Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Cüneyd-i Bağdâdî'nin şeyhi ve dayısı, hocası olan Seriyy-i Sakatî'nin -kaddesallâhu rûhayhimâ- terceme-i hâli üzerinde okumaya devam edeceğiz.
Ve bihî kâle's-Seriyyu: el-Kulûbü selâsetün: kalbün mislü'l-cebeli lâ yuzîlühû şey'un ve kalbün mislü'n-nahleti asluhâ sâbitun ve'r-rîhu tümîlühâ ve kalbün ke'r-rîşeti yemîlü mea'r-rîhi yemînen ve şimâlen.
Ve bihî kâle dediği, yani aynı rivayet yoluyla, Ali b. Abdilhamid el-Kadâirî kanalıyla gelen rivayet zincirinin yine bize naklettiği bir başka rivayet. Buyurmuş ki Seriyy-i Sakatî kaddesallâhu sırrahu'l-azîz hazretleri;
el-Kulûbü selâsetün. "Kalpler üç tanedir."
"Üçtür" demekten maksadı; "Üç cinstentir, üç seviyededir."
Kalbün mislü'l-cebeli. "Bir kalp vardır ki o dağ gibidir." Lâ yuzîlühû şey'un. "Hiçbir şey onu yerinden oynatamaz, kaydıramaz, zarar veremez." Ve kalbün mislü'n-nahleti [asluhâ sâbitun ve'r-rîhu tümîlühâ.] "Öyle bir kalp de vardır ki o da hurma ağacı gibidir, kökü yerdedir, sağlamdır; ama rüzgar esti mi boyu uzun olduğundan oraya oraya sallanır." Ve kalbün ke'r-rîşeti. "Bir kalp de vardır ki o da kuş tüyü gibidir, tüy gibidir." Yemîlü mea'r-rîhi yemînen ve şimâlen. "O artık rüzgar esti mi oraya buraya eğilir, uçar gider."
Bundan maksat ne?
Bir kere kalpten maksat ne?
Biz kalp deyince ne anlıyoruz, bu sözü söyleyen mübarek kalpten neyi kastediyor?
Kalp, bizim Türkçe'de "gönül" demek. İnsanın göğsünde bir et parçası var, onun adı da "kalp". Ama gönül ondan başka. Belki birbiriyle bazı ilişkileri var; mekân bakımından, mekânı olması bakımından ilişkileri var. Ben şuna benzeterek anlatmaya çalışıyorum:
Akıl nerede?
Akıl elle tutulmaz, gözle görülmez bir şey. "Beyinde" desek, delinin de beyni var, o da yetmiyor. Ama "akıl başta" diye geçip gidiyoruz. Gönül de kalple yani insanın yüreğiyle ilişkili. Arapça'da da böyle, Türkçe'de de böyle, Farsça'da da böyle. Bir et parçası olan uzuv var ama aslında âyetlerde, hadislerde bahsedilen bu değil; bununla bir ilişkisi olan, belki orada bulunduğu için ilişkisi olan görünmeyen varlık. Görünmeyen, tutulmayan, ölçülmeyen, biçilmeyen, eni boyu bilinmeyen esrarengiz varlık; gönül. Mesela Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
"İnsanın vücudunda bir küçük et parçası vardır ki o iyi oldu mu bütün vücut iyi olur, o kötü oldu mu bütün vücut fena olur. O kalptir."
İşte buradan baktık mı, "et parçası" dediği halde kastedilen et parçası değil; o et parçasında olan "gönül" dediğimiz şey. Et parçası sağlam olabilir ama adam câni, haydut, eşkiyâ, hain, zalim, günahkâr olabilir. Kalbi istediği kadar sağlam olsun; ama idamlık olabilir. Demek ki Peygamber Efendimiz'in onun bozulmasından kastı, "insanın gönlünün, iç âleminin bozulması" demek.
"Üç çeşit gönül vardır." diyor, Seriyy-i Sakatî hazretleri. "Birisi dağ gibidir, hiçbir şey yerinden kıpırdatamaz." Evliyâullahın kalpleri böyle, bu gruptan olabilir. Dış tesirler, etkiler, telkinler vesaireler; ondaki o mârifetullah nuruyla o sağlamlık kale gibidir, dağ gibidir, asla oynamaz, sapasağlamdır; Allah'a bağlılığı sağlamdır, sevgisi sağlamdır...
Eğer beni öldüreler,
Külüm göğe savuralar,
Toprağım anda çağıra,
Bana seni gerek seni.
Fuzulî'nin şiirlerinde geçiyor mesela; "Doktor beni tedavi etme, ben bu dertten memnunum. Yoksa beni tedavi edersen mahvolurum. Ben bu hastalıkla yanayım yakılayım..." diyor, Allah sevgisini kastederek...
Kahır da gelse, lütuf da gelse, hastalık da gelse sabredebiliyor. Eyyûb aleyhisselam gibi... Vücudunu yaralar sarabiliyor, çoluk çocuğu ölebiliyor, malı mülkü telef olabiliyor... Hiçbir şey değiştiremiyor; sağlam bir gönül, sapasağlam bir yapısı var; ve mârifetullah dolu, Allah indinde makbul bir gönül, kale gibi, dağ gibi...
"Bir kalp vardır ki hurma gibidir." Hurma da yine iyi, makbul bir ağaçtır, hadîs-i şerîflerde methedilmiştir. Kökü yerde ama sağa sola sallanır. Bazı gönüller de böyledir; esas itibariyle mü'mindir, iyidir hoştur ama bazen oradan esen buradan esen rüzgarların tesiriyle hataları, sarsılmaları, tereddütleri, şüpheleri vesaireleri duyarız, gelip geçebilir.
Bir de bir çeşit daha kalp yani gönül vardır, bu gönül de hiçbir tutamağı yok, bir kuş tüyü gibi rüzgar ne tarafa giderse o tarafa uçuyor.
Sen ne oldu, hani namaz kılıyordun?
"Bıraktım."
Hani sen tevbe etmiştin, sigara bile içmeyecektin?
Yine içmeye başladı...
Hani sen iyi insandın, ya bunu nasıl yaptın? Hani sen bana geçen akşam söz vermiştin, akşamdan söz verip de sabaha dönüş mü olur?
Neden?
Tüy gibi, nereden ne eserse o tarafa gidiyor.
Tabii bunların içinden makbul olanı hangisi?
İnsanın gönlünün kale gibi sağlam olması ve doğru yoldan ayrılmaması.
Fe'stekim kemâ umirte diye Allahu Teâlâ hazretlerinin Peygamberimiz'e emrettiği gibi sırât-ı müstakîmde sabit-kadem olması, Allah'ın yolunda herhangi bir olayla kayacak bir durumu bulunmaması.
Bu gönüllerin sahibi insanlar böylece üç gruba toplanabilir. Birisi çok vefalıdır, çok sâdıktır, âşık-ı sâdıktır, sapasağlamdır; doğru yola girdi mi ömrünün âhirine kadar İslâm'a faydalı olur. Bir kısım insanlar vardır ki esas itibariyle iyidir; ama bazen hata ederler, bazen sevap işlerler, hurma ağacı gibi sallanırlar. Yine esas itibariyle meyvesi tatlıdır, iyidir, hoştur. Bazısı da vardır ki hiçbir yerde durmaz, dikiş tutturmaz.
Tabii kalpler konusunda Kur'ân-ı Kerîm'de âyetlerde "kalp" kelimesi geçiyor: "Öyle kalpler vardır ki taş gibidir. Taş bile makbuldür de bu ondan daha fenadır."
"Öyle insanlar vardır ki onların kalpleri ölü olduğu için onlar hayvandan da aşağıdır."
Ülâike ke'l-en'âmi bel hüm edal. "Daha da aşağıdır." diye bildiriliyor.
Allah bizim kalbimizi dağ gibi, kale gibi sağlam kalp eylesin. Yolunda dâim zikrinde kâim eylesin. Sevgisinden, muhabbetullahtan, mârifetullahtan mahrum etmesin. Hasta duruma düşürmesin.
İnsan bir günah işledi mi kalbinde bir benek hâsıl oluyor, bir günah daha işlediği zaman bu günahtan dolayı yeni bir benek daha hâsıl oluyor. Böylece kalp yani gönlü kararıyor, gönlünde lekeler meydana geliyor, gönül sonunda işe yaramaz bir şey oluyor. Halbuki gönül insanı yöneten, insanı mârifetullaha erdirten, makamını yükselten, Allah indinde evliyâ yapan Allah'ın en büyük vergilerinden birisi kalp...
Ondan sonraki sözü;
Ve bihî kâle's-Seriyyü: Lâ tasrim ehâke ale'r-tiyâbin ve lâ teda'hu dûne'l-istiğtâbi.
Tabii bu sözlerin Arapçalarını da, kelimelerini [dikkatle] takip ederseniz, Arapçaları da güzel. Atasözlerini Türkçe'de bilirsiniz, secîlidir, müseccahtır. Onun gibi sözü güzel...
Buyurmuş ki;
Lâ tasrim ehâke ale'r-tiyâbin. "Şüphe üzerine arkadaşına darılma, arkadaşınla alakayı şüphe üzerine kesme."
Sarame-yesrimü, "darılıp akradaşlığı kesmek, küsmek" mânasına geliyor.
Lâ tasrim ehâke. "Kardeşine küsme, darılma, alakayı kesme." Ale'r-tiyâbin. "Şüphelenmek üzerine."
"Şüphe üzerine arkadaşlığı bozma."
Ah kelimesi "kardeş" demek; ama bu hem anne babadan dolayı olan kardeşliğe denilir, hem de mü'minlikten dolayı olan kardeşliğe Arapça'da kullanılıyor. Burada tabii esas itibariyle "darılma" dediğine göre maksadı din kardeşliği veyahut tarikat kardeşliği.
"Din ve tarikat yolundaki, mâneviyat yolundaki, âhiret yolundaki kardeşliğini şüphe üzerine bozma."
Ve lâ teda'hu dûne'l-istiğtâbi. "Ve arkadaşını kendisi özür diledikten, senin rızanı talep ettikten 'Bağışla beni.' diye söyledikten sonra da terk etme."
Yani "affet" demek istiyor.
"Şüphe üzerine arkadaşlığı kesme, af dileyince de affet."
Madem af diledi, "Tamam, peki." de, unut, üzerinde durma. "Artık seninle ebediyen barışmam! Bitti artık alakamız, bir daha gelme!" Kimisi böyle yapıyor. Demek öyle olmayacak. Bu mübarek efendinin tavsiyesi öyle değil.
Bir kere küseceksen kesin bir bilgin olsun, onun üzerine git. Kulaktan kulağa bir söz yayılmış veya bir hareketi böyle olmuş şöyle olmuş da, ona darılıyor. Canım git, bir söyle bakalım, belki başka bir maksatla yapmıştır. Belki sana iyilik diye yapmıştır, sen onu kötülük anlıyorsundur. Belki o sözü öyle söylememiştir, belki başka maksatla söylemiştir.
Hindistan taraflarında bir hükümdarın veziri varmış, herkese borç para verirmiş.
"Ne zaman ödeyeceğiz?"
"Hükümdar ölünce ödersiniz." dermiş.
"Hükümdar ölsün, öyle..."
Hikâye hoşuma gidiyor. Tabii hemen gitmişler, hükümdara şikâyet etmişler, demişler ki;
"Bu senin vezirin hain, senin ölümünü istiyor. Herkese borç veriyor; 'Hükümdar ölünce geri verirsiniz.' diyor."
"Vay!" Veziri huzuruna çağırmış;
"Ben sana bu kadar imkân verdim, mevki makam verdim, para pul verdim, itimat ettim, yükselttim; sen utanmıyor musun böyle yapmaya? Böyle dedin mi?"
"Dedim efendim. Evet, söyledim efendim. Söyledim ama benim maksadım bunların düşündüğü gibi kötü maksat değildi. Evet, 'Alın bu parayı, hükümdar öldüğü zaman ödersiniz.' dedim, tamam, doğru; ama sizin ölümünüzü istediğim için değil. Bilakis sizin ölmemenizi istediğimden bu fukarâcıklar da cân-ı gönülden dua etsinler diye böyle yaptım. Çünkü kimse parayı çabuk ödemek istemez; 'Hükümdar yaşasın da bu para bizim yanımızda kaldıkça kalsın.' diye cân-ı gönülden size dua ettirmek için yaptım bu işi." demiş.
Bunun üzerine mükâfatlandırmış, yanından ayırmamış.
Hani bazen dıştan düşmanlık gibi görünür bir şey ama aslında o senin iyiliğini istiyordur. Veyahut bazı insan yaptığı iyiliği söylemek istemez. Âlicenab insanlar yaptığı iyiliği belli etmek istemezler, gizli yaparlar, sessiz yaparlar.
Yine anlatmışımdır:
Büyük zâtlardan birisi bir şehre geliyor, orada bir tanıdığını ziyaret edecek. Diyorlar ki;
"Hapiste."
"Neden hapiste yahu? Bu kötü bir insan değildi, hapse niye düştü?"
"İşte borcu vardı, ödeyemedi, kadı hapsetti. Parası yok."
Gitmiş, alacaklılarını bulmuş, hepsinin parasını ödemiş. Ondan sonra şehirlerine kalkmış, kaçmış gitmiş. Şehirde dursa "Kim ödedi?" diye bilinecek, "Şu adam ödemişti." diyecekler; kendisinin ödediğini arkadaşı bilmesin diye parasını ödemiş, hapisten çıkarttırmış, görüşmeden kaçmış. "Ben ödedim." bile demiyor. Yüksek insanlar böyle olur. Bazen yaptığı iyiliği belli etmez.
Bir de "Riya olmasın, gösteriş olmasın." diye insanların bazıları kendisini iyi göstermek şöyle dursun, kötü göstermek yolunu bile seçmişler. Yani kötü değil de aslında, kötü sanacak gibi bir tavırda bulunmaktan korkmamışlar, çekinmemişler. Mesela biraz Kur'ân-ı Kerîm telaffuzunu tecvid kâidesine uygun olarak okumamış veyahut şöyle yapmış, böyle yapmış; arkasındaki adam bunun kemalâtını anlamasın, çok rağbet etmesin, halkın gözünde şöhretlenmesin, etrafına insan toplanmasın diye özellikle kendisini gözden düşürecek şeyi mahsustan yapmışlar. Çünkü onların nazarında Allah'ın sevgisi önemli. Şöhret âfettir, insanların sevgisinin kıymeti yok. El öpecek vesaire; kendi kendisini saklamış, belli etmemiş.
Meşhur bir hikâye vardır:
Bir şeyh efendi varmış, bir camide imam. Bir de müezzin varmış, şeyh efendinin tek müridi. Başka kimse yok. Bir şeyh, bir mürit; iki kişi. Hiç kimse yok. Cami de kenar mahalledeymiş; ne gelen var ne giden... Şeyh efendi hakikî bir evliyâullah, kerâmetleri zâhir, mânevî makamı yüksek; ama kimse gelmiyor. Bir gün oturmuşlar, namazlarını kılmışlar, tesbihleri çekmişler. Mürit demiş ki;
"Efendim, şu ahâli zât-ı âlinizin kadrini kıymetini bilmiyor. Gelseler buradan mârifetullahı öğrenseler, tarikatin âdâbını, inceliklerini öğrenseler, Allah yolunda güzel bilgileri elde edip ilerleseler... Hazine var yanlarında, bu ahâli kıymetinizi bilmiyorlar. Gelseler de cami dolsa taşsa, ne iyi olur..." gibi bir söz söyleyince;
"Öyle mi istiyorsun evlâdım?" demiş.
İmam yaşlı, müezzin derviş biraz genç.
"Efendim iyi olmaz mıydı?"
"Eh, olur inşaallah." demiş, dışarıya çıkmış. Mahallenin çocukları kuş tutmuşlar. Kuş güzel tüylü. Birisi "Ben tuttum, benim!" diyor, ötekisi "Benim!" diyor; çekişirken kuşun kafasını koparmışlar. "Senindi benimdi..." derken kuşun kafası kopunca çocuk başlamış ağlamaya... "Kuşum öldü, Ahmet kuşun kafasını koparttı..." iki gözü iki çeşme ağlıyor. Şeyh efendi de namazı kıldırmış, camiden çıkmış; bakmış bir gürültü, bir kalabalık, ağlama filan var...
"Ne oluyor evlâdım?"
"Hoca dede, işte kuş benim kuşumdu, ben tutmuştum da Ahmet kafasından çekti de, koparttı da, hayvanı öldürdü de..." İşte hüüü [diye] ağlayınca;
"Getir bakalım şunun kafasını." demiş.
Getirmiş.
Bismillâhirrahmânirrahîm. Tükürüklemiş kafasını, başını gövdesine yapıştırmış; Allah'ın izniyle kerâmet olarak kuş yeniden canlanmış, uçmuş.
Herkes böyle "Kafası kopmuş kuş canlanır mı, uçar mı?" diye bir uçan kuşa bakıyorlar, bir hoca dedeye bakıyorlar, bir birbirlerine bakıyorlar. Herkes evine koşuşmuş:
"Anne, duydun mu? Baba, gördün mü? Gözlerimizle gördük, vallaha da billaha da hoca dede ölmüş kuşun kafasını yakaladı, yapıştırdı, uçurdu!"
"Yaa? Öyle mi? Hakikaten kerâmet sahibi büyük zâtmış! Hay Allah, kıymetini bilmemişiz!.."
Cami dolmaya başlamış... Müezzin memnun, kalabalık, gelen giden, el öpen, hastalarına dua ettiren, çocuğu olmayanlar çocuk ister vs. vs... Binbir türlü kalabalık dolup taşıyor... Ama hizmetler müezzine düşüyor; o da yavaş yavaş bıkmaya başlamış. Çay pişir, yemek çıkart, sofra hazırla, yemek hazırla, bulaşık yıka... Ne gecesi ne gündüzü kalmış, ne uykusu ne durağı kalmış, ne de oturup da doğru düzgün tesbih çekebiliyormuş... İki saat, üç saat uyku, gürültü partı, bir hengame gidiyor böyle... Çünkü tekke kalabalık...
Bir gün bir fırsat bulmuş, demiş ki;
"Şeyhim, ben galiba hata işledim. Eskiden ne kadar huzurluyduk; zikir yapıyorduk, mânevî âlemin lezzetlerini, sefasını beraber sürüyorduk. Şimdi affet, özür dilerim, tesbihimi bile çekemiyorum, uykumu durağımı şaşırdım, kafam karıştı, yorgun düştüm... Ben eski zaman daha kıymetliymiş de kıymetini bilememişim..." deyince;
"Yani sen eskiyi mi, tenhalığı mı özlüyorsun şimdi?"
"O zaman daha rahattım." demiş.
"O da olur istersen..." demiş.
Cuma günü koyun bağırsağını şişirmiş. Bir ucunu bağlamış, öbür ucunu bağlamış, koltuğunun altına sokmuş. O zaman balon yok, naylon yok; tabii eski devrin [usûlü...] Koltuğunun altına sokmuş. Cuma günü, herkes şeyh efendi girecek diye bekliyorlar. Cami tıklım tıklım dolu. Kapıdan girmiş, koltuğunun altındaki bu hava dolu şeyi biraz bastırmış; herkes birbirlerine bakmış, "Bir ses çıktı! Eyvah! Hocaefendi'nin abdesti kaçtı!" demişler. Hocaefendi hiç aldırmıyor. Biraz daha yürümüş, yine hafif bir bastırmış, yine bir acayip ses. Biraz daha yürümüş, biraz daha bir acayip ses... Oturmuş minberin önüne...
"Yahu, Hocaefendi'nin abdesti kaçtı, yellendi; ama hiç farkında değil. Oturdu, bak namaz kılacak..." demişler.
Hakikaten dış ezan okunmuş, sünnete kalkmış, hoca namaz kılmış. "Allah Allah... Hadi neyse, namaz kendisinin, hutbeyi okuyacak, ben başka hutbeye yetişeyim... Hutbeyi okuduktan sonra da namaz kıldıracak, bizim Cumamız olmayacak..." diye, pabucunu alan arka taraftan yavaş yavaş kaçmış. O çıkmış hutbeye, çıkarken de arada biraz bastırıyormuş, her merdiven çıkışında, yine öyle bir ses... Gelmiş namaz kıldırmış; arkasında müezzin, birkaç kişi, o kadar. Artık şehirde yayılmış, demişler ki;
"Falanca yerin hocası, evet evliyâymış, kuşun kafasını yapıştırmış, uçurmuş; ama abdestsiz namaz kılıyor. Abdestini kaçırıyor da fark edemiyor zavallı, ihtiyarlıktan... Abdestsiz de imamlık yapılır mı? Namazımız kabul olmaz!" diye kimse gelmemeye başlamış. Cami tekrar tenhalaşmış.
Bir gün başbaşa oturmuşlar, zikirleri yapmışlar. Müezzin demiş ki;
"Efendim, eski âdet döndü, hiç kimse gelmiyor artık nedense..."
Şeyh efendi gülmüş, demiş ki;
"Evlâdım, bak gördün, o kalabalığın kıymeti yok. Bir tükürükle gelen bir üfürükle gidiyor."
"Kalabalığın kıymeti yok, sen Allah'ın rızasını kazanmaya bak. Mühim olan o. İnsanlar, kalabalığın rızası, hoşnutluğu, kızması, bunlar mühim değil." demiş.
Lâ tasrim ehâke ale'r-tiyâbin. Şüphe üzerine arkadaşlığı kesmeyecek ve özür dilediği zaman da özrü kabul edecek, özrüne rağmen dargınlığı devam ettirmeyecek.
Ve bihî kâl. "Yine aynı rivayet zinciriyle..."
Bu kitabın yazarı ciddi bir insan, mübarek; her şeyi nereden aldığını yazıyor.
"Aynı senet zinciriyle, aynı kanaldan, aynı rivayet silsilesiyle şu da rivayet edilmiş ki, Seriyy-i Sakatî hazretleri şöyle buyurmuş:"
İni'ğtememte limâ yenkusu min mâlike febki alâ mâ yenkusu min umrike.
İni'ğtememte limâ yenkusu min mâlike. "Eğer malından bir şey eksildiği zaman gamlanıyor, kederleniyor, üzülüyorsan..."
Hani Karadeniz'de gemisi battı mı insan kara kara düşünür. Hatta birisi fazla düşünceli oldu mu, "Ne oluyor, Karadeniz'de gemilerin mi battı? Ne zarara uğradın?" derler.
Arabası kaza yapsa üzülür. Tarlasına, mahsulüne dolu yağdı, telefât oldu; pamuk tam toplanacaktı, yağmur yağdı, kozalar bozuldu... Yani malına mülküne insanın yangın, âfet, telefât, eksiklik geldi mi, parası kayboldu veyahut bir şey aldı, istediği gibi çıkmadı; insan üzülür.
"Eğer malından bir şey azaldığı, noksanlaştığı zaman üzülüyor isen..."
Febki alâ mâ yenkusu min umrike. "Asıl ömründen noksanlaşana üzül."
Çünkü insanın asıl sermayesi, asıl malı ömrüdür. Âhiret ömrüyle kazanılıyor, hayatı boyunca kazanılıyor. Öteki mal gider, beriki mal gelir. Allah ne takdir ettiyse o gelir. Ama ömür geri gelmez. Para, mal, mülk; insan zenginleşir, fakirleşir, kazanır, kaybeder, toparlar...
Bizim arkadaşlardan birisi "ticaret yapayım" diye Suudi Arabistan'a bir kamyon elma götürmüş; yolda çürümüş, orada da satamamış; ziyan... Sonra düşünmüş taşınmış; "Ya elmalar çürüyor, sıcaktan dayanamıyor. Ne götüreyim?.." Bu sefer kazma sapı götürmüş. Odun, kazma sapı... Ondan da epey kâr etmiş.
Kâr eder, zarar eder. Bu ticaretin cilvesidir, hayatın çeşitli halleridir.
"Eğer malının azalmasından, noksanlaşmasından üzüntü duyan bir insansan, asıl ömrünü noksanlaştığına üzül." diye böyle nasihat ediyor.
Çünkü insanın en büyük sermayesi ömrüdür. Hayatı, bir ânı gitse bir daha geri gelmez. Sevaplı işlerle geçerse kazanır, günahlı işler işlerse veya gafletle geçirirse telafisi çok zor olur veya imkânsız olur.
Üstâdın bu sözünde ne var?
"Ömrünün kıymetini bil, bir ânını bile boş geçirme."
Tabii sözün Arapçasını da ezberlese insan, bizim atasözleri gibi secîli...
Lâ tasrim ehâke ale'r-tiyâbin ve lâ teda'hu dûne'l-istiğtâbi.
İni'ğtememte limâ yenkusu min mâlike febki alâ mâ yenkusu min umrike.
Arapça bilenler Arapçalarını da ezberleyebilse, güzel atasözü olarak yeri gelince kullanabilir.
Ve bihî kâle's-Seriyyü: Min alâmeti'l-ma'rifeti billâhi el-kıyâmü bi-hukûkillâhi ve îsâruhû ale'n-nefsi fîmâ emkenet fîhi'l-kudretü.
Yine Seriyy-i Sakatî hazretleri buyurmuş ki;
Min alâmeti'l-ma'rifeti billâhi. "Allah'ı bilmenin, mârifetullaha ermiş olmanın alâmetinden birisidir." el-Kıyâmü bi-hukûkillâhi. "Allah'ın hukukuna riayet etmek."
"Allah'ın hukukuna riayet eden Allah'ı biliyor demektir. Allah'ı bildiğinin, mârifetullaha ermiş olmanın alâmetidir."
Allah'ın hukuku nedir? Allah'a karşı biz kullarının yapma[sı] gereken görevler nelerdir?
Edeb meallah diye bizim tekkede kitaplarımızda öyle yazmış.
Edeb meallah, yani dervişin Rabbine karşı kulluk edebleri nelerdir?
Bu bizim Gümüşhaneli tekkemizde -geçen haftalarda da söylemiştim- Mîzânü'l-irfân diye bir kitap var. Bu Mîzânü'l-irfân'ın bir bölümünde de Gümüşhaneli Hocamız'ın veya Hâlid-i Bağdâdî Efendimiz'in öğrettiği üzere "Edeb meallah nedir?" onu madde madde şiir hâlinde yazmış.
İnşaallah önümüzdeki hafta arkadaşlar bana hatırlatsın, buraya gelmeden onu bulup önümüzdeki derste hukûkullah nedir, onu sırayla yazdıralım, yazalım.
Hukûkullah kısaca [şu] demektir: Kulluğunu, Allah'a karşı vazifelerini güzel yapmak.
Ne olacak?
İmanı eksiksiz, tam olacak. Doğru bir imana sahip olacak. İbadetlerini yapacak. Namazı kılacak, orucu tutacak, zekâtı verecek. Allah'ın emirlerini baş üstünde tutacak. Yasaklarından kaçınacak. Allah'ın yolunu başka yollara tercih edecek. Allah'ın emrini kendi nefsinin emrine tercih edecek. Bu gibi [hususlar...]
Allah'ın hukukuna riayet etmeye başladı mı bir insan, bakıyorsun ki hukûkullaha riayetle yaşıyor; tamam, bu ârif billah, bu Allah'ı bilen bir insandır. Allah'ı bilmenin, mârifetullaha ermiş olmanın alâmeti Allah'ın hukukuna riayettir.
Ve îsâruhû ale'n-nefsi. "Ve Allah'ı nefsine tercih etmektir."
Allah "Şunu yap." buyurmuş, nefsi de "Hayır, yapma." diye içinden öyle istiyor. Tamam, Allah'ın dediğini yapacak. Her hususta Allah'ın emrini kendi nefsinin isteğine tercih edecek. Nefis ne istiyor, onun tersini yapacak.
"Musa aleyhisselam birisine teklif etmiş..." derler eski kitaplarda; "Gel, mü'min ol, bırak gayri yolları, Allah'ın yoluna gir. Ben Allah'ın peygamberiyim, doğru yola gir." demiş.
"Yâ Musa, bana müsaade et, ben yarın sana cevap vereyim." demiş.
Ertesi gün gelmiş; "Tamam, kabul ettim. Senin yoluna giriyorum." demiş.
"Niye bir gün bekledin? Ne oldu da kabul ettin şimdi?" demiş.
Demiş ki;
"Ben, eskiden beri âdetimdi; bir şeyi nefsime danışırım, içim istiyorsa, canım çekiyorsa, arzuluyorsa yapmam, istemiyorsa yaparım. Çünkü biliyorum ki nefis insanın düşmanı, onun için yapmam. Bu sefer de teklif ettim; 'Musa aleyhisselâm'a tâbi olmaya ne dersin?' diye. Danıştım; canım hiç istemiyor, yük altına girmek istemiyor, intizam altına girmek istemiyor. Anladım ki senin yolun doğru yol, ondan girdim."
Kitaplar böyle anlatır.
Nefsin istekleri vardır; yemek, içmek, yan gelip yatmak, eğlenmek, zevk etmek, sefa sürmek, bedavadan beleşten yaşamak, geçinmek... Ama Allah'ın emri vardır; zevkini terk etmek, mihnetlere yüklenmek, müslümanlara faydalı olmaya çalışmak, uyumamak, yememek, içmemek, Allah'ın rızasını kazanmak için çalışmak... Hepsi nefsinin arzularıyla karşı karşıya, onları yendiği zaman insan doğru düzgün bir insan oluyor.
Fîmâ emkenet fîhi'l-kudretü demiş. Yani, "İnsanın kudretinin imkân verdiği konularda, insanın kudretinin mümkün kıldığı sahalarda Allah'ın emrine sarılacak, onu baştâcı edecek, nefse muhalefet edecek, nefsin arzusunu yapmayacak."
Dervişlik de kolaydır, Müslümanlık da kolaydır, ârif olmak da kolaydır, evliyâ olmak da kolaydır; ama gel de yap... Bu yapamamak bilmemekten değil; bu nefsi yenememekten... Yoksa yense zor değil... Nefsini yenerse insan o zaman pekâlâ bu mertebelere çıkabilir.
Demek ki bu basit olan prensipleri, duyduğumuz [nasihatleri] mühim olan duymak değilmiş, hayatına uygulayabilmekmiş; uygulayamayınca olmuyor. Çocuk dersi dinliyor, dinliyor, dinliyor... İyi güzel; ama yazılı imtihan yaptığı zaman hiç cevap veremiyor. Dinledi ama girmemiş kafasına, onun gibi... Veyahut bir çırak ustanın yanında yetişiyor, yetişiyor, yetişiyor, marangoz [oluyor,] "Hadi bakalım, bu sandalyeyi, masayı da sen yap." diyorsun; keresteyi berbat ediyor, atıyor bir tarafa...
Neden?
Görmek başka, yapmak başka. Yapmayınca olmuyor.
Ve bihî kâle's-Seriyyü. Bu haber de yine aynı rivayet zinciriyle gelmiş. Buyurmuş ki Seriyy-i Sakatî hazretleri;
Min kılleti's-sıdki kesretü'l-huletâi.
Buyurun bakın, şimdi izah edebilecek misiniz bakalım?
Buyurmuş ki;
"Sıdk u sadâkatinin azlığından dolayıdır..." Kesretü'l-huletâi. "Düşüp kalktığı insanların çok olması."
"Düştüğü, kalktığı, konuştuğu, görüştüğü, ahbaplık etttiği insanların çok olması kişinin sıdk u sadâkatinin noksanlığındandır, azlığındandır, kılletindendir."
Sıdk ne demek?
"Doğruluk, doğru sözlülük, doğru özlülük" demek.
"Bunun azlığına delalet eder, düşüp kalktığı insanların çokluğu."
Bunun izahı nedir? Anlayabildiniz mi?
Bir insan doğruyu söyleyince bazı insanlar ona darılırlar, kızarlar, küserler, etrafından ayrılırlar. Doğru söyleyeni aralarından çıkartırlar. Rüşvetçi bir ekibin içine dürüst bir memur girer, o rüşvetçiler baktılar ki işleri bozuluyor, bunu oradan başka yere attırmaya çalışırlar. Halbuki hepsinin atılması lazım, bunun kalması lazım. Gümrükte veya şurada veya burada... Bir bunun kalması lazım, ötekilerin hepsini çöp tenekesine doldurmak lazım. Hayır, onlar bunu attırtırlar, olmadık yere sürdürtürler.
Neden?
İşlerini bozdu diye.
Neden?
Doğru söylüyor, doğru iş yapmak yapıyor.
"Bir insanın ahbâbının çok olması, düşüp kalktığı insanların çok olması onun sıdk u sadâkatinin azlığını gösterir." diyor.
Yani ne demek istiyor?
"Sen arkadaşı, ahbâbı, düşüp kalktığın insanları çoğaltmaya bakma; doğru özlü, doğru sözlü olmaya bak. Seven sevsin, sevmeyen sevmesin. Kızan kızsın, darılan darılsın, kim ne yaparsa yapsın..." demek.
Ve böyle ahlâklı olan insanın bazen seven insanları az olur, etrafı tenha olur, kimse yanına gelmez. Eğlence, şaka, şarkı, türkü, "kah kah kah... kih kih kih..." haram helal düşünülmeyen yere herkes toplanır. Ama böyle ciddi bir şahıs oldu mu etrafından kaçarlar. Bazen böyle büyüklerin hayatlarını okuyoruz; bulunduğu şehirde durdurmamışlar, çıkartmışlar. Ona söylüyor, buna söylüyor; doğruyu söyleyince tabii aralar bozulabiliyor. Ama söylemesi lazım. Doğru sözlü, doğru özlü olmak Allah'ın emri, dinimizin emri.
Birisi bir güzel konak yaptırmış. Dervişin birisini takmış koluna;
"Gel, bir konak yaptırdım ki görülmeye değer, gel de bir gör."
Gezdirmiş, gezdirmiş;
"Nasıl, beğendin mi? İyi yapmış mıyım?" demiş.
"Yok, çok berbat etmişsin. Bu dünyada ev yapmışsın, âhiretini berbat etmişsin. Bunu yapacağına âhirette bir köşk yapsaydın ya! Bu kadar israfa, bu kadar süs, ziynet yerine şu kadar fukarâya yardım etseydin..." diye bir sürü laf söylemiş.
Söyleyebilir miyiz biz?
"Maşâallah, güzel olmuş..." deriz. Diyemeyiz yani...
Neden?
Zayıfız. "Pek güzel, maşâallah..." filan deriz, geçiştiririz. Bu devirde herkes öyle yapıyor; tenkit etmiyor, dobra dobra kusurunu söylemiyor.
Bak, ne diyor büyüklerimizden birisi:
"İnsana doğru düzgün kusurunu söyleyen bir sâdık arkadaş da kalmadı bu devirde." demişler.
Doğru söyleyene biz kızıyoruz; ama o sâdık arkadaş olduğunu gösterir aslında... Ve biz de söylemiyoruz. Hocamız da derdi ki;
"Dervişlere her kusurunu söylesen yanında derviş kalmaz."
Hocalar da dervişlere de tam söylemiyor; ama kaçmasın diye, yavaş yavaş öğrensin diye... Yoksa söylese [yanında kimse kalmaz.]
Bir de şöyle demiş: -bizim ağabey yaşında olan daha büyüklere-
"Ben size sizin hak ettiğiniz muameleyi yapsam burada barınamazsınız."
Bizim çıkartacağımız sonuç: Doğru sözlü, doğru özlü olmak. Allah'ın rızasını kazanmaya çalışmak.
Tabii "doğru" derken de doğru sözü söyleyişin bir nezaketi vardır, âdâbı vardır. Emr-i mârufun, nehy-i münkerin usûlü vardır. Onu da çiğnemeyeceğiz. Sert bir şekilde, kalp kıracak bir şekilde, herkesin nefretini uyandıracak bir tarzda yapılmaz. Yine tatlı tatlı söylersin de doğruyu söylediğin için seni sevmezler, aralarına almak istemezler, çağırmazlar; "O gelirse meclisimizin keyfi kaçar, zevki kalmaz, tadı kalmaz..." diyebilirler; o ayrı. Sen kibar söyleyeceksin ama doğruyu söyleyeceksin. Doğruyu söyleyince kibar da söylesen bazı insanlar sevmez. O sevdiğine, sevmediğine aldırmayacaksın; Allah'ın rızasına bakacaksın.
Bundan sonraki sözü:
Hüsnü'l-huluki keffü'l-ezâ ani'n-nâsi ve'htimâlü'l-ezâ anhüm bilâ hıkdin ve lâ mükâfeetin.
Güzel huy dinimizde tavsiye edilen bir şey. Hüsnü'l-huluk diyoruz veya hulûkun hasen diyoruz veya ahlâk-ı hamîde diyoruz veya mekârimi ahlâk diyoruz. Güzel huy makbul.
Ekserü mâ yudhilu'n-nâse'l-cennete takvallâh ve hüsnü'l-huluk.
"İnsanların cennete girmesinin ekseriyetle sebebi, güzel huyluluğu olacak."
Takvâ da bir çeşit huy sayılırsa, yani insan güzel huyluluktan dolayı cennete girecek. Takvâyı ayrı saymış. "Takvâdır ve güzel huydur." demiş. Takvâ da haramlardan sakınmak; ama o da esas itibariyle bir davranışın adı olduğu için o da huydur. Güzel huylar insanı cennete sokuyor, kötü huylar da insanın başını dünyada âhirette dertlere sokuyor ve cehenneme girmeye sebep oluyor.
Şimdi burada güzel huyu anlatıyor. Kendisine göre tarif ediyor. Herkes güzel huyu az çok bilir. "Doğru sözlü olacak, halim selim olacak, ihlâslı olacak..." kitaplar yazıyorlar, duymuştur. Herhalde burada tarif ederken neyi söyleyecek daha ziyade?
Herkesin yapamadığı, zorlandığı bir tarafı söyleyecek, yani önemli noktasını bize hatırlatacak. Seriyy-i Sakatî hazretleri diyor ki;
Hüsnü'l-huluki keffü'l-ezâ ani'n-nâsi. "Güzel huy, insanlara eza vermekten el çekmektir, yani yapmamaktır. İnsanlara eza vermemektir."
"Senden başkasına bir eza cefa, bir zarar çıkmayacak. İnsanlara eza vermekten el çekmedir, yani eza vermemektir."
Ve'htimâlü'l-ezâ anhüm. "Aksine, bir de onların ezalarını da yüklenmektir, ezalarına da tahammül etmektir."
Hem de nasıl?
Bilâ hıkdin ve lâ mükâfeetin. "Kızmadan, kin tutmadan ve bir de 'Ben de sana gösteririm bir gün! Sen de bizim mahalleden geçersin!..' gibi karşılığını vermeyi de düşünmeden..."
Karşılık vermeyi düşünmeden, kin de tutmadan onların ezalarını yüklenmek; kendisi ise onlara hiç eza vermemeye çalışmak; güzel huy budur.
En zor tarafı bu zaten... Ötekiler gibi [yapmak] kolaydır; ama senin başkalarına eza vermemen zor. Bir de birisi eza verdiği zaman ona sabretmek, üstelik kızmamak, üstelik bir de "Ben de sana yaparım!" diye karşılık vermeyi düşünmemek bir hayli zor. Ama "Güzel huy budur." diyor.
İnsan zor olanı yapacak; sabredecek, kimse kendisinden incinmeyecek. Başkası bunu incitiyor; tamam, sabredecek. "Üff!" demeyecek, boynunu bükecek, "hasbünallah" diyecek, hatta içinde ona karşı bir menfî duygu dahi meydana getirtmeyecek. O kadar halim selim olacak. Dövene elsiz gerek. Tam Yunus rahmetullâhi aleyh'in o kelimelerle anlattığı durum.
Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek.
"Vurdu bana!"
Sen vurmayacaksın.
Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek.
Yani karşılık vermiyor. Mükâfee, "karşılık" demek. Hıkd, "kin tutmak" demek.
Ve bihî kâle's-Seriyyü: Min alâmeti'l-istidrâci'l-amâ an uyûbi'n-nefsi.
Seriyy-i Sakatî kaddesallâhu sırrahû hazretlerinin aynı rivayetle, aynı kanaldan gelen bir sözü de şu:
Min alâmeti'l-istidrâci. "İstidrac alâmetlerinden birisi de şudur:" el-Amâ an uyûbi'n-nefsi. "Nefsin ayıplarına karşı kör olmak, âmâ olmak."
Yani nefsinin ayıplarını görmemek.
Tabii bu sözü anlayabilmek için istidrac nedir, onu bilmek lazım. İstidrac diye bir kavram... İnsanın kendi ayıplarını görmemesi, nefsinin ayıplarını fark edememesi, görememesi istidrac alâmeti oluyor.
İstidrac ne[dir]?
Bu kelime Kur'ân-ı Kerîm'de geçen ve;
Senestedricühüm min haysü lâ ya'lemûn. Ve ümlî lehüm inne keydî metîn.
Allah sevmediği kulları istidrac ile farkına varmadıkları bir şekilde derece derece cezasına doğru götürüyor. Allah'ın cezasına müstehak olmuşlar; onları cezasına doğru derece derece [götürüyor.] Zaten istidrac kelimesi "derece" kökünden geliyor. Onların farkına varmadan derece derece onları istidraca tâbi tutuyor, sonra da başlarına felaket birden geliyor. İnsan mesela yangının şuradan geldiğini görse su sıkar veya arabanın üstüne doğru hızla geldiğini görse kendisini kenara atar, tedbir alır. Ama hiç öyle bir şey yokken, ortalık güllük gülistanken tepesine pattadak bir şey düşerse, kaçacak bir şey yok, anlamadan olur.
İstidrac demek; bir kul Allah'ın sevgili kulu değil, günahkâr, âsi, mücrim, sevmediği, gazabına müstehak bir kul, cezayı, belayı bulacak ama cezanın, belanın alâmeti gözüne görünmediği için rahat, rehavet içinde, gevşek; pattadak Allah'ın cezası geliyor, balyoz gibi kafasına iniyor. Mesela Firavun hükümdardı. Mısır'ın saltanatının sahibiydi. Emrinde ordular vardı. Ama Musa aleyhisselâm'ın ikazlarını anlamadı, sözünü dinlemedi. Sonra elinden o mallar mülkler, o saltanat vesaire [alındı.]
İnsan iyi günlerine, hoş hallerine aldanıp da "Benim hâlim iyi, sofram bereketli..." öyle sanıyor, "Sıhhatim yerinde..." diye mânevî durumunun fena olduğunu anlamama aptallığı içinde olursa, felaketin geldiğini görmezse... Allah göstermiyor tabii... Göstermiyor, ondan sonra birden pattadak felakete uğruyor, felakete birden mâruz kalıyor, hazırlık yapmıyor. İstidrac bu işte. Yani zâhirî hallerinde güzel gibi görünen birtakım şeylere aldanıyor, hatta bunu kerâmet sanıyor, iyi bir durum sanıyor. Halbuki aslında cezaya ansızın yakalanması için Allah'ın ona gafletten uyanmasın diye öyle bir rahatlık, rehavetlik, zenginlik, hoşluk hâli vermesi; gülüp oynayıp dururken belayı birden bulsun, hak ettiği cezaya uğrasın diye...
İstidrac o halde bizim korkacağımız, sakınacağımız bir şeydir. "Aman böyle bir durum olmasın!" diye kendimize dikkat edip kendimize çekidüzen vermeliyiz. Ve her hâlimizi tekrar tekrar kontrol etmeliyiz. "Acaba bir hatam var mı? Evet, sağım, sâlimim, esenim; ama bu esenlik Allah'ın lütfundan mı, hayırdan mı, yoksa kahırdan mı? Fırtınadan önceki güneşlik hava gibi mi?" diye bunu anlamak lazım.
Bunu bir fıkrayla belki biraz daha iyi anlatabilirim:
Adamcağızın birisi bir hoca efendiye gelmiş, demiş ki;
"Hocam, ben kendimden şüpheleniyorum. Her işim o kadar tıkırında ki, öyle rahat gidiyor ki... Evimde bereket, hânemde saadet, işimde kazanç bolluğu vs. vs... Bakıyorum, Allah'ın nice iyi kulları, sevgili kulları sıkıntılar içinde; ben ferah, fahur, zevk, sefa içinde... Benim bu hâlim nedir, acaba istidrac mı?" [diye] hoca efendiye sormuş.
Hoca efendi demiş ki;
"Evlâdım bir hafta sonra gel. Yalnız bu bir hafta içinde sokakta gezerken çörek -veya ekmek- ye."
Bir hafta sonra gelmiş;
"Ne oldu? Evde bereket azaldı mı?"
"Ne azalması efendim, daha arttı! Her şey daha güzel, yerli yerinde, tıkırında, gayet güzel gidiyor." demiş.
"Ben sana 'Dışarıda gezerken, yürürken ekmek ye, çörek ye.' demedim mi? Yapmadın mı onu?"
"Yaptım."
"Nasıl yaptın?"
"Kimse görüp de imrenmesin diye bir torba içinde sakladım. Siz emrettiniz diye yedim ama kimseye göstermeyecek şekilde yedim. Kırık düşmesin diye şöyle bir bez aldım, onun üstünde ısırdım, yedim. Bütün bu sakınmama rağmen bir keresinde çöreğin parçası bir zıpladı, kayboldu, aradım aradım, 'Şunun parçasını bulayım, ayak altında kalmasın...' diye; ama bulamadım. Kimse basmasın diye tahmin ettiğim yerin etrafını taşlarla çevirdim ki oraya kimse basmasın, içerisinde o ekmek veya gıda parçası hürmetsizliğe mâruz kalmasın. Kimse ayak basmasın diye böyle yaptım."
"Tamam evlâdım, seninki istidrac filan değil; senin güzel huyundan dolayı Allah'ın sana ikramâtı." demiş.
Yani istidrac, insanın hâli kötüyken böyle güzel birtakım hallere sahip olması. Kâfirlerin köşkleri var, yatları var, paraları var, otomobilleri var, özel uçakları var, Miami'de plajları var, Hawaii'de [vesaireleri] var... İyi ama kâfir; hiçbir kıymeti yok. Köşkleri var, malikâneleri var, konakları var; kıymeti yok.
[İstidrac] evliyâullahın korktuğu bir şey olduğundan, yani farkına varmadan Allah derece derece cezaya yaklaştırıyor durumu olmasın diye onlar bunu bilirler ve bu tehlikeye karşı kendilerini korumaya çalışırlar.
"İstidracın alâmetlerinden birisi, kişinin nefsinin ayıplarını görmemesi." [diyor.]
Nefsinin ayıplarını göremiyor. Kibirli, farkında değil. Gururlu, farkında değil. Bu istidrac alâmetidir.
Şeytan aleyhillâne herkesi bir başka türlü aldatır. Suyuna gider, öyle aldatır. Aldatmanın usûlü [farklı.] Doğrudan doğruya günah yaptıramazsa, şahıs ille sevabı yapıyorsa riyaya düşürmeye çalışır. Riyadan kurtarırsa kibre düşürmeye çalışır. Kibirden kurtulursa iptal ettirmeye çalışır. Binbir türlü hilesi vardır, o hilesini kullanır. Derviş, bakarsın güzel tesbihlerini çekiyor, hocasına bağlılığı güzel; ama kibri var, ucubu var, kendisi iyi bir şey olduğunu sanıyor, kendini beğeniyor, kendisini ötekilerden üstün sanıyor. O da bir hastalık. Şeytan onu oradan alır, aldatır. Kibre, ucuba, enaniyete düşürüp öyle aldatıyor. Demek ki onun da kusur olduğunu bilecek. Tesbih çekmemek bir kusur olduğu gibi enaniyet sahibi olmak da bir kusur, kibirli olmak da bir kusur, ucublu olmak da bir kusur. Mühim olan şeytanın aldatmasına gelmemektir, nefsinin ayıbını bilmektir. "Bende galiba biraz kibirlilik mi var ne? Yoksa ben biraz kendimi beğenmiş bir insan mı olmaya başladım, 'Tesbih çektim, üç rüya gördüm...' diye... Dur bakalım, ne oluyorum?.." hemen ayıbını görecek. Kırmızı ışık yandığını kendisi derhal fark edecek.
"Tamam, oldu bitti galiba bu iş..."
Birisi öyle demiş:
"Tamam ya, işte halvete de girdik çıktık, daha ne var yani?.." demiş.
"Tamam" dediğin zaman senin hiçbir şeyin olmadığı anlaşılır.
Evet, bir tane daha okuyalım, bitirelim.
54. sayfanın 29. paragrafındayız.
Ve bihî kâle's-Seriyyü: Hayru'r-rızki mâ selime min hamsetin: mine'l-âsâmi fi'l-iktisâbi ve'l-mezelleti ve'l-hudûi fi's-suâli ve'l-ğışşi fi's-sınâati ve esmâni âleti'l-meâsî ve muâmeleti'z-zalemeti.
Buraya umumiyetle tabii Kapalıçarşı'dan, şuradan buradan tüccar kardeşlerimiz de geliyorlar. İçimizde ticaretle uğraşan, esnaf olan kimseler de var. Herkes bir rızık kazanıyor. Bu, Seriyy-i Sakatî hazretlerinin rızkın helal kazanılması, helal olmasıyla ilgili bir tavsiyesi...
Her şey helal rızıkla başlar. Onun için, evliyâullah, mutasavvıflar rızkın helal olmasına da çok dikkat etmişlerdir. Ağza haram lokma girdi mi dervişlikte kusurlar başlar, ibadette gevşeklik başlar, kafada bozukluk başlar. Zehir girdi içeriye de ondan. Zehirleniyor. Onun için, en önemli şey helal lokmadır, rızkın helalinden kazanılmasıdır. Ona da çok önem vermişlerdir. Kendi elleriyle kazanmışlardır; eskicilik yapmıştır, çobanlık yapmıştır... Şeybân-ı Râi, Eskici Baba, Ekmekçi Baba, Hamal Dede... Etrafta görüyorsunuz.
Neden?
Kendi emeğiyle kazandı; başkasına yük olmamak için, helal olması için.
Diyor ki;
Hayru'r-rızki mâ selime min hamsetin. "En hayırlı rızk, şu beş âfetten sâlim olan rızıktır."
"Beş tane tehlikeden sâlim ise, bu beş tehlikeye bulaşmamış ise o zaman o rızık en hayırlı rızıktır."
Bunları öğrenmek iyi olur. Okuyalım şimdi, anlatalım.
Mine'l-âsâmi fi'l-iktisâbi. "Rızkın kesbedilmesinde, kazanılmasında günah yoluyla mı kazanılmış, bu önemli."
Mesela ticarette faizden mi para kazanmış? Veyahut yalan yere yeminle mi kazanmış? Veya eksik tartarak mı kazanmış?
Mesela bunların hepsi çok net olarak günah; tartıyı eksik yapmak, hak etmediği parayı almak vesaire... Bu olmayacak. Kazancın kazanılması günahsız olacak, yani şeriatin günah saymadığı bir yoldan kazanılmış olacak. Bu bir.
Ve'l-mezelleti ve'l-hudûi fi's-suâli. "İstemek ve boyun eğip zillet çekmek durumunda olmayacak."
"İsteyerek böyle kendisini hor zelil duruma düşürmek de olmayacak."
Çünkü Efendimiz istemeyi yasaklamış. İstemeyi yani dilenmeyi istememiş. Hatta dilenen bir kimseye; "İp al, odun taşı, sat, öyle kazan." diye söylemiş. Dilenerek, kendisini hor zelil duruma düşürerek kazanmak iyi olmadığından kazanç yolu helal yol olacak, istemek dilenmek yoluyla olmayacak, bundan sâlim olacak.
Üçüncüsü; ve'l-ğışşi fi's-sınâati. "Yaptığı iş bir sanat, bir meslekse onu yapışta bir hilesi olmayacak. Hileli mal olmayacak."
Mesela "süper benzin" diye içine ucuz bir şey koyuyor, adam pompada satıyor. "Süper benzin" diye alıyorsun, araban biraz ileride gidiyor, başlıyor sallanmaya...
Ne yaptı?
Karıştırdı. Bir tanker şu ucuzdan bunun içine koyduğu zaman o kadar benzini sattığında şu kadar kâr etti. [Sen de] "Arabam rahat etsin." diye gidiyorsun, süper benzin diye alıyorsun; onun parası şu kadar, bunun parası bu kadar; hem motoruna zarar veriyor, hem ucuz [benzini] sana pahalı satmış oluyor. İşte hile...
Veyahut "tereyağ" diye satıyor, içinden patates püresi çıkıyor. Veyahut "tam yağlı yoğurt" diye satıyor, yağı alınmış oluyor. Süt satıyor, içine su katılmış oluyor. Böyle bir şey olmayacak. Yani yapılışında, imâlinde hile olmayacak.
İstenmesi, dilenmek yoluyla olmayacak. Haram bir kapıdan gelme durumu olmayacak, üç.
Ve esmâni âleti'l-meâsî. "Günah âletlerinin kullanılmasıyla elde edilmiş olmayacak."
Günah âleti, mesela çalgı... Adam çalgıdan para kazanıyor. 'Dım dım' çalıyor, ondan sonra şu kadar para alıyor. Günah âletinin kullanılmasıyla para kazanmış oldu. Böyle olmayacak.
Ve muâmeleti'z-zalemeti. "Ve zalimlerle beraber bu işi yapmaktan kazanılmış olmayacak."
"Zalimlerle beraberlikten kazanma olmayacak."
Zalimlerle muamele, iş birliği, ortaklıkla kazanılmış olmayacak. Günah âletlerinin kullanılmasından kazanılmış olmayacak. Yaptığı imalâta hile katarak yapılmış olmayacak. Dilenerek alınmış olmayacak. Kazanılmasında günah yolları kullanılmamış olacak. Mesela yalan yere yemin etmek, gadir gibi, gasb gibi [yollarla] olmayacak.
Köroğlu zenginleri soyarmış, fakirlere verirmiş. Sana ne ya? Ondan hayır olur mu? Haramdan hayır olur mu? Zengini soyarmış, fakire verirmiş. Öyle hayır olur mu?
Olmaz. Helalden kazanıldıysa olur. Eğer malı meşru ise zenginin malını alıyor, oradan bir zulüm kazanıyor, öteki taraftan da bir kâr etmiyor.
Allahu Teâlâ hazretleri her işimizi güzel eylesin. Kazancımızı da helal eylesin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.