Bizi yaşatan, yaratan, türlü nimetlerine, ihsanlarına, ikramlarına mazhar eden; nimetlerin en büyüğü olan İslâm nimeti ile, iman şerefiyle şerefyâb eyleyen; peygamberlerin en kerîmi, Allah'ın en sevgili kulu olan âhir zaman peygamberi Muhammed-i Mustafâ'ya ümmet eyleyen; ümmetlerin en şereflisine mensup eyleyen; lütfunu, ihsanını her anda üzerimizde dâim eyleyen Rabbimize sonsuz hamd ü senâlar olsun. Onun alemlere rahmet olarak gönderdiği, insanlığa rehber eylediği, elçisi Muhammed-i Mustafâ'sına sonsuz salât ü selâmlarımızı arz ederiz.
Böyle güzel bir toplantıyı tertip edenlere, bunun için günlerdir çalışıp zahmet çekenlere ve bu toplantılarına bizi de davet etmeleri dolayısıyla zahmetleri, rahmeti ilâhiye ermelerine vesile olsun diye teşekkürlerimi arz ederim.
Nüfusun -Allah'ın sayısız hikmetlerinden biri olarak- takriben yarısını hanımlar teşkil ediyor. Hanımların en muhteremi, Hz. Âdem atamızın zevce-i tâhiresi Havva vâlidemiz... Bizim yanımızda bundan sonra en kıymetlileri, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in zevcât-ı tahirâtı... Onlardan sonra, sebeb-i hayatımız olan annelerimiz -hayatta olanlara Allah sıhhat âfiyet ihsan eylesin, vefat edenleri rahmetine gark eylesin, yüksek makamlar cümlesine ihsan eylesin- ve çocuklarımızın anneleri, eşlerimiz... Ve gözümüzün bebeği evlâtlarımızın bir kısmı, kızlarımız... Veya kardeşlerimizin evlâtları olan; yakınlarımızın, dindaşlarımızın evlâtları olan bacılar, kardeşler... Bütün bu saydıklarımızın hepsi, bu kimselere ne kadar hürmet etmemiz gerektiğini gösteren hususlar... Kimisi annemiz, kimisi eşimiz, kimisi kardeşimiz ve nüfusun yarısı...
Biz İslâmî çalışma yolunda, bu yarı nüfusun, Allah'ın dinine hizmet etmek isteyen öbür yarı nüfusun yanında aktif olmasını arzu eyledik. Pasif olduğunu görüp üzüldük. Ve bizim erişemeyeceğimiz sahalarda, bizim yapamayacağımız bazı dinî hizmetleri, Allah'ın rızasını kazanmaya yönelik bir takım çalışmaları, ve biz yapamadığımız için boş kalan bir takım sahaları onların doldurabileceğini; hanımlık şerefini muhafaza ederek, hanımlık izzetine gölge düşürmeden hizmetler yapabileceğini düşündük ve kardeşlerimize bu fikirlerimizi açtık. Bu hususta onları teşvik eyledik; onların da çalışmaları gerektiğini, onların da hizmetlerinin Ümmet-i Muhammed'e çok faydalı olacağını hatırlattık ve onlardan müsbet bir yaklaşım gördük, teveccüh gördük, hüsn-ü kabul gördük. Bugün Türkiye'de birçok nezih, temiz, pak, asil hizmet yapan kadın dernekleri böylece teşekkül eyledi.
Erkek ve hanım kardeşlerimizden bu çalışmalara katkıda bulunmalarını rica ederiz, temenni ederiz, onları teşvik ederiz. Çünkü hakikaten yapılacak hizmetler çok fazla ve iş bölümü şart... Derneklerle beraber, organizasyonlarla beraber gelen bir büyük mesele daha var. O da iletişim, informasyon, irtibat, haberleşme, birbirleriyle koordinasyon, bilgilerin tebâdülü, alışverişi, yardımlaşmanın sağlanması... Organizasyonlar tek tek olursa hizmeti başka türlü, bir arada olursa daha başka türlü olur. Bu çok modern, çok güzel bir anlayış.
Allah çalışmalarında Ümmet-i Muhammed için çok büyük faydalar hâsıl eylesin, başarılı eylesin. Kendileri için, hanımlar arasında İslâm'ın öğrenilmesi, yaşanması için; çocukların müslüman yetişmeleri, toplumun müslüman olması, İslâm toplumu olabilmesi için gayretlerini ziyade eylesin. Himmetlerini, hizmetlerini kabul eylesin. Kendilerine dünyada, âhirette yüzaklığı ihsan eylesin, büyük dereceler bahşeylesin.
Kur'ân-ı Kerîm'de bir âyet-i kerîme'de buyuruluyor ki:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Küntüm hayra ümmetin, uhricet li'n-nâsi, te'murûne bi'l-ma'rûfi ve tenhevne ani'l-münkeri ve tücâhidûne fî-sebîlillâhi.
"Hayr" kelimesi Arapça'da ism-i tafdil mânasınadır. Hayra ümmetin. "En hayırlı ümmetsiniz" demektir. Çeşitli ümmetler, çeşitli topluluklar, insan grupları var. Tarihte ve muasır, yaşanan zamanda çeşitli gruplar var ama bunların en hayırlısı, Ümmet-i Muhammed'dir sallallahu aleyhi ve sellem. Âyet-i kerîme ile sabittir. Allahu Teâlâ hazretlerinin beyanıyla tespit edilmiş bir şereftir. Ümmetlerin en hayırlısıyız. Onun için Rabbımıza hamd ü senâlar, şükürler ediyoruz; bizi başka ümmetlerden eylememiş, Ümmet-i Muhammed'den eylemiş.
Bu bir mazhariyet ama, herkese açık olan bir kapı... Çünkü Peygamber Efendimiz'in devr-i Muhammedîsinin açılmasından sonra bütün insanların ya hükmen ya fiilen, ya bilkuvve ya bilfiil, ya hakikaten, ya da imkân olarak Ümmet-i Muhammed'den olma şansı, imkânı vardır. Eğer "eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühû" derse fiilen Ümmet-i Muhammed'den olur. Ve bütün eski ümmetlerin bunu demesi ve bu bayrağın altına gelmesi, bu dairenin içine adımını atması ve bu kurtuluş gemisine binmesi lazım.
Peygamber Efendimiz yeminle bildiriyor ki, "Vallahi Musa aleyhisselam zamanımda var olsaydı, sağ olsaydı bana ittiba ederdi." İsa aleyhisselam da öyle, öbür peygamberler de öyle... O halde, "lâ ilâhe illallah, muhammedün resûlullah" diyenlerin hepsi bil-fiil, hakikaten, gerçekten, Peygamber Efendimiz'in ümmetindendir. Ötekiler de bil-kuvve Ümmet-i Muhammed'den olma şansına sahiptir. Ellerinde o imkân vardır. Bunu kabul ederlerse; kurtulurlar, dünya ve âhiret saadetine ererler. Kabul etmezlerse; İslâm bütün eski dinleri neshetmiş olduğu için, eski bir akideye bağlı olmak onları kurtarmaz. Zaten eskidiği için, kurtarıcı vasfı kalmadığı için Allah İslâm'ı getirmiştir.
İslâm Allah tarafından, dinlerin reforme edilmesi için geldiğinden, İslâm'ın içinde insanların bir değişiklik yapmaya da hakkı ve selahiyeti yoktur. Çünkü bu dinin vâzıı, kurucusu, koyucusu bizzat Allahu Teâlâ hazretleridir. Muhammed-i Mustafâ O'nun elçisidir, sözcüsüdür. Hüküm Allah'ındır, Allah'ın hükmünü değiştirmeye kul selahiyetli değildir. Onun için İslâm'da reform olmaz. Din sahasındaki reformu zaten İslâm yapmıştır; yanlışları düzeltmiş, doğruyu söylemiştir.
Biz en hayırlı ümmetiz elhamdülillah. Bu âyet-i kerîmede bize görevlerimiz de bildiriliyor: Te'murûne bi'l-ma'rûfi ve tenhevne ani'l-münker.
Pasif bir ümmet değiliz, olmamalıyız, olursak kusurlu olmuş oluruz. Aktif bir ümmet olmamız lazım. Hakkı tutan, aklen, dinen, vicdanen ve ilmen güzel olan şeyi yapacağız ve yaptırmaya çalışacağız ve vargücümüzü kullanacağız. Buna "emr-i mâruf" deniliyor. Ma'ruf, aklın, vicdan sahibi, akl-ı selîm, hissi selim sahibi herkesin ittifak ettiği teraddütsüz güzellikler. Bunları emretmek, yaptırmaya çalışmak, bu hususta imperatif olmaktır. Yani negatif değil, pasif değil imperatif... Doktorun hastaya emri gibidir. Şifa bulmak için onu yapmak şart olduğundan öyle emirdir.
Benim gastritim, ülserim var; doktor bana çiğ meyve yemeyi yasakladı. İstersem yerim istemezsem yemem ama, yemezsem şifa bulurum. Veyahut sigara içenlere sigara içmeyi yasaklıyor. Sigara içmezlerse sıhhat bulurlar, aksi takdir de helâk olurlar. Yavaş yavaş zehirlenirler, ciğerleri kurum dolar... filan, bunun gibi.
Emr-i mâruf yapma görevi var ve bu görev bütün müslümanların görevi ama dereceleri, bilgileri üzere, makam ve selahiyetleri üzere bir görev...
Ve nehy-i münker. "Aklın, dinin ve vicdanın çirkin ve kötü olarak kabul ettiği şeyleri de yasaklama, yaptırmama... Yapmama ve yaptırmama... Zaten kendisi yapmayacak. Görevi haramlardan kaçınmak, helalleri yapmaktır ama bir de yalnız kendisiyle kalmayacak başkasına da yaptırmayacak. İslâm aktif, imperatif, emredici bir din.
İmperatif ahlâkı beğenmezler, imperatif -buyurucu- olunca rahatsız olurlar ama selâmet burada. Kanunlar da imperatiftir. Kanunların da yasakları, cezaları vardır. Böyle yasaksız, emirsiz, buyruksuz bir toplum, bir teşkilat, bir muntazam yaşam mümkün olmaz.
Peygaberler de böyle olmuş. Peygamberlerin devirlerinde de böyle olmuş. Musa aleyhisselam'ın devrini düşünelim, Firavun'un yaptığını düşünelim: Gördüğü bir rüya üzerine, Yüzebbihü ebnâehüm ve yestahyî nisâehüm. "Erkeklerin tümünü toptan kesiyor hain, kadınları bırakıyor, kendisine esir, köle ediyor..." Erkek yaşatmıyor; zulmün büyüklüğüne bakın! Bebekler öldürülüyor. Doğan bebek erkekse öldürülüyor, hemen katlediliyor. Onun üzerine o zulüm büyümüş, büyümüş; ondan sonra Firavun'un başında patlamış, Firavun helâk olmuş. İbrahim aleyhisselam'ın zamanında da böyle, İsa aleyhisselam'ın zamanında da böyle. İsa aleyhisselam'ın ümmeti de böyle...
Demek ki peygamberler zamanında da, Peygamberimiz zamanında da böyle olmuş. Sahâbe-i Kirâm'dan nice kimseler şehadet şerbetini içmişler, zulmen ve gadren öldürülmüşler. Bi'ri Maûne'de yetmiş tane hafız katledilmiş. Ama maktüller Cennet-i Alâ'ya girmişler, Allah'ın rahmetine ermişler; katiller, dünyada da âhirette de cezalarını bulmuşlar. Bunun -bir ilâhî imtihan dünyası olduğu için- ilâhî bir husus olduğunu biliyoruz.
Kafirler var, şeytan var, İslâm'a hücum edenler var; müslüman olarak yaşamak kolay değil. Hatta bazen müslüman olarak yaşamak, avucunda bir kor, yanar ateş tutmak kadar zor. Bazı yerlerde, "Ben müslümanım!" diyebilmek zor. "Ben müslümanım!" dediği zaman başına geleceklerin dehşetinden dolayı, diyemeyecek kadar güç durumlara düşebiliyor insanlar. Allah'ın dinine, yoluna, hak yola, güzelliğe, iyiliğe düşman birtakım varlıklar var dünya üzerinde ve bunlar gayret gösteriyorlar. O halde Allah'ın dostları da gayret gösterecek. Onlar bir cehd ortaya koyuyorlar; Rahman'ın kulları da Rahmanî bir cehd gösterecek, bunun karşısına çıkacak.
İslâm mazlum olarak doğdu, garip olarak doğdu.
"Bedee'l-İslâmu garîbâ."
Garip olarak ortaya çıktı ve müslümanlar daima zulme uğradı. Sabrettiler, eza cefa çektiler, ondan sonra İslâm izzet ve şevket kazandı. Okyanusları geçti, kıtaların üzerlerinden bütün diyarlara yayıldı, tebligatını bütün insanlar duydu.
Hatta birisi geldi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e;
"Ya Rasûlallah ben seni çok seviyorum!" dedi. Peygamber Efendimiz;
"Doğru mu söylüyorsun?" dedi.
"Çok seviyorum yâ Rasûlallah, aşığım sana; çok seviyorum."
"Öyleyse belâlara hazırlan! Çünkü beni seven insana, belâlar dağdan selin güldür güldür akıp gelmesinden daha şiddetli gelir." dedi.
Bu sevginin imtihanı çok oluyor, şiddetli oluyor.
İstanbul'da Ermeni bir kardeşimiz vardı, Zâhid Barsam... Müslüman olmuş. Kapalıçarşıda ticaret yapıyor. Her gün dükkanına gelip gidiyorlarmış. "Niye Hıristiyanlıktan döndün, İslâm'a girdin?
"Siz suyun kaynağına bakın. Dağdan pınarın ilk çıktığı yere bakın! O pınar suyu kullanılıyor, siz, kullanıldıktan sonra drenaj kanallarından aktığı yere bakıyorsunuz. İslâm o değil ki... O kullanılmış tarafı değil ki... Kaynaktan çıkan asıl yere bakın; İslâm'ın orası güzel." demiş.
Benim amcalarımdan birisi bir Rum hanımla evlenmişti. Ama müslüman oldu, hacı oldu, kendisi hacca gitti, kocasını hacca götürdü. Çocukları, damatları, hepsi mütedeyyin insanlar oldular.
Şimdi, kendimize "İslâm niçin geldi?" diye bir soru soralım; kendimize çekidüzen vermek, istikametimizi doğrultmak, duvara tuğlaları yanlış, eğri koymamak, duvarı yıkılacak gibi yanlış inşâ etmemek için.
İslâm Allah'ın varlığını, birliğini tebliğ için geldi. Lâ ilâhe illallah tevhidini insanlara öğretmek için geldi. Allah'tan gayriye tapılmasın, bu yanlışlıklar ortadan silinsin ve sadece Allah'a kulluk edilmek sağlansın diye geldi.
İyyâke na'budü ve iyyâke neste'în. "Ancak sana ibadet ederiz." Bu anlamın, bu mânanın insanlara öğretilmesi için geldi.
Va'budullâhe ve-lâ tüşrikû bihî şey'en. "Allah'a ibadet edin ve yanlız Allah'a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın!" Ve-lâ tüşrikû bihî şey'en. "Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın!"
Kur'ân-ı Kerîm'de buyuruluyor ki;
İnne'ş-şirke le-zulmün azîm. "Şirkin kendisi çok büyük bir zulümdür." Az bir şey değil, azîm bir zulümdür. Şirk zulümdür. İnsanın müşrik olması, Allah'ın varlığını anlayamaması, yanlış anlaması, Allah diye yanlış mabutlar edinmesi, büyük bir zulümdür.
"Bu olmaz" diye söylememiz lazım. Söylemek mümkün! Anlatmak mümkün!
Niçin Allah insanlara peygamber göndermiş, niçin bir din buyurmuş, emretmiş?
Allah'ın dini, insanlara iki cihanın saadetini öğretmek için gelmiştir.
Onun için Mehmed Zihni Efendi, ilmihal kitabının ismine "Nimet-i İslâm" diyor. İslâm bir nimettir, insana iki cihanın saadetini öğretmek için gelmiştir. İnsan müslüman olduğu zaman, hem dünyada mutlu olur, elhamdülillah; huzurlu olur, temiz olur, pis olmaz. Ailesi, şahsı, ruhu, aklı, vicdanı, toplumu temiz olur. Âhirette de rahat eder, dünyada da bahtiyar olur. İslâm insanlığa bunu sağlamak için gelmiştir ve Allah hep hayırları öğretmiştir.
Kul innallâhe lâ ye'muru bi'l-fahşâ'.
Dinde hiç kötü şey, kötü emir yoktur. Mesela; içki yasaklanmışsa, içki kötü olduğundandır. Zina yasaklanmışsa, nesli mahvettiğindendir. Hırsızlık yasaklanmışsa, mülkiyet hakkı zedelendiğindendir.
Demek ki insanlara Allah güzel şeyleri öğretmek için dini göndermiştir. İslâm bu güzelliklerin hey'et-i mecmuasıdır. İslâm'ın en mühim vazifesi, müslümanın en büyük vazifesi, bunları başka insanlara anlatmaktır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu vazifeyi yaptı ve vedâ hutbesinde, "Allah'ın emirlerini size tebliğ ettim mi?" buyurdu. "Tebliğ ettin yâ Rasûlallah!" cevabını alınca, vazifesini tamamlamış bir kimse olarak "Şahid ol yâ Rabbi!.." dedi.
El yevme ekmeltü leküm dîneküm ve etmemtü aleyküm ni'metî ve radîtü lekümü'l-islâme dînen.
"Bugün size dininizi ikmal ettim, tamamladım. Müslümanlığım kemale erdi, nimetlerimi sizin üzerinize tamamladım; ancak müslüman olmanıza razıyım, başka bir inanç üzere olmanıza razı değilim." âyet-i kerîmesi gelince, herkes sevindiler ama, bu işin esrarını kavrayan Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz ağladı. "Niye ağlıyorsun, bak nimetlerimi size tamamladım, dini ikmal eyledim." buyuruyor. "Dini ikmal ettiyse vazifelinin vazifesi bitmiş demektir, aramızdan gidecek demektir." dedi. Onu anladığı için ağladı Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz.
Şimdi bu vazife sahâbe-i kirâma geldi, intikal etti. Sahâbe-i kirâmın çoğunun mesleklerini bile bilmeyiz. Çünkü mesleği İslâm'ı yaymak, öğretmek, neşretmektir; İslâm'ı tebliğ, insanları irşad etmektir; İslâm'ı öğretmektir, insanları İslâm terbiyesi ile yetiştirmektir.
Özbekistan'a gittik, Buhara'ya, Semerkand'a gittik. Semerkand'da sahabe kabirleri var, ziyaret ettik. Ne kadar uzak diyarlara gitmişler. İstanbul'da sahabe kabirleri var.
Bu niçin?
Oraya bir mesajı götürmek için. Yani bir iletişim, bir irşad ve tebliğ vazifesi için...
Demek ki İslâm iletişim dini. Peygamber Efendimiz insanlara Allah'ın emirlerini bildirmeye gelmiş; iletişim... Peygamber Efendimiz insanlara İslâm'ı öğretmiş; iletişim... Sahâbe-i kirâm ve müslümanların görevleri, İslâm'ı başkalarına yaymak ve öğretmek; iletişim... Yani iletişim dediğimiz enformasyon; bilgi nakli, bilginin bir başka tarafa nakli, muhabere, telekomünikasyon veya sadece komünikasyon dediğimiz olay. İslâm bu!
İslâm büyük ölçüde bu iş, en büyük ölçüde bu çalışma temeline dayanıyor. Bunun altını çizerek belirtmek istiyorum, sonra bunun üzerine tekrar geleceğim.
Tabii burada muhteva önemli. Bir şeyi götürüp birisine anlatacaksınız, bir bilgiyi, bir haberi karşı tarafa ileteceksiniz ama, neyi ileteceksiniz? Bu bilgi, muhteva, iletilecek olan şey, iletişimdeki malzeme, İslâm'da çok önemli. Onun için müslümanlar, Peygamber Efendimiz'in sahabesi o kadar titremişler ki haberin doğru olmasına; ödleri patlamış Peygamber Efendimiz'den bir haber naklederken, acaba bir kelimesini değiştirir miyim diye. Doğru bildikleri bir haberi, belki tam nakledemem diye ömürlerinin sonuna kadar susmuşlar da, bildiği bilgiyi kendisiyle götürüp başkasına öğretmeyen cezaya uğrayacak diye, en son anında söylemişler. Ama çok sıkı şartlara bağlamışlar.
Peygamber Efendimiz'in kıllarını biliyoruz. Kıllarını muhafaza etmişler. Sözlerini, nasihatlerini muhafaza etmişler. Günlük hayatı, özel hayatı, ictimai hayatı, sözleri, hareketleri, tasvipleri, takdirleri, nasihatleri... Hepsi gayet güzel bir şekilde tespit edilmiş. Ve bu başkasına anlatılsın, "Duyan benden duyduğunu başkasına anlatsın." diye Peygamber Efendimiz buyurduğu için alimlerimiz bunu yapmış.
el-Ulemâü veresetü'l-enbiyâi.
Bu iletişim vazifesi, Peygamber Efendimiz'den sonra alimlere intikal etmiştir. Herkesin bir mesleği var; mühendis, doktor, ziraatçi, vesaire vesaire.. Ama bu hizmetin, bu haber-i sâdıkın, doğru sözün, inancın, doğru mesajın iletilmesi alime verilmiş. Çünkü bilerek yapılması lazım. Cahilin işi değil, cahilin altından kalkacağı yük değil. Onun için alimler "Peygamber Efendimiz'in vârisleridir." diye, o vâris olma şerefiyle anılmışlar; kendilerine o rütbe verilmiş. İslâm'da ilim; hem dine, hem dünyaya, hem âhirete hakim olmuş. Yani din de ilimle... "Dindar olmak, Allah'ın rızasını kazanmak isteyen, ilim öğrensin! Dünyayı kazanmak isteyen, ilim öğrensin! Âhireti kazanmak isteyen, yine ilim öğrensin!" buyurulmuş.
O halde İslâm iletişimin önemli bir kısmı, bölümü olan iletilecek şey, malzeme... Malzemenin doğru olmasını, hak olmasını, gerçek olmasını sağlamış, buna çok önem vermiş ve bu malzemenin her tarafa iletilmesini ümmet vazife olarak yüklenmiş. Âyet-i kerîme ile kendilerine emredilmiş; emr-i mâruf yapacak, nehy-i münker yapacak, cehd sarfedecek, mesajı her tarafa iletecek.
İslâm bu olayı 14 asır önce ortaya koymuş. Bu olay müslümanların bilmesi gereken bir şey. Toplumlar gelişme göstermişler ve toplum bilimciler, sosyologlar toplumları tasnif ederken; yaşam tarzlarına, ekonomik faaliyetlerine, iktisadî çalışmalarına göre toplumları sınıflandırmışlar. Tarım toplumu demişler. Sadece ziraat yaparak, kendi ihtiyaçlarını kendi dar çevçeresi içerisinde sağlayarak; kışlığı yazdan hazırlayıp, ektiğini kışın yiyerek, hazırladığı yiyecekleri kışın tüketerek, böylece hayatını idame ettiren kapalı ekonomiler... Böyle bir toplum tipi, ibtidaî görülmüş "tarım toplumu" denmiş.
Sonra coğrafi keşifler olmuş, kıtalar keşfedilmiş. Kıtalara ulaşım için âlet edavât yapılmış, bilgi genişlemiş, toplumlar arasında bilgi alışverişi çoğalmış ve bunda İslâm'ın büyük payı var.
Dr. Sigrid Hunke "Avrupa'nın üzerine doğan İslâm güneşi" diyor. Karanlık bir Avrupa, kapkara bir Avrupa, hiçbir şeyi bilmeyen görmeyen izbe bir yer... Ama üzerine İslâm'ın güneşi doğuyor. Her şeyi müslümanlardan öğrenmişler. Rönesansı müslümanlardan aldığı bilgilerle yapmışlar. Hatta dinlerindeki reformu müslümanlarla temastan dolayı yapmışlar. Luther'in ve diğer Hıristiyanlık'taki reformistlerin kaynağı İslâm'dır ve müslümanların bilgileridir, müslümanların kanaatleridir.
Osmanlılarla temas halinde olan mıntıkalarda Uniteryen mezhebi çıkmış. Yani Hristiyanlar bile "Allah öyle üç değildir, Allah tektir" demeye başlamış
Reformun ve Rönesans'ın bize söylenmeyen kaynağı, İslâm'a ilgi artar diye ifade edilmekten kaçınılan kaynağı İslâm'dır, İslâm âlemidir; Avrupalıların İslâm âlemiyle temasıdır.
Sigrid Hunke bu kitabında bunları gayet güzel anlatıyor. Avrupalıların neleri müslümanlardan nasıl aldıklarını bir bir sayıyor, anlatıyor. Maroken koltuk deriz; marok, mağrib demektir. Bizim Faslı müslüman kardeşlerimizin yaptıkları deriler o kadar güzelmiş ki, şöhret bulmuş. Müslin çorap deniliyor. Müslin, Musul'da imal edilen çok ince kumaşlara verilen isimdir. Ondan dolayı müslin çorap adını almış. Hâkezâ, bütün herşey böyle... Tıp ilmi, fizik, kimya ve diğer ilimler, müslümanlarla temastan böyle gelişmiş.
Sonra, sanayi devrimi, yani üretimi artıran ve bunun pazarlamasıyla meşgul olan topluluklar ve burada da bir ilerleme ve gelişme...
Şimdi bilgi topluluğu, bilgi toplumu. Avrupalı dünyayı görünce akademiler kurmuş, bilim akademileri kurmuş. Bu işleri böyle kolayca kavramak mümkün olmuyor diye akademiler kurmuş. Büyük paralar tahsis etmiş, her çeşit bilgiyi dünyanın her yanından toplama faaliyetleri başlamış, kolleksiyonculuk başlamış, ansiklopedistler zuhur etmiş, bilginin her çeşidini toplama çalışmaları olmuş ve sonunda bu bilgilerin o kadar çok olduğu, o kadar geniş olduğu görülmüş ve o kadar faydalı olduğu görülmüş ki, bunun üzerine daha geniş biçimde eğilinmiş.
Bu bilginin toplanmasından ayrı, haber alınması ve haber olarak verilmesi, bilginin transferi çok büyük bir mesele olduğu için, şimdi insanlar için deniliyor ki, insanların topluluğu "enformasyon toplumu", yani iletişim toplumu hâline gelmiş.
Çünkü, Amerika bir konuda çalışma araştırma yapıyor, İngiltere de laboratuvarlarda bir konuda çalışma yapıyor, Japonya da, Almanya da, Rusya da yapıyor. Bazen bakıyorsunuz aynı konuda Rus bir şey buluyor, ötekilerin haberi yok. Bazen Amerikalı bir şey buluyor, bazen Alman bir şey buluyor, bazen Japon... Teknolojik casusluk dedikleri bilgi alma, bilgi kaçırma, bilgi toplama, bilgiyi ne olursa olsun elde etme...
Bir iletişim, bir haber alma, ve haberi toplama, tasnif etme... İşte enformasyon veya İngilizce "information" veya "communication" veya komünikasyon veya medya dediğimiz olay...
Tabirler modern olunca veyahut nesiller arasında yetişme farkı olunca ve nesiller arasında iletişim olmayınca, bilgi transferi, bilgi tebadülü olmayınca böyle sıkıntılar oluyor. O da iletişimdeki bir kusurumuz.
Aslında bu iletişim dediğimiz şey insanların hayatının bir parçası. Eski devirlerde de, eski toplumlarda da şimdiki toplumumuzda da olan bir faaliyet. Faaliyetlerimizin pek çoğu aslında bir iletişimdir. Konuşmamız, işaretleşmemiz, mektuplaşmamız, nasihatimiz, vaazımız, hutbemiz, makalelerimiz... Bunların hepsi birer iletişim vasıtasıdır.
İletişimin önemini Avrupalı, Amerikalı, batılı çok iyi anlamıştır üzerinde kitaplar yazılmıştır. İletişimin önemi üzerine ve kullanım şekilleri üzerine, ihtisaslar yapılmıştır. Çünkü cemiyetlerin, toplumların teşkilatlanmasının ön şartı iletişimdir. Bu iletişim olmadan bir mükemmel toplum, bir mükemmel teşkilat mümkün değildir.
Filozoflar insanları çeşitli şekillerde tarif etmişler. Bir tanesi homo ekonomikus -iktisadî faaliyetler yapan, iktisadî yönü çok kuvvetli olan varlık- insan diye tarif etmiş. O hâle gelmişiz ki şimdi, diyorlar ki, "homo informatikus" demek lazım. Yani, haberleşmeye dayalı faaliyetleri götüren bir insan hâline geldi.
Biz bu hususta muazzam bir teknoloji patlamasıyla karşı karşıya kaldık. Osmanlı bu teknolojiye sahip olsaydı, Osmanlı Devleti belki yıkılmayacaktı. Balkanlar'dan haber alamıyordu. Ama şimdi, dünyanın bir yerinde küçük bir olay olsa haber alınabiliyor. Uydudan çekilen fotograflarla tarladaki başağın tanesi seçilebiliyor. Başağın cinsi anlaşılabiliyor. Fotoğraflar büyütüldüğü zaman tarlada ekili olan buğday mı, arpa mı, yulaf mı, haşhaş mı, başka bir şey mi olduğu anlaşılacak hâle geldi.
İnformasyonun, iletişimin çeşitli safhaları var. Bir, bilginin üretimi var; bulunması, elde edilmesi meselesi var. İlmî araştırmalarla veya keşiflerle veya fişlemelerle, toplanmalarla... İkincisi, bu bilgilerin depolanması, depolanma meselesi var. Bunda da metodlar gelişti; herhangi bir konuda araştırma yapıyorsanız ve o konunun anahtar kelimesini biliyorsanız, kitapların hangi sayfasından hangi sayfasına kadar o konu var, onu bulabiliyorsunuz.
Talebe oturduğu yerden, kütüphanenin açık olması, kapalı olması, mesai saati, vesairesi bahis konusu olmadan düğmelere basarak, üniversite kütüphanesinin içindeki kitapların her tarafını dolaşabiliyor, her sayfasını açabiliyor. Bilgi o hâle geldi. Depolanması akıllara hayret verecek boyutlara ulaştı. Siz de bugün Türkiye'den bilgisayarla Amerika'nın kütüphanesine dalabiliyorsunuz, kitapları karıştırabiliyorsunuz; araştırmanız için gerekli malzemeyi bulabiliyorsunuz. Talebenin bilgisayarına kadar bilgi götürülmüş durumdadır. Böyle talebe yetişir, böyle toplum ileri gider.
Bu radyonun, televizyonun, telekomünikasyonun, haberleşmenin; bilgi depolamanın, bilgi almanın, bilgi satmanın önemini size şöyle anlatabilirim:
Bunun maliyeti çok yüksek ama, verimi çok fazla... En büyük verimi sağlayan saha burası.
Bu iletişim işini, dünyanın büyük haber ajansları tekeller kurmuşlardır, onların elindedir ve çok pahalı olduğundan özel şahıslar pek kolay kolay bunlara abone olamıyorlar. Ülkeler bunlara abonedir ve bu yüzden muazzam paralar kazanırlar, müthiş paralar kazanırlar. Mahallî devlet ajanslarında kullanılan elemanlar, bunların çok çok altındadır.
Onlar dış dünyadan %1 haber alıyorsa, %5 haber ihraç ediyorlar. Siz onların bilgilerini dinlemek zorunda kalıyorsunuz. Yani, onların masallarını okumak zorunda kalıyorsunuz. Onların verdiği haberlerle bilgileniyorsunuz, vermediği haberler konusunda cahil kalıyorsunuz. Onların yanlış verdiği haberlerden dolayı yanlış yöne yönlendiriliyorsunuz. Gazeteler de öyle... Gazeteler de onlara abonedir, onlardan dinlediklerini yazarlar. Böylece dünyayı bilgi, yönetme, sevk bakımından, kandırma bakımından avuçları içine almışlardır.
Bu çeşit organizasyonlarla gündelik hayatın tanziminde, iletişim dediğimiz olay bugün bizim hayatımızda birinci derecede rol almış duruma gelmiştir. Belki sizin değil! Siz müslüman olduğunuz için özel bir kafa yapınız var; bilgileri süzebiliyorsunuz, her şeye inanmıyorsunuz, başka kaynaklardan bazı şeyler öğreniyorsunuz ama; milletin %99.9'u öyle değildir. Milletlerin çoğu o durumda değildir; Afrika'sı, Asya'sı var, çok geri ülkeler var. Onlar bunların masallarıyla yetişirler. Ve batı kültürü, böylece dünyayı modern bir sömürmeyle sömürmekte ve istila etmektedir. İletişim, kültür istilasının en önemli vasıtasıdır.
Durumu böylece anlattıktan sonra -herhalde sözü de çok fazla uzatmak gerekmez- Zaten anlatılanlardan aşağı yukarı bir manzara ortaya çıkıyor. Bizim müslüman olarak konumumuzu düşünelim:
Allah'ın dinine hizmet etmek, Allah'ın rızasını kazanmak istiyoruz. İnsanlara Allah'ın varlığını birliğini götürmek vazifemiz var. Emr-i mâruf ve nehy-i münker vazifemiz var.
O halde iletişime en muhtaç olan, ihtiyacı en çok duyması gereken topluluk biziz.
Bir hizmet aşkıyla yaşıyoruz. İslâm'ı temsil etmekten mutluyuz. Başkalarına İslâm'ı tebliğ etmek istiyoruz. Düşünün her eve giren televizyon yayınını, bir ajans haberini... Bir de Kanada'ya gitmiş Montreal'deki camide konuşan hocasını düşünün... O nerede, ötekisi nerede?..
O halde bizim iletişime bakışımızı da, iletişim faaliyetlerine sarılışımızı da değiştirmemiz lazım. İletişim faaliyetlerine harcadığımız masrafı da tariflere sığmaz derecede artırmamız lazım!
Size İslâmî hizmet sahasında Allah'ın rızasını kazanmak yolunda gözden kaçan, ama çok önemli olan bir hususu hatırlatmak için konuşmuş oluyorum. Bu husus enformasyon, iletişim olayı; bilgi almak, toplamak, biriktirmek, bilgilenmek; bu bilgiyi de halka –mass medya dediğimiz- intikal ettirmek ve bütün kitlelere, kitle iletişimi yaygın eğitim, örgün eğitim, her çeşit eğitim vasıtalarıyla bu doğru bilgileri ulaştırmak... Halkı bilgilendirmek, çağdaşlaştırmak, bilgi toplumu, iletişim toplumu seviyesine getirmek.
Enformasyona karşı bir de karşı enformasyon oluşturmamız lazım.
Bu çalışmaları yapmazsak ileride başımız çok sıkıntılara uğrar, çok dertlere uğrarız. Torunlar İslâm'dan haberdar olmaz. Çünkü biz, Avustralya'da böyle insanları gördük. Biz ezan okuyunca, "aaa dedelerimiz de böyle okuyordu" diyorlar. "Siz müslümansınız, müslüman asıldansınız" filan deyince, akılları başlarına geliyor. O duruma düşeriz.
Allahu Teâlâ hazretleri çağın, zamanın, anın, işin, yapılacak faaliyetlerin gerektirdiği âlet, araç, gereç, vasıta ne ise; onları en iyi tespit etmeyi nasip etsin. Onların en güzeline sahip olmayı, onların en güzelini ortaya koymayı nasip etsin. Bize küfrü, açıklığı, inkârı, şehveti, ahlâksızlığı, aileyi yıkıcı şeyleri ihraç edenlere; bizim de imanı, edebî, dini, İslâm'ı ihraç etmemiz lazım. Allah'ın bizden beklediği, bize yüklediği görev budur, vazifemiz budur. Bu görevi güzel yapmazsak, Allah bize sorar diye bunu hatırlatmak istiyorum. Bunu hatırlatmak için bu konuşmamı yapmış oldum.
Allahu Teâlâ hazretleri hepinizi İslâm'a hizmette üstün gayretli eylesin. Sa'yinizi verimli eylesin, güzel sonuçlar almanızı nasip eylesin. Sa'yinizi meşkûr eylesin. Dünyada ve âhirette dert göstermesin. Zillete uğratmasın. Düşmanların istilâsına mâruz düşürmesin. Kimsenin önünde hor ve zelil eylemesin. İki cihanda aziz olarak izzetli, itibarlı, şerefli yaşamayı, Allah'ın dinine en güzel tarzda hizmet eylemeyi nasip etsin.
Bir şeyi her zaman söylüyorum, gaye edindim; onu birçok kardeşlerimiz de gaye edindiler. Kıyamete kadar bir grup insan hakkı tutacak ve hak için çalışacak; Allah bizi onlardan eylesin. Hakkı tutan, hakkı bilen ve hak için çalışan zümreden eylesin. İzzet ve itibar ile yaşayıp, imân-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ile âhirete göçüp, Rabbimiz'in huzuruna yüzü ak, alnı açık varmayı nasip eylesin. Cennetiyle cemaliyle cümlemizi müşerref eylesin. Habîb-i Edîbine cümlemizi komşu eylesin. Onun iltifatına ermeyi cümlemize nasip eylesin.
Bi-hürmeti esrâr-ı Sûreti'l Fâtiha.