Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semi'tü Saîde'bne Osmâne'l-Hayyat. Bu mübarek de sahabesi, terziymiş; Yekûlü semi'tü Zennûn yekûl. Bu zât-ı muhterem ''Zünnûn-i Mısrî'nin şöyle dediğini işittim.'' diye naklediyor. Müellifimiz her şeyi senetli, ispatlı, belgeli, anlattığı için kimlerden çıktığını sıralıyor, isimlerin hepsini saymış, yeri yurdu belli.
Men erâde't-tevâdua fe'l-yüveccih nefsehû ilâ azameti'l-lâh fe-innehâ tezûbü ve tasfû ve men nazara ilâ sultâni'l-lâhi, zehebe sultânü nefsihî li-enne'n-nüfûse küllehâ fekîratün inde heybetihî.
Tevazu dinimizde methediliyor, Efendimiz tavsiye ediyor; ''Mütevazı olun, mütekebbir olursanız Allah sevmez, aşağılara indirir, sizi cezalandırır.'' ''Kalbinde kibir olan cennete giremeyecek, mütevazı olmak şart.'' diye biliyoruz.
Mütevazı olmayı nasıl sağlayacağız? ''Ben mütevazı olmak istiyorum ama unvanım, param, mevkiim, itibarım, çevrem, kavmim kabilem var; kışkırtıcı arkadaşların alkışları var, pohpohlamaları var, nasıl mütevazı olabilirim?'' diye çaresini soruyor. Mesela insan alimse alimliğinden gurur gelir. ''Ben çok iyi alimim, var mı benim gibisi?'' Zenginse zenginliğinden kibir, gurur gelir. Mercedes arabası varsa arabasından gurur gelir. ''Şu takaya bak, benim arabamı geçmeye çalışıyor, beni sollamaya kalkıyor, bir gazlayalım da görsün bakalım benim gibi yüz yirmi ile gidebilir mi?'' der.
Böyle bir şey oldu mu insanın içinden teper. Ya parası, ya mevkii teper. Sen onu aptal yerine koysan kaç tane üniversite bitirdiğini söyler, biraz hakaret edecek olsan, ne gibi unvanları, mevkileri olduğunu sıralar. Başka yönden biraz tepeden bakar gibi yapsan hemen diklenir, aralar bozulur. Mütevazı olmak herkese kolay değil.
Nasıl mütevazı olacağım? Bir kabilenin ağasının oğluysa, muhakkak ki ağanın hizmetçisinin oğlundan farklı olur. Bu ağa çocuğu yürüyüşünden bile farklıdır; bu ağa çocuğu, ötekisi fukaracık, onun hizmetçisi, kâhyasının çocuğu. Kâhyanın çocuğu yaparsa kabahat olur. Ağanın çocuğu yaparsa herkes gözünü yumar, görmezler. Neden? O ağanın çocuğu. Adamın cebinde para olduğu zaman yürüyüşü başka olur, parası olmadığı zaman başka olur. Kabahatli olduğu zaman gelişi başka türlü olur, haklı olduğu zaman gelişi başka türlü olur. Senden özür dileyeceği zaman başka türlü gelir; senden hakkını almak için, yakana yapışmak için gelirken adım atışı, yere basışı başka türlü olur. Demek ki insan kendisinin olan bir şeyde tesir altında oluyor, kurtulması kolay olmuyor.
Biz Allah'ın kuluyuz, mütevazı olmamız lazım. Nasıl mütevazı olacağız? Paramız var, tahsilimiz var. Tedavisi, çaresi?
Men erâde't-tevâdua fe'l-yüveccih nefsehû ilâ azameti'l-lâh. ''Tevazuyu elde etmek isteyen kimse; nefsini Allah'ın azametine tevcîh etsin, yöneltsin. Allah'ın azametine sevk etsin.'' ''Ey nefsim! Allah'ın azametini, yüceliğini düşün, yüceliğini gözle!'' diye Allah'ın azametine nefsini, kendisini yüceltsin. Fe-innehâ tezûbu ve tasfû. Böyle yaptığı zaman nefsi erir ve sâfîleşir. Allah'ın azametini düşündüğü zaman kibir kalmaz.
Allah'ın azameti, büyüklüğü iki türlüdür. Bir maddî büyüklük vardır; ''Bu ağaç öteki ağaçtan daha büyük.'' Bu fidan, bu koca çınar ağacı, bu kulübe, bu apartman, yani maddî büyüklük. Bu çocuk, bu adam koca pehlivan, 1.90 boyunda kavak gibi kimse. Bir maddî büyüklük var, bir de mânevî büyüklük var.
İmâm-ı Âzam hazretleri ufak tefekmiş. Ebû Yusuf hazretleri ile İmam Muhammed ikisi de uzun boyluymuş. İkisi talebe, onlar uzun boylu, İmâm-ı Âzam da ufacık tefecik, nahif bir şeymiş. İmâmünâ beynenâ ke'nnûni lenâ diyorlarmış. Lenâ yazıldığı zaman lam, nun, ondan sonra elif. Lam uzun, nun ortada küçük bir diş, ondan sonra elif de uzun. İki tane uzun, ortada şöyle bir kısa. ''Bizim imamımız aramızda lenâ kelimesinin nûnu gibidir'' diyor.
Lenâ kelimesinin nûnu gibidir her yönden. İn lem yekün nûnen yekün lâ, eğer o olmasa lâ olurdu diyor. Yani lamdan sonra elif geldi mi nûnu aradan çıkarın. Lenânın nûnunu çektin mi geride ne kalır? Lâ kalır; ''İmamımız bizim aramızda, boyu kısa ama nun gibidir, o nun olmasa biz yok oluruz, sıfır oluruz demek istiyor.'' Tevazu göstermişler; boy büyüklüğü başka, üstatlık mânevi büyüklük başka.
İmâm-ı Âzam ufak tefekmiş ama talebelerinden daha büyük. Kullar arasında bu böyle. Allah'ın bir azameti var, kibriyâsı var, uluvv-u cenâbı var. Allahu Teâlâ her yönden, bildiğiniz hiçbir varlıkla mukayese edilmeyecek kadar hepsinden fâiktir, hepsinden yücedir, hepsinden büyüktür. Allahu Teâlâ hazretlerinin büyüklüğünü anlamak için Allah'ın azametine, bu hususta kanaat sahibi olmak için yıldızlı gecelerde dışarıya çıkın. Berrak bir havada, rüzgâr estiği zaman bulutları alıp götürüyor. Gökyüzüne bakıyorsunuz, yıldızlar pırıl pırıl. Yaz gününde deniz kenarında, yıldızlara elinizi uzatsanız tutacaksınız gibi. Allah Allah, şu esrarlı kâinat, şu uçsuz bucaksız gökyüzü, en yakın yıldız milyonlarca yıl mesafede. En yakın yıldız, bizim güneşe olan uzaklığımızdan ne kadar daha uzakta?
Bu kâinatın dili yok, milyonlarca senede ışığı bu tarafa doğru gelmekte olan yıldızlar var. Onun ötesinde daha ışığı gelmemiş yıldızlar var. Işığı şimdi gelmiş de kendisi yok olmuş yıldızlar var, ışığı yeni geldiği için biz onu var gibi görüyoruz. Uçsuz bucaksız bir kâinat. İnsan, Allah'ın bu kâinatını gördüğü, düşündüğü zaman Allah'ın büyüklüğünden birazcık bir şeyler hissetmeye başlar. Şu yüce, uçsuz bucaksız kâinatın yaratanı Rabbü'l-âlemin. O zaman kendinin zerre gibi, nokta gibi olduğunu anlarsın. ''Nefsini Allah'ın azametini düşünmeye sevk ettiğin, tevcih ettiğin zaman nefsin erir ve sâfîleşir.'' diyor.
Demir cevherini potaya atıyorlar; içindeki öteki şeyler gidiyor, sâfî demir kalıyor. Madenler eridi mi sâfîleşir. Nefis Allah'ın azametine müteveccih oldu mu erir, hicriyle anlar. Nefsâniyet, kibir, gurur yapacak hâli kalmaz Allah'ın büyüklüğü, kudreti, cezası, intikamı, lütfu, ihsânı, emri karşısında, yüce kulları karşısında o zaman erir. Tevazu gelir, kibir gider. Nefsini Allah'ın azametine teveccüh ettir o zaman erir ve sâfîleşir.
Ve men nazara ilâ sultânillâh. ''Kim Allah'ın gücüne kudretine saltanatına bakar, müşahede ederse, zehebe sultânu nefsihî kendi nefsinin saltanatı gider. Bakan insanın nefsinin kendisine hâkimiyeti kalmaz, küçülür yok olur gider. Li-enne'n-nüfûse küllehâ fekîratün inde heybetihî. Çünkü bütün nefisler Allah'ın heybeti karşısında sıfırdır ve muhtaçtır. ''Nefis ne kadar ‘ben ben' dese, ne kadar nefsaniyeti kavi olsa da, Allah'ın azameti karşısında ona muhtaçlığını anlayınca hizaya gelir.'' diyor.
Demek ki tevazuyu elde etmenin yolu Allah'ı, Allah'ın azametini düşünmektir; o zaman kendi hiçliğimizi anlayacağız. Allah'ın milyarlarca kulu var, milyarlarca âlemi var, dünyası var, milyonlarca nesil geçmiş, milyonlarca sevgili geçmiş, bu asırda da kim bilir bizim bilmediğimiz, her bakımdan bizden üstün nice insanlar var.
Bizden önce nice kavimler geçmiş, ne büyük, ne muazzam eserler ortaya koymuşlar. Büyük kesme taşlardan koca koca iki adam boyunca taşları üst üste koyarak altmış, yetmiş metre şeklinde kemerler, koca koca âbideler bırakmışlar, dünyayı bizden çok mâmur kılmışlar. Krezus'un hazineleri kayıp; millet onu bulmaya çalışıyor, ''Şu kadar zenginmiş, bu kadar zenginmiş.'' Bizden fazla zenginler var. Firavun'un piramidinin yüksekliği 150 metre. Beyazıt kulesinin iki katı kadar yükseklikte, adam taş yığmış. Haydut Firavun, Beyazıt kulesinin kendisi kadar değil de, iki tane Beyazıt kulesi kadar yüksek yere, o kadar kesme taşları yığa yığa iki Beyazıt kulesi yüksekliğinde piramit yapmış.
O kadar taşın oraya yığılması için hepsi kesilecek, taşınacak, yerleştirilecek, Firavunluğun ne kadar zalimce bir şey olduğunu gösteren bir eser. Keops'un piramidi 150 metre, üç metre rüzgârdan aşınmış, 147 metre kalmış, 147 metre boyunda kesme taş yığını. Ne para yeter, ne güç, ne kamyon dayanır, ne vinç, iki Beyazıt kulesi yüksekliğinde.
Bizden başka nice zenginler, bizden daha kuvvetli, daha saltanatlı, daha alim daha pehlivan nice insanlar, rekortmenler, Koca Yusuflar, Herküller, nice demir kuşaklı pehlivanlar gelmiş geçmiş? Biz neyiz? Mahşer gününde yan yana dizildiğimiz zaman bizim onların yanında ne kıymetimiz var? Kim dönüp de bize bakar? Hiç, sıfırız. İnsan Allah'ın mahlûkâtını, âsârını, kâinatı düşündüğü zaman, Allah'ın azametini düşünmeye nefsini sevk ettiği zaman, nefs hizaya gelir. Kibirli bir hâli kalmaz. ''Alimim.'' diyemez; kendisinden alim var. ''Zenginim.'' diyemez, Karun kendisinden daha zengindi. ''Allah indinde kıymetliyim.'' diyemez; peygamberler geçmiş, büyük evliyâullah geçmiş, hiçbir şey diyemez. O zaman haddini bilir, hizaya gelir.
Semi'tü Saîde'bne Osmâne yekûl. Terzi dediğimiz o râvi, ''Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin şöyle dediğini işittim.'' buyuruyor: Yekûlu: Lem era echele min tabibin, yüdâvî sekrâne fî vakti sükrihî. Len yekûne li-sükrihî devâün -hattâ yüfîka- fe-yüdâviye bi't-tevbeti. Zünnûn-i Mısrî buyurmuş ki; ''Sarhoşken sarhoşluğu esnasında, fî vakti sükrihî, sarhoşu tedaviye kalkan doktordan daha cahil insan görmedim.''
Sarhoşluğu esnasında sarhoş tedavi edilir mi? Laf anlar mı, söz dinler mi, nasihat kabul eder mi? Sarhoşluğu esnasında onu tedavi etmek mümkün mü? ''Bak bu yaptığın yanlıştır, hizaya gel, doğrul.'' Onu eğri yoldan doğru yola getirmek, herhangi bir şekilde mânevî hastalıklarını tedavi etmek mümkün mü? Mümkün değil. ''Sarhoşun sarhoşluğu devam ediyorken onu düzeltmeye çalışan kişiden daha cahil kimse görmedim.''
Hele bir sarhoşluktan ayılsın, aklı başına bir gelsin. Sarhoşken kulağına laf girmez, girse durmaz, söz söylese sözünün kıymeti olmaz. Len yekûne li-sükrihî devâün -hattâ yüfîka- Ayılıncaya kadar hastalığına bir deva, tedavi mümkün değil. Sarhoşa, ''Sen bu hastalığı, içkiyi bırak, bu edepsizlikleri yapma.'' desen, kıymeti yok. Önce bir ayılsın ondan sonra fe yüdâviye o zaman tevbe teklif edersin, ''Bırak bu içkiyi, bir daha içme, yapma, bak çoluk çocuğun zarar görüyor, sıhhatin mahvoluyor, ciğerlerini parçaladın, mideni deldin, bir ayağın çukurda.'' O zaman anlar, sarhoşken anlamaz.
Zünnûn-i Mısrî hazretleri bunu niye söylemiş? Çünkü insanın ilk önce suçunu kabul etmesi, ona nedamet duyması, pişman olması lazım. Yoksa laf dinlemez. ''Hocam, bizim şu yakınımıza dua et, ıslah olsun.'' İyi ama o sarhoşluğa devam ederken olmaz. Bir günaha devam ederken tedavi mümkün değil. Pişmanlık önce içine düşecek; ondan sonra laf anlayacak, söz dinleyecek. Önce günahı bırakacak, pişman olacak, ondan sonra tedavisi mümkün olacak.
Ve bihî kâle: Semi'tü Zennûne yekûl. Yine aynı zât-ı muhteremin yoluyla rivayet gelmiş, Zünnûn-i Mısrî hazretleri şöyle buyurmuş; Lem era şey'en eb'ase li-talebi'l-ihlâsi mine'l-vahdeti. ''İhlâsı elde etmekte, ihlâslı kul olmak sıfatını kazanmakta yalnız kalmaktan daha uygun bir çare görmedim.''
İhlâs tasavvufta, bizim yolumuzda, dervişlikte, çok önemli bir kavram, bir mefhum. İhlâslı olmamız lazım. Neden? İhlâssız oldu mu Allah namazı da, orucu da, hiç bir şeyi kabul etmiyor. Allah ihlâsı, ibadetlerin kabul şartı etmiş. Ameller, ibadetler, taatler, ihlâslı olursa Allah kabul ediyor, ihlâslı olmazsa kabul etmiyor. Sırf Allah rızası için yapılacak, Allah'ın sevgisi hoşnutluğu kazanılsın diye yapılacak. İhlâsı elde etmek lazım; bu mübarek zâtlar bizim gibi işin dış tarafıyla uğraşmamışlar, işi temelinden, kökünden, aslından, kalbinden düzeltmeye çalışmışlar. Bizim taraflarda bu duruma ''pınarı başından bağlamak'' derler.
Pınarın kalbi, suyun kaynadığı yerdir. Bunu oradan almak, bozukluğu oradan düzeltmek gerekiyor. Onlar, ihlâsı, tevazuyu elde etmek gibi şeylerle uğraşmışlar. Neden? Allah mütekebbirin ibadetini kabul etmiyor ki, ihlâssızın ibadetini kabul etmiyor ki, istediği kadar ibadet etsin. Onun için asıl olan, amel-i kalbî denilen tasavvufî hasletlerdir. Tasavvufun alanına girmiş olan, bu mânevî konulardır. Bunlar üzerinde önemle durmuşlar.
Mademki ihlâs olmadan ibadet kabul edilmiyor, o halde ibadette ihlâsı sağlayın. Mademki tevazu olmadı mı Allah insanı yükseltmiyor, yerden yere çalıyor, sevmiyor, cennetine sokmuyor; ''O halde mütevazı olayım.'' demiş, onlarla uğraşmışlar. ''İhlâsı elde etmek için de yalnız kalmaktan daha güzel bir çare görmedim.'' diyor. Tenhada, yalnız kalacak. Li-ennehû ''Çünkü'' izâ halâ ''insan yalnız kaldığı zaman'' lem yera ğayra'l-lâhi Teâlâ ''Allah'tan gayrı bir şey görmez.'' Tek başına tenhada, karanlık yerde, inzivada kaldı mı Allah'tan gayrıyı görmez, çünkü herkesten ayrıldı, tenha yere geldi. Fe-izâ lem yera ğayrahû ''Allah'tan başka hiçbir şey görmeme durumuna geldiği zaman da,'' lem yuharrikhü illâ hükmullâh ''onu Allah'ın emri ve hükmünden başka bir şey harekete geçirmez, ancak Allah'ın hükmü harekete geçirir.'' Alalh’ı görünce, O'nun her sözünü dinlemeye başlar.
Allah'ı görmek, düşünmek için de tenhaya çekilmek lazım, yoksa kavga, gürültü, itme, kakma, kalkson sesi, bağırma, çağırma, şarkı, türkü, video vesaire, bu kadar gürültünün arasında bir şey göremez, duyamaz. Mesela Ramazan'da itikâfa girdi; caminin bir tenha köşesine çekildi, perdeyi çekti, cemaat de namazdan sonra gitti, camide yalnız başına kaldı. Çarşafla çevrilmiş bir yerde, ışığı da görmüyor, pencereyi de açmıyor, tek başına kaldı. İşte o zaman Allah'ı görür, mânevî bakımdan Allah'tan gayrıyı görmez. Allah'ın huzurunda olduğunu, kul olduğunu anlar, o zaman kafası çalışmaya başlar, düşünmeye başlar. O zaman Allah'ın hükmünden gayrı bir şey onu harekete geçiremez. Hep Allah'ın hükmüne göre hareket etme durumuna gelir.
Ve men ahabbe'l-halvete. ''Halveti, yalnızlığı seven bir kimse'' fe-kad tealleka bi-amûdi'l ihlâs ''ihlâsın ana direğine yapışmış, meseleyi kavramış, işi yakalamış demektir.'' Yalnızlığı seviyoruz. Ve'stemseke bi-rüknin kebîrin min erkani's sıdki. ''Doğruluğun, hakiki mürid olmanın ana rükünlerinden bir rüknü kavramış, ona tutunmuş demektir.''
Muhterem kardeşlerim! ''Dervişiz.'' diyoruz, büyüklerimizi seviyoruz, evliyâullahtır diye hürmet ediyoruz. Menâkıbını da okuyoruz. Bu yolda iş neymiş, gürültünün, patırtının, kimsenin olmadığı tenha bir yerde biraz kendi kendine kalmak. Edebiyatçılardan birisi, böyle inziva bir yerini, yeşillik bir yeri methediyor da, diyor ki:
Bedbaht burada kal, bu yeşilliğe gömül,
Dehrin hây u hûyundan sana ne?
''Dışarıdaki hay huy, gürültü, patırtıdan sana ne?'' ''Bak burası tenha, güzel.'' diyor. Dervişin de bir takım gerçekleri düşünebilmesi için böyle tenha bir yere çekilmesi lazım, fırsat olması, zaman olması, şartların gelişmesi lazım. Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hira mağarasına çekilirdi. Günlerce evine gitmezdi; o dağın başında tek başına kalırdı. O dağa çıktı mı arkadaşlar? Bana nasip oldu, zar zor çıktım.
Öyle şahane bir yer ki o Hira mağarası. Bir taş gelmiş kapanmış, ucu da içeriye doğru kıvrılıp gidiyor. Bir insanın seccadesini yayıp namaz kılacağı kadar bir yer, güneş falan gelmiyor. Allah'ın sıcağında oraya oturduğu zaman o yarığın oradan bu tarafa bir aspiratörle hava çekiliyormuş, üfürüyormuş gibi latif bir esinti var. Arabistan'ın 45 derece sıcağında bir latif hava geliyor ki tadına doyum olmaz. Efendimiz'in her şeyi güzel, seçtiği yer de güzeldir. Ondan sonra, oradan taşların arasından zorlayarak aralıktan geçip bir yere çıkıyorsunuz, bir somya veya karyola kadar bir taş var. Kudretten dümdüz, sanki su saati terazilenip devrilmiş bir taş, tabii taş.
Hira mağarasının olduğu Hıra dağı nasıl bir yer? Mevlevî külahı gibi sivri bir yer, en yüksek yer. Bir saatte çıkılıyor, zor tırmanılıyor, oradan bütün ova ayağımızın altında. Bütün küçük dağlar ayağımızın altında; kandiller, ışıklar yandığı zaman yeryüzü ışıl ışıl, gökyüzü ışıl ışıl, yıldızlar pırıl pırıl parlıyor, bir latif hava esiyor. Orada durduğunuz zaman geminin güvertesinde gibi, Arabistan'ın püfür püfür sıcağından eser kalmıyor. Bir letafet. Mübarek bir mahal, orada durdum, şöyle bir döndüm baktım, ki Kâbe-i Müşerrefe görünen bir yer.
Efendimiz öyle bir yer seçmiş ki baktığın zaman Kâbe-i Müşerrefe görünüyor. Bir dağın tepesine çıkmış ama Kâbe-i Müşerrefe gözünün önünde, o kadar güzel bir yer. Efendimiz oraya senelerce çıkmış, yanına yemeğini getirmişler; ya kölesi getirmiş, ya Hz. Hatice radıyallahu anhâ validemiz getirmiş. O orada günlerce şahane bir ibadet, halvet, inzivâ ve tek başına kalma hali yaşamış.
Hani Efendimiz'in yolunun yolcuları? Bak işte Efendimiz'in hayatı. Sonra Ramazan'ın son on gününde evi burada olduğu halde evine gitmiyor, mescitte yatıp kalkmaya başlıyor. Peygamber Efendimiz'in mübarek zevceleri onun öyle mescitte çadır gibi ayrı bir şey kurup da orada insanlardan ayrı olarak kimsenin göremeyeceği tarzda ibadet etmesine heveslenince; ''Biz de bu sevabı kazanalım.'' diye, onlar da mescidin içine birer çadır kurmuşlar. Efendimiz o sene itikâfa girmemiş. ''Bunlar da sevap mı kazanıyorum sanıyorlar!'' buyurmuş.
Kadının hâli başka, erkeğin hâli başka... Kadının ibadetinin en makbul olduğu yer evi. Peygamber Efendimiz vazifeli, mescidde vazifesi var, namaz cemaatle kılınıyor. O sene Ramazan'ı geçirmiş, itikâfı Şevval ayında yapmış. İtikâfta tenhalık var, halvet var. Tek başına Hira mağarasında da o var. Kur'ân-ı Kerîm'den de Musa aleyhisselam'ın Tur dağına çıkıp kırk gün Allahu Teâlâ hazretlerine ibadet ve niyaz eyleyip müracaat ettiğini biliyoruz.
''İhlâsı elde etmenin yolu olarak tenhada tek başına kalmaktan daha güzel bir çare görmedim.'' Zünnûn-i Mısrî hazretleri; ''İnsan bunu yaptığı zaman çok sağlam bir şeyi, tasavvufun, kâmil insan olmanın, evliyâ olmanın, hakiki derviş olmanın ana meselesini yakalamış olur.'' diyor.
Ve'stemseke bi-rüknin kebîrin min erkâni's sıdki. ''Sıdkın, sadakatin erkânından, rükünlerinden büyük bir rüknü yakalamış.'' Demek ki başka rükünleri de var. Yalnızlık önemli. Şehrin hây u hûyundan sana ne! Şairin dediği gibi; ''Gel bu yeşilliğe, burada, tenhada şöyle başını dinle.'' Kişinin, olgun bir insan olması için bir mânevî terbiye görmesi lazım. O mânevî terbiyesi işinde de bir yerde tenhada, sakin durması lazım. Tefekkürle, zikirle meşgul olması lazım ki ondan sonra o gönül gözü açılsın da Allah'ın sevgili bir kulu olması, sıdk-ı sadakat sahibi bir âşık-ı sâdık olması mümkün olabilsin.
Ve bihî kâle: Semi'tü Zennûne yekûl. Râvi, ''Aynı senetle aynı râviden yine şöyle söylediğini işittim.'' buyurmuş.
Min alâmâti'l-muhibbi li'l-lâhi mütâbiatü habîbi'l-lâhi fî ahlâkıhî ve ef'âlihî ve emrihî ve sünenihî.
Min alâmâti'l-muhibbi li'l-lâhi. Allah'ı seven kimsenin, hakikaten seven bir kimse olduğunun alametlerindendir. Hakikaten âşık-ı sâdık mı? Hakikaten Allah'ı seven bir kimse mi? Bunun alâmetlerinden birisi veya birkaçı nedir?
Mütâbiatü habibi'l-lâhi. ''Ben Allah'ı seviyorum.'' diyorsun ama Allah'ın sevgilisi olan o Resûlullah'a mütâbaatın var mı? Mütâbiat ne demek? Tâbi olmak, yolunca gitmek, demek. Efendimiz'i örnek alıp onun izinden gitmek, onun gibi olmaya çalışmak, mütâbiatü habibi'l-lâhi. Resûlullah demiyor burada habîbullah diyor. ''Madem Allah onu sevmiş, sen de sevgili olmak istiyorsan, ona tâbi olacaksın.'' demek gibi bir mânayı düşünerek Allah'ın habîbine fî ahlâkıhî ve ef'âlihî ve emrihî ve sünenihî ''Huylarında, ahlâkında, fiillerinde, emirlerinde, sünnetinde tam ittibâ etmektir.
Allah'ı sevmenin alametlerinden birisi budur.
Kul in küntüm tuhibbûna'l-lâha fettebiûnî yuhbibkümü'l-lâh. Peygamber Efendimiz'in zamanında da böyle insanlar çıkmış; ''Biz Allah'ı seviyoruz.'' demişler. Hakikaten de ibadethâneleri falan var; yahudilerin havraları, hıristiyanların kiliseleri, ruhbanları var. Nahnü evliyâullâhi ve ehibbâuhû. ''Biz Allah'ın evlatlarıyız ve O'nun dostlarıyız.'' demişler.
''Siz Allah'ı seviyorsanız Allah'ın size gönderdiği elçisi, Allah'ın emirlerini size tebliğ ettiği vazifeli görevlisine tabi olun.'' Onu reddettiniz mi Allah'ı reddetmiş olursunuz, onun sözünü dinlemediniz mi Allah'ın neyi sevdiğini anlamazsınız; haramlarla, günahlarla vaktinizi geçirirsiniz. Onun sözünü tutmazsanız yediğiniz haram, işlediğiniz günah olur. Allah'ın yolundan ayrı. Resûlullah'ın tavsiyeleri sadece maddî tavsiyeler değil, aynı zamanda mânevî tavsiyeler.
O tavsiyelere uyacaksın, dinini satıp dünya almayacaksın, Allah'ın âyetlerini az bir bahâ ile satıp menfaat sağlamayacaksın. Değmez; İnsan Allah'ın emrini tutacak; dobra dobra olacak, Allah o zaman sever. Bu iş, menfaatperestlikle olmaz.
Sonuncu sözü söylüyoruz. Ve semi'tühû yekûl. Aynı râvi, ''Aynı şekilde duydum ki şöyle dedi.'' diyor; izâ sahha'l-yakînü fi'l-kalbi sahha'l-havfü fîhi insanın kalbinde yakîn sıhhatli, hakîki oldu mu; sahha'l-havfu fîhi, o zaman içinde havfullah da hakiki olur.
''Ben Allah'tan korkuyorum.'' ''Git işine, beni kandırmaya kalkma, sen Allah'tan korksaydın günahlardan kesilirdin.'' İnsanın kalbinde yakîn sağlam, eksiksiz, kusursuz, tam oldu mu o zaman korkması da tam olur. Yakîn ne demek? Türkçe'de bir kelime var, yakın; uzak-yakın, o kelime değil. Arapça'da yakîn, ''şeksiz şüphesiz inanç'' demek. Katıksız, içinde bir leke, karışıklık, noksan olmayan tam inanç yakîn demek.
''Ben o adamı yakînen tanıyorum.'' ''Yakînen bu işi biliyorum ki böyledir.'' ''Bu işi onun yaptığını yakînen biliyorum.'' ''Hiç şeksiz şüphesiz bir inancım var, onun ne olduğunu biliyorum.'' demek. Yakından mânası değil, ''şeksiz inanç'' mânası. ''İnsanın kalbinde şeksiz şüphesiz Allah inancı yerleşti mi o zaman Allah korkusu da belirir. Kul Allah'tan korkmaya başlar.'' Neden korkar? İlerideki şeylerde gelecek neyden korktuğu. Kimisi Allah'ın cezasına uğramaktan korkar. Kimisi cezasından değil Allah'a karşı nezaketsizlik etmekten korkar. ''Üzerimde Allah'ın o kadar lütfu var, ben O'na karşı nasıl günah işlerim?'' der. Diyor ki; ''Allah her şeyi mübah kılsaydı, ‘her şey caiz, kulum ne istersen yap' deseydi yine nezaketlerinden Allah'a âsî olmazlardı.'' diyor. Bu Allah'ın sevgili kulları nezaketlerinden yine yapmazlardı. O bakımdan kimisi; ''Allah'tan cezaya uğrayacağım.'' diye korkar, kimisi ''Gözden düşeceğim.'' diye korkar, kimisi de ''Mekâna makama uygun âdâbı yerine getiremem.' diye korkar. İnceliğin, edebin de dereceleri var.
Allah bizi o edeplere sahip kullardan eylesin. İki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin, cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin. Dervişlikten, tasavvuftan yana sevgimiz, muhabbetimiz, bu yolda ilgimiz var. Allah bizim kalbimizden imanımızı, tasavvufi hasretlerin haslarını, hakikilerini, kuvvetli eylesin, tam eylesin. Sevdiği kul olmayı nasip eylesin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.