Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
İbrahim b. Edhem kaddesallâhu sırrahu'l-azîz ve rahimahallâhu rahmeten vâsıa hazretlerini, tahminime göre herkes duymuştur. Hayatı hakkında da bazı bilgiler ve menkıbeler kulaklarımıza gelmiştir. Fakat bu Ebû Abdirrahman es-Sülemî ciddi bir alim olduğundan, her şeyi delillerine, kaynaklarına istinat ettirip sağlam söz söylememe ve sağlam bilgi nakletme geleneğinde olduğu için buradaki bilgilerin biraz kıymetli olduğunu göreceksiniz. Bir insan nasıl evliyâ oluyormuş, onu da bu bilgilerin içinde görmek mümkün olacak. Acelemiz yok! Ben o bilgiyi de bilerek biraz geciktirmek de istiyorum ki meraktan çatlayasınız. Çatlamayın da merak edin hevesiniz artsın diye o sebeble ağır ağır okuyoruz.
Bismillâhirrahmânirrahîm
Ve minhüm İbrâhimü'bnü Edhem.
Bu kitabın muhtevasını, içeriğini teşkil edecek olan beş tabakadan hepsinde yirmişer, toplam 100 tane mübarek zâtın hayatı var.
O şahıslardan bir tanesi de -yüz kişiden muhtevada anlatılacak olan kişilerden birisi de - bize göre üçüncüsü; İbrahim b. Edhem. Biz iki tanesini daha önce okumuş, tanımıştık.
Ama galiba unutmuşuz!
Unutmamamız lazım. Hatırımızda tutmanız lazım! Bizim ihvânımızdan sizin ağabeyleriniz, bizden önceki büyüklerimizin, hocalarımızın derslerine devam etmişler, not tutmuşlar. Onların vefatından sonra onların eserlerini neşrettiler.
Neden?
Muntazam not tuttuğu için. Muntazam not tutmasaydı o neşir mümkün olmayacaktı.
Demek ki şimdi Fudayl b. İyâd'ı ve bu kitapta neşredilmiş olan mübarek nasihatlerini, sözlerini çok iyi bilmeniz lazımdı, bir. Zünnûn el-Mısrî hazretlerinin hayatını, ismini, vefatını, sözlerini çok iyi bilmeniz lazımdı, iki. Çünkü iki tanesini okuduk.
"Unuttum."
Unutmayacağız.
Âfetü'l-ilmü, en-nisyânu.
Hadîs-i şerîf olarak zikrediliyor, ne demek?
"İlmin afeti unutmaktır."
İlmi afetlere mâruz bırakmayalım. Unutmamak için de tekrar tekrar okuyalım. Başkalarına da anlatalım.
Unutmamanın bir şekli de başkasına anlatmaktır.
"Ben Eyüb'de; Tabakâtu's-sûfiyye'de okunurken dinlemiştim ki; Fudayl b. İyâd rahmetullâhi aleyh şöyle buyurmuş, Zünnûn el-Mısrî böyle buyurmuş."
Başkasına söyledikçe bu hafızanızda daha iyi kalır. Başkasına söylemeye niyet ederek dinlediğinizde hatırınızda daha iyi kalır. Çalışmanın prensipleri kitabımızda da yazmıştık; insan başkasına anlatmak niyetiyle dinlerse, daha iyi hatırında kalır. Başından gevşek dinlerse, hatırında kalmaz.
"Dalgın profesör, şemsiyesini nereye koyduğunu düşünmeyerek koyduğu zaman, zaten unutmuştur. Sonradan değil" diyor. İlk başta koyduğu yeri düşünmedi ki; koydu bir yere. Nereye koyduğunu bilmiyor ki alırken nereden alacağını bilsin. Onun için başından dikkatli dinlemek lazım.
Rahmetli annem kurnaz küçükken beni cumaya gönderirdi. Ben daha cumayla mükellef bir çocuk değilim. Laleli Camii'nde öğle ezanı okunacak da iftar edeceğim diye beklediğimi hatırlıyorum. Yani "Sen çocuksun, öğleye kadar oruç tutsan olur." derlerdi; ben de elime beşlik simidi alıp, şekeri alıp öğle ezanı okununca oruç bozardım. Olmazdı ama alıştırıyor, şaka gibi yani.
"Evladım! Aman iyi dinle de hoca efendiyi, bana da anlat, ben onları çok seviyorum." derdi. Ben de camiye gelirdim, anneme nakledeceğim diye hocayı pürdikkat dinlerdim; eve gidince de anlatırdım. Annem bana bir sürü medih sözleri söylerdi; "Aferin, maşaallah, hatırında iyi tutmuşsun. " Şimdi anlıyorum ki; hepsi teşvikmiş, bir terbiye metoduymuş. Yani "Git bana da anlat." demek, "İyi dinle." demekten daha ileri bir metod.
"Aman evladım hutbeyi iyi dinle." İyi dinlesin ama herkes hutbe okunurken uyuyor. İmam oraya çıktı mı muhtelif yerlerden horultular başlar.
Neden?
Şeytan dinlettirmemek için gaflet veriyor. En iyi çare, "Evladım hutbeyi iyi dinle." demek değil; "Evladım hutbeyi bana da nakledersen çok memnun olurum, çok seviyorum."
Bu daha güzel bir şey. Onun için dikkatle dinleyelim.
Minhüm İbrâhimü'bnü Edhem.
İbrahim-i Edhem derler, o Farsça bir terkiptir. Farsça'da araya "i" girdi mi, bazen baba ile oğulu böyle "i" sesiyle bağlarlar. Arapça'da ibni sözüyle bağlıyorlar. İbrâhimü'bnü Edhem; Edhem'in oğlu İbrahim. İranlılar "İbrahim-i Edhem" derler. Edhem'in İbrahim, Edhem oğlu İbrahim demek. Bizim de köylerimizde bu çeşit isimlendirme vardır.
Eyüb'ün Ahmet, ne demek?
Eyüb oğlu Ahmet demek.
"Bunlardan, yani evliyâullahtan, sofîlerden, büyüklerden birisi de İbrahim b. Edhem'dir ve künyesi Ebû İshâk'tır."
Araplar'da isimlendirmenin tekniğini anlattık. İsimlendirme de Araplar'da dikkat etmek lazım. Dikkat etmeyince büyükler de yanılıyor, alimler de yanılıyor, profesörler de yalan yanlış şeyler yazıyorlar. Bu konu ile alâkalı size misaller vermiştim.
Profesörün birisi diyor ki;
"Elmalılı Hoca güzel tefsir yazmış ama…"
Aması ne?
"Çok büyük bir tefsir olan Taberî tefsirinden bahsetmemiş."
Bahsetmiş ama bu profesör bahsettiğini niye anlayamamış?
Çünkü o "Taberî" demiyor, "İbn Cerîr" diyor. "İbn Cerîr, tefsirinde şöyle der." diyor. İbn Cerîr, Taberî demek. Muhammed İbn Cerîr, ismi bu.
"Taberî" nesi?
Lakap değil, nisbesi. Sonunda "i" olanlar umumiyetle nisbe demektir. Taberî nisbesi. Ebû'lu olanlar künyedir, karıştırmamak lazım. Nisbeye künye, künyeye nisbe demek olmaz. Elmaya armut demek olmaz.
Ben bir küçük kızı karşıma aldığım zaman, konuşturacağımda, annesi babası arkadan gönderiyorlar, "Öp dedenin elini." diye, geliyor paytak paytak, elimi öpecek;
Senin adın ne?" diyorum, utanıyor söylemiyor.
"Ahmet mi?" diyorum, kız hâlbuki. Mahsustan "Ahmet mi?" deyince bir sinirleniyor;
"Hayır, Ayşe!" diyor.
Neden?
Aykırı bir şey söylendiği için hemen asabileşiyor. O zaman söylüyor, yoksa utanacak, söylemeyecek.
Künye ise künye. Ebû'lu, Ebû İshak. İsimse isim, nisbeyse nisbe. Nisbe "i"li oluyor. Mesela "Konevî" diyoruz, "Rûmî" diyoruz, "Buhârî" diyoruz.
Buharî ne demek?
Buharalı demek.
Kaç tane Buharî var?
Ne sen sor, ne ben söyleyeyim. Buharalıların hepsi Buhârî'dir.
Bir insanın yerini, babasının adını, kendi adını, künyesini söylüyoruz, bir de lakabı varsa lakabını söylüyoruz. Mesela kadı körse "kör kadı" diyoruz. O zaman belli olur. Öteki kadıların hepsinin gözü kör değil ya, "kör kadı" deyince herkes bilir. Demek ki lakap, isim, baba ismi, künye, nisbe beş tane şekille bir şahıs böyle yazıldığı zaman bu şahsı karıştırmıyorsun.
Sühreverdî, kaç tane Sühreverdî var?
Bir sürü Sühreverdî vardır ama üç tanesi meşhur. Bir tanesi bizim şeyhlerimizden, Akşemseddin'in de ecdadından Ebû Bekir es-Sıddık Efendimiz'in de sülalesinden olan Ebû Hafs Ömer es-Sühreverdî. Sadece "Sühreverdî" desek, hangi Sühreverdî, karışabilir.
İslâm tarihinde de söz söyleyenler böyle söylemezlerse isimler karıştırılabilir. İmâm-ı Âzam Ebû Hanife; bir bizim mezhebimizin imamı var, bir de ondan çok sonra yaşamış Türkistanlı bir başka şahıs var. Babaları onun ismini vermişler. İmâm-ı Âzam demişler, Ebû Hanife tutmuş ama ondan kaç asır sonra yaşamış.
Türkiye'de Lütfi Doğan, kaç tane Lütfi Doğan var. İkisi de Diyanet İşleri başkanlığı yaptı, ikisi de senatör oldu. Nasıl ayıracağız?
"Erzurumlu" diyoruz, bir başka şey ekleyerek ayırıyoruz.
Minhüm İbrâhim ibnü Edhem. "Bu evliyâullahın birisi de İbrahim b. Edhem'dir, Edhem'in oğlu İbrahim'dir."
Ebû İshak da künyesidir. İshak'ın babası demek. Ama bu künyeler bazen evladından dolayı isimlendirilmiş olur. Hakikaten Peygamber Efendimiz'in Kâsım adında oğlu vardı. Ebu'l-Kâsım, Kâsım'ın babası demek. Bazen de mecâzen olabilir. Ebu'l-Fazâil diyoruz, faziletler babası. Fazileti çok demek. Mânevî de olabilir.
Künyeler asalet bildirir. Asaletli insana ismiyle hitap edilmez. Talebe hocasına, çocuk babasına ismiyle hitap etmez. Toplumda da bir şahsa "Ali, Ahmet, Mehmet" filan diye ismiyle hitap edilmiyor; asaletli olduğu için "Ey filancanın babası! Yâ Ebe'l-Kâsım! Yâ Ebâ Bekr! Yâ Ebâ Hafs!" diye hitap ediliyor.
Hz. Ali Efendimiz'in künyesi neydi?
Ebû Turâb. Toprağa bulanmış biraz. Hz. Fâtıma anamızla aralarında biraz bir şey olmuş, konuşmuşlar, kalkmış mescide gitmiş, yatmış. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem eve gelmiş;
"Kızım Fâtıma, nerede Ali?"
"Baba, aramızda biraz konuşmalar geçti, üzüldü galiba, evden çıktı gitti."
Peygamber Efendimiz de çıkmış, aramış. Hz. Ali Efendimiz mescidin bir kenarında kumların üzerine yatmış.
"Kalk yâ Ebâ Turab!" diyor.
Biraz terlemiş, toprakta ellerine biraz kumlar yapışmış, topraklanmış. "Kalk yâ Ebâ Turab, ey toprak babası!" Topraklanmış olduğu için o sözü söylüyor. Ondan sonra da bu Ebû Turab lakabı hoşuna gitmiş.
Ebû Turab, Ebâ Turab, Ebî Turab. Üç şekilde olabilir Arapça'da. "Ebû" kelimesi cümledeki yerine göre "ebû" olur, "ebâ" olur, "ebî" olur. Bunu da bilin, şaşırmayın.
"Ben ‘ebû' duydum, burada niye ‘ebâ' deniliyor, şurada niye ‘ebî' deniliyor?"
Onun sebebi vardır. Üç şekliyle de câizdir. "Ebû Bekrini's-Sıddîk" diyoruz değil mi? "Ebû" diye söylüyoruz ama bazen de başka türlü harfle karşınıza gelebilir.
Min ehli Belh. "Belh ahalisinden."
Belh nedir, dipnotta açıklama yapılmış.
Belh: Medinetün, meşhûretün bi-Horasân. "Belh, Horasan'da meşhur bir şehirdir."
Belh'ten başka kim çıkmış, bildiğimiz meşhur Belhli kim var?
Şakîk-i Belhî var, bir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, o da Belh'ten. Meşhur bir şehirdir.
Min ecmeli müdûnihâ. "Horasan'ın en güzel şehirlerinden birisidir." Ve eşherihâ zikren. "Namı en meşhur olanlardandır." Ve ekserihâ hayren. "Hayrı en çok olanlardandır." Beynehâ ve beyne Tirmiz. "Tirmiz ve Belh arasında." Aşara fersahan. "On fersahlık mesafe vardır."
Eskiler mesafeleri fersahla ölçerlerdi. Fersah; bir kervanın bir günlük yol mesafesidir. Kervan buradan kalkar, akşam olunca bir yerde konaklar. Bu kervanın bir günlük yolculuk mesafesine bir fersah derler. Bir insan bir saatte ortalama 5-6 kilometre yürür, ortalama da bir günde yemek namaz hariç altı saat yol yürür. Demek ki; otuz küsur kilometre mesafe bir fersahtır. Belh'in Tirmiz'e mesafesi on fersahmış. Aşağı yukarı üçyüz elli küsur kilometre. Yani Adapazarı ile Ankara arası, İstanbul ile Gerede arası gibi bir mesafe.
Ale'ş-şâtıi'l-cenübiyyu li-nehri Ceyhûn. "Belh şehri, Ceyhun nehrinin güney kıyısına kurulmuş."
İki nehir; Seyhun ve Ceyhun var. İki nehrin ötesine-arasına Mâveraünnehir deniliyor. "Bölgenin siyasî merkezi idi." diyor aşağıdaki bilgilerde. "Sonra kültürel ve dinî merkez de oldu." diyor. "Toharistan denilen bölgenin yeridir." diyor. Buradan bizimle en yakından ilgili olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî var; o geldi oradan, babası hicret etti ve Konya'ya yerleşti. Onlar da oralı.
Demek ki bu İbrahim b. Edhem de Belh şehrindenmiş.
Kâne min ebnâi'l-mülûki ve'l-meyâsir. "Hükümdarların, varlıklı, zengin kişilerin evlâdındandı."
Biz şimdiye kadar "Belh şehrinin hükümdarı." diye okumuştuk, kendisi hükümdardır diye biliyoruz. Burada "Kendisi hükümdardır." demiyor. Varlıklı, hükümdarlardan birisinin evladından idi. Bu, sonradan orada hükümdar olmadı mânasına gelmez. "Hükümdar oğluydu, zamanı gelince, babası gidince de o hükümdar olmuş." demek olabilir. Ama söz burada böyle.
Harace mütesayyiden.
Sayd ne demek? Av demek.
Harace mütesayyiden. "Avlanmak kastederek çıktı."
Fe-hetefe bihî hâtifun. "Ona gâibten bir ses seslendi."
Hâtif, bir melektir deniliyor. Gâibten, uzaktan gelen sese de "hâtif" derler Araplar; bugün telefona da "hâtif" diyorlar, uzaktan sesi bu tarafa naklettiği için.
Ava çıktığı zaman kulağına bir ses gelmiş ama kim? Görmediği bir ses gelmiş.
Eykazahû min gafletihî.
"Onu gafletinden uyandırdı."
Gâibten seslenen bir seslenici buna seslendi, onu gafletinden uyardı.
Fe-tereke tarîkatehû.
"Yolunu bıraktı."
Fi't-tezeyyüni bi'd-dünyâ.
"Dünyalıkla ziynetlenmek, dünyalığa dalıp onunla süslenmek yolunu bıraktı."
Ve racea ilâ tarîkati ehli'z-zühdi ve'l-verâ'.
"Dünya ehlinin yolunu bıraktı, zühd ü takvâ ehli, vera ehli insanların yoluna döndü."
Niçin avlanmaya çıkmış, onu başka kitaplarda bildiriyor, burada o rivayet yok. Müellif belki bu rivayeti duydu ama sıhhatli olmadığı, kendisine sağlam bir senetle gelmediği için buraya kaydetmedi. Belki de müellif burada her şeyi yazmak iddiasında değil. Birkaç numune verip, hayatından birkaç bilgi verip, birkaç sözünü söyleyip, geçip yüz tane biyografiyi tamamlamayı hedef almış olabilir. Yani "Ben anlattığım şahsı bütün yönleriyle, tam olarak eksiksiz anlatacağım." dememiş.
Ama ben şahsen arzu ediyorum. İçimizden, üniversitede okuyan kardeşlerimiz, hatta hocalar vardır. Temenni ederim ki muhtelif kaynaklarda dağınık halde bulunan sıhhatli bilgileri, güzel, kaynağını göstererek derleyip toplayalım, bu zât-ı muhteremin hayatını bir güzel etraflıca kitap olarak ortaya koyalım, herkes okusun. Kısacık, küçük kalmasın diye temenni ederim. Belki yapılmıştır, bilmiyorum, kitap piyasasında çıkmış da olabilir. Ama ben görmemiştim, böyle bir şey yapılması iyi olur.
Kendisi babasından sonra hükümdar olmuş, hükümdarlık yapmış. Yatağa yatmış, atlas döşekler…
Atlas neden yapılır?
İpekten yapılır. Atlas döşekler, tabi serin, kaygan olur; kaba saba olmaz, insanın cildini rahatsız etmez. Atlas döşeğine yorganını çekmiş yatmış bu Belh hükümdarı. Derken sarayın çatısında bir tıkırtı duymuş. Birisi yukarıda rap rap rap, pat pat pat yürüyor. Sinirlenmiş; ya hükümdarın yattığı yerin üstünde, kiremitlerin üstünde birisi nasıl gezinebiliyor; vay küstah vay, vay edepsiz... Hemen camdan;
"Kim o?" diye seslenmiş.
"Ne arıyorsun?" diye bağırmış.
Yukarıdan bir ses, gayet sakin, aldırmıyor hiç, demiş;
"Senin gibi bir insanım, devemi kaybettim, onu arıyorum."
"Be adam, sen deli misin? Deve kiremitlerin arasında damda mı? Çıkamaz ki oraya, damda deve aranır mı?"
Aranmaz tabi.
Yukarıdan cevap gelmiş;
"Peki damda deve aranmaz da, atlas döşeklerin içinde Allah aranır bulunur mu? Böyle konforun, lüksün, keyfin zevk u safanın, tantananın, debdebenin, saltanatın içinde, çalsın sazlar, gelsin içkiler, meyveler; böyle Allah bulunur mu? Atlas döşek içinde Allah bulunur mu?"
Bu ne biçim söz; hem adam korkmadan söylüyor hem doğru söylüyor.
Çağırmış adamlarını; "Yukarıdaki kimdir, bulun!" Aramışlar, yok. Yukarıda kimse yok. Çatıya zaten herkes kolay çıkamaz. Uykusu kaçmış, söz kafasına iyice yerleşmiş. Ertesi gün uyanmışlar, toplantı olacak, vezirler, komutanlar toplanmış sarayın kabul salonunda, konuşmaya başlamışlar. Ama gecenin uykusuzluğundan ve olayın tesirinden kurtulmuş değil. Canı sıkkın.
Birden bir gür beyaz sakallı muhteşem ve vakur bir adam, rap rap rap rap ayak sesleri duyuluyor, kapıya gelmiş. Nöbetçiler var kapıda ama mâni olamamışlar. Yani tutulmuşlar, mâni olamamışlar. Salona girmiş, herkes, vezirler, padişah işi bırakmış bakıyorlar, bu gelen kim? Yürümüş gelmiş orada bir mindere oturmuş. Rahat bir şekilde oturmuş, aksakallı bir adam, herkes ona bakıyor.
"Hayrola, hoş geldin. Niye geldin, kimsin?"
"Ben yolcuyum burada, kervansaraya dinlenmeye geldim."
"Burası kervansaray değil."
"Ya nedir?" demiş.
"Burası benim sarayım."
"Senden önce kimin sarayıydı?"
"Babamın sarayıydı."
"Ondan önce kimin sarayıydı?"
"Dedemin sarayıydı."
"Ondan önce kimin sarayıydı?"
"Falancanın filancanın..."
"Onlar nerede şimdi?"
"Kondular göçtüler, kaldılar gittiler, dünyadan göçtüler, yoklar şimdi."
"Şimdi bazı insanların konup da sonra, biraz kaldıktan sonra göçtükleri yere kervansaray demezler de ne derler?"
Kalkmış yerinden yürümüş gitmiş. Yine kimse mâni olamamış, donmuş kalmış. Gene düşünmüş, çare yok! Tabi canı sıkılmış;
"Toplantıyı iptal edelim. Biraz açılayım, bir av tertipleyelim." demiş, av partisi tertiplemişler. Silahları, atları vesaire hazırlanmış, beraberce ava çıkmışlar.
Harace mütesayyiden. Kısaca söylediği bu, avlanmaya bu sebepten çıkmış. Gece olay olmuş, gündüz olay olmuş; canının sıkıntısını atmak, stresinden kurtulmak için avlanmaya çıkmış. Ama oradan bir ses duymuş ve bu onu gafletinden uyandırmış. Duyduğu sesi de burada söylemiyor. Orada atını sürüyormuş, atını sürerken;
İntebih, intebih, intebih… diye ses duyuyormuş. Atını sürüşüne de benziyor, dıgıdık dıgıdık, intebih, intebih, intebih, kulağına böyle bir ses geliyormuş. İntebih, Arapça uyan demek. "Uyan, uyan..." Gaflet uykusundan uyan. Av kovalıyor gözleri açık ama gaflet uykusunda uyuyor. "Uyan" diye bir ses duyuyormuş. Sonra avlandığı hayvan dönmüş ona seslenmiş;
"Sen bunun için mi yaratıldın? Allah bunu mu rmretti? Dünyaya geliş sebebin bu mu?" diye.
Onun üzerine; eykazahû min gafletihi, bu sözler onu gafletinden uyandırmış. Anlamış ki asıl gaye av, zevk ü sefa değil, hayatın başka bir gayesi var. Gafletinden uyanmış.
Ve tereke tarîkatehû fi't-tezeyyüni bi'd-dünyâ. "Dünya ile, dünya keyifleri ile ziynetlenip süslenme yolunu bırakmış."
"Tarikat nedir?" diye sorarlar; işte burada ne güzel karşımıza çıkıyor. Arapça kullanımı, tereke tarîkatehû fi't-tezeyyüni bi'd-dünya; "Dünya ile süslenme yolunu bıraktı." diyor.
Ve racea ilâ tarîkati ehli'z-zühdi ve'l-verâ'. "Ehl-i zühdün ve vera sahiplerinin yoluna girdi."
O yolu bıraktı, bu yola girdi. Tarikat yolu demek. Demek ki Nakşî tarikati, Kâdirî tarikati, Mevlevî tarikati, falanca tarikat, filanca tarikat denildiği gibi, "tarikat" kelimesi, Sülemî'nin -beşinci asırda yaşamış olan şahsın- zamanında da, söz olarak, tasavvufî olmayan yollar için de kullanılıyormuş.
"Ehl-i dünya yolunu bıraktı, ehl-i âhiret yoluna girdi." diyor.
Tarikat, yol demek.
Nakşî tarikati; yani Nakşîler'in nefsi terbiye etme, Allah'ın rızasını kazanma, mârifetullaha erme yolu. Kâdirî tarikati; yani onların o metodu, o yolu. Veyahut şu veya bu. Aslında yol demek. Burada güzel, normal mânasıyla kullanılıyor. Dünya ile süslenme yolunu bıraktı, ehl-i zühd ve veranın yoluna girdi.
Zühd ne demek?
Zühd; dünya sevgisini kafasından, kalbinden, gönlünden, gayesi olmaktan silmek çıkartmak demek.
Senin gayen ne arkadaş?
"Ben okuyacağım, yüksek bir meslek sahibi olacağım, çok para kazanacağım, paşalar gibi yaşayacağım."
Bu bir gaye, böyle diyebilir bir insan.
Ama "Mal, keyif ve zevk benim gayem değil; ben Allah'ın sevdiği bir kul olmak istiyorum, Allah'ın rızasına uygun yaşamak istiyorum. Dünya da benim için önemli değil, mühim olan âhirette Allah'ın rızasına ereyim, cennete gireyim, cehenneme düşmeyeyim." de diyebilir. Bu da bir gaye. Bu bizim, imanlıların düşünce tarzı. Ötekisi imansızların, materyalistlerin düşünce tarzı.
"Arkadaş, insan dünyaya bir defa gelir, burada vur patlasın çal oynasın, her türlü keyfi zevki tatmalı, yapmalı, yaşamasına bakmalı." diyorlar.
Hayatın gayesi ne?
Yaşamak. Yaşamak için yiyorlar, yemek için yaşıyorlar, eğlenmek için her türlü şeyleri yapıyorlar. Dünya yani, dünyalık gayeleri olmuş.
Ama zühd; dünyaya metelik vermemek, âhireti hedef almak. Zühd; bir şeye değer vermemek, metelik vermemek, aldırmamak, önemsememek, teveccüh etmemek demek.
Ehl-i zühd ne demek?
Dünyaya aldırmıyorlar. Dünyayı gaye edinmemişler. Dünyalık önemli değil, âhiret önemli.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âla'da Peygamber-i zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene'ım eylesin.