Elhamdülillâhi Rabbil âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Hamden kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih. Hamden lâ-âhire li-kâilihî illâ rıdâ. Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidi'l-evvelîne ve'l-âhirin ve imâmi'l-müttakîn ve tâci ruûsinâ ve tabîbi kulûbinâ ve üsvetini'l-haseneti Muhammedini'l-Mustafâ ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi'l-cezâ.
Emmâ ba'd:
Değerli kardeşlerim;
Zikir, dinleyenlerde zikre karşı bir aşk, şevk, muhabbet, istek ve devam etme hususunda bir gayret husule gelir.
Tasavvufun, önemli çalışma gruplarından, önemli hedeflerinden, işlerinden, vazifelerinden birisi daha vardır; o da ahlâkı güzelleştirmek.
Ahlâk; şahsî, ferdî ve içtimâî bir hadisedir. Şahsî ve ferdîdir. Çünkü; insanın içindedir, insanın içiyle içyapısıyla ilgili bir husustur. Ama tezahürü cemiyet içindedir.
Tek başına olan bir insanın ahlâkî davranışı kime karşı olacak?
Ahlâk olayı; insanlar arasındaki içtimâî yaşamdan kaynaklanan ve orada beliren bir vakıadır. O bakımdan sosyal bir olaydır
Hani insanın malı olsa, dükkânı olsa ama hiç müşterisi olmasa ne olacak?
Ahlâk denilen vakıa, başka insanlarla münasebetlerde ortaya çıkar.
Bilgilerimizi hatırlamaya, tazelemeye çalışalım:
Ahlâk kelimesi, hulk kelimesinin çoğuludur. Orta harfi cezmli, sâkin; hulk. Veya orta harfi ötreli, huluk. Hulk veya huluk. Çoğulu "ahlâk" geliyor.
Aynı kökten bir de hı harfi üstünlü olan halk kökü var. Yine hı ile. Halk;"yaratma ve yaratılma" demek. Allah-u Teâlâ hazretleri Hâlık'tır, yaratandır. Yarattığı şeyler mahluktur, mahlukâttır. "Allah, insanları halk etmiştir. Cinleri, melekleri halk etmiştir." diyoruz. Yaratmak. "İnsanın halkı" denilince "yaratılmış olan maddî cismi" hatıra gelir. Yani dış görünüşü. Omuzları, pazusu, yüzü, kaşı, gözü, âzâsı, cevârihi. Bu halk. "Bir kişinin halkı" deyince; yaratılmış olan maddî bedeni hatıra gelir. Huluku denince; görünmeyen yaratılışı, sîreti, ruhu, ahlâkı ve içyapısı mânasına gelir.
Dış görünüşe "sûret" de diyoruz. Sûret; şekillendirilmiş, şekli tasvir edilmiş olan görünümüdür. İçe de "sîret deniliyor. Sîret aslında "gidiş" demek; "seyir etmek" kökünden geliyor. İçinin hâl ve gidişi; sîreti. Dış hâli de; sûreti.
Sûret ve sîret.
Bir hadîs-i şerîf nakledilmiş ki:
Mâ hassena'l-lâhu halka'mriin ve hulukahû fe-tut'imehü'n-nâr.
Bu hadîs-i şerîfte, halk ve huluk kelimeleri beraber kullanılmış; onun için zikrediyoruz.
Mâ hassena'l-lâhu halka'mriin ve hulukahû. "Allah bir kişinin halkını güzel etmişse yani bedeni, vücudu; boylu poslu, selvi gibi güzelse...
Ve hulukahû "Ve ahlâkını, içini, sîretini, hâl ve gidişâtını da güzel etmişse"
Fe-tud'imehü'n-nâr. "Ondan sonra ateş onu yesin; bu mümkün değildir." Yemez! Yani cehenneme girmez, cehennemlik olmaz!" manasına geliyor
Huluk; insanın içyapısı, görünmeyen yapısı, evsâfı, kalitesi -nicelik ve nitelik diyoruz o durumu- iki çeşittir. Birisi hılkîdir; hilkattendir. "Fıtrî, hılkî, vehbî, cibillî" diyoruz. Yaratılmış olduğu şekil...
Mesela bir adam hızlı konuşur.
"Ya mübarek! Sözlerini anlayamıyorum; biraz yavaş konuş, tane tane konuş!"
Mümkün değil! Semiallâhü limen hamideh, Rabbenâ leke'l-hamd. Bakarsın el-Hamdülillahi rabbi'l-âlemîn… …Vele'd-dâllin. Âmin. Hemen bitirir; artık bu değişmez. Onun kelimeleri sıralayışı, yaratılışı, tabiatı o! Bu yaratılışa, mayasına, -maya; sanki bir pasta veya bir yemeği yaparken yumurta, un, şeker vesaire katılması gibi- karışımına deniliyor. Mizaç zaten "meczedilen şeyler" mânasına geliyor.
Mizacında konulan malzemeden dolayı bir insan ağırdır veya hızlıdır veya asabidir veya sakindir veya şöyledir veya böyledir. Mayasına girmiş, mayasında mevcut malzeme oksijen, hidrojen, neyse artık; böyle element durumunda olan şeyler değişmez.
Bir adam aceleci yaratılışta ise o acelecidir. Sakin tabiatlıysa sakin tabiatlıdır. Pat diye patlayan bir insansa çok iyi kalpli de olabilir ama fevrîdir. Patlar ondan sonra pişman olur, özür diler, vesaire. Sakinse sakindir. Kimisi çıt çıkarmaz, kaşını kıpırdatmaz, yüzünün hattı oynamaz, renk vermez.
Yaratılışlar farklı farklıdır. Peygamberler aleyhimü's-salavâtü ve't-teslîmât farklı farklıdır. Hz. Musa aleyhisselam asabiymiş. Tur dağından inince Harun aleyhisselam'ın sakalına yapışmış. Bakmış ki buzağı heykeli yapılmış, millet buzağının karşısında tapınmaya geçmiş. Yaka yok demek ki sakalına yapışmış. Yakası olsaydı yakasına yapışırdı. Sakalına yapışmış;
"Ey biraderim? Sen bu durumu görmedin mi? Böyle bir buzağı yapmaya nasıl müsaade ettin?"
Ye'bneümme lâ te'hüz bi-lıhyetî ve-lâ bire'sî. "Ey anamın oğlu!"
Kur'ân-ı Kerîm'e göre ötekisinin cevabı da böyle.
"Ey anamın oğlu! Benim başımı, sakalımı çekiştirip durma!"
Demek başından da çekiyor, sinirlenmiş, Hz. Musa bu. Sinirlenmiş; "Halk beni önemsemedi, çiğnedi geçti, aldırmadı bana!"
Ve kâdû yaktülûnenî. "Beni öldürmeye kalktılar! Zapt edemedim bu azgınları! Ben istediğimden değil. Kusuruma bakma." diyor.
Harun aleyhisselam'ın tabiati öyle. Musa aleyhisselam'ın tabiatı böyle. İkisi de peygamber.
İbrahim aleyhisselam;
İnne İbrâhîme le-evvâhün halîm. "İbrahim aleyhisselam çok halim selimmiş. Çok ah vah edici, gözü yaşlı, hassas, rikkatlli bir insanmış."
Evvâh; "Çok ah edici." Demek ki çok duygusal bir kimseymiş; duygusal yönü derin, engin olan bir kimseymiş.
Hz. İsa aleyhisselam'ın tabiati ayrı.
Peygamber Efendimiz her tabiatı en mütenasip, en güzel olan. Kur'ân-ı Kerîm, bütün kitapları içine toplamış.
Fî-hâ kütübün kayyimeh. "Bütün hakikatler, eski peygamberlere indirilmiş olan bütün mâlumat, malzeme Kur'ân-ı Kerîm'de mevcut."
Hangi peygamberlere hangi suhuf indirilmişse Tevrat, İncil ve Zebur'da ne varsa hepsinin hakâiki Kur'ân-ı Kerîm'in içinde.
Hepsinin; bütün eski ilâhî vahiylerin ve dinlerin hepsinin aslı, esası, özü bizim şu anda bulunduğumuz İslâm'da. İslâm, hepsini çatısında toplamış olan din. Hülâsası, sonucu, özü ve müzesi. Müze! Hepsi İslâm'ın içinde mevcut.
Peygamber Efendimiz'de bütün peygamberlerdeki çeşitli huyların hepsinin koleksiyonu mevcut. Eşref-i ekremü'r-rusül! "Peygamberlerin en kerîmi, her bakımdan evsâfı en müstesna insan."
Elhamdülillah çok şükür ki karşımızda böyle bir nümûne-i imtisâlimiz var. Hazır; bir ömür boyu ne yaptığı satır satır, an an, saat saat, gün gün tespit edilmiş. İnsanlığın zirvesi... En üstün insan, en yüksek dereceli, en yüksek mertebeli peygamber, Peygamberimiz! Bu büyük bir mazhariyet.
Peygamber Efendimiz cennette en yüksek derece için; "O yüksek bir makamdır. Sanıyorum ki oraya sadece ben çıkacağım. Benden başkası çıkmayacak!” Makâm-ı Mahmûd'u kastederek anlatırken şöyle diyor: Makâm-ı Mahmûd'un sahibi, huluk-u azîmin sahibi Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem. Bir ahlâk âbidesi.
Öğrenmek için, tatbik edebilmek için soruyorlar:
"Onun ahlâkı nedir?"
Tabi Hz. Âişe anamız, onun zevce-i mutahherası olduğu için O’na sormuşlar:
Yâ ümmü'l-mü'minîn. "Ey anacığımız! Söyle Peygamber Efendimiz'in ahlâkı nasıldır?" O da:
"Sen Kur'an okumaz mısın?" buyurmuş.
Kâne hulükuhü'l-Kur'ân. "Peygamber Efendimiz'in ahlâkı, Kur'ân-ı Kerîmdi.”
Kur'ân-ı Kerîm'in bütün âyetlerinin ifade ettiği, gösterdiği hedefleri yakalamış, tahakkuk ettirmiş bir insan.
Kane hulükuhü'l-Kur'ân. Yani Peygamber Efendimiz yürüyen, canlı Kur'ân-ı Kerîm. Mushaflarda satırlar, Peygamber Efendimiz'de mücessem, onun hayatta uygulaması... Teşekkül etmiş, müşekkel, mücessem canlı Kur'ân-ı Kerîm Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem.
Bir fıkra anlatılır: Avrupalılar çok ileri bir kompüter yapmışlar. Çok mükemmel, övünüyorlar. Bütün dünyadan müşahitler çağırmışlar;
"Öyle bir eser ürettik, öyle bir kompüter yaptık ki gelin görün mârifetlerini!" demişler. Herkes toplanmış.
"Nedir marifeti?"
"Ne sorarsanız cevap verir"
Soruyorlar; hangi soruyu sorsalar makine çalışıyor; hemen cevabı veriyor! Hemen altından bir kâğıt çıkıyor, çektiğin zaman bakıyorsun; cevap orada hazır! Bütün soruları bilen bir makine. Bütün bilgileri depo etmiş.
Bizim Türk müşahit de makinenin yanına gitmiş. Makinenin kulağına eğilmiş, bir şey söylemiş. Makine tangur tungur, paldır küldür, çalış babam çalış. Herkes merakla bakıyor. Cevap yok. Dumanlar çıkmaya başlamış. Tıs tıs durmuş.
"Ne oldu? Ne yaptın sen bu makineye? Rezil ettin bizi, makineyi mahvettin, makine bozuldu!"
"Hiç!" demiş, "Gittim; ‘Ne var ne yok?' diye sordum!"
Ne var? Ne yok?
Ver bakalım cevabı. Zavallı makine var olanları sıralayacak; bir de yok olanları sıralayacak.
Mümkün mü?
Var ve yok olanları sıralamak mümkün değil; çatlamış!
Peygamber Efendimiz'in ahlâkı neydi?
Hz. Âişe anamız zeki, âlime, çok büyük ilmî meziyetleri olan bir hanım.
"Sen Kur'an okumaz mısın?" demiş.
Kâne hulükuhü'l-Kur'ân. "Onun ahlâkı Kur'ân-ı Kerîm'di!"
Hakikaten de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e hangi âyet-i kerîme inmişse onu hayatında uygulamıştır. Mesela "Mücessem örnekler, numuneler olsun." diye söylüyorum.
Sebbih'isme Rabbike'l-a'lâ. "Âlâ olan Rabbinin ismi ile tesbih eyle. İsmini tesbih eyle!"
Efendimiz hemen: "Bu; sübhâne Rabbiye'l-a'lâ'yı secdede söyleyin, tesbih eyleyin!" buyurmuş.
Fe-sebbih bi'smi Rabbike'l-azîm. "Azîm olan Rabbinin ismiyle tesbih eyle!"
"Bunu da rükûda söyleyin!" buyurmuş.
Âyet inmiş, hemen uygulama yeri belirlenmiş; derhal, aynen uygulanmış. Bu misal hatırda kalabilir. Hangi âyet inmişse Efendimiz onu tatbik etmiştir; ona göre hareket etmiştir. Ve hayatı; Kur'ân-ı Kerîm'in hayata yansıtılmış, elle tutulur, gözle görülür, kulakla işitilir, herkes tarafından anlaşılabilir, algılanabilir bir mücessem hâlidir.
Huluk, insanın içyapısı olduğu için Türkçe "huy" diyoruz. Huyları, ahlâkı... Bu iyi de olur, kötü de olur. İnsan iyi huylu da olur, kötü huylu da olur. Veyahut huylarının bir kısmı iyi olur, bir kısmı kötü olabilir. Onun için iyi huylara "hulüku'l-hasenün, huluk-u hasen" denmiş. Veya izafet ile "hüsnü'l-huluki" denmiş. Hulüku'l-hasen sıfat tamlaması, hüsnü'l-huluk izafet tamlaması tarzında. Hüsnü'l-huluk; "huyun güzelliği" demek. Hulüku'l-hasen; "güzel huy" demek. Mekârim-i ahlâk demişler; "Ahlâkın asilleri." Mekârim; "asaletlilik" mânasına. Veya mehâsin-i ahlâk demişler. Veya fedâil-i ahlâk demişler; "Ahlâkın faziletlileri." Veya efâdıl-i ahlâk demişler; "Ahlâkın en üstünleri, ahlâkın efdal olanları." demişler.
Bir de bunun karşısında; huluk-u seyyi' var; "Kötü huy." Veya hulüku's-sû', sûi'l-huluk; "huyun kötülüğü" gibi kelimeler hadîs-i şerîflerde geçiyor.
İnsanın hilkatinde, cibilliyetinde, fıtratında, mizacında, mayasında, maddî yapısında, malzemesinde mevcut olan huylar değişmez. Bunlar sabittir. Bunlar hususunda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem;
"Bir dağın; kayıp bir başka yere gittiğini duyarsan inan. Ama bir insanın huyunun değiştiğini söylerlerse inanma!" buyurmuş.
Tabiat çünkü. Karışımı öyle, malzemesi öyle. Su sudur, yağ yağdır, demir demirdir, altın altındır. Tabiat böyle; bu değişmez.
Yalnız birtakım huylar da kesbîdir. Edebü'd-ders derstir. Ders ile tedris ile öğretmek ile alınabilir, öğrenilebilir. Potansiyel olarak insanın içinde mevcuttur, geliştirilebilir.
Tamamen karanlık bir yerde doğan bir yavru; insan yavrusu, kuş yavrusu, tavuk yavrusu, kedi yavrusu, vesaire tamamen karanlık bir yerde bütün gıdaları verilerek beslense gözleri gelişmezmiş. Çünkü doğumdan sonra göre göre gözü gelişiyormuş. Hiç ses olmayan bir yerde kulağı gelişmezmiş. Yani yavaş yavaş gelişiyor. Potansiyel olarak insanın içinde iyi huyların mayaları olabilir. Mizacında, karışımında o malzeme vardır ama geliştirmek lazımdır. O da terbiyeyle oluyor. Terbiyeyle, toprağın altında gizli kalmış olan birtakım şeyler ortaya çıkıyor. Onun için Kur'an gelmiştir. İnsanları terbiye etmek, öğretmek, bildirmek için peygamberler gelmiştir. Demek ki mümkün! Allah'tan emir gelmiştir, yasaklar gelmiştir. Yapılması mümkün, düzeltilmesi mümkün ki böyle denmiş oluyor. Bu huyların; gizli saklı olduğu yerlerden ortaya çıkartılması terbiyeyle olur, eğitimle olur.
Neyi öğreteceğiz?
Terbiye edeceğiz de neyi öğreteceğiz?
Amerikalı bir çeşit öğretiyor, İngiliz bir çeşit öğretiyor, Türk bir çeşit öğretiyor, Çinli bir çeşit öğretiyor, Hintli bir çeşit öğretiyor; köylü bir çeşit öğretiyor, şehirli bir çeşit öğretiyor.
Ne öğreteceğiz, nasıl öğreteceğiz?
Öğretilen şeylerin konuları değişebilir.
Öğretme, eğitme...Nefis terbiye edilerek oluyor. İnsanın nefsi terbiye ediliyor, ahlâkı güzelleşiyor. Nefis terbiye ediliyor; insanın arzularının önüne set çekmesi mümkün oluyor, kendisine hâkim olması mümkün oluyor, iradesi kuvvetleniyor. Nefsin hevasına tâbi olmuyor da aklının, ilminin, irfanının icabı olan şeyleri yapma durumuna geliyor.
Bu terbiyeyi almışlar ve gayet ârif, gayet kâmil, gayet zarif insanlar yetişmiş. Tanıyoruz, eserlerini okuyoruz, ilâhilerini okuyoruz, seviyoruz, örnek alıyoruz, iftihar ediyoruz.
Osmanlı bu bakımdan cihan tarihinde önemli bir devlet. Bu hususta fevkalade başarılı bir devlet! İyi taraflarıyla, kötü taraflarıyla değerlendirmek gerekirse Osmanlı'nın en yüksek tarafı; nefis terbiyesini en güzel yapmasıdır, ahlâkı güzel vermesidir. Ve bu işi devlet olarak, devlet müessesesi olarak intizama sokmasıdır.
Ve hakikaten Osmanlı efendisi, Osmanlı çelebisi cihana nam salmıştır.
Biz Libya'ya gittiğimiz zaman orada duymuştuk. Tabi hem hoşumuza gitti hem de ilk defa duyduğumuz için biraz hayret ettik. Arapça'da bir insana ente Osmanlî "Sen Osmanlısın!" denildi mi; "Sen çok beyefendisin! Çok çelebisin!" mânasına geliyormuş. Söylenen kimsenin koltukları kabarırmış, çok sevinirmiş, fevkalade memnun olurmuş. Demek ki Osmanlı; çelebi, çok nazik insan, çok beyefendi insan mânasına kullanılıyormuş.
Tasavvuf terbiyesi; Peygamber Efendimiz'e benzeme, Kur'ân-ı Kerîm ahlâkını elde etme terbiyesi. O eğitim.
Uygulama mektebi; işi sözde, lafta bırakmayıp insana intikal ettirme.
Eğitim ve öğretim iki kanatlı bir çalışma. Niye bu kadar önem vermişler?
Çünkü "Güzel huy dinin yarısıdır!" Çok önemlidir.
Peygamber Efendimiz Enes radıyallahu anh'ten rivayet edildiğine göre buyurmuşlar ki:
Husnü'l-hulükı nısfü'd-dîn. "Güzel huy dinin yarısıdır" Çok önemli!
Bir başka hadîs-i şerîfinde buyurmuş ki;
Aleyküm bi husnü'l-huluki fe-innehû fî'l-cenneti lâ mehâlete. Ve iyyâküm ve sûi'l-huluki. Fe-innehû fi'n-nâri lâ mehâlete.
Hz Ali Efendimiz'den rivayet.
"Sizlere güzel huylu olmayı tavsiye ederim. Güzel huylu olmak boynunuzun borcu olsun. Güzel huylu olun; ne yapıp edip gayret edip bu vasfı kazanın. Çünkü o, hiç şüphesiz cennettedir."
Ve iyyâküm ve sûi'l-huluk. "Kötü huydan da sizi tahzir eylerim. Sakının, çekinin, uzak olun! Sakın kötü huylu olmayın! Bak ihtar ediyorum size:" Fe-innehû fi'n-nâri lâ mehâlete. "Çünkü o hiç şeksiz şüphesiz cehennemdedir."
İyi huy cennette, kötü huy cehennemde. Tabi "İyi huylular cennette, kötü huylular cehennemde olacak." demektir.
Sonra bir başka hadîs-i şerîfi biliyoruz; meşhurdur, kulaklara ulaşmıştır
Ekseru mâ yüdhilü'n-nâse'l-cennete. "İnsanları ekseriyetle cennete sokacak olan şey:" Takva'l-lâhi ve husnü'l-hulükı. "Allah korkusudur, takvâsıdır ve güzel huydur."
Ekseriya buradan girecekler cennete! Yani cennetin kapısında; "Sen ne sebeple cennete giriyorsun?" diye bir istatistik yapılsa anlaşılacak ki ekseriyet, güzel huyundan dolayı cennete giriyor. Çok namaz kıldığından veya görünür ibadetleri çok yaptığından değil, güzel huyundan dolayı giriyor.
Diğer bir hadîs-i şerîf: Ebu'd-Derdâ radıyallahu anh'ten:
Eskalü şey'in fî mîzâni'l-mü'mini hulükun hasen. İnna'l-lâhe yübğıdu'l-fâhişe'l-mütefahhişe'l-bezîe. "Kıyamet gününde mü'minin terazisinde en ağır gelecek olan şey, güzel huyudur."
Mâlum; yaptıklarımız tespit ediliyor, melekler tarafından yazılıyor. Âhirette bunlar ortaya dökülecek. İnsanın hesabı görülecek ve bunlar ilâhî terazide, âhiret terazisinde tartılacak. Sevaplar günahlar, hayırlar şerler tartılacak. Bu öyle bir terazi ki semavâtı ve arzı kefesine alacak kadar büyük. Öyle bir terazi ki her şeyi içine kalacak kadar geniş. Meleklerin bu mizanın heybetinden ürperip büzülüp bir kenarda titreştiği bir terazi.
Muazzam bir manzara. Muazzam görünüşü olan bir şey. İşte burada, bu terazide en ağır çeken şey, güzel huydur. Kötü huy da Allah'ın sevmediği bir huydur. Konuyu dağıtmamak için hadisin devamına geçmiyorum
Demek ki âhirette cennete girme sebebidir, mizanı ağır bastırır, Allah'ın sevdiği bir şeydir. Dünyada da faydası vardır. Âhirete ait olan faydasını da bir başka hadîs-i şerîf şöyle ifade ediyor:
el-Hulüku'l hasenü yüzîbü'l-hatâyâ kemâ yüzîbü'l-mâü'l-celîde ve'l-hulüku's-sûü evi'ş-şerru yüfsidü'l-amele kemâ yüfsidü'l-halle'l-asel.
İbn Abbas radıyallahu anhumâ'dan rivayet edilmiş:
"Suyu buza döktüğün zaman buzu erittiği gibi güzel huy da hataları, günahları eritir."
Mâlum buzdolabından donmuş olan buz kalıbını çıkarıyoruz, musluğun altına tutuyoruz. Hemen çıkıyor, buzlar eriyor.
Suyun buzu erittiği gibi.
Eskiden, böyle buzdolaplarının olmadığı zamanlarda buzu nasıl yapıyorlardı?
Kışın buzları alıyorlardı, mağaralara saklıyorlardı, tepiyorlardı. Mağara yoksa kuyulara tepiyorlardı. Yazın onu çıkarıyorlar ve satıyorlardı. Yazın ortasında sıkıştırılmış kar ve buz satıyorlardı.
Bir de fıkrası vardır; benim sevdiğim bir fıkra. Sohbet yumuşasın diye araya koymak iyi olabilir. Hatırda da kolay kalır. Çocuklar böyle şeyleri daha iyi hatırlarında tutuyorlar. Çünkü bir sahne, bir fıkra gibi olduğu için hayallerinde nakşolunuyor.
Hocaefendi hazretleri önde gidiyor. Ötekiler de arkasında edeple yürüyorlar. Hava sıcak... Satıcının birisi bağırıyormuş:
İrhamû men yezübu re'sü mâlihî yâ müslimûn!
Satıcı; "Buz var, yok mu alan?" diye bağırmıyor, böyle bağırıyor. İrhamû. "Acıyınız!" Men yezübü re'sü mâlihî. "Sermayesi eriyen şu adama acıyınız!" Yâ müslimûn! "Ey müslümanlar!"
Çuvalın içinde buz; yukarıda güneş. Her ne kadar sarsa çuval ıslak da olsa; hava sıcak olduğu için buz eriyor.
"Ey müslümanlar! Sermayesi eriyen şu adama acıyın!" diye şaka yaparak, bağırarak buzunu öyle satıyormuş. Eskiden buzları dağlardaki mağaralardan develere yükleyip getirirlerdi.
O böyle bağırınca, Şeyh Efendi; "Ah!" demiş, yığılmış yere düşmüş. "Aman buz getirin!" demişler; şakaklarını ovmuşlar, ellerini ovmuşlar. Demişler ki:
"Efendim, ne oldu size? Sıhhatle, afiyetle yürüyüp gidiyordunuz. Satıcının bu sözünü duyunca bir ah ettiniz, düştünüz. Güneş çarpması gibi bir şey değil!"
"İnsaf edin! Sermayesi eriyen sadece o adamcağız mı? Bizim sermayemiz erimiyor mu? Bizim sermayemiz de ömür. Bizim sermayemizi de günler, aylar seneler eritip gidiyor. Bizim sermayemizde sıfıra gidiyor" diye söylemiş.
"Güzel huy, hataları günahları, suyun buzu erittiği gibi eritir." Vel hulüku's-sû'. "Kötü huy da" yüfsidü'l-amel. "İnsanın yapmış olduğu âmâl-i sâlihayı ifsad eder, fesada götürür, bozar, kokuşturur, berbat eder!" Kemâ yüfsidü'l-halle'l-asel. "Sirkenin balı mahvettiği, ekşittiği gibi!" Sirkenin balı ekşittiği gibi, kötü huy da âmâl-i sâlihayı berbat eder, ekşitir, kokuşturur, bitirir!
Yüfsidü'l-amel. "Ameli ifsat ediyor, iptal ediyor. Batıl hale getiriyor, boş hale getiriyor!"
Kişi birtakım âmâl-i sâliha işlemiş, hayır hasenât yapmış, çeşme yaptırmış, cami yaptırmış, açlara yemek yedirmiş, çıplakları giydirmiş. Bir şeyler yapmış ama kötü huyu, buralardan kazandığı sevapları ifsat etmiş, ekşitmiş, kokuşturmuş, bitirmiş.
Bunun müşahhas bir kötü huyla ifade edildiği bir başka hadîs-i şerîfi yine hepiniz biliyorsunuzdur: Haset!
El-hasedü ye'külü'l-hasenâti kemâ te'külü'n-nâru'l hata. "Haset, ateşin odunu yakıp kül edip bitirdiği gibi insanın hasenâtını da yakar, yok eder, bitirir!" buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Demek ki insan hasetçiyse kıldığı namazların, tuttuğu oruçların, yaptığı hasenâtın bile sevabı yavaş yavaş gidiyor. Haset ettiği için! Demek ki kötü huy, sirkenin balı bozduğu gibi ameli bozuyor. İyi huy, suyun buzu erittiği gibi günahları eritiyor, yok ediyor; insanı kurtarıyor.
O bakımdan güzel huylu olmak gerekiyor; kötü huylu olmamaya dikkat etmek şart ve farz oluyor.
Güzel huylu olmak, o hususta tevfîkât-ı samedâniyyeye mazhar olmak Allah'ın büyük bir lütfudur.
Çünkü bir hadîs-i şerîfte şöyle buyuruluyor:
Kâle'l-lâhu Teâlâ. "Allah-u Teâlâ hazretleri buyurdu ki!" diye Peygamber Efendimiz, hadîs-i kudsî olarak serdediyor, îrad buyuruyor: Halaktü'l-ibâdi bi-ilmî. "Ben ilm-i ezelîm ile kulları yarattım!" Fe men eradtü bi-hî hayran. "Bu kullarımdan hayrını murad ettiğimi, hakkında hayır murad ettiğim kulumu." Menahtühû hulukan hasenen. "Güzel huylu eyledim. Ona güzel huy ikram ettim. Güzel huy verdim!"
Demek ki Allah'ın güzel huy verdiği kul, hayra erecek.
Bizim maksadımız hakkı, hayrı öğretmek. Siz biliyorsunuz, hanımlara öğretmek. Hanımlar biliyor, çocuklara öğretmek.
Ben söyledim gerisi Yavuz Sultan Selim gibi darısı başınıza.
Yavuz Sultan Selim birisinin başına yıkmış. Yani yıkan Yavuz Sultan Selim. Vefat etmeden önce demiş ki:
"Şu çekmeceyi de benim kabrime koyacaksınız!" Vefat etmiş. Şirpençe hastalığı. Arkasını sıkmışlar; "Bu yaradır, iyi olsun irini" meğer kansermiş, şirpençeymiş.
Başucunda duran nedimi Hasan Can;
"Efendim şimden geru Allah ile meşgul olmak zamanıdır!" demiş. "Artık durum ciddi, ölmek üzeresiniz! Allah'la meşgul olsanız daha iyi olur."
Şöyle bakmış ona:
"Ya sen bizi neyle meşgul sanırdın?" demiş.
İnsan Yavuz'dan böyle bir şeyi hiç tahmin etmiyor. Demek hep Allah'la meşgulmüş.
Vefat etmiş. Vasiyetinde;
"Şu çekmeceyi de kabrime koyacaksınız!" diyor. Kilitli bir çekmece. Ulemâ;
"İslâm'da kabre bir şey koymak yoktur. Böyle şeyleri firavunlar koyuyorlar!" demiş. Ötekiler de:
"Bu müslüman bir padişahtı, vasiyeti böyle, yerine getirelim!" demişler.
Ulemâ yine itiraz etmiş; "Olmaz!" demişler. "Çekmece veya eşya kabrin içine konulmaz. İslâmî bir şey değil! Gayr-i İslâmî olan bir şeyi vasiyet etse de yapmak gerekmez!"
"Açalım o zaman!" demişler. Açmak istemişler, açılmıyor. Padişah çekmecesi; kim bilir ne kadar alengirli. Bir yerinde bir şeyi vardır; çekilecektir, döndürülecektir. Halkası vardır, çivisi vardır. Usta, sanatkârane bir şeydir. Uğraşırken kapak bir açılmış, yere kâğıtlar saçılmış. "Toplayalım." diye almışlar. Şeyhülislâm Ebussuud Efendi eline almış, bakmış ki çekmecenin içindekiler kendisinin fetvaları!
Padişah soruyor;
"Şu işi şöyle yapalım mı? İran'a sefer yapmak caiz midir? Değil midir?"
el-Cevab: "Caizdir!"
O zaman ağlamış Şeyhülislâm;
"Ah Yavuz ah! Kendini kurtardın, beni yaktın!" demiş.
Bizim maksadımız da bir şeyler öğretmek.
Peygamber Efendimiz safların arasına girer;
"Sen geri git! Sen öne çık! Şu hizaya dikkat edin! Arayı doldurun!" diye meşgul olurmuş.
Neden?
Çünkü şekil insanın özüne tesir eder! Şekilden öze, bir baskı ve tesir olur. Şekli muntazam olan insanın özü de düzelmeye başlar. Özü düzeltmenin başlangıcı, şekli düzeltmekten geçer.
Onun için insanın öğrendiğini uygulaması gerekiyor. Güzel huyların klasik kitaplarda yazılanları vardır: Sabırlı olmak, şükürlü olmak, cömert olmak vesaire. Şimdi bir de modernleri vardır: Randevuya saatinde gelmek, sözünde durmak. Tabi onun aslı da yine ahdine vefa... Kur'ân-ı Kerîm'de, hadîs-i şerîfte var.
Konferansa gelmek, konferansı sonuna kadar dinlemek. Yarısında kalkıp gitmemek. O konuşmacıya karşı nezaketsizlik olur. Uyumamak!
Bu nefse böyle eza etmek gerekiyor. Bu nefsi serbest bıraktın mı işin zor.
En-nefsü ke't-tıfli in-tühmilhü şebbe alâ hubbü'r-radâi ve in-teftamhü yenfetım. "Nefis bebek gibidir. Süt yavrusu gibi, süt çocuğu gibidir. Sütten kesersen kesilir. Kesmezsen beş yaşına kadar emer!"
Kesmek lazım. İki yaşından sonra olmaz. Belli bir zamanı var.
Güzel ahlâkı, ahlâkın modernlerini de öğrenmemiz lazım geliyor. Başarı kazanmamız için, İslâm'ı temsil etmemiz için, savunmamız için, geliştirmemiz için, yaşatmamız için, beldelerimizi korumamız için yetişmemiz gerekiyor. Her bakımdan dakik olmamız gerekiyor.
Bazı insanlarda güzel huyun olmadığını görüyoruz. Olmaması, terbiye görmediğinden olabilir. Eğitim görmemiş. Bilseydi öyle yapmazdı. Bazıları da çok daha gerilerden kaynaklanıyor.
Hz. Âişe-i Sıddîka validemiz bu konuda Peygamber Efendimiz'den bir hadîs-i şerîf rivayet etmiş; enteresan. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
Sılatü'r-rahimi ve husnü'l-hulükı ve husnü'l-civâri yuammirne'd-diyâra ve yezidne fi'l-a'mâr. "Sıla-i rahim yapmak, güzel huylu olmak ve güzel komşuluk eylemek evleri, mahalleleri, beldeleri mâmur hale getirir. Ömürleri arttırır!"
"Sıla-i rahim, güzel huy ve güzel komşuluk."
Zaten sıla-i rahim de, komşuluk da ahlâkın bir tezahürü. Hepsi beldelerin şenliği olmuş oluyor ve ömrün artmasına sebep oluyor. Sıla; "vasıl olma, kavuşma" demek. Rahim; "akraba" demek. Aralarında akrabalık bağı olan insanların birbirleriyle vasletmeleri, bu bağlılığı devam ettirmeleri lazım. Ziyaretleşmeleri lazım, el öpmeleri lazım, bayramlarda birbirlerini gözetmeleri lazım.
Bu sıla-i rahim tabirinin altında bir mâna daha vardır. Bazı kimseler burayı atlarlar. Kitaplarda da sarahaten yazılmamıştır. Ben böyle kullanışa dikkat ede ede kuvvetle o kanaate geldim. Sıla-i rahim, sadece "ziyaret" demek değil. Biraz da "maddî bakımdan desteklemek" demek. "Cebine biraz para koymak, hediye vermek, ihtiyacını gidermek" demek. Kuru bir ziyaret değil!
Hüsnü'l-civâr; "iyi komşuluk" demek. Müslümanın, komşusuyla olan geçimine son derece dikkat etmesi gerekiyor. Velev komşusu gayrimüslim olsa bile! Çünkü komşuluk hakkı var. Gayrimüslim bile olsa komşuluk hakkı vardır. Müslüman oldu mu haklar daha da kuvvetleniyor, artıyor. Akraba oldu mu daha da yükseliyor.
Hadîs-i şerîfler çok da bir iki hadîs-i şerîf daha söyleyeceğim.
İnnemâ tefsîru husni'l-hulükı mâ esâbe mine'd-dünyâ yerdâ ve in lem-yüsabhü lem-yeshat.
Bir hadîs-i şerîf bu.
"Güzel huyun tezahürü nedir? Güzel huylu insan nasıl davranacak?"
Bu hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz onun numunelerinden veriyor:
"Dünyalıktan kendisine bir şey isabet ederse razı olur, müteşekkir olur. Allah'a hamd eder, şükreder. Nasibine bir şey isabet etmezse, eline bir şey geçmezse o zaman da kızmaz. Gelirse şükreder gelmezse kızmaz. Güzel huyluluk budur. Güzel huyluluğun gereği budur."
Peygamber Efendimiz'in etrafındaki insanlar çeşitli kültür, anlayış, edep ve ahlâk seviyesinde idiler. Bazıları kalabalıkla gelmişler, müslüman olmuşlar. Ama Müslümanlığın inceliğini henüz kavrayabilmiş değiller. Bedevîlikten tamamen sıyrılmış, çıkmış değiller. Ve bedevîlik töresini, âdetlerini, an'anesini, alışkanlıklarını da tamamen atabilmiş değiller.
İzâ u'tû minhâ radû ve in lem-yu'tav minhâ izâhüm yashatûn.
Peygamber Efendimiz zekâtlar geldikçe fukaraya veriyor, dağıtıyor. Fevkalade cömert. Fakat bazı çiğler, pişmemiş olanlar kendilerine hisse verilince seviniyorlar, memnun oluyorlar; verilmediği zaman kızıyorlar.
Resûlullah'a kızılır mı?
Verilmemesinin bir sebebi vardır. Geçen sefer sana vermiştir de bu sefer ondan vermiyordur. Veyahut daha çok ihtiyacı olan bir başka kimse vardır. Tabi böyle Müslümanlık olmaz. Resûlullah verirse Resûlullah'ı sevecek; vermezse sevmeyecek.
Öyle şey olmaz!
Allah verirse sevecek, razı olacak. Vermezse razı olmayacak.
Olmaz!
Güzel halde de güzel olmayan halde de; hoşa giden halde de hoşa gitmeyen halde de Allah'ın emirleri tutulmalı, Resûlullah'ın emirleri tutulmalı. Resûlullah'ın vekili olmak dolayısıyla da mürşitlerin, hocaların tavırları da öyledir. "Bir imtihandır, bir emirdir!" diye onlara da herhalde ona göre muamele edilmeli, tahammül gösterilmelidir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz kendisiyle bey'at eden kimselere şartlar koşardı. Bey'at merasiminde, sözleşirken;
Fi'l-mekrehi ve'l-menşat. "Her hâlükarda; hoşuna gitmeyen durumda da, neşeli hoş zamanda da itaat edeceğiz; âsî olmayacağız, buyruğunu tutacağız, emrinden çıkmayacağız!" diye söz alırdı.
Fi'l-mekrehi ve'l-menşat. Mekreh; "Nefsin kerih gördüğü, hoşlanmadığı şey." Menşat; "Hoş, sevimli, tatlı durumlarda." "Her iki halde de itaat edeceğiz!" diye söz alırdı.
Güzel huylar nelerdir, kötü huylar nelerdir?
Biz size şimdi 500 tanesini saymaya, anlatmaya kalkarsak sekiz gün değil, 18 gün değil, 80 gün lazım. Güzel huylar çoktur. Efendimiz'in bu husustaki bazı hadîs-i şerîflerini anlatalım.
İncelemelerimde âcizâne Peygamber Efendimiz'in eğitim metodunda şöyle bir usul sezdim:
Efendimiz bir konuyu anlatırken küçük küçük dozajlarda veriyor. Mesela "Bu meselede şu üç hususa dikkat edin!" diyor. Halbuki o meselede belki otuz tane hususa dikkat etmek lazım ama üç tanesini söylüyor. Bunu şuna benzetiyorum. Hasta oluyorsun, doktora gidiyorsun. Doktor;
"Al bu hapı; sabah bir tane, öğlen bir tane, akşam bir tane al." diyor. Veyahut "Günde bir tane al." diyor. Veya "Hapın yarısını al!" diyor. "Ortasındaki çizgiden kır, aman yarısını al." diyor.
Bizim Sapanca‘da cami cemaatinden birisi biraz asabiymiş. Doktora gitmiş.
"Hocam! Uykusuzluk çekiyordum. Doktora gittim. Bana bir hap verdi; ‘Bunun yarısını kır, al' dedi. Ben de bütününü yuttum. Üç gün uyumuşum!" diye anlatıyor.
Tabi doktorun tavsiyesini tutmazsan üç gün de uyursun, ebedî de uyursun. Kabirde devamlı uyku durumu da olabilir.
"Çok çabuk iyi olayım." diye 32 tanelik hap kutusunun hepsini birden, leblebi gibi avucumuza alıp yutuyor muyuz?
Yutmuyoruz. Birer birer alıyoruz. Onun için Peygamber Efendimiz güzel ahlâka dair bazı hadîs-i şerîflerini de, böyle bir tane iki tane şeklinde söylemiştir.
Alimlik nedir?
O konuyu tamamen bilmektir, onları toplamaktır. Onları toplarız, biriktiririz, tasnif ederiz. Karşımıza 500 tane, 600 tane madde çıktı. 600 tane konu çıktı.
Kaynak verilebilir. Benim çok hoşuma giden kitaplardan birisini, şöyle numune olarak getirdim.
Mâşaallah! Allah razı olsun!
"Hadislerle Müslümanlık" kitabı.
Peygamber ve ashabın yaşadığı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in ve ashâb-ı kirâm rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn hazretlerinin yaşadığı Müslümanlık. Beş cilt olarak tercüme edilmiş. Başka tercümeleri de var. Tercümelerinin üslup farklarını, tercüme başarılarını bilmiyorum ama bu kitabı yazan şahıs bizim İmâm-ı Rabbânî kolundan gelme, bizimle mânevî bakımdan karabeti olan bir müelliftir. Pakistan, Hindistan diyarlarında yaşamış, çok ok güzel misaller veriyor.
Bu kitabı evde okursanız en güzel bölümü üçüncü cilttedir. Öteki ciltleri de güzeldir. Tamamı beş cilt. Bunu tavsiye ediyorum. Her gün birkaç sayfa veya bir bölüm evde okuyun, müzakere edin.
Bir insan duyduğu bir sözü kafasında evirmeli çevirmeli. Dinlediği bir konferansı değerlendirmeli. Hele bu değerlendirme grup halinde yapılırsa daha iyi olur.
Konuşmacı geliyor, konuşuyor; ben hayran kalıyorum. Çok güzel, çok kıymetli! Bir başkasına bakıyorum; "Hiçbir şey anlamadım! Uyudum." diyor. Bakış açıları farklı oluyor. Ama beraber müzakere edilirse kıymetli tarafları anlaşılır, ortaya çıkar.
Allah-u Teâlâ hazretleri bizi; Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine uyanlardan ve bid'atlerden uzak duranlardan eylesin! Huzuruna sevdiği, razı olduğu, güzel ahlâklı, yüzü ak, alnı açık kullar olarak varmayı, Efendimiz'e komşu olmayı, cennet içre Allah-u Teâlâ hazretlerinin ikramlarına ermeyi, cemalini görmeyi nasip eylesin. O devlete erenlerden eylesin.
Bi-hürmeti esrâr-ı sûreti'l-Fâtiha.