İlke ve Değerlerinden Ödün Vermeden
Özgür Yayın Platformu Olarak Kalsın Diye
Öğle13:05 İkindi17:01 Akşam20:23 Yatsı22:02 İmsak03:51 Güneş05:38 İşrak06:23
Hava - Hava durumuÇok Bulutlu 15°C Nem %50
Türkçe
18 Zilka'de 1446 16 Mayıs 2025 Cuma
18 Zilka'de 1446
İMSAK GÜNEŞ İŞRAK ÖĞLE İKİNDİ AKŞAM YATSI
03:51 05:38 06:23 13:05 17:01 20:23 22:02
Giriş Yap

10.02.1981 - Hayatın Gayesi ve İmanın Önemi

Konferanslar

Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ve’s-salâtu ve’s-selâmu alâ hayri halkihî Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn.

Sözüme bir kıssa ile başlayacağım. O kıssadan hisse alırız, ibret alırız inşaallah.

Horasan’ın meşhur bir şehri var: Belh şehri. Bu Belh şehrinde, zamanın birinde İbrahim b. Edhem isminde bir hükümdar yaşarmış. Babasının adı Edhem, kendisinin adı İbrahim adlı bir sultan.

Bir gece yatağına yatmış. Henüz uykuya dalmadan sarayının çatısında gürültüler duymuş. Hükümdarın sarayının çatısında, hükümdarın uyuduğu yerde, yukarıda, tam uyuma vaktinde kim gürültü yapmaya cesaret edebilir?

“O yukarıda dolaşan, gecenin bu vaktinde gürültü yapan kimdir?” diye seslenmiş.

Yukarıdaki şahıs kimse, o da ona aşağıya doğru seslenmiş;

“Devemi kaybettim de devemi arıyorum.” demiş.

Onun üzerine, hükümdar bu sefer hem şaşırmış hem kızgınlıkla;

“Be hey şaşkın! Deve çatıda mı aranır? Kaybolduysa deve bahçede aranır, tarlada aranır, sokaklarda aranır. Çatının üstünde deve olur mu?” demiş.

O öyle söyleyince yukarıdaki şahıs da cevabı yapıştırmış;

“Be hey şaşkın! Peki Allahu Teâlâ hazretleri de böyle atlas döşeklerin içinde, böyle nimetlerin içinde mi aranır? Böyle bulunur mu?”

Anlamış ki yukarıda dolaşan, bildiği insanlardan değil. Tabii sonra bakmışlar, yukarıda kimse yok.

Bu hâdise İbrahim Sultan’ı epeyce düşündürmüş. Sabahleyin üzüntülü ve düşünceli kalkmış. Beyleri her zamanki gibi toplantı odasında toplanmışlar. Sağlı sollu askerler... Hem o kadar ihtişamlıymış ki, bir yere gideceği zaman, önünden arkasından işlemeli, altınlı, gümüşlü muhafızlar, tantanalı askerler gider gelirmiş. Toplantı salonunda vezirler, paşalar, beyler, askerler karşısında çepeçevre otururken bir ak sakallı adam heybetli adımlarla yürümüş, yürümüş, yürümüş, Taa hükümdarın yakınına kadar gelmiş, bir yere oturmuş. Herkes de hayret etmiş; “Bu yabancı buraya kadar nasıl girer? O kadar asker var, o kadar muhafız var, kapılar kapalı. Bu adam bu kadar askerin içinden nasıl geçti de buraya böyle pervasızca geldi? Hükümdara bir hürmet emaresi göstermedi. Ondan sonra da ‘otur’ demeden geçti, oturdu.”

Hükümdar demiş ki;

“Sen kimsin?”

“Ben yolcuyum.” demiş.

“Allah Allah! Ne arıyorsun burada?”

“Burası kervansaray değil mi? Konmaya geldim. Yolcular nasıl hanlarda, otellerde dinleniyorlarsa ben de burada dinlenmeye, mola vermeye geldim.” deyince, demiş ki;

“Burası kervansaray filan değil, benim sarayımdır.”

“Yok, burası kervansaraydır.” demiş.

“Değildir” deyince, sormuş:

“Peki senden evvel kimindi bu senin dediğin saray?”

İbrahim Sultan cevap vermiş, demiş ki;

“Babamındı.”

“Babandan önce kimindi?”

“Dedemindi.”

“Dedenden önce kimindi?”

“Filanca şahsındı.”

“O zaman onlar nereye gittiler? Hani onlarındı? Onlar nerede şimdi?”

“Onlar göçtüler.”

“Birisinin gelip oturduğu, ötekisinin gittiği, göçtüğü yer kervansaray değildir de nedir?” demiş.

Ondan sonra yine kaybolmuş, gitmiş. O zaman hükümdarın aklı daha beter karışmış. Geceleyin böyle bir şey duydu, gündüz böyle bir hâdiseyle karşılaştı. “Hadi biraz gönlümüz açılsın. Hazırlık yapın, atları hazırlayın, av malzemesini hazırlayın. Biraz avlanalım da şu sıkıntım dağılsın.” demiş.

Rivayete göre ava gitmişler. Arkadaşlarından ayrı, bir geyik görmüş. Onun peşinden koşarken arkadaşlarından epeyce bir ayrılmış. Ondan sonra biraz oklayıp onu avlamak istemiş ama onu kovalarken kulağına bir ses gelmiş. İntebih, intebih! diyor. İntebih, “uyan” demek. Gözünü aç, uyan. Söze pek dikkat etmemiş. Kulağına gelmiş bu söz ama dikkat etmemiş. Biraz daha sürmüş geğiyi. O zaman -Tezkiretü’l-evliyâ kitabı öyle yazıyor.- geyik dönmüş, demiş ki;

E li-zâlike hulukte em bi-zâlike ümirte? “Sen bu iş için mi yaratıldın? Yoksa bu işi yap diye sana emir mi ettiler?”

Başka hiç işin yok da sadece işin böyle hayvan kovalayıp o zavallı masum hayvanları öldürmek midir? diye bir cevap verince artık oradan anlamış ki etrafındaki dönen hâdiselerin hepsinin bir mânası var.

Onun üzerine, askerlerinin arasına dönmemiş. Giderken karşısına kendi sürülerini otlatan bir çoban çıkmış, demiş ki;

“Gel buraya.”

“Buyurun efendim.” demiş.

“Al şu benim elbiseleri, ver sendeki elbiseleri.”

Çoban elbiselerini almış, kendi sırtındaki elbiseleri çıkartmış. Ondan sonra terk-i diyar etmiş, gitmiş. “Allahu Teâlâ hazretleri kendisini neden yarattı? Bu hayatın mânası nedir? Gayesi nedir?” diye arayıp bulmaya, bu hususu öğrenmeye, araştırmaya karar vermiş. Hükümdarlığı terk etmiş.

Bağdat taraflarına geliyor. Rivayete göre İmâm-ı Âzam hazretleriyle de tanışmış. Hatta İmâm-ı Âzam hazretlerinin meclisine girdiği zaman İmâm-ı Âzam hazretleri ayağa kalkarmış; “Hoş geldiniz efendim.” dermiş. Ama üstünde eski püskü kıyafetler var. Derviş, boynu bükük, fakir bir kimse görünüşlü... İmâm-ı Âzam’ın etrafındaki talebeleri;

“Efendim, buna ‘efendim’ diyorsun, yâ seyyidî diyorsun, ‘ey efendim’ diyorsun. Bunun efendiliği nereden oluyor?”

“Onun mârifetullahı, Allahu Teâlâ hazretlerine âşinâlığı bizden yüksektir, fazladır.” diye ona hürmet edermiş.

Bu hikâyeyi Tezkiretü’l-evliyâ kitabı yazar.

Buradan bize çıkacak ders nedir?

Olmuş bir hâdise, muhakkak. Belh şehri var. Belh şehrinde böyle İbrahim b. Edhem denilen bir zat yaşamış. Ondan sonra eski hayatını değiştirmiş, İslâmiyet’in, imanın inceliklerini öğrenmiş, yolunu Allah’ın istediği şekle getirmiş, o yola girmiş, büyük velîlerden bir kimse olmuş.

Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz buyurmuş ki;

Lâ ibâdete ke’t-tefekküri. “Düşünmek kadar yüksek, sevaplı, değerli bir ibadet olmaz.”

İnsanoğlu, öteki mahluklardan düşünmesiyle ayrılıyor. Allahu Teâlâ hazretleri, insana bir düşünme kabiliyeti vermiş. Elhamdülillah, gözünü yumar, oturduğu yerden düşünür. En büyük nimetlerden biridir. Akıl nimeti, düşünme nimeti, en büyük nimettir!

İnsanoğlunun bu düşünmesi... “Ben neden dünyaya geldim? Benim bu dünyadaki maksadım, gayem ne? Bu dünyanın sonunda iş nereye varacak? Bu ölenler, gidenler, aramızdan ayrılanlar nereye gidiyor? Bundan sonra bizim başımıza ne gelecek? Bu daha sonraki işler hakkında kimler ne demiş? Bizden öncekilerden nice insanlar gelmiş geçmiş. Kimisi hakîm, kimisi nebî, kimisi velî; birçok insanlar gelmiş, geçmiş. Bunlar bunun hakkında ne demiş?” diye düşünmek lazım.

Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususta bizi -elhamdülillah- irşat eden pek çok âyet-i kerîme var.

Mesela; Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;

اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلاًۜ

Ellezî halaka’l-mevte ve’l-hayâte li-yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ.

Bu ölümü ve hayatı Allahu Teâlâ hazretleri yaratmıştır. “O Allah’tır ki ölümü ve hayatı yaratmıştır.”

Neden?

لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ

Li-yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ. “Hanginiz daha güzel amel işleyecek diye.”

Sonra, bir başka âyet-i kerîmede buyuruyor ki;

وَذَكِّرْ فَاِنَّ الذِّكْرٰى تَنْفَعُ الْمُؤْمِن۪ينَ

Ve zekkir fe-inne’z-zikrâ tenfeu’l-mü’minîn.

“Müslümanlara, insanlara hatırlat, bildir. Çünkü bu hatırlatma, anma, andırma fayda verir. Söylersin, sözü hatırlatmanın faydası vardır.”

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

Ve mâ halaktü’l-cinne ve’l-inse illâ li-ya’budûn.

Allahu Teâlâ hazretleri "Ben Azîmüşşân insanları da cinleri de başka bir şey için değil, ancak ve ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” buyuruyor.

مَٓا اُر۪يدُ مِنْهُمْ مِنْ رِزْقٍ وَمَٓا اُر۪يدُ اَنْ يُطْعِمُونِ

Mâ ürîdü minhüm min rızkin ve mâ ürîdü en yut’imûn.

“Ben onlardan rızık istemiyorum. Rızık peşinde koşup da âhireti unutmalarını, dünya metaını kazanacağız diye uğraşıp uğraşıp da asıl vazifeleri olan kulluğu ihmal etmelerini istemiyorum.”

Ve mâ ürîdü en yut’imûn. “Benim için it’âm etmelerini, yemek yedirmelerini de istemiyorum.”

“Ne istiyorum?”

“Bana ibadet etmelerini, bana itaat etmelerini, Benim emirlerimi tutmalarını istiyorum.”

اِنَّ اللّٰهَ هُوَ الرَّزَّاقُ ذُو الْقُوَّةِ الْمَت۪ينُ

İnna’llâhe hüve’r-rezzâku zü’l-kuvveti’l-metîn.

“Çünkü rezzâk-ı âlem, insanlara rızıkları tevdî eden zaten Allahu Teâlâ hazretleridir.”

O’nun bize ne ihtiyacı var ki, bize rızkı zaten kendisi veriyor. Biz O’na ne yapabiliriz, âciz, nâçiz mahluklar olarak?

Demek ki bizim asıl maksadımız, asıl çalışmamız, asıl gayemiz ne olmalı?

Allahu Teâlâ hazretlerine iyi kulluk etmek olmalı.

Rızık?

Rezzâk-ı âlem zaten rızkı tekeffül etmiş, rızkı verecek. Helalinden rızık için çalışacağız. Ama rızık için çalışacağız diye âhireti, Allah’ın emirlerini unutmak veyahut emirleri çiğnemek yok!

Yazmışız duvara: er-rızku ala’llâh diye. “Rızık Allah’ın üzerinedir. Allahu Teâlâ hazretleri cümle mahlukâtın rızkını ihsan eder, gönderir.” diye yazmışız. Ondan sonra haram alışverişlerle rızık teminine çalışıyoruz. Sonra söylüyorsun:

“Ya şu haram şeyleri alma, yapma, satma, etme ki günaha girmeyesin. Allah sonra bunun hesabını sorar.”

“Onu satmadığım zaman kazanamıyorum.” diyor.

O zaman o levhayı oradan indir. Madem oraya o levhayı yazdın, “Rızık Allah’ın üzerinedir.” dedin; o zaman inanmıyorsan o levhayı indir. İnanıyorsan öteki haram şeyleri satma. Değil mi?

O halde, hayatımızın gayesi, bu âyet-i kerîmelerden bize bildiriliyor ki bizim bu dünyadaki vazifemiz, Allahu Teâlâ hazretlerini bilmek, bulmak ve O’nun emirleri ve yasakları neyse ona göre hareket etmek.

Sonu ne olacak?

Yine âyet-i kerîmede buyuruluyor ki;

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

Yâ eyyühe’llezîne âmenu’tteku’llâhe hakka tukâtihî.

“Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun!” Ve lâ temûtünne. “Sakın ha, asla ve kat’a ölmeyin!” İllâ ve entüm müslimûn. “Ancak ve ancak müslüman kimseler olarak ölün, başka bir şekilde ölmeyin!” diyor.

Demek ki asıl gaye, insanın bu dünyada Allahu Teâlâ hazretlerini bilmesi, imanını taklitten kurtarıp imanın hakîkatine ermesi, tahkîke ermesi ve kâmil bir müslüman olarak canını teslim etmesi. Öyle olmazsa demek ki başına ne kadar fena şeyler gelecek ki, ve-lâ temûtünne diye Allahu Teâlâ hazretleri tehdit ediyor. “Sakın ha başka bir şekilde ölme! Sakın başka bir şekilde benim karşıma gelme! Ancak kâmil bir müslüman olarak karşıma gel!” buyuruyor.

Peki ne yapacağız?

Bu gayeyi anladık. Hayat demek ki bir imtihan yeriymiş. Demek ki hangimiz daha güzel amel işleyeceğiz diye Allahu Teâlâ hazretleri bizi bir müddet bu dünyada tutuyor, ondan sonra âhirete çekiyor. Hayatta yapmamız gereken şeyi bildirmiş; nasıl ölmemiz gerektiğini, hangi hal üzere ölmemiz gerektiğini de bildirmiş.

O halde ne yapacağız?

Evvela içinde bulunduğumuz hâli bir düşüneceğiz. “Benim hâlim acaba Allahu Teâlâ hazretlerinin isteğine uygun bir hal mi, değil mi?” diye düşüneceğiz. Hâlimiz iyi bir hal değilse... Mesela; Allah’ın emirlerine, yasaklarına aykırı bir yolda gidiyorsak, haramdan para kazanıyorsak, başkasına zulmediyorsak, gafilsek, cahilsek; bu gafillikten, bu cahillikten, bu zalimlikten, bu kötülükten döneceğiz.

Bu dönmeye ne deniliyor?

“Tevbe” deniliyor.

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا تُوبُٓوا اِلَى اللّٰهِ تَوْبَةً نَصُوحًاۜ

Yâ eyyühe’llezîne âmenû. “Ey iman edenler!” Tûbû ila’llâhi tevbeten nasûhâ.

“Allahu Teâlâ hazretlerine tevbe-i nasuh ile tevbe edin.”

Tevbe-i nasuh ne demek?

Bir daha hiç bozmayacak gibi, samimi bir şekilde, cân-ı gönülden, yürekten Allahu Teâlâ hazretlerine yönelmek.

Bu hususta yanımda şöyle bir hadîs-i şerîf vardı, onu da okuyayım. Böyle hadisler hatırda daha iyi kalır. Sözler unutuluyor da böyle fıkralar, kıssalar insanın hatırında iyi kalıyor.

İbn Abbas radıyallahu anhümâ… Peygamber Efendimiz’in amcası Abbas var. Onun oğlu var, Abdullah. Ona İbn Abbas diyorlar, yani Abbas’ın oğlu. Peygamber Efendimiz’in yeğeni olmuş oluyor. Peygamber Efendimiz’in peygamberliği zamanında çok gençmiş. Ama çok dikkat etmiş, İslâmiyet’i çok iyi öğrenmiş, çok ileri bir alim olmuş. Ashâbın alimlerinden... O demiş ki;

Hîne suile: Mâ hayru’l-eyyâm? Ve mâ hayru’ş-şuhûr? Ve mâ hayru’l-a’mâl?

Bu İbn Abbas’a gelmişler; “Yâ Abbas’ın oğlu Abdullah! Acaba günlerin en hayırlısı hangi gündür? Ayların en hayırlısı hangi aydır? Amellerin, insanoğlunun yaptığı işlerin en hayırlısı hangisidir?” diye sormuşlar.

Bakalım ne cevap vermiş:

Fe-kâle: Hayru’l-eyyâmi yevmi’l-cumuati. “Günlerin en hayırlısı cuma günüdür.

Neden en hayırlıdır?

Allahu Teâlâ hazretlerinin pek çok hikmetleri var. Cuma günü ne zaman başlar?

Cuma günü, perşembe günü akşam üstü, akşam ezanı okunduğu zaman, akşam ezanıyla beraber başlar. Perşembenin güneşi ufuktan battı mı, perşembenin güneşi gitti, artık oradan itibaren cuma başlar. Demek ki yatsı namazı, cumanın namazı oluyor. Perşembe günkü yatsı namazı, cumaya ait oluyor. Gecesi cuma gecesi oluyor. Sabahı sabah namazı oluyor. Cuma günü cuma namazını kılıyoruz, ikindiyi kılıyoruz, akşam ezanı okununcaya kadar cuma devam ediyor. Akşam ezanı okundu mu cumartesi giriyor.

En hayırlı gün cuma günüymüş. Çünkü “Cuma gününde bir saat vardır ki o saatte kim dua ederse duası reddolmaz, kabul olunur.” diyor Peygamber Efendimiz.

Cuma günü mü’minlerin amelleri ninelerine, dedelerine, babalarına, büyüklerine arz olunurmuş. Cuma günü arz olunuyor. Bizim yaptığımız işler, Peygamber Efendimiz’e, büyüklerimize ve ecdadımıza cuma günü arz olunurmuş. Hadîs-i şerîfte geçiyor bu. “Bak, senin zürriyetinden filanca şahıs şu şu şu işleri yaptı.” Veyahut peygamber ise, “Bak, senin ümmetinden filanca şahıs şu şu şu işleri yaptı.” diye cuma günü arz olunurmuş. Hatta Peygamber Efendimiz diyor ki;

“Sizin yaptığınız şeyler iyi ise geçmişleriniz memnun olurlar, kötü ise üzülürler.” Ve’tteku’llâhe ve lâ tü’zû mevtâküm. “Onun için Allah’tan korkun da mevtânızı, âhirete göçmüş eski büyüklerinizi, ölülerinizi sakın ezalandırmayın!”

Demek ki ben burada bir günah işlesem, ondan dedelerimin kemikleri sızlayacak! İşte cuma günü böyle bir gün.

Cumanın gecesinde Allahu Teâlâ hazretleri; seslenirmiş “Yok mu bir dua eden, duasını kabul edeyim. Yok mu mağfiret talep eden, affedilmesini isteyen, onu affedeyim.” diye cumanın gecesinde seslenirmiş. Hayırlı bir gün. İbn Abbas radıyallahu anhümâ, doğru söylemiş. Allah razı olsun, doğru söylemiş.

Günlerin en hayırlısı cuma günüdür. Başka hayırlı günler var ama cuma, elhamdülillah, belli. Ne zaman olduğu hepimizce malum bir gündür. Hem de her hafta geliveriyor. Çok şükür o hayırlı güne her hafta kavuşuyoruz. İhyâ etmek bakımından söylüyorum. İnşaallah cumalara dikkat edelim, cumayı ihyâ etmeye çalışalım.

Cuma günü nasıl ihyâ olur?

Bir kere sabah namazını camide kılarız. Ondan sonra, Cuma’dan evvel bir gusül abdesti alalım. Çünkü Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz diyor ki;

Meniğtesele yevme’l-cumuati îmânen va’htisâben.

“Kim cuma günü inanarak, Allah’tan sevabını bekleyerek gusül abdesti alırsa -Temizleniyor, boy abdesti [alıyor], yıkanıyor. Böyle bir abdest alırsa.- geçmiş haftanın günahları üç gün ziyadesiyle affolunur.” diyor.

Yani hem geçen evvelki cumaya kadar ki işlenmiş günahlar affoluyor, bir de üç gün ziyade. el-Hasenetü bi-aşri emsâlihâ olduğundan, iyilik on misli olduğundan, öyle günahların affına vesile oluyor.

Ondan sonra, Cuma namazına erken gelelim. Tam ezan okunduğu zaman  gelmek değil de, erkenden gelelim; Kur’an okuyalım, zikredelim, ibadet edelim, sevabı kaçırmayalım.

Cuma hakkında sözler çok da, onu geçelim.

“Günlerin en hayırlısı cuma.” demiş.

“Ayların en hayırlısı?”

Hayru’ş-şuhûri şehru Ramadân. “Ayların en hayırlısı Ramazan ayıdır.” buyurmuş.

Neden?

Çünkü Ramazan’da göğün kapıları açılır. Cehennem kapıları kapatılır, cennet kapıları açılır. Allahu Teâlâ hazretleri yedi göğü bezer. Şeytanları bukağılar, zincirlere bağlar. Müslümanlara feyz ü bereketini, Ramazan ayında bol bol ihsan eder.

Allahu Teâlâ hazretleri tekrar tekrar kavuştursun ve feyzinden bizi istifade ettirsin.

O da doğru. Ramazan da öyle.

Ramazan’ın içinde hele bir Kadir gecesi var ki, Leyletü’l-kadri hayrun min-elfi şehri. "Bin aydan daha hayırlı bir gece." Bin ay da, seksen üç sene filan ediyor. Yani bir ömre bedel bir gece var. Demek ki insan bir Ramazan’da o Kadir gecesini ihyâya muvaffak olsa, Allahu Teâlâ hazretleri bir ömürlük sevabı ihsan edecek. Ne kadar büyük bir şey!

Biz ne kadar âciz ve cahiliz, ne kadar gafiliz ki bir ömre bedel bir gece var da bir Ramazan’da dişimizi sıkıp da kendimizi ibadete tahsis etmiyoruz! Ne kadar âhiret ticaretinden gafil insanlarız! Peygamber Efendimiz; “Kadir gecesini Ramazan’ın son on gününde arayın.” buyurmuş. Ve Ramazan’ın son on günlerinde hep camide itikâfa girmiş.

İtikâf ne demek?

Evine gitmeyeceksin. Hanımının, çoluk çocuğunun yanına gitmiyorsun. “Ben sana ibadete geldim yâ Rabbi! Ben senin misafirin oldum.” der gibi camide yatıyorsun, kalkıyorsun. Zikirle, ibadetle, Kur’an okumakla, namaz kılmakla meşgul oluyorsun.

Allah bize bunu nasip etsin. Bu müekked sünnet, yani Peygamber Efendimiz’in çok riayet etmiş olduğu bir sünnettir.

Hatta o kadar önemlidir ki bir şehirde, bir beldede, bir köyde, bir kasabada Ramazan’ın son on gününde itikâf etmeyen hiçbir kimse çıkmasa, hiç kimse olmasa, herkes bu işi yapmasalar, hepsi mesul olurlar. Ama birkaç tanesi yapınca, ötekileri de sorgudan sualden kurtarmış oluyor.

Ve hayru’l-a’mâli?

“Amellerin en hayırlısı nedir?” diye sormuştu ya...

Bu soruyu soran üç şey sormuştu. İbn Abbas radıyallahu anhümâ da cevap veriyordu.

“Günlerin en hayırlısı cuma günü, ayların en hayırlısı Ramazan ayı.” dedi.

Amellerin en hayırlısı hangisi?

Bak, ne kadar önemli!

Hayru’l-a’mâli: es-salavâtu’l-hamsu li-vaktihâ.

“Amellerin en hayırlısı, vaktinde kılınan beş vakit namazdır.”

Beş vakit namazı vaktinde kılmak, amellerin en hayırlısı.

Neden?

Namaz mü’minin mirâcıdır da ondan. Biz namaz kıldığımız zaman, Allahu Teâlâ hazretlerinin hûzûr-u âlîsine çıkıyoruz. Lâlettâyin bir şey değil. Peygamber Efendimiz’in torunlarından, bazılarından rivayet ediliyor ki, Namaz vakti geldiği zaman... -İmam Câfer-i Sâdık mesela, Hz. Hüseyin Efendimiz’den naklediliyor- sabah namaz vakti geldiği zaman sapsarı kesilirmiş. “Hasta mı oldun, hayrola, neyin var?” diye sordukları zaman; “Yapacağım iş çok mühim! Allahu Teâlâ hazretlerinin huzuruna çıkacağım. Nasıl heyecanlanmayayım, nasıl telaşlanmayayım?” dermiş. Heyecanından sapsarı olurmuş. Demek ki namaz böyle, mü’minin miracı olduğu için önemli.

Sonra, namazın en üstün zikir olduğu zikrediliyor. Elimize tesbih alıyoruz; Allah Allah diyoruz, Lâ ilâhe illallah diyoruz, Sübhanallah diyoruz, Elhamdülillah diyoruz. Hepsi var namazın içinde. Bütün gök ehlinin, meleklerin yaptıkları ibadetler namazın içinde toplu halde bulunuyor. Kolleksiyon yani… İbadet kolleksiyonu mübarek! Her çeşit hayır var. Onun için namazları bu gözle, biraz daha itina ederek, dikkatle, itina ile kılalım. Çünkü amellerin en hayırlısıdır.

Namaz hakkında da çok şey söylenebilir. Ramazan hakkında da çok söz söyleriz. Söylenecek şeyler vardır. Cuma hakkında da çok şeyler vardır. Ama bakalım şimdi bu ne olmuş:

Fe-mâ dâ alâ zâlike selâsetü eyyâm.

İbn Abbas radıyallahu anh bu sözü söyleyince dinlemişler, hatırlarında tutmuşlar. Aradan üç gün geçmiş. Üç gün geçtikten sonra; Fe-belaga Aliyyen radıyallahu anhu en İbn Abbâsin radıyallahu anhümâ suile an zâlike fe-ecâbe bi-kezâ. Bu İbn Abbas radıyallahu anhümâ’ya böyle sual sorulduğu ve o suale de o mübareğin böyle cevap verdiği Hz. Ali Efendimiz’e iletilmiş.

Hz. Ali Efendimiz kim?

Dördüncü halife. Müslümanların çocuklarından genç yaşta ilk müslüman olan zât. Peygamber Efendimiz’in amcazâdesi. Peygamber Efendimiz’in mübarek damadı. Peygamber Efendimiz’in mübarek kızı Fâtımâtü’z-Zehrâ’nın, cennet kadınlarının efendisi Hz. Fâtımâ’nın kocası. Peygamber Efendimiz’in gözbebeği. Hayber’in kahramanı, Allah’ın arslanı Hz. Ali. Ona sorulmuş. Ne kadar zarif insanlar! Ne kadar zarif, ne kadar hoş, ne kadar tatlı, edepli, terbiyeli insanlar.

Allah bizi onların yolundan ayırmasın. Şefaatlerine nâil etsin.

Ne kadar kibar söz söylüyor, bakın:

Fe-kâle Aliyyün radıyallahu anhu. “Bunun üzerine Hz. Ali Efendimiz buyurdu ki.”

Lev suile’l-ulemâu ve’l-hukemâu ve’l-fukahâu mine’l-maşriki ile’l-magribi lemâ ecâbû bi-misli mâ ecâbe bihî İbn Abbâsin illâ ve ennî ekûl.

İlk önce iltifat ediyor. İlk önce güzelce diyor ki; “Eğer maşrikten mağribe kadar, doğudan batıya kadar ne kadar alim, hikmet ehli, fakih, din bilgini varsa, onların hepsine bu sual sorulmuş olsaydı, İbn Abbas radıyallahu anhümâ’nın verdiği cevap gibi güzel cevap veremezlerdi. Ona benzer, ona denk başka bir cevap veremezlerdi.”

“Onlar da öyle söylerlerdi. Ancak bu kadar söylenir, çok güzel söylemiş!” diyor.

Ne kadar güzel! İlk önce hak sahibinin hakkını veriyor. İbn Abbas’ı ilk önce methediyor. “Güzel söylemiş, çok doğru! Mağripten maşrike cümle ulemâya, fukahâya, hukemâya sorulsa onlar daha güzelini söyleyemezlerdi. Aşk olsun, ağzı dert görmesin, güzel söylemiş.” diyor ilk önce.

Ondan sonra diyor ki;

İllâ ennî ekûl. “Fakat ben de derim ki.”

Demek kendisi de bize bir şeyler söyleyecek. Bakalım ne diyecek.

İnne hayre’l-a’mâli mâ yakbalu’llâhi teâlâ minke. “Amellerin en hayırlısı, Allah’ın kabul etmiş olduğudur.”

“Kabul etmemişse ne yapayım ben? Mühim olan kabul etmiş olmasıdır.” diyor.

Ne kadar ince bir noktaya temas ediyor!

Çünkü Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde; “Öyle kimseler var ki, -Bunu izah için söylüyorum, bunun dışında olarak- oruç tutar ama akşama kârı, sadece ve sadece aç ve susuz kalmaktan ibarettir.” diyor.

Neden hiçbir ecir alamaz?

Onun sebebi var. Oruç tutmak sadece aç ve susuz kalmaktan ibaret değil. İnsan aynı zamanda ahlâken de oruç tutacak. Mesela gözüne, diline, kulağına oruç tutturacak; her âzâsına oruç tutturacak. Ona gıybet etmiş, buna ağır söz söylemiş, ötekisinin kalbini kırmış, berikisine yalan söylemiş, ötekisini kırmış, kötü şeyler dinlemiş… O zaman orucun sevabı kalmıyor. Akşama kârı ne oluyor? Elde bir şey yok. Kâr filan yok. Sadece aç ve susuz kalmış. Demek ki oruç tuttuğu halde insanın kârı olmayabiliyor, Allah kabul etmiyor.

Namaz da böyle. Kur’ân-ı Kerîm de böyle.

Mesela yine hadîs-i şerîflerde var ki; -söz uzamasın diye kısa geçiyorum- “Nice Kur’an okuyan kimse vardır ki Kur’ân-ı Kerîm ona lanet eder.” diyor Peygamber Efendimiz.

Neden?

Kur’an boğazından aşağı geçmiyor ki! Boğazı söylüyor.

Gönül?

Gönül iştirak etmiyor. Halbuki gönül iştirak etmedi mi olmaz ki!

Münâfikûn sûresinin başında diyor ki;

اِذَا جَٓاءَكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ اِنَّكَ لَرَسُولُ اللّٰهِۢ وَاللّٰهُ يَعْلَمُ اِنَّكَلَرَسُولُهُۜ وَاللّٰهُ يَشْهَدُ اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ لَـكَاذِبُونَۚ

İzâ câeke’l-münâfikûne kâlû neşhedü inneke le-resûlullâh.

“Yâ Resûlüm, münafıklar sana gelirler, derler ki; ‘Şehadet ederim ki sen Allah’ın resûlüsün.’” Vallâhu ya’lemu inneke le-resûlühû. “Allahu Teâlâ biliyor ki sen elbette onun resûlüsün.” -O gönderdi, elbet biliyor!- Vallâhu yeşhedü inne’l- münâfikîne le-kâzibûn. “Ama Allah şehadet eder ki münâfıklar yalan söylüyor.” diyor.

Neden?

Gönülden söylemiyor da ondan. Dili “sen Allah’ın resûlüsün” diyor ama yine yalancı yine yalancı!

Neden?

Gönülden söylemedi. İçinden iştirak etmiyor. Dili söyledi diye.

Onun için Kur’an okuyan nice insanlar da vardır ki Kur’an ona lanet edecek, davacı olacak, bazı kimselerin yakasına yapışacak.

Namaz?

“Nice namaz kılan kimse vardır ki kıldığı namaz onu ancak Allah’tan uzaklaştırmaya yarar, Allah’la arasındaki mesafeyi açmaya yarar.” diyor.

Neden?

Namaz kılar, aklı başka yerdedir. Veyahut bir günah üzerinde namaz kılmaktadır. Mesela gaspedilmiş bir elbiseyle namaz kılmaktadır; zulüm vardır, başka şeyler vardır diye.

Demek ki Hz. Ali Efendimiz, el-hak doğru söylemiş; “Amelin en hayırlısı, Allah’ın kabul ettiğidir."

Mesela bir başka hadîs-i şerîf var ki uzun bir hadîs-i şerîf. Onu râvi rivayet ederken kendisine soruyorlar: “Sende bir hadîs-i şerîf varmış, sen o hadîs-i şerîfi rivayet ediyormuşsun onu bize söyle.” deyince, o hadisi hatırlayınca, düşüyor, bayılıyor ilk önce. Dehşetinden... Hadîs-i şerîfin dehşetinden düşüyor, bir bayılıyor. Başında bekliyorlar. Neden sonra kendine geliyor, kalkıyor. “Dur, ben size o hadîs-i şerîfi söyleyeyim…” derken yine gözleri doluyor, yine aklı gidiyor, bir daha düşüyor, bayılıyor. Böyle bir hadîs-i şerîf, uzun bir hadîs-i şerîf. Orada diyor ki;

“Allahu Teâlâ hazretlerine ameller arz olunur. Yedi kat semayı geçer, arz olunur. Ama melekler geçirmez ki!”

Her semanın meleği, bu amelleri götüren melekleri durdururlarmış. “Dur! Nereye gidiyorsun? Ne götürüyorsun? Kiminkini götürüyorsun?”

“Filanca şahıs. İşte şu kadar namaz kıldı, bu kadar oruç tuttu, şu kadar Kur’an okudu. Onun sevabını götürüyorum.”

“Git, bu yaptığı ibadetleri onun yüzüne çarp! Çünkü o riyakâr idi. Allahu Teâlâ hazretleri bana ‘Riya ehlinin amelini bu semadan öbür tarafa geçirme.’ diye emretti. Ben onu yukarıya geçirmem. Git, onun yüzüne çarp!” diyor.

Ravinin bayıldığı kadar var. Müthiş bir hadîs-i şerîf!

Demek ki Hz. Ali kerremallâhu vechehû Efendimiz el-hak doğru söylemiş; “Amellerin en hayırlısı, Allah’ın kabul ettiğidir.”

Kabul etmezse hâlimiz ne olacak?

Gece gündüz ağlayalım, yalvaralım da bunun çaresini arayalım, bulalım. Nereden, hangi doktorlar bunun çaresini söylüyor ise, hangi profesör bu işin mütehassısı ise gidelim. “Acaba bizim bu amelimizin böyle yüzümüze çarpılmaması için ne yapmamız lazım? Hangi ameli Allahu Teâlâ hazretleri nasıl kabul eder?” diye bunun çaresine bakalım. Biraz boğazın sıkıştığı zaman, kalbin fazla attığı zaman doktora gidiyorsun ya, hepimiz gidiyoruz ya, bu âhiret işi için niye gitmezsin?

El-hak güzel söylemiş.

Allah şefaatine nâil etsin.

Bakalım, sonra ne demiş?

Ve hayru’ş-şuhûri mâ tetûbu fîhi ila’llâhi tevbeten nasûhâ.

 “Ayların hayırlısı, içinde tevbe-i nasuh ile Allahu Teâlâ hazretlerine tevbe edip de yoluna girdiğin aydır.”

“Sen nasıldın?”

"Aman kardeşim, sen benim eski hâlimi hiç sorma! Ben eski filanca. Eskiden o meyhane senin, bu meyhane benim gezerdim. Mahallenin kabadayısıydım. Önümden geçeni yumruklardım, arkamdan geçeni tekmelerdim. Şu kadar insana şu zulmü ettim, bu kadar insana şu haksızlığı yaptım.”

“Sonra ne oldu?”

“İşte sonra şöyle hâdise oldu, böyle hâdise oldu da hatamı anladım; tevbe ettim, hak sahiplerinden helalleştim, bu yola girdim.”

İşte bunun gibi! Tevbe-i nasuh ile kötü yolu bırakıp da hak yola girdiğin ay, ayların hayırlısı o.

“Ramazan hayırlı” dersin de Ramazan’dan istifade etmemiş isen o Ramazan’ın hayrından sana ne?

Ramazan hayırlı bir aydır.

Hadîs-i şerîfte; “Ramazan’da amellerin kabul edilip edilmediğinin alâmeti, Ramazan’dan sonra insanın Ramazan içindeki güzel hâlinin devam etmesidir.” diyor. Sen bir Ramazan içinde sabahları geliyordun, camide mukabeleyi dinliyordun. Gündüzleri oruç tutuyordun. Sigarayı, içkiyi bırakmıştın melek gibi bir hâle bürünmüştün. Akşamleyin gelip iftarını yapıyordun ondan sonra yatsıya, camiye geliyordun; hocanın konuşmasını dinliyordun, namazı kılıyordun, melek gibi evine gidiyordun. Bunların hepsi güzel. Ramazan’dan sonra ne oldu? Sen orasını söyle bana. Ramazan’da böyleydin de Ramazan’dan sonra ne yaptın?

“Hocam hiç orasını sorma. Yine içkiye başladık, yine sigaraya başladık, yine ibadetleri unuttuk, yine evde hanımı bağırıp çağırıp üzmeye başladık, yine şöyle ettik.”

Kabul olmamış.

“Etme hocam! Hakikaten öyle mi?!”

Ben söylemiyorum, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz diyor. “Bir Ramazan içinde insanın ibadetleri kabul olmuşsa, onun alâmeti Ramazan’dan sonra o insanın hak yolda devam etmesidir.” Etmiyorsa olmamıştır, tutmamış demektir.

Ağacı bazen dikiyoruz da, kuruyuveriyor. Bir ay geçiyor, iki ay geçiyor, öyle anlıyoruz. Mesela çamı dikiyorsun, yemyeşil duruyor. “Acaba tuttu mu tutmadı mı?” derken, iki ay, üç ay sonra bakıyorsun; yaprakları, iğneleri kurumaya başladı. “Bu çam tutmadı.” diyorsun. Onun gibi. O Ramazan senin için hayırlı değil. Çünkü hayrından istifade edemedin. Ramazan’ın kendisi hayırlı ama o Ramazan’ın hayırlı olmasının kâfirlere, mücrimlere bir faydası olmadığı gibi sana da fayda etmemiş.

O zaman ayların hayırlısı hangisi?

“Ayların hayırlısı, içinde senin tevbe-i nasuh ettiğin, yolunu tam döndürüp de Allah adamı olduğun zaman, Allah’ın yoluna girdiğin aydır.”

Bu da güzel! Çok doğru söylemiş!

Gelelim üçüncüsüne:

Ve hayru’l-eyyâmi. “Günlerin en hayırlısı” hangisidir? Mâ tahrucu fîhi mine’d-dünyâ ila’llâhi teâlâ mü’minen bi’llâhi. “Günlerin en hayırlısı o gündür ki sen o gün dünyayı terk edersin, emaneti sahibine teslim edersin de îmân-ı kâmil ile Allahu Teâlâ hazretlerine kavuşursun. En hayırlı gün işte odur.”

Neden?

el-Umûru bi-havâtimihâ. “İşler sonuna bakılarak bilinir.”

Bir ömürde insanın nasıl bir insan olduğu, hâtimesinden belli olur. Yani işin sonunda ne olacak? İnsan başında başka türlü olabilir de, işin sonunun iyi gelmesi lazım. Sonunun düzgün gitmesi lazım. Onun için sen Allah’a emaneti mü’min-i kâmil olarak teslim edebiliyorsan, iman ile göçebiliyorsan ne mutlu sana!

İman ile göçemezsen?

O zaman burada yaptığın şeylerin kıymeti yok. Çünkü öyle kimseler var ki, Allah korusun, iman etmiş, mü’min olmuş; ondan sonra bir şeye kızmış, doğru yoldan çıkmış, raydan çıkmış, paldır küldür gitmiş. Böylelerine “mürted” diyorlar. İrtidat etmiş, hak yoldan dönmüş.

Mesela Yemen’in kabilesinden bir kabile reisi... Pazar yerinde bir adam yanlışlıkla kendi ayağına basıverdi. Sen misin adamın ayağına basan! Ayağına basan kimseye bir tokat şaplattı! Eski devir değil ki, İslâm geldi. O eski Araplar’ın cahiliye devri değil ki! İslâm geldi, Hz. Ömer’in çağı, adalet zamanı. Tokatı yiyen adam gitti, şikayet etti. “Yâ emîre’l-mü’minîn! Ben çarşıda yanlışlıkla, işte şöyle oldu da böyle oldu da, böyle bir şey oldu. Bu adam beni çarşıda dövdü.” Şikayet etti. Ne olacak? Döven kim?

Filanca kabilenin reisi, başkan, itibarlı bir kimse.

Ama hükmeden kim?

Hz. Ömer. Başkanlığı filan dinler mi?!

“O ona vurduysa bu sefer kısas lazım geldi. Kendisine sopa vurulan da aynı şekilde ötekisine vuracak.” dedi.

Kısas; dişe diş, göze göz, cana can. Kısas... Sen ona vurmasaydın. Madem vurdun, sen de yiyeceksin sopayı.

O kabile reisi onuruna yediremedi. Kibirli bir kimse demek ki, sabırsız… Zaten sabırsız olduğu tokatı vuruşundan da belli. Haydi, kalktı, İslâm diyarından kaçtı. Dosdoğru Bizans’a gitti, tanassur etti, hıristiyan oldu, İslâm dinini bıraktı, kâfir olarak yuvarlandı gitti. İrtidat etti.

Onun bir camide namaz kılmasının kıymeti var mı?

Yok!

İşin sonu mühim!

Onun için, Allahu Teâlâ hazretleri cümlemize hüsn-ü hâtimeler nasip eylesin. Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizi yolundan ayırmasın.

Zaman geçmiş olmasa daha söylenecek sözler var ama fazla da uzatmak istemiyoruz.

Yanlız şu var ki; işin sonu şimdiden ayarlanıyor. O iş birdenbire olmuyor. Mesela hakikaten Allah’tan korkan, takvâ ehli insanlar, hayatı en son zamana göre ayarlamışlar. Mübarekler düşünmüşler, taşınmışlar kitaplarını okuyoruz. “Acaba insan nasıl olur da, ne yapar da en sonda 'eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlühû' der de emanetini mü’min olarak nasıl teslim eder?” diye çok düşünmüşler. Bakmışlar, görmüşler ki; en son devir, en son çağ, en son dem, en son zaman, korkunç bir zaman... Azrail aleyhisselam insanın karşısına “Ver bakalım emaneti!” diye çıkıverdiği zaman öyle müthiş bir manzarası varmış ki… Mübarek, melek tabii, Allah’ın emriyle hareket ediyor. Ama öyle müthiş bir manzarası varmış ki o Azrail’i görmek, elli kılıç darbesi yemekten daha zormuş. Kılıcı şöyle bir vursalar, insanın vücudunu bir yerden bir yere keser. Bir daha vursalar, burasını keser. Elli yerden... İnsanın vücudu lime lime kesilse, nasıl acır, her tarafı sızlar. “Ondan daha zor!” diyorlar. Kitaplarda öyle okudum. O zaman insanda akıl kalır mı? “Ya ben ne diyecektim, hangi kelimeydi o? Akıl filan kalmaz.

Onun için, Allahu Teâlâ hazretleri cümlemize hüsn-ü hâtime nasip eylesin. Onun hazırlığı şimdi, bu zamandan başlıyor.

Her zaman eline tesbihi alacaksın belli miktarda, Allah diyeceksin, Lâ ilâhe illallah diyeceksin, Allah’ın yolunda gideceksin. O hâle getireceksin ki sen elinle iş yaparken bile, için Allah diyecek.

“Der mi hocam?”

Der.

“Nereden söylüyorsun?”

Gördüm, duydum ve biliyorum. Oradan söylüyorum.

Birisini hatırlıyorum ki horul horul uyuyordu. Aynı yerde yatıyorduk. Horul horul uyuyordu. Derin bir uykuda horluyor. Bir taraftan da horultusu içinde Allah Allah Allah… diye devam ediyor. Hem horluyor hem devam ediyor. Şu kulaklarımla duydum, biliyorum ki olur! Olduğunu da biliyorum, kitaplardan da biliyorum. Bizzat da gördüm, biliyorum.

İşte o hâle gelirse o zaman ne mutlu! O hâle getireceksin. Onun için de şimdiden çalışacaksın.

Çünkü Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz buyuruyor ki;

Temûtûn kemâ taîşûn. “Ölürsünüz.” Nasıl ölürsünüz? Kemâ taîşûn. Nasıl yaşamışsanız öyle ölürsünüz. “Nasıl yaşadıysanız öyle ölürsünüz.”

En son anda hep insan mesleğiyle ilgili sözleri söyler. Akıl gitti mi... Akıl gitti. Sekerâtü’l-mevt diyoruz.

Ne demek sekerâtü’l-mevt?

Ölümün sarhoşlukları.

وَجَاءتْ سَكْرَةُ الْمَوْتِ بِالْحَقِّ

Ve câet sekretü’l-mevti bi’l-hakk.

Ölüm sarhoşluğu... Ölümün sarhoşluğu geldi mi, akıl gitti mi o zaman iş zor olur.

Nasıl ölürsün?

Kemâ taîşûn. "Nasıl yaşadıysan öyle ölürsün." İyi hal üzere yaşadıysan iyi hal üzere ölürsün.

Onun için, Allahu Teâlâ hazretleri bizi tevbe-i nasuh; hak, samimi, güzel bir tevbeyle tevbe edip yoluna dönenlerden eylesin. Yapmış olduğumuz günahları, kusurları, isyanları, hataları bağışlasın. Bundan sonraki ömrümüzde bizi hıfz u himaye eylesin, korusun.

Çünkü şimdiye kadar yaptıklarımızdan bir korkuyoruz, bundan sonrasından bin korkuyoruz. “Acaba hâlim ne olacak? Acaba dosdoğru durabilecek miyim, yoksa ayağım takılıp düşecek miyim?” Bilmiyoruz ki! Allah lütfederse dururuz.

Ondan sonra da cümlemize hüsn-ü hâtime nasip etsin. Hakkı hak olarak görmek, hakka tâbi olmak nasip etsin. Bâtılı bâtıl olarak görmek, bâtıldan kaçmak nasip etsin. Günahlardan uzaklaşmak nasip etsin.

İman... Hani şu kolumuza, elimize, göğsümüze, kadınların ziynet diye taktıkları zümrütler, yakutlar, pırlantalar var ya... İman onlardan da kıymetli bir cevherdir. Çok kıymetlidir. Fevkalâde kıymetli bir cevherdir. Onun için o mübarek cevherin düşmanı çoktur, hırsızı çoktur. Nasıl sen şurana hakikî yakutu, iri yakutu taksan, koluna yakut bilezikleri, yüzükleri taksan, hırsızlar nasıl gözlerini diker. “Şu adamı, şu kadını tenhada yakalasak da şu mücevherlerini çalsak.” demezler mi?

Bu iman cevherinin de böyle hakikî, azılı, gangster düşmanları vardır.

Bu düşmanlardan birisi nedir?

Birisi şeytan aleyhillâne.

Nereden çıkarttın bu düşmanı?

Ben çıkartmadım. Allahu Teâlâ hazretleri Kur’ân-ı Kerîm’de söylüyor. Hep Yâsîn sûresi okumaz mısın?

İnne’ş-şeytâne leküm adüvvün fettehizûhü ‘adüvvâ.

اِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّمُب۪ينٌۙ

İnnehû leküm adüvvün mübîn diye demiyor mu orada?

“Şeytan size apaşikar düşmandır.”

İşte o imanı çalmak için dolaşır durur. İnsanın etrafında fır fır döner.

Ondan sonra; a’dâ adüvvüke nefsüke’lletî beyne cenbeyke. "En büyük düşmanın, şu senin içindeki nefsin var." Kendi nefsin. Sana yemek yedirten, uyku isteten, hazların, zevklerin peşinde koşturtan bir nefsin var içeride. En büyük düşmanlardan bir tanesi o.

Ondan sonra kâfirler var, fâsıklar var, zalimler var, ehl-i dünya var... Hepsi bizim imanımızın peşindedir. Hepsi bizi sapıtmak için yalan yanlış bir şeyler ortaya atar, söylerler. Kendisine benzetecek. Cehenneme ortak arıyor; beraber, kolkola gideceği arkadaş, yâr arıyor kendisine. Onun için bizi Hak yoldan çıkarmaya çalışıyor.

Onun için, bu yol ince bir yoldur.

Mü’min olmak kolaydır.

Nasıl kolaydır?

Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah dersin, mü’min oldun.

Mü’min olmak kolaydır da imanı muhafaza etmek zordur. O cevheri sonuna kadar götürmek, emaneti sahibine teslim edinceye kadar muhafaza etmek zordur.

Onun için kestirme yollardan birisi, ilim sahibi olmaktır. İnsan ilim sahibi olursa, ilmi ile hakkı, bâtılı bilirse kendisini koruyabilir.

Kestirme yollardan birisi; salih kimselerle arkadaşlık, ahbaplık etmektir. Onların yanından, izinden ayrılmamaktır, eteğini bırakmamaktır. Çünkü bir insan ehl-i dünya değilse, bir insan onun bunun parasında, pulunda, malında gözü olan bir kimse değilse, âhirete ait bilgisi de fazlaysa, yani kâmil bir insansa, o insanı arayıp bulup eteğine sımsıkı yapışması lazım ki ondan tehlikeleri öğrensin.

Sen şimdi hacca gitsen; istemez misin; “Daha önce hacca gitmiş bir iyi hoca olsa da onunla aynı kafilede gitsek. O bana ne yapmam gerektiğini söyleyi söyleyiverse… Ya hata edersem, ya haccım boşa giderse?” diye istemez misin?

Onun için, nasıl Kâbe’ye biri gerekiyorsa, bu hak yolda da yürümek için salih insanlarla beraber olmak lazım. İlim erbâbı olmak lazım. İlim öğrenmek lazım.

Ondan sonra da her şeyin sahibi olan Allahu Teâlâ hazretlerine çokça yalvarmak lazım. Öyle kenarda durmakla olmaz. Geceleri böyle seccadeyi ıslatmak lazım; ağlaya ağlaya, kimsenin olmadığı bir yerde, başkasının yanında ağlamaya utanırsın, kimse yokken ağla ağlayabildiğin kadar! Hatalarını söyle, kusurlarını söyle, Allahu Teâlâ hazretlerinden af dile. O’ndan olacak zaten. Her iş oradan bitecek. Eğer lütfederse, kerem eylerse, bağışlarsa, kabul ederse kabul edecek. Eğer kapısından redderse, gidecek başka hiç yerimiz yok! Onun için o kapıya sımsıkı yapışacağız. Öyle bir gayret içinde olacağız.

Allahu Teâlâ hazretleri bizi yolunda dâim etsin.

es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâh.

Diğer Kayıtlar
Başlık Eklenme Tarihi Paylaş Oku Ekle Süre Beğen
playlist play 00.00.1994 - İslamda Tasavvufun Önemi 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 30 playlist like
playlist play 01.07.1994 - Hizmet Şuuru, Değişen Dünyada Üzerimize Düşen Görevler 29.11.2022 playlist oku playlist ekle 20 playlist like
playlist play 01.09.1997 - Doğru İnanç, Allah İnancı, Hayattaki Gayemiz 14.07.2023 playlist oku playlist ekle 26 playlist like
playlist play 01.12.1990 - Hayatımızın Gayesi ve Şuurlu Olmak, Kendini Yetiştirmek 31.10.2022 playlist oku playlist ekle 42 playlist like
playlist play 02.02.1993 - Peygamber Sevgisinin Gerekilikleri, 14.07.2023 playlist oku playlist ekle 39 playlist like
playlist play 02.08.1989 - Alim ve İlmin Önemi, İslama Hizmet, Şuurlu Olmak 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 38 playlist like
playlist play 03.02.1992 - İslam ve Tasavvuf 14.07.2023 playlist oku playlist ekle 41 playlist like
playlist play 03.07.1994 - İslam Hizmetinin Önemi 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 31 playlist like
playlist play 04.02.1992 - Zikrullahın Fazileti ve Çeşitleri 14.07.2023 playlist oku playlist ekle 40 playlist like
playlist play 04.07.1997 - Güzel Huyun Önemi, Tasavvuf 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 26 playlist like
playlist play 05.01.1991 - Çalışma ve İcraatın Önemi 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 39 playlist like
playlist play 05.02.1992 - Güzel Ahlakın Önemi, Tasavvufta Güzel Ahlak 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 45 playlist like
playlist play 06.04.1995 - Dünyadaki Değişiklikler, İslamda Hizmet 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 18 playlist like
playlist play 07.07.1994 - Kendini Geliştirmek, Hizmet Şuuru, Mesleki Yeterlilik, Bilim ve Teknoloji, Mimar Sinan 12.05.2023 playlist oku playlist ekle 29 playlist like
playlist play 07.11.1996 - Allahı Zikretmenin Önemi 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 34 playlist like
playlist play 11.02.1992 - Din Nedir 25.10.2022 playlist oku playlist ekle 40 playlist like
playlist play 14.02.1997 - Hanımların Sosyal Hayattaki Rolü, İslamda Hizmette Kadınlar 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 41 playlist like
playlist play 15.02.1997 - Sevginin Önemi ve Sevmeyi Öğrenme 12.05.2023 playlist oku playlist ekle 22 playlist like
playlist play 15.03.1997 - İslamda Sevginin Önemi 10.10.2022 playlist oku playlist ekle 46 playlist like
playlist play 16.05.1997 - Aşure Günü 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 28 playlist like
playlist play 16.06.1990 - Gençlere Tavsiyeler, Gençlik ve Allah Rızası, Hedef 31.10.2023 playlist oku playlist ekle 37 playlist like
playlist play 17.06.1998 - Doğru İnanç, Güzel Kulluk 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 33 playlist like
playlist play 19.12.1991 - Tebliğ Metodları, Yeni İctimai Çalışmalara Yönelmek 19.09.2023 playlist oku playlist ekle 15 playlist like
playlist play 20.08.1990 - Dini Eğitimin Önemi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 26 playlist like
playlist play 22.12.1997 - Aile Eğitimi, İlmin Eğitimin Sevginin Önemi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 33 playlist like
playlist play 23.04.1992 - Ümmetin Görevi, Hizmet, Peygamber Sevgisi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 54 playlist like
playlist play 23.11.1995 - Hayatımızın Gayesi, Tasavvuf ve Nefis Terbiyesi 29.11.2022 playlist oku playlist ekle 36 playlist like
playlist play 23.12.1997 - Dinler Tarihi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 47 playlist like
playlist play 25.09.1992 - Hizmet, İletişim, Medyanın Önemi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 37 playlist like
playlist play 26.05.1990 - Hayatın Gayesi, Nefis Terbiyesi 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 30 playlist like
playlist play 26.12.1990 - İslam Dininin Önemi 05.01.2023 playlist oku playlist ekle 32 playlist like
playlist play 27.04.1993 - Hacı Bektaşı Veli ve Tasavvuf 28.11.2023 playlist oku playlist ekle 43 playlist like
playlist play 27.11.1992 - Üniversite Öğrencilerine Tavsiyeler, Değişen Dünya 13.12.2022 playlist oku playlist ekle 18 playlist like
playlist play 29.10.1992 - Değişen Dünya, Müslümanlara Düşen Vazifeler, Uyanık Olmak 16.01.2023 playlist oku playlist ekle 16 playlist like
playlist play 29.12.1992 - Tebliğ ve İrşad Çalışmaları 25.11.2022 playlist oku playlist ekle 21 playlist like
Kabe
Canlı Yayın
Şuan Canlı Yayın
Son Peygamber Ve İslamiyet
AKRA CANLI
 / 
player image icon close icon
AKRA CANLI
Son Peygamber Ve İslamiyet
Son Peygamber Ve İslamiyet Add Icon volume up
 / 
Canlı Yayın
fast rewind
fast forward
Playlist
Bu özelliği kullanabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir
  
Fikrini Paylaş
TAAHHÜTNAME

Hazırlamış olduğum ve sitenize gönderdiğim/ teslim ettiğim, tamamen orjinal ve bana ait olan, projemin/görüntü veya kaydımın, AKRA MEDİA tarafından kendisine ait kablolu/karasal/uydu, şifreli/şifresiz, free/paralı TV, video, DVD, VCD,VHS ,radyo, kaset, sinema ve sair mevcut yada ortaya çıkacak her türlü İşaret, ses ve /veya görüntü nakline yarayan araçlarla umuma iletim hakkı ve tüm internet siteleri ve sosyal medya platformlarında yayınlamasına, çoğaltma hakkı, yayma hakkı, işleme hakkı ve temsil hakkının kullanılmasına süresiz olarak müsaade ediyorum.

Projemin/görüntü veya kaydımın, bant, CD, VCD, DVD, GSM, MP3 Player, dijital kayıt vb. tüm yollarla kayıt, çoğaltma ve dağıtım haklarını, bilişim veya iletişim ortamında görüntülenmesini, iletilmesini, okunmasını, izlenmesini, dinlenmesini vb. interaktif veya normal CD, VCD, DVD, GSM, MP3 Player vb. şekilde basılarak veya ses kayıtlarının metin haline getirilip kitap olarak piyasaya sunulmasını sağlayacak her türlü materyal üzerine kaydı ile çoğaltılması, kullanılması, işlenmesi, yeniden ve genişletilmiş şekilde sesli, yazılı ya da görüntülü yayın haklarını, bu suretle de çoğaltılarak kullanılması, dağıtılması, pazarlanması vb. fikri, mali ve manevi haklarımın tamamını, programda gerekli görülen değişiklikleri yapma haklarımı bila bedel olacak şekilde, AKRA.MEDİA sitesine ve bu site'nin yetkilisi ve sahiplerine devir ve temlik ettiğimi, beyan, kabul ve taahhüt ederim.

Şehir Seçin
Close