya işine yarayacak iyi bir para. Bir adamın yüzüne bakmış bir paraya bakmış.
"O yere düşen, sizin altın kalbiniz!" demiş.
İyi niyetle, güzel bir tarzda, zarif bir tarzda vermiş; darıltacak bir tarzda değil... Kimisi sessizce koyuveriyor cebine... Kimisi belli etmeden hayrı gece yapıyor. Kimse bilmeden yapıyor.
Evliyâullahtan bir kimse, borçluluğundan dolayı hapse düşmüş. Bu mübarek insanlar borç alırlarmış, ihvana ziyâfet çekerlermiş. O borcu ödemek için de uğraşırlarmış."Ver paramı" diye alacaklısı bastırmış. Hapse düşmüş. Kadıya gitmişler.Parasını ödeyemeyince hapse girmiş.
Başka bir şehirden de onun hocası, evliyâullahtan başka bir zat geliyor; daha yaşlı... Soruyor:
"Falanca nerede?.."
"Hapiste..."
"Ne suç işledi?"
"Borcunu ödeyemediği için hapse girdi, suç filân işlemedi." demişler.
O da parasını ödeyivermiş; hiç ziyaret etmeden, hiç kendisine görünmeden kalkmış, gitmiş. Adam hapisten çıkartılmış. "Niye çıkartıyorsunuz?" diye sorunca, "Borcunu birisi ödedi." demişler.
"Kim ödedi?"
Belli değil
Neden yapıyor?
Allah rızâsı için yapıyor. Niye görünmüyor kendisi?
"Teşekkür etmek zahmetine sokmayayım diye, minnet altına sokmayayım." diye... Hiç görünmüyor kalkıyor gidiyor. Güzel ahlâk çok hoş şey...Tasavvuf yani. Tasavvuftan öğreneceğiz güzel ahlâkı; jestleri, Allah'ın hoşuna gidecek tarzda işleri ve güzel bir tarzda yapmayı oradan öğreneceğiz.
Şimdi çalışmanın, icraatın, teoride kalmamanın, uygulamada da müslüman olarak yaşamanın; sadece kafamızda nazarî olarak, hayal olarak Müslüman olmak değil, hayatımızda ve işlerimizde müslüman olmak; evimizde müslüman olmak, kocalığımızda müslüman olmak, hanımlığımızda müslüman olmak, yani İslâmî olmak; ticaretimizde müslüman olmak, her şeyimizi düzgün yapmak; arkadaşlarımızla ictimâî, beşerî münâsebetlerimizde müslüman olmak; her şeyi Resûlullah'ın sünnetine uygun yapmak gerektiğini anlıyoruz. Bunların hepsi icraat, hepsi önemli! Ama, icraatın kabul olmama tehlikeleri var; onları öğreneceğiz, onlardan kendimizi koruyacağız.
İcraat ne kadar?
Neler icraat?..
İcraat çok çeşitlidir. İslamda sevap kazanma yolları çok çeşitlidir. Hattâ onun için, evliyâullah tasavvuf kitaplarına yazmışlardır ki;
Et-turuku ilallahi bi-adedi enfasil halâikı "Allah'ın rızâsını kazanma yolları, Allah'a insanı götüren, kavuşturan yollar, kulların nefesleri sayısı kadardır." Yâni, o kadar çok...
Allah bazen, bir kanadı kırık kuşu tedâvi ediyorsun diye sever, rahmetine erdirir. Bazen bir kediye eziyet etti diye cehenneme sokar. Hadîs-i şerîfte var, sahih hadîs-i şerîfde: "Bir kadını Allah diyor cehenneme attı, cehennemlik eyledi..." Sebebi; kediyi bir yere kapatmış... Kızmış; ne yaptıysa... Belki ortalığa pislemiştir, belki yırtmıştır, belki tırmalamıştır, belki perdeyi filân yırtmıştır... Ne yaptıysa kedi bu... Kediye kızmış, kediyi bir yere kapatmış, yemek de vermemiş. Dışarıya çıkmasına da müsaade etmemiş. Kedi kapatılan mekanda bağıra bağıra ölmüş. Hadîs-i şerîf var.
"Bir kediyi hapsettiği için, kendisine yemek vermediği için ve birde dışarı çıksın da bir kuş avlar, av avlar, yer içer kendisine gıdasını sağlar, ona da müsaade etmediği içinnölmesine sebep olduğu için bir kadın bu yüzden cehenneme girdi." diye bildiriliyor.
Allah o kediyi öldürmekteki duygudan dolayı, merhametsizlikten dolayı, o kulun zihin yapısının çirkinliğinden dolayı, onu cehennemlik ediyor.
Bununla tam ters, başka bir misal.
Allah bir kötü kadını, bir köpeğe su verdi diye cennetlik ediyor. Hadis-i şerifte var... Kadın düşkün, kötü yola düşmüş, günahkâr bir kadın... Çölde giderken çok susamış, bir su kaynağı bulmuş ama, su kaynağı da kocaman böyle bir duvar, ortasında güzel bir musluk, açtığı zaman şar sular akıyor. Elinle içiyorsun o tarzda değil. Çöl burası... Devlet su işleri oraya çeşme yapacak değil ki. Çölün içinde kazılmış bir kuyu... Çöl olduğu için tabii, nerde ip, nerde kova?.. Öyle bir durum yok. İnmiş kuyuya... Hani böyle tuta tuta iniyorlar ya... Kuyunun dibinde bir iki yudum su içmiş. Çok bir su da değil belki... susuzluğu gitmiş. Yüzünü yıkamış. Yine kuyudan yukarı çıkmış -herhalde çıkılabilen bir şey- Kuyudan kendisi istifade etti çıktığı zaman ağzında dili sarkmış bir köpek görmüş. Köpek sıcaktan bitmiş; sürünerek geliyor. Dili sarkmış, kadın ona acımış.
"Ben nasıl susuzdum; aşağı indim, suyu içtikten sonra canlandım. Bunun da canı su ister. Dur şuna bir iyilik yapayım!" demiş. Tekrar kuyuya inmiş. Kap yok, kacak yok, kova yok, bakraç yok... Pabucunu çıkarmış, suya daldırmış, pabucuyla yukarı çıkmış, köpeğin önüne koymuş. Köpek de pabucundan suyu içmiş, susuzluğunu gidermiş.
Peygamber Efendimiz'in hadisinde bu olay zikrediliyor ve "Bundan dolayı, Allah o kadını cennete soktu." diyor.
Bir kediden dolayı bir kadın cehenneme giriyor, bir köpeği sulamaktan dolayı bir kadın cennete giriyor. Allah'a makbul gelecek bir işi yaptın mı, cennete giriyorsun.
Nitekim, geçen gün de bir başka hadîs-i şerîfte okumuştuk. Allah bir kulu bir sebepten dolayı mağfiret etti mi, o mağfiret onun cennete girmesine sebep olur. Çok önemli!..
Onun için, hem sevinmemiz lâzım, hem korkmamız lâzım!.. Bir kediye o kadının ezâ ettiği gibi, bizim çeşitli ezâlarımız yok mudur?
Allah saklasın, bir sürü ezâlarımız vardır. Çocuğumuza ezâmız, karımıza ezâmız vardır. Kadının kocasına ezâsı vardır. Aileler kavga etmiyorlar mı?
Ediyorlar.
Kadını, kocası dövmüyor mu?
Dövüyor.
Çocuklar arasında çeşitli sıkıntılar olmuyor mu?
Oluyor.
İnsanlar arasında çeşitli kavgalar olmuyor mu?
Oluyor.
Sokakta bakıyorsun; yumruk yumruğa girişiyorlar, yaralıyorlar, dövüyorlar, sövüyorlar, hücum ediyorlar, kırıyorlar. Çeşitli zulümler...
Parasını alıyor, vermiyor. Çeşitli haksızlıklar...
İbadetlerin çeşitleri çoktur. Bu ibadetlerin en faziletlileri, en kıymetlleri hangileridir?
Hangisiyle meşgul olacağız?..
Neden böyle bir düşünceyi ortaya atıyoruz?
Çünkü, ömür kısa, yapılacak işler çok... Önemliyle meşgul olalım!..
Amellerin, ibadetlerin en hayırlıları; buna efdal diyoruz.
En faziletlileri nelerdir? Onları anlamamız , öğrenmemiz ve onlarla meşgul olmamız lâzım!.. Onları yapmaya çalışmamız lazım.
Subhâne rabbike rabbi’l izzeti ammâ yasifûn ve selâmün ale’l mürselîn velhamdülillâhi rabbi’l âlemîn.