Muhterem Kardeşlerim;
Bildiklerimizin tekrarı olur, bilmeyenler bir şeyler öğrenmiş olur.
Biliyorsunuz Kur’an-ı Kerîm’de zikirle ilgili pek çok âyet-i kerîme var. Zikretmek Allah’ı zikretmekle ilgili seksen küsür olduğunu birisi söylemişti. Ben kendim sayarak tahkik etmedim. Aslında sayabilirim ama hiç sayma fırsatım olmadı. Fakat çok yani seksen küsür yerde zikrin geçmesi büyük güzel bir rakam. İşin ehemmiyetini gösteriyor. Bu ayetlerden en meşhurlarının üç tanesini okuyalım. Ondan sonra hadîs-i şerîflere geçelim.
“Kâle’llâhu teâlâ tebâreke ve’t-teâlâ fî kitâbihî’l-kerîm. Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm. Bismillâhirrahmânirrahîm. Yâ eyyuhe’llezîne âmenû’z-kurullâhe zikran kesîran ve sebbihûhu bukraten ve asîlâ.” Ahzab Suresi 41 ve 42. ayet-i kerîmeler.
Burada Allahu Teâlâ Hazretleri müminlere hitaben buyuruyor ki:
Yâ eyyuhe’llezîne âmenû. "Ey iman edenler." Uzkurullâhe zikran kesîrâ. "Allah’ı çok zikredin." Çok zikir ile zikrediniz. Zikrediniz ama çok zikir ile zikrediniz. Az değil, çok zikrediniz.
Ve sebbihûhu bukraten ve asîlâ. "Sabahleyin ve akşamleyin O'na tespih eyleyiniz."
Şimdi tabii ayetlerin tefsirine geçmiyoruz. Ama başka ayet-i kerîmelerle hemen şöyle bir hatırlama babında söyleyelim. Kur'an-ı Kerîmde münafıkların sıfatlarında sayılırken, “İzâ kâmû ve’s-salâti kâmû kusâlâ yurâûne’n-nâse ve yezkurûne’llâhe illâ galîlâ.” diye buyuruluyor. Münafıklar namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar. İstekleri yok ama ne yapsınlar toplum, baskı yapıyor mecburen kalkıyorlar. Yurâûne’n-nâse."İnsanlara mürayilik yaparlar." İçlerinden gelmediği için riyâ ile yapıyorlar. Mürâîlik yaparlar. Ve-lâ yezkurûne’llâhe. "Allah’ı zikretmezler" İllâ galîlâ. "Ancak az zikrederler." Yani çok az zikrederler. Demek ki; Allah’ı az zikretmek münafıkların sıfatı olarak Kur’an-ı Kerîm’de geçiyor. Biz müminlere de Allah’ı çok zikretmemiz emrolunuyor.
Başka bir ayet-i kerîme; Ve’z-kurullâhe kesîra’lleallekum tuflihûn. Bunu bileceksiniz, Cuma Suresi’nin sondan bir önceki ayet-i kerîmesinde de geçiyor, Enfâl Suresi 45. ayette de geçer. Ve’z-kurullâhe kesîran. "Allah’ı çok zikrediniz ki" Le-allekum tuflihûn. "Ta ki felaha eresiniz." Demek ki felaha ermenin sebebi, sonunda felah bulmanın, iflah olmanın sebebi zikirdir. Cuma Suresi’nde de öyle buyuruluyor.“Ve’z-zâkirîne’llâhe kesîran ve zâkirâ’d-dîn” diye ayetler var. Demek ki mümin zikri çok yapacak.
Başka... Ellezîne yezkurûne’llâhe kıyâmen ve ku’ûden ve alâ cunûbihim. Âl-i İmrân’ın 191. ayet-i kerimesi. Müminlerin sıfatları anlatılırken “Onlar o kimselerdir ki; Allah’ı ayakta da, oturur vaziyette de, yatar vaziyette de zikrederler.”
Tabii insan, yaşamında bu üç halden birisinde bulunur. Ya ayaktadır; geziyordur çarşıda pazarda sokakta veya evde dolaşıyordur. Ya oturuyordur, bizim şimdi yaptığımız gibi. Ya da en uzun istirahat en koyu istirahat şekli yatmaktır. Ama "Müslümanlar ayakta da, otururken de, yanları üzere uzanmış durumda iken de Allah’ı zikreden kimselerdir." diye sıfatları böyle anlatılıyor.
Bunları kısaca böyle ifade ettikten sonra hadîs-i şerîflere geçiyoruz. Peygamber sallllahu aleyhi vessellem Efendimiz buyurdular ki;
An Ebî’d-Derdâ radiyellâhu anhu. "Ebû’d-Derdâ radıyallahu anh’in rivayet ettiğine göre"
Elâ unebbiukum bi hayri âmâlikum ve izkâhâ ve inde melikikum ve erfa’ihâ fî derâcâtikum ve hayrun lekum. Min infâki’z-zehebi ve’l-veriki ve hayrin lekum min telekkav aduvvukum ve tedribu a’nâkahum ve yedribu a’nâkakum. Kâlû belâ Yâ Rasûlullâh. Kâle zikrullâh. Tirmizî rivayet etmiş, İbn Mâce rivayet etmiş, Hâkim rivayet etmiş bu hadîs-i şerîfin isnatları sahihtir deniliyor.
Manasını ifade edelim. Peygamber Efendimiz sallllahu aleyhi vessellem buyuruyor ki;
Elâ unebbiukum bi hayri âmâlikum. "Ben sizin yaptığınız ibadetlerin amellerin -amal-i salihanızın- en hayırlısını size haber vereyim mi?"
Hayri âmâlikum. "En hayırlı" Başka... Ve ezkâhâ inde melîkikum. "Sizin Melikiniz olan, Melik-i Muktedir olan, mâlik-i yevmi’d-dîn olan, semavatın, arzın, mülkün sahibi olan Rabbinizin yanında en pak ibadet olan ibadeti size haber vereyim mi?"
En temiz ibadet, en geçerli, en halis ibadet. Başka...Ve erfa’ihâ fî derâcâtikum. "Sizin derecelendirilmenizde, en yüksek dereceyi size kazandıran bir ibadeti size haber vereyim mi?"
Bir ibadeti bildirmeyi Peygamber Efendimiz soru sorarak -edat-ı tenbih- kullanarak böyle başlatıyor. "Amellerinizin en hayırlısı, Allah indinde en pak, pırıl pırıl, tertemiz, safi olanı ve derecenizin en yüksek olmasına sebep olan." Ve hayrun lekum min infâki’z-zehebi ve’l-veriki. Zeheb; altın demek. Verik; re harfi esreli olunca gümüş demek oluyor. Varak olursa; yaprak demek oluyor. Verik olunca; gümüş demek oluyor.
"Altın ve gümüş infak etmenizden daha sizin için hayır getirici, sevap kazandırıcı ibadeti haber vereyim mi?"
Ve-hayrin lekum min telekkav aduvvukum. Veya; tevkav aduvvekum. "Sizin düşmanınızla karşılaşmanızdan daha hayırlı olan bir ameli size haber vereyim mi?"
Niye soru soruyor?
Soru insanların meraklarını tahrik eder, dikkatlerini çeker.
Peygamber sallllahu aleyhi vessellem Efendimiz muallimlerin serveri olduğundan, hepimizin başının tacı olduğundan kullandığı usuller de; usullerin en güzelidir. Hepsinden ibret almamız lazım. Doğrudan doğruya söylemiyor. "Bilin bakalım bir şey söyleyeceğim. Bilin!" diye düşünmeye sevk ediyor. "Size şu şu şu şu kıymetli sıfatlara sahip olan en hayırlı yapacağınız ibadeti haber vereyim mi?" Kâlû belâ Yâ Resulullah. "Ver Ya Resûlullah istemez miyiz böyle bir şeyi?
'Ver, bildir, meraklandık, şevklendik. Aşkımız galebe çaldı.' filan manasına.
Vasıflarını bir daha aktaralım:
Birincisi; Hayru âmâlikum. "İşlediğimiz amellerin en hayırlısı."
Namaz kılıyoruz, oruç tutuyoruz, hacca geliyoruz, umre yapıyoruz, sadaka veriyoruz vesaire...
İkincisi; Allahu Teâlâ Hazretleri’nin katında en halisi, en pakı...
Üçüncüsü; sizin derecelerinizi en arttıran, sizi yüksek derecelere çıkartanı ve sizin altın-gümüş infak etmektense sizin için daha hayırlı olanı. Farz veya nafile infakta bulunmaktan daha hayırlı olan, derecenizi en çok yükselten, Allah indinde en halîs en makbul olan ve amellerinizin en hayırlısı olan ameli size haber vereyim mi?
Kâlû belâ Yâ Rasûlullâh. "Tabii ver Ya Resûlullah." dediler.
Arapçada “Belâ” ve “ne’am” evet manasına gelir. Evet manasına gelir ama sorulan sorunun soruş şekline göre değerlendirilir. Elâ unebbiukum. "Size haber vermeyeyim mi" şeklinde soruluyor. Size şu şu şu vasıfta en güzel ameli haber vermeyeyim mi?
"Ver Ya Resûlullah" demek için olumsuz tarzda sorulan....
"Ben seni seveyim mi, sevmeyeyim mi?"
"Yavrum ben sana bugün hediye vereyim mi, vermeyeyim mi?"
Tahrik için, bazen olumsuz sorarız. Olumsuz soruya, olumlu istek beyan edilmek gerektiği zaman, tasdik gerektiği zaman “belâ” kullanılır. Olumsuz soruya; o olumsuz şeyin "evet, öyle olmasını istiyorum" demek gerektiği zaman “belâ'" denir. Olumlu soruya evet demek gerektiği zaman “ne’am” denir. Neam; evet demek.
Şimdi bunun ne farkı var?
"Ben size en hayırlı amelinizi haber vermeyeyim mi?"
Belâ; haber ver demek. Ama ne’am derse; evet haber verme demek olur. Farkı bu!.
İngilizcede de böyle bir şey var. Şimdi İngilizce dersine hiç girmeyelim ama İngilizcede de, Batı dillerinde de böyle şeyler vardır. Bazen sorunun soruluşuna göre cevap ters teper.
Mesela; Allahu Teâlâ Hazretleri ruhlar âleminde ruhları yarattığı zaman onlara hitaben buyurmuş ki:
Elestu bi-rabbikum?”
"Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Bakın olumsuz.
Olumsuz soruya ne demeleri lazım.
Belâ. Kâlû belâ.
"Sen ne zamandan Müslümansın."
"Kâlû belâ’dan beri müslümanım." Ruhlar aleminde, Allahu Teâlâ Hazretleri biz insanlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” dediği zaman Belâ. "Biz o zamandan beri müslümanız." Ruhlar âleminden beri müslümanız. Orada “ne’am” deseydi ne olurdu? Değil miyiz?
Kafir olurdu orada. “ne’am” derse ters, yani o olumsuzluğu tasdik manasına geliyor.
Kâlû belâ Yâ Resûlullâh. "Haber ver Ya Resûlullah vermeni istiyoruz." dediler.
Sizde ne olduğunu merak ediyorsunuz. Herhalde onlar da merak ediyorlardı. Kâle zikrullâh "Bu zikrullahtır." Allah’ı zikretmek, bu sıfatlara sahip olan bir ibadettir.
Yani nedir?
Amellerin en hayırlısıdır, cihattan da üstündür. Hadîs-i şerîf var. Cihattan da üstündür, sadaka ve zekât vermekten de üstündür, ondan sonra dereceyi en çok arttıran ibadettir. Çünkü insanın gönlünde aşkullah-muhabbetullah hasıl eder. Zikir, insanın gönlünde aşkullah-muhabbetullah hasıl eder. Zakir sonunda âşık-ı sadık olur. Zakir olmayan o dereceye ulaşamaz. Allah da kendisini en çok seveni sever.
Allah en çok kullarından kimi seviyor? Kendisini en çok seveni seviyor. Allah indinde mevkinizin makamınızın ne olduğunu merak ediyorsanız, Allah’ın sizi sevip sevmediğini merak ediyorsanız, sizin gönlünüzde Allah’ın yeri ne?
"Ona bakın." diyor Peygamber Efendimiz. Allah’la aran nasıl?
Ne haber?
Nasılsın, iyi misin, hoş musun?
Allah’ı düşünüyor musun, Allah’ın emirini tutuyor musun, Allah yolunda fedakarlık yapıyor musun?
Allah’la alakan nasıl?
İnsanın gece gündüz peşinde koştuğu işi var. Talebe mezun olmak için çalışıyor, tüccar para kazanmak için çalışıyor, partici oy kazanmak için çalışıyor... Herkes bir iş yapıyor.
Allah’la aran nasıl?
"Dayanamıyorum, çok seviyorum, gözlerim yaşarıyor."
Tamam işte Allah’a karşı sevgin ne kadarsa, Allah indinde onun da sana sevgisi o kadar.
“Ene inne zanne abdî bi”
Kulun durumu çok önemli! Rabbine karşı durumu çok önemli! Evet sahihu’l-isnad. Bu bizim için mühim bir bilgi!
İkinci hadîs-i şerîfe geçiyoruz.
An Ebî Sâidini’l-Hudrîyyi’l radiyellâhu anhu enne Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem suile.
Ebû Sâid el-Hudrî Hazretleri’nden rivayet olunduğuna göre Peygamber Efendimize soruldu ki;
"Eyyu’l-ibâdi efdalu ve erfe’u’d-dereceten inde’llâhi yevme’l-kıyâmeh."
Kulların hangisi en faziletlidir, efdaldir ve en üstündür?
"Ve erfe’u dereceten inde’llâh."
Allah indinde derecesi en yüksektir.
"Yevme’l-kıyâmeh" Kıyamet gününde.
Peygamber Efendimiz'e "kıyamet gününde, Allah indinde derecesi en yüksek olanı, en efdal olanı hangisidir." diye soruldu.
"Kâle ez-zâkirûne’llâhe kesîrâ." Allah’ı çok zikredenlerdir buyurdu Peygamber sallllahu aleyhi vessellem Efendimiz.
Yine burada çok zikretmeyi söyledi.
"Ve an ibn-i Mes’ûdu radiyellâhu anhu kâle Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem." İbn-i Mesûd radıyallahu anh’ın bize rivayet ettiğine göre Peygamber Efendimiz bize buyurmuş ki;
"Le-en ekûle subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber. Ehabbu ileyye min mâ tale’ad aleyhi’ş-şems."
Bunu da meşhur hadîs âlimi; Müslim rivayet etmiş. "Subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve-lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber." demem bana üzerine güneşin doğduğu her varlıktan daha sevimlidir. Güneş doğudan doğuyor; denizlere, ovalara, bağlara, bahçelere, saraylara, ekinlere, meyvelere, sebzelere, koylara, körfezlere her şeyin üstüne doğuyor. "Üzerine güneşin doğduğu her şeyden daha sevimlidir benim subhânellâhi ve’l-hamdulillâhi ve-lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber." demem diyor Peygamber Efendimiz. O da tabii zikirdir. Müezzinler salavat getirdikten sonra "Subhânellâhi ve’l-hamdulillâhi ve-lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber" diyorlar. Arkasından da "ve-lâ havle vel-â kuvvete illâ billâhi’l-aliyyi’l-azîm" diyorlar. O da başka rivayetten geliyor. Yani o, her şeyden daha sevimli...
Şöyle bizim bildiğimiz şeylerle kıyas edelim; Topkapı Sarayı’ndan daha kıymetli daha sevimli. Dolmabahçe Sarayı’ndan daha sevimli daha kıymetli. Boğazdaki Dolmabahçe Sarayı’nın zat-ı alinizin olmasını istemez misiniz?
Veyahut o, sizin olsa daha ne istersiniz be adamlar, mübarekler, Allah’ın mübarek kulları...
Yani yetmez mi yahu? Boğazda Dolmabahçe stadyumun önünde kocaman uzun rıhtımı olan Dolmabahçe sarayı sizin olmuş. Daha ne istiyorsunuz?
Bir de Beylerbeyi Sarayı’nı mı istiyorsunuz?
Tamam o da... O da o güneşin altında... Daha ne istiyorsun?
Topkapı Sarayı’da benim olsun. Ha! Orası bir Marmara’ya bakıyor, bir Haliç’e bakıyor. Tamam! O da senin olsun.
Daha daha?
Şurası burası, şurası burası... Hepsinden daha kıymetli olduğunu Peygamber Efendimiz söylüyor. Tabii buradan deminki sözle bir bağlantı kurarsak; bak Peygamber Efendimiz neleri nelerden daha fazla seviyor. Halbuki biz neleri seviyoruz. Ne kadar farklı! Neden Peygamber Efendimiz’in derecesinin yüksek olduğu çıkıyor.
Allah’ın şanına kudretine azametine ait dört tane cümleyi söylemek; "Subhânellâh, ve’l-hamdu lillâh, ve-lâ ilâhe illallâh, vallâhu ekber."
Bunlar dört cümle. Dört cümleyi söylemek; dünyanın ve dünyanın içindeki şeylerin hepsinden daha sevimli.
Neden?
Resûlullah sallllahu aleyhi vessellem Efendimiz; muhabbetullah içinde, deryasında gark olmuş. İnsan bir şeyi sevdi mi her şeyiyle sever.
"Ve an hâiden kâle Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem."
Yine İbn Mesûd radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
"İnne’l-abde izâ kâle subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber." Kul subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve-lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber dediği zaman; "Kabada aleyhinne melekun fedammehünne tahte cenâhihî. "Bu sözü bir melek yakalar." Kul subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve-lâ ilâhe illallâhu vallâhu ekber dediği zaman bir melek bu sözleri yakalar ve kanatlarının altına alır. "Ve sa’ade bihî’nne" Ve bu sözleri semaya yükseltmeye başlar.
"Fe-lâ yemurru alâ cem’in mine’l-melâikeh illâ kâle mine’l-melâike illâ istağferû li kâilihî’nne hattâ yecî’e bihî’nne veche’r-rahmânu celle ve alâ ve zâlike kabluhû teâlâ ileyhi yes’adu’l-kelimu’t-tayyibu ve emru’s-sâlihu yerfe’u." Revâhu’l-hâkim ve kâle sahîhu’l-isnâd.
Melek bunu kucaklayıp kanatları altına aldıktan sonra ve onu göklere doğru yükseltirken ne vakit ki meleklerden bir grubun yanından geçiyorsa onlara der ki; "istağfirû li kâilihî’nne" bu sözleri söyleyen için hadi bakalım istiğfar edin, Allah’tan afv u mağfiret dileyin der. Hangi melek grubunun yanından geçiyorsa der ki "bak bu kanatlarımın altında götürdüğüm bu sözler var ya, bunları söyleyene hadi bakalım istiğfar eyleyin, Allah’tan mağfiret dileyin." der. "Hattâ yecî’e bihî’nne veche’r-rahmân." Cenâb-ı Mevlâ’nın vech-i pakine -huzuruna, karşısına- bu sözleri getirinceye kadar geçtiği bütün melekler, demek ki onu söyleyene tövbe ve istiğfar ederler. Bu “ve zâlike kabluhû teâlâ” Kur’an-ı Kerîm’deki şu ayet-i kerîmenin anlattığı hadîsedir. “İleyhi yes’adu’l-kelimu’t-tayyibu” işte o güzel söz, söylenen güzel kelam; Cenâb-ı Mevla’ya yükselir. “ve'l amelu’s-sâlihu yerfe’uhû” amel-i salih onu, oraya yükseltir.
“Ve an’in Numân’ibni Beşîru’r-radiyellâhu anhu kâle Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem. İnne min mâ tezkurûne min celâlillâhi tesbîhâ ve’t-tehmîd ve’t-tekbîr ve’t-tehlîl yen’atıfne havle’l-arşi lehû’nne deviyyun ke-deviyyun nahl. Tezkuru bi sâhibihâ e-mâ yuhibbu ehadukum en yekûne lehû men yezkuru bihî”
İbni Mâce, Hâkim de Mustedrek’inde rivayet etmiş. Bu hadîs-i şerîfe Müslim’in şartına göre sahih demişler.
Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz;
"Allahu Teâlâ Hazretleri’nin celaline ve azametine ait sözler olarak söylediğiniz tespihler subhânallâhlar, tahmidler elhamdulillâhlar, tekbirler Allâhu ekber demekler, tehliller Lâ ilâhe illallâh demek yani subhânallah, elhamdulillâh, Allâhu ekber, ve-lâ ilâhe illallâh demek “yen’atıfne havle’l-arş” arşın etrafında toplaşırlar.
“lehû’nne deviyyun kedeviyyun nahl” arı vızıltısı gibi bunların böyle sesi, arşın etrafında çıkar. “Tezkuru bi-sâhibihâ” kendilerini söyleyen kişiyi, orada zikrederler, adını söylerler. "Beni; Ali, Veli hacı... Falanca şehirden filanca söyledi." diye zikrederler.
Peygamber Efendimiz “e-mâ yuhibbu ehadukum” diyor. Sizden biriniz istemez mi, canı sevmez mi?
“en yekûne lehû men yezkuru bi-hî” Sizden biriniz; kendisinin adını anan, zikreden bir varlık olmasını istemez mi?
Arş-ı âla’nın çevresinde arı gibi vızır vızır dolaşacak, bir de sahibinin adını söyleyecek, zikredecek, sahibini anacak. Yani sizden biriniz, namının arşın çevresinde olmasında istemez mi?
“Ve an Abdillâh ibn-i Umar radiyallâhu anhumâ enne Rasûlullâh sallallâhu aleyhi ve sellem kâle. Mâ alâ vechi’l-ardu ehadun ye’kulu subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber illâ kefferet anhu hatâyâhu ve-lev kânet misle zebeti’l-bahr”
Hz. Ömer’in oğlu Abdullâh İbn Ömer radıyallahu anh’nın rivayet ettiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi vessellem buyurmuş ki;
“Mâ alâ vechi’l-ardu ehadun ye’kul” dünyanın üzerinde bir kişi yoktur ki “subhânellâhi ve’l-hamdu lillâhi ve lâ ilâhe illallâhu v’allâhu ekber” desin de, bu sözleri; onun günahlarını aff-ı mağfiret etmesine sebep olmasın.
Bu adamın ne kadar günahı var? Çoksa da olur mu?
“Ve-lev kânet misle zebeti’l-bahr” Denizdeki köpükler kadar günahı çok olsa bile... Biliyorsunuz deniz dalgalanır, dalgalar çarpışır her dalganın üstünde bir sürü köpük vardır. Dalgaların sayısı da çoktur “emâcu’l-bihar” da çoktur ama “zebeti’l-bahr” denizin köpükleri çok daha fazladır. Yani ne kadar çok günahı olsa affına sebep olur.
“Ve fî’l-Behakiyyi an Âişete radiyellâhu anhâ ennehû sallallâhu aleyhi ve sellem kâle”
Hz. Aişe’den, Beyhâkî isimli âlimin yazdığına göre Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuş ki:
"Mâ min sâ’atin te’muru bi’bni âdeme lem yezkurillâhe fî-hâ illâ tehassera aleyhâ yevme’l-kıyâmeh”
Âdemoğlunun içinde Allah’ı anmadan geçirdiği hiçbir vakit yoktur ki; ona kıyamet gününde pişmanlık duymasın. Allah’ı anmadan geçirdiği her an için pişmanlık duyacak. İnsanlar her vakit için pişmanlık duyacak.
“Ve an Mu’âzin yerfe’uhû” yine Muâz’â kadar dayanan bir hadîse göre buyrulmuş ki:
"Leyse yetehasseru ehlu’l-cenneti illâ alâ sâ’atin merrat bi-him lem yezkurullâh fî-hâ”
Cennet ehli hiçbir şeyden hayıflanmayacaklar. Ancak dünyada zikirsiz geçirdikleri vakitler müstesna... Ona hayıflanacaklar. Gafletle, zikretmeden geçirdikleri vakitlere; cennete girdiği halde bile hayıflanacaklar.
Şimdi insanın o zaman her anında Allah’ı zikretmesi gerekiyor.
Bu nasıl olacak?
Bizim bu akşam okuduğumuz bu hadîs-i şerîfleri, bizim dedelerimiz çok evvelden biliyorlardı. Onlar küçük yaşlarda bunları okuyorlardı. Etrafları ilim doluydu, âlim doluydu. Küçük yaşta başlıyorlardı, küçük yaşta Kur’an’ı ezberleriyorlardı, küçük yaşta fetva vermeye başlıyorlardı. Çocukların futbol oynadığı zamanda kürsüye çıkıp fetva veriyorlardı. İlkokulun son seneleri gibi çağlarda fetva veren âlimler var. Yani onlar öyle yetişiyorlardı. Bunlar bu işi biliyorlardı.
Şimdi madem cennetteki insanlar bile zikirsiz geçen zamanlarına içi yanacak, hayıflanacak; o halde her zamanı zikirle geçirmek lazım.
Bu nasıl olur?
Şimdi bunun yollarını, insanlara tasavvufi terbiye hazırlıyor.
Nasıl hazırlıyor?
Bu nasıl sağlanıyor?
Deniliyor ki;
"Sen şu kadar zikir yap, zikri şurandan çek. Kalbinden dilini damağına daya, kalbinden Allah Allah de." Alıştırıyor. Kalbiyle... Diliyle, dudağıyla değil...
"Sessiz sedasız kimsenin duymayacağı, anlamayacağı, sezmeyeceği bir şekilde içinden Allah de" Sessiz... Şöyle duruyor adam "bu garibancık niye böyle sessiz duruyor. Oturmuş kenarda uykusu mu gelmiş, galiba gözlerini de kapatmış. Herhalde gece uykusuz kaldı. Uyukluyor galiba. Çok da yaşlı da değil ama. Niye bu böyle?"
O içinden Allah diyor. Dil dudak kıpırdamıyor ses yok şey yok. İçinden kalbinden Allah Allah Allah Allah Allah... Devam ediyor, buna alışıyor. Yapmazsa alışmaz. Alışmayınca ilerlemez.
Şimdi bak kalbinde Allah Allah demeye alışıyor. Sessiz sedasız çok tabii bir hale geliyor. Böyle sohbette veya başka bir yerde birisi konuşuyor, ötekisi dinliyor filan. O da, onlara böyle bakınıyor lafa katılmıyor, kalbinden Allah diyor.
Ticaret oluyor. "Bana üç metre şu kumaştan ver."
"Peki"
Takıyor kumaşı çeviriyor, bir daha çeviriyor. Üç metre. Alıyor kesiyor. Kalbi Allah demeye devam ediyor.
“Ricâlun lâ turîhim ticâretun bey’un alâ zikrillâhi ve ikâmi’s-salâh” Allah’ın zikrinden; alış veriş, şu bu mani olmuyor engel olmuyor. Yani tezgahtayken, dükkandayken, sokaktayken, vasıtadayken, işteyken, güçteyken, işçiyken, ustayken, ameleyken kalbi Allah diyor. Çünkü el çalışır. Bizim prensibimizdir kaidemizdir; eli kârda, gönlü yârda olacak. Kâr; iş demek. Eli kârda olacak, iş yapacak. İşi neyse mesleği neyse onu yapacak. Demirci, muhasib, hattat şu bu... Elinin hüneri, mesleği, sanatı neyse onu yapacak. Eli kârda gönlü yarda Allah diyecek. Gönlü Allah Allah diyecek.
Sessiz sedasız Allah der. Sonra ne olur?
Oradan o zikri yaptığın gibi bu sefer de şuradan yap. Buradan kalbin tık tık atıyormuş gibi, Allah Allah demeye alıştıktan sonra der ki "şuradan da yap." Buradan da şimdi zikretmeye başlar. Bunlar yerleşir. Sonra der ki "şimdi de şuradan yap." Onu da yapar o da yerleşir. Böyle Allah Allah demeye alıştıktan sonra der ki "nefs-i kül ile zikret." Sonra der ki bunların hepsini birden çalıştır der. Hepsi birden çalışmaya başlar. Hepsi birden Allah Allah Allah Allah Allah Allah demeye başlar. Sonra her tarafı zikreder; parmakları, tırnakları, kılları, etleri, hücreleri her tarafı zikreder.
Bir hatıraya döneyim buradan ötesini söylemeden. Ankara’nın vaizlerinden Irak’ta tahsil görmüş Osman Şevket Yardımedici Hocamıza söz açtı yani. Kendisi vaiz. Kitapları okumuş, Irak’ta filan bulunmuş, arapçası filan var, hıfzı kuvvetli, kıraati güzel. İnsanın kulaklarını, gönlünü doldurarak güzel Kur’an-ı Kerîm okur. Dedi hocam Peygamber Efendimiz’in mescidinde namaz kıldığımız zaman “Salâtun fî-mescidî hâzâ” benim şu mescidimde kılınan namaz “ke-elfi salâtin min mâ sivâhu” başka yerlerde kılınan namazlardan bin misli daha sevaplı deniliyor. Peygamber Efendimizin mescidinde namaz; İstanbul’daki namaza göre bin misli daha fazla. İstanbul’a göre de öyle, Malatya’ya göre de öyle. Nereli iseniz kendi memleketinizi düşünebilirsiniz. Bin misli daha fazla! “İlle’l mescîde’l-harâm” Bu Mekke’deki mescit müstesna. Burada yüzbin misli. Burada bir namaz kılıyoruz ya, burada bir namaz başka yerdeki yüz bin namaz gibidir. İstanbul’daki namaz gibi yüzbin tane gibidir.
Ama buranın bir şeyi vardır muhterem kardeşlerim. Belki ilk günden söylemem lazımdı. Burada sevaplar kat kat olduğu gibi, günahlar da kat kat fazla yazılır. Burası edep yeridir. Burada insanın gönlünden geçenden dolayı bile günaha girer insan. İstanbul’da olmaz. Burada gönlünü de temiz tutacaksın. Bu beldede bu belde-i haramda, burası Medinetu’r-rabbdır. Peygamber Efendimizin bu şehri Medînetu’r-Rasûl. Buranın bir adı tarih kitaplarında geçmiştir. Medînetu’r-Rabb. Burası alemlerin Rabbinin mukaddes kıldığı şehirdir. Burada gönlünden kötü şey bile geçirmek olmayacak. Burası o kadar ciddidir. Ama namazda yüzbin misli fazladır.
Şimdi orada bin misli fazla, burada yüzbin misli fazla, Kudüs-ü Şerîf’te beş yüz misli. bunun gibi sevaplı ameller var mıdır dedi Osman Şevket Yardımedici hocamıza;
"Bunun gibi sevaplı ameller var mıdır." diye sordu.
Sanki danışıklı gibi daha böyle sözünü bitirirken ben böyle çevirdim. Hani birisini bir soru sorulduğu zaman, şöyle başını önüne eğer bir tefekkür eder. Gönül âleminden dolaşır, bir şey getirir söyler. Hocamız anında hemen "evet" dedi. Daha o cümlesinin bitirirken "evet" dedi hocamız. Çok seri bir şekilde tereddüt etmeden hemen "evet" dedi. "Nedir" diye soru soranın sevincinden gözleri açıldı. Çok sevaplı, güzel bir şey öğrenecek.
"Evladım insan zikir yapa yapa zikir bütün vücuduna yayılır, her hücresi Allah demeye başlar. O zaman bir kere Allah dedi mi; hücreleri zerreleri sayısınca Allah demiş olur. Onun sevabı en büyük olur." dedi.
Şimdi böyle alışıyor insan. Hani hiçbir anı zikirsiz geçmeyecek ya. O istenmiyor mu?
Bu okuduğumuz hadîs-i şerîflerde ne isteniyor?
Zikirsiz geçen anına cennete girse bile hayıflanmayacak mı?
Hayıflanacak.
E ne yapmak lazım?
Zikirsiz vakit geçirmemek lazım! Zikirsiz vakit geçirmemeyi yarın deneyin bakalım. İşte böyle çalışmayla alışkanlık haline geliyor. Öyle alışkanlık haline geliyor ki o zaman muntazaman zikir eden bir insan haline geliyor. O hale geldiği zaman da artık hem çok yüksek bir kul oluyor. Öyle kullar yeryüzünde varken kıyamet kopmayacak. Dünyanın bekasına direk oluyor.
Peygamber Efendimiz "yeryüzünde Allah diyen insan oldukça kıyamet kopmayacak." diyor. Öyle Allah diyen diyen oldukça kıyamet kopmayacak.
Büyük bir bahse geçti.
“Ve fî’z-zikri ekseru min mieti fâidetün.” Zikirde yüzden fazla fayda vardır diyor. Yalnız bu faydaların neler olduğunu kısaca bilin diye bir tanesini okuyacağım. Ötekileri mahsustan okumayacağım meraklanın diye okumayacağım.
Zikrin faydalarından bir tanesi; şeytanı insanın yanından tard etmesidir. Zikrettiği zaman şeytan insanın yanından tard olunur. Bir faydası budur. Böylece kişi zikirle, nefsini şeytandan koruyabilir.
Bu hususta hadîs-i şerîfler vardır. Zikrullah bir kaledir. Düşmandan korunmak için eski insanlar nasıl kaleler yapmışlarsa, kalelerin içine çekilmişlerse, kapılarını kapattıkları zaman düşman zarar verememişse onun gibidir. Zikrullah bir kaledir. Eğer zikrin bundan başka bir faydası olmasaydı bile kulun dilini zikirden bir an bile gafil bırakmaması gerekirdi. Zikrullahın tek faydası şeytandan, insanı koruması olsaydı bile zikir yapılırdı.
“Fe innehû lâ yedhulu aleyhi’l-aduvvu illâ min bâbi’l-ğafleti an zikrillâh”
Çünkü insanın içine şeytan ancak zikrullahtan gafil olma yolundan girer. Kul zikrullahtan gafil olunca şeytan kalenin içine girer.
“Li-ennehû câsimun alâ kalbi’bni âdeme” Çünkü şeytan insanın gönlüne kalbine yerleşmiştir. “Fe-izâ ğafele vesvese” zikirden gafil oldu mu şeytan bu sefer vesvesesini çalıştırır, ona vesvese verir. “Ve izâ zekerallâh” zikir yaptığı zaman Allah’ı zikrettiği zaman ise, “İn hanese ve tesâvera aduvvullâh hattâ yesîra ke’z-zibâb” Allah’ın düşmanı olan bu şeytan aleyhi’l-leane zikrillah yapıldığı zaman perişan olur, küçülür hatta bir sinek haline gelir. Ufalır ufalır ufalır güçsüzleşir bir sinek haline gelir.
“Ve bi-hâzâ summiye el-vesvâsu’l-hannâs” işte bundan dolayı 'vesvâsi'l hannâs' diye isimlendirilmiştir diyor. Tabii başka faydalarını sıralıyor. Zikrin faydaları hakkında bir tanesini söyledik. Allahu Teâlâ Hazretleri cümlemizi bu çok kıymetli olan ibadete bağlı olanlardan, müdavim olanlardan, gafil olmayanlardan, uzak olmayanlardan eylesin. Zikri çok yapanlardan eylesin.
Fâtihâ-i Şerîfe mea’l-besmele.