Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidi’l-evvelîne ve’l-âhirîn Muhammedini’l-Mustafâ ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ecmaîne’t- tayyibîne’t-tâhirîn.
Emmâ ba’d.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
اَلشَّمْسُ وَالْقَمَرُ بِحُسْبَانٍۖ
Eş-şemsü ve’l-kamerü bi husbân[1] “Güneş, ay hep hesapladır.”
Güneşin doğması batması, ayın doğması batması hep hesapladır. Güneşle dünya arasındaki mesafe hesapladır. Dünyanın yörüngesi bir hesapladır.
Dünyanın yörünge düzlemine göre 23 derece eğik olması bir hesaptır; mevsimler ondan olmaktadır. Dünyanın güneş etrafında elips çizmesi; bir mevsimde güneşe yaklaşıp, öteki mevsimde güneşten uzaklaşması bir hesaptır. Dünya için faydadır, hayat için faydadır. Mevsimler oluşmaktadır; sıcaklıklar, soğukluklar oluşmaktadır.
Ay, dünyanın etrafında bir uydu olarak takılmıştır bir hesapladır, sayısız faydası vardır. Ayın dünyanın etrafına konulması bir ince hesaptır. Her şey hesaptır, muazzam bir hesaptır. Fizikçiler, büyük alimler, üstatlar, profesörler bu dünyanın eğik olmasını anlata anlata bitiremiyorlar:
Güneş burada, dünya burada; böyle yuvarlak dönmüyor, yuvarlak dönse hapı yutardık, böyle dönüyor. Yani 'beyzi' yumurta gibi, eliptik dönüş ile dönüyor; bu bir nimettir. Sonra öyle dik dönse güzel olmayacak, böyle dönüyor. Hem kendi etrafında döndüğünden hem de eğik olduğundan altı üstü her tarafı güneşi görüyor, güneşten istifade ediyor. Böyle olsa o zaman kutuplar hapı yuttu. Böyle dönüyor; bir burasını güneşe gösteriyor, bir burasını gösteriyor.
Ama 23 derece olmasa da 45 derece olsa nasıl olur?
Olmaz! Öyle olacak. Hepsinin hesabı var. Her şeyin bir hesabı var. Ay ve güneş de bir hesaba göredir. Özellikle herkesin gözü önünde. Bunların hepsi bir hesaptır.
وَالنَّجْمُ وَالشَّجَرُ يَسْجُدَانِ
Ve’n-necmü ve’ş-şecerü yescüdân.[2]
Necm çok mânalara gelen bir kelime. Mesela; Kur’ân-ı Kerîm necmen necmen inmiştir. “Küme küme inmiştir.” demek.
Necm; yıldız mânasına gelir; herhalde onlar da gökte küme küme olduklarından...
Sonra bitki yığınlarına da "necm" derler Arapçada. Şecer “ağaç” demek, necm “bitki” demek.
“Bitkiler ve ağaçlar secde etmektedir veyahut gökte yıldızlar ve yerde ağaçlar secde etmektedir.”
Zaten her varlık; canlı cansız, bitki, hayvan, görünen görünmeyen her varlık Allah-u Teâlâ hazretlerine hamd ü senâ etmektedir.
وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪
Ve-in min şey’in illâ yüsebbihu bi-hamdih. [3]
Hiç hamd u senâ etmeyen varlık yoktur. İnsanlara hürriyet verildiğinden; “Ne istersen yap Âdemoğlu!” denildiğinden; “İsteyen mü’min, isteyen kâfir olabilir.” denildiğinden onların bir kısmı kâfir. Yoksa ağaçlar bile, taşlar bile; her şey secde ediyor, her şey hamd ediyor, her şey Allah’ı tesbih ediyor, kesin. Âyet-i kerîmelerde bu açıkça beyan ediliyor.
Evliyâullahdan onların tesbihlerini duyanlar var. Mesela Abdülehad-i Nûrî hazretlerine soruyorlar; büyük evliyâullahdan, rüyada kaç defa Peygamber Efendimiz Ayasofya camiine çağırıyor. Alim, ârif bir zât olan Abdülahad-i Nûri Hazretlerine soruyorlar:
“Tesbihleri lisân-ı hal ile midir?”
“Hayır, lisân-ı hal ile değil.”
“Öyle duruyor da tesbih ediyor mu sayılıyor?”
"Hayır, söylerler. Erbabı da duyar. Onun tesbih çektiğini duyan duyar.” diyor.
Demek ki her şey secde ediyor.
Secde nedir?
Allah-u Teâlâ hazretlerine saygısından, O’na ibadet maksadıyla alnını yere koyup tevazu gösterip; “Yâ Rabbi! Ben senin önünde en şerefli uzvumu; işte böyle toprağa, yere koyuyorum.” diye saygısının sonsuzluğunu, derinliğini, Allah’ın azametini, idrakindeki yüksekliği anlatıyor.
Kulun Allah’a en yakın olduğu yer secdedir. En yakın olduğu zaman secde hâlidir. Çünkü o zaman en mütevazı oluyor.
İnsanın en şerefli yeri neresidir?
Yüzüdür. Yüzünde de alnıdır; çenesi değildir, burnu değildir, ağzının altı değildir; alnıdır. Alnını yere koyuyor hürmetini, tevazuunu gösteriyor Allah’ın azametini, kibriyâsını, itirafını gösteriyor.
Her şey secde eder. Yıldız, bitki, ağaç, her varlık secde eder, tesbih eder.
وَالسَّمَٓاءَ رَفَعَهَا وَوَضَعَ الْم۪يزَانَۙ
Ve’s-semâe rafeahâ ve vadaa’l-mîzân.[4]
Allah insanları yarattı. Ay ve güneş bir hesapla. Bütün varlıklar Allah’a secde ediyor ve semayı da Allah yükseltmiştir, yüceltmiştir, enginleştirmiştir, derinleştirmiştir. Üstümüzde uçsuz bucaksız bir sema. Pırıltılar görüyoruz; yıldız.
Pırıltılar arasındaki lacivertlik nedir?
Gözün erişemediği sonsuzluk. Teleskopla bak, biraz ötesini görürsün, daha ötesi göremezsin. Milyonlarca yılda ışığın geldiği bir derinlik, muazzam bir derinlik. Allah-u Teâlâ hazretleri göğü böyle insanoğlunun üstüne yüceltmiştir.
Ve vadaa’l-mîzân.
“Ve teraziyi, dengeyi koymuştur.”
Yerin göğün bir dengesi, âlemin kainatın bir düzeni; terazisi, mizanı, ibresi, göstergesi vardır. Her şey hesapladır, her şey dengelidir.
اَلَّا تَطْغَوْا فِي الْم۪يزَانِ
Ellâ tetğav fi’l-mîzân.[5]
“Sakın ha siz dengeyi bozmayasınız!”
Allah; bu kâinatın düzeninin, dengesinin, kurulan nizamının bozulmamasını emrediyor. Allah bu dengeyi her şeyde ama her hususta; yerde, gökte, dışta içte, insanda, bu dengeyi, mizanı, ölçüyü, teraziyi, adaleti, hakkaniyeti koymuştur.
Sakın ha onu bozmayın! Ta ki bozmayasanız! Olmaya ki bozmayasınız! Sakın ha bozmayasınız! Sakın dengeyi bozmayın!
Denge nasıl bozulur?
1. Allah’ın emirleri tutulmazsa denge bozulur.
2. Çevrede tahribat yapılırsa denge bozulur.
Ormanları kesersen yağmurlar gelmez, topraklar gider, arazi çölleşir. İnsanoğlu çevreyi bozar. Emir tutulmayınca, dengeler bozuldu mu sonra dağılan dengeleri toparlayamazlar da...
Allah dengelerin korunmasını; teraziye, adalete, mizana riayetkâr olunmasını emretmiş oluyor.
وَالْاَرْضَ وَضَعَهَا لِلْاَنَامِۙ
Ve’l-arda vadaahâ li’l-enâm.[6]
Göğü yüceltmiştir. Sonsuz bir feza. Bu fezanın içinde yeryüzünü, arzı insanlar için koymuştur.
İngilizcesi earth, Arapçası arz aynı kelimedir. Yer, yani “yerküre” demek, aynı kelime. İngilizcedeki paradise ile Kur’ân-ı Kerîm’de geçen firdevs aynıdır, cennet, aynı kökten geliyor.
İngilizler ilâhî menşeinden Ortadoğu’dan almışlar. Zaten kendi dilleri yok. Kendi dilleri; Latinceden, bilmem neceden kelimeler alarak öyle kuruldu.
Ve’l-arda vadaahâ li’l-enâm.
Yeri insanlar için halk etmiştir onlar için koymuştur. Şimdi enâm “insanlar” demek.
Hayrü’l-enâm kimdir?
Hayrü’l-enâm, insanların en hayırlısı Muhammed Mustafâ aleyhissalâtü vesselâm’dır.
Allah yeryüzünü insanlar için yaratmıştır. Onlar için gezme yeri yapmıştır, yaşama ortamı yapmıştır. Yaşamlarının bütün şartlarını hazırlamıştır. Suya ihtiyaçları var; denizlerden suları buharlaştırmıştır, rüzgarlarla taşıtmıştır, dağların tepesinden şakır şakır insanların istediği yerlere akıtmıştır.
Şu güzelliğe bak!
Haydi bakalım bunlar olmazsa sen denizlerden suları al da borularla dağların tepesine taşı bakayım! Taşıyamaz! Zaten pompaların bile belli bir yukarıya basma gücü vardır. Daha yukarıya basamaz. Bu işler öyle kolay değil. 50 m için bir şey değil de; 100 m için biraz zor, 200 m için daha zor, 1000 m olduğu zaman 1000 m’lik suyun basıncı aşağıdaki cihazı paramparça eder. Suyun 1000 m altına gittiğin zaman denizaltı teneke gibi olur, yapışır gider.
Her şeyin bir hesabı var. O kadar suyun basıncına dayanacak bir şey daha yok. Çelik küreyi filan yamyassı teneke hâline getirir. Zaten 80, 90 m ancak inebiliyorlar. Ondan sonra olmuyor. İnsan 40, 50 m aşağıya gittiği zaman beyni sıkışmaya başlıyor, patlıyor, “vurgun” diyorlar; suyun içinde aklını oynatıyor, gidiyor. İnsanoğlu dayanamıyor, hiçbir şey dayanamıyor.
Allah-u Teâlâ hazretleri yeryüzünü insan için hazırlamıştır, suyu yukarıdan indirmiştir. Bitkiyi aşağıdan bitirmiştir. Ekmek elden, su göldendir. Her şeyi Allah gönderiyor.
ف۪يهَا فَاكِهَةٌۖ وَالنَّخْلُ ذَاتُ الْاَكْمَامِ
Fîhâ fâkihetün ve’n-nahlü zâtü’l-ekmâm.[7]
Bu yeryüzünde Allah çeşitli meyveler ihsan etmiştir. Her bitkinin meyvesi vardır; “her bitkinin meyvesi onun yavrusu” demektir.
Her bitki binlerce meyve verir. Buğday tanesinin meyvesi, buğday başağıdır. İncir tanesinin çekirdeğinin meyvesi, incirdir. Bir saptan, bir kökten kaç tane üzüm salkımı çıkar.
Ve burada; ve’n-nahlü zâtü’l-ekmâm, “Salkımlı hurma ağaçları vardır.” diyor.
Hurmanın da bir salkımı vardır, bir sap üzerinde kocaman bir hurma hevengi vardır, bayağı bir kilo tutar.
“Sonra çeşit çeşit hurmalar, meyveler vardır.”
وَالْحَبُّ ذُو الْعَصْفِ وَالرَّيْحَانُۚ
Ve’l-habbü zü’l-asfi ve’r-reyhân.[8]
“Hoş kokulu bitkiler, yapraklı taneler vardır.”
Bu taneler içinde insanoğlu buğdayı bulmuştur, kendisine asıl gıda yapmıştır. Arpa vardır, yulaf vardır, mısır vardır, darı vardır; çeşit çeşit yapraklı taneler, çeşit çeşit kokulu şeyler vardır. Bunları hatırlatıyor.
Bunlar hayatın icabı olan yiyeceklerdir.
فَبِاَيِّ اٰلَٓاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
Fe-bi eyyi âlâi rabbikümâ tükezzibân.[9] “Ey siz iki grup! O halde siz Rabbiniz’in nimetlerini nasıl inkâr edersiniz? Hangisini nasıl bir cüretle, neye dayanarak reddeder, inkâr edebilirsiniz? Hangi birini inkâr edebilirsiniz?”
Fe-bi eyyi âlâi. Âlâ, “nimet” demek. Fe-bi eyyi, “hangi birini” demek.
Allah’ın nimetlerinden hangi birini, nasıl bir delille, mesnetle, neye dayanarak, hangi akla uyarak 'âlâ-i rabbikümâ tükezzibân' yalanlarsınız, inkâr edersiniz? Bunlar böyle size nimet olarak verilmişken nasıl; “Rabbin öyle bir nimeti yok, bir faydası yok, bir şey yapmadı.” diyebilirsiniz?
Şimdi burada 'rabbikümâ' deniliyor; “Ey siz iki zümre! Rabbiniz’in hangi bir nimetini inkara kalkışabilirsiniz, neye dayanarak kalkışabilirsiniz? Hiç olur mu böyle bir şey?”
Bu iki zümre nedir? Rabbiküma, “sizin ikinizin rabbi” buyurulurken o ikisi nedir?
1. Biz insanlar
2. Görünmeyen cinler.
Biliyorsunuz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri; hem insanların peygamberiydi, hem de cinlerin peygamberiydi. İns ü cinnin peygamberiydi Peygamber Efendimiz. İnsanların da cinlerin de.
Cinler nasıl mahlûklardır?
Cinler, göze görünmeyen mahlûklardır. Zaten cin, “gözden saklı mahlûk” demektir. Kelime anlamı “görülmeyen” demek.
Görünmeyen varlıklar vardır. Allah-u Teâlâ hazretleri âhir zaman peygamberi olan bizim Peygamberimiz’i insanların ve cinlerin peygamberi olarak göndermiştir.
Cinler de gelmişlerdir, Peygamber Efendimiz Kur’ân’ı onlara da tebliğ etmiştir. Onlar da duyduklarını götürüp kavimlerine haber vermişlerdir. Böyle şeyler var.
نَفَرًا مِنَ الْجِنِّ يَسْتَمِعُونَ الْقُرْاٰنَۚ فَلَمَّا حَضَرُوهُ قَالُٓوا اَنْصِتُواۚ
Neferün mine’l-cinni yestemiûne’l-Kur’âne fe-lemma hadarûhu kâlû ensıtû[10]
O cinlerden bir grubun geldiğini, Peygamber Efendimiz âyetleri okurken dinlediklerini, sonra gidip kavimlerine haber verdiklerini Kur’ân-ı Kerîm bildiriyor; Cin sûresi var. Ayrıca başka surelerde de cinlerle ilgili âyetler var.
“Bu ikiniz nasıl inkâr edersiniz?” cümlesi; “Allah’ın emir ve yasaklarına muhatap olan siz insanlar ve siz cinler nasıl olup da Allah’ın nimetlerini inkâr edersiniz?”
İnsanların mü’minleri, kâfirleri olduğu gibi cinlerin de müminleri, kâfirleri vardır. İnananları, inanmayanları vardır. Onlara hitap ediyor.
Tabi bu soruya karşılık ne dememiz lazım?
“Yâ Rabbi! Biz senin bütün nimetlerine hamd ederiz, şükrederiz. Senin hiçbir nimetini göz ardı etmiyoruz, inkâr etmiyoruz, hepsini kabul ediyoruz. Sen bize nice nimetler verdin biliyoruz, şükrederiz, sana hamd ederiz Yâ Rabbi!” dememiz lazım.
Fe-bieyyi âlâi Rabbikümâ tükezzibân denildiği zaman;
لا بشيء من ءَالَائِك ربنا نكذب فلك الحمد
Lâ-bi şey’in min âlâike Rabbenâ nükezzibü fe leke’l-hamdü demek lazım.
Allah-u Teâlâ hazretleri hepimizi şuurlu müslüman eylesin. Rabbini bilen, Rabbi’nin kendisine ihsan ettiği nimetlerin farkında olan, o nimetlere şükretmesini bilen müslümanlar eylesin. Çünkü bu mü’minliktir, kulluktur. Sizin anlayacağınız kelimelerle söylemek gerekirse nezakettir, zerafettir, edeptir.
Birisi size küçük bir iyilik yaptığı zaman 'thank you' demiyor musunuz? 'Thank you' derse 'you’re welcome' demiyor musunuz?
Nereden çıktı bu laflar?
Nezaketten, âdâb-ı muâşaretten, edepten, kibarlıktan çıktı.
Allah bu kadar çok nimetlerini veriyor; “çok şükür” demek lazım değil mi? “Hamd olsun Yâ Rabbi!” demek lazım değil mi? Allah’ın nimetlerini bilmek ve Allah’a şükretmek, ibadet etmek, iyi kulluk etmek gerekmez mi?
Hayatı vermiş, aklı vermiş, konuşmayı vermiş, sana bu sıhhati vermiş, göz vermiş, kulak vermiş, akıl vermiş, fikir vermiş. Bunlar senin kendi vücudundaki nimetler; sayılamayacak kadar çok nimetler...
Sonra da ağaçlar vermiş, bitkiler vermiş, hububat vermiş, tahıl vermiş; ekmek yapıyorsun, pasta yapıyorsun. Elhamdülillah sayısız dışta nimetler, sayısız içte nimetler.
“İçte nimetler niye sayısız oluyor hocam, sayıp bitiremez miyiz?”
Bitiremezsin.
Kalbin çalışmazsa teklerse kalp hastası olursun, böbreklerin çalışmazsa böbrek ağrısına tutulursun, safra kesen bozulursa safra sancıları tutar, miden iyi çalışmazsa gaz olur; gastrit olursun, ülser olursun, böğürürsün, inlersin, kıvranırsın.
Her âzânın muntazam çalışması bir nimettir. Bir nefes alamazsan ölürsün. Nefes almak nimettir. Nefesi aldın vermesen, içinde tutsan patlarsın.
Haydi bakalım ağzını burnunu kapat, ne kadar durabileceksin? Bir dakika durursun, ondan sonra duramazsın, daha da sıkarlarsa patlarsın, açmazlarsa boğulursun. Nefes almak bir nimet, nefes vermek bir nimet. Kalbin atması nimet. Beyinde bir kılcal damar tıkandı mı; bir yerin felç olur,
Ne oldu?
Adam felç oldu. Sağ tarafı tutmuyor, sol tarafı tutmuyor.
Neden olmuş?
Beyninde bir damar tıkanmış, çok sigara içiyormuş da sigaranın nikotini damarlarından geçerken kılcal damarda tıkanmış. Sigara kana, ciğerlere yağ veriyor. Ciğerlerden kana, yağ taneleri giriyor, etrafta dolaşıyor. Gelip bir yerlere yapışıyor; yapışkan.
Hiç sigara içmeyen bir insanın damarının içinin resmini çekiyorlar. Çekilir mi?
Çekilir.
Ben biliyorum. Benim buramdan bir boru yutturdular, “ög, mög” demeyeyim, diye bir de önceden iğne yaptılar. Sonra mideme bir boru soktular, ondan sonra televizyon ekranında midemin içini seyretmeye başladım.
“Dur hocam, başını kaldırma, sen üzülme, ben bunu videoya alıyorum, sonra sana seyrettiririm.” dedi.
Kendi midemin içini, kendi gözlerimle gördüm.
Şu işe bak!
“Burası midenin içi, burası ağzı” dediler.
Vay, tanıştığıma memnun oldum.
“Burası midenin son tarafı, şimdi geldik on iki parmak bağırsağına...”
Hoş geldik, sefa bulduk. İşte burada senin yara, bu kadar. On iki parmak bağırsağında çukur delinmiş. Ben sabahleyin duramıyorum. On iki parmak bağırsağımda ülser varmış, yani yara varmış, delik varmış. Tedavi etti, elhamdülillah çok şükür geçti.
Ben midemin içini borularla gördüğüm gibi, insanı ameliyat etmeden, dışından sonda ile böbreğinin taşlarını alıyorlar. Safra kesesinin taşını alıyorlar. Benim safra kesemi kesip aldılar. Sonra yeni usullar çıktı. Böbrekten, safra kesesinden taşları topluyorlar. Kılcal damarların da resmini çekiyorlar. Kılcal damarlara ameliyat yapıyorlar.
Bir balon şişiriyorlar, orası şişirilince “anjiyo” deniliyor. Oradaki şişkinliğe takılmış olan şey, -damar elastikiyatini kaybediyor ya- orası genişletince geçmeye başlıyor.
Hiç sigara içmeyen bir insanın damarının içi bir koridor gibi, bir yer altı tüneli gibi...Böyle yuvarlak, damarın kenarları görünüyor, bomboş serbest, gir yürü, içi serbest. Üç ay sigara içen bir insanın bu damarlarının etrafına glop camlar gibi -yarım cam şeyleri gibi- sigaranın yağları yapışmaya başlıyor.
Görüyorsun; damarın içi, her tarafı kabarcık kabarcık olmuş. Damarı büyütelim, bu kadar yapalım. Boncuk boncuk her tarafına yağlar yapışmaya başlıyor. İki senelik sigara içen bir insanın; bu yağların üstüne öteki yağlar yapışıyor, damarı daralıyor. Damar bu kadarsa şu kadar kalıyor.
İki parmak yağ bağlıyor, yağ bağladığı zaman damarın cidarları elastikiyetini kaybediyor. Yağ olmadığı zaman rahat bir şekilde, hani balonu şişirirsin lüp yapar, bırakırsın lop iner, elastikiyeti var. Ama yağ bağladığı zaman damar bu elastikiyetini kaybediyor. Çünkü aşağıdaki yağlar kuruyor, kuruyunca su borusunun içi kireçlenmiş gibi oluyor.
Çaydanlığın emziği kireçlene kireçlene su koyacak yeri kalmaz. Memleketinizde kireçli sularda çay yaptıysanız bunu bilirsiniz.
Sigara tiryakisinin damarı ne oluyor?
Damar bu kadarken sigara tiryakisinin damarı bu büyüklükte ise büyüttüğümüz zaman şu kadarcık kalıyor. Bu kadar yerin etrafında sigaradan nikotin, yağ kaplamış oluyor. Çünkü sigaranın dumanında her şey var. Onların hepsi gidiyor.
Binâenaleyh sigara içen bir insan yavaş yavaş intihar ediyor.
Neden?
Damarları tıkıyor. Damarları tıkayınca damarların gençliği, elastikiyeti kalmıyor. Bir damar tıkandığı zaman felç oluyor. Mesela şeker hastalığı da çok tehlikeli bir hastalık.
Niye?
Şeker hastalığında da kanın içindeki şeker bu yağın toplandığı gibi etrafa toplanıyor. Kılcal damarlar şeker hastalarında da doluyor. Sigara içenlerde sigaradan doluyor, şeker hastalarında da şekerden doluyor. Kılcal damarlar dolunca nasırlaşma başlıyor. Ayaklara, parmak uçlarına kan gitmiyor. Kanın gitmediği yerler ne oluyor?
Ölüyor.
Ölünce damarlar tıkandı. Oraya gıda gitmediği için hücreler öldü, ondan kalınlaşıyor. Göz hücrelerine kan gitmiyor, gözü kör oluyor. Şeker hastalığı da sinsi, yavaş yavaş öldüren bir hastalık.
Onun için çok sakınmak, çok perhiz yapmak lazım. Ben şimdi şişman insanları görünce acıyorum. Onlar ileride başlarına neyin geleceğinin farkında değiller, ben acıyorum. Kendime de bakıyorum, bende de biraz göbek var, kendime de biraz acıyorum. Başkalarına şişmanlığı nispetinde daha fazla acıyorum. Şeker de damarları tıkıyor.
Demek ki her şey bir nimet. Bu nimetin kadrini bilmek lazım. Bu nimetin şükrünü eda etmek lazım, kadrini bilmek lazım, iyi kul olmak lazım.
Allah-u Teâlâ hazretleri bize yardım eylesin, tevfîkini refîk eylesin. Bize nimetlerinin kadrini bilen, nimetlerine kendisinin rızası vechile şükretmesini bilen kullar olmayı nasip eylesin. Ömrümüzü ibadetle, zikirle, şükürle, kadir bilmekle, kulluk etmekle geçirmeyi nasip eylesin. Huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varıp cennetiyle cemaliyle taltif olunmak, cemaliyle müşerref olmak, selamına mazhar olmak nasip eylesin. Rıdvan-ı Ekber’ine vâsıl eylesin.
Bi hürmeti esmâihi’l-hüsnâ ve bi hürmeti ismihi’l-âzâm ve bi hürmeti Muhammedini’l-Mustafâ nebiyyihi’l-erham ve’l-ekrem ve bi hürmeti esrâr-ı sûreti’l-Fâtiha.
[1] 55/Rahman, 5.
[2] 55/Rahman, 6.
[3] 17/İsra, 44.
[4] 55/Rahman, 7.
[5] 55/Rahman, 8.
[6] 55/Rahman, 10.
[7] 55/Rahman, 11.
[8] 55/Rahman, 12.
[9] 55/Rahman, 13.
[10] 46/Ahkaf, 29.