Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ve minhüm İbrâhimü'bnü Edhem,
Bu kitabın muhtevasını, içeriğini teşkil edecek olan beş tabakadan hepsinde yirmi, toplam 100 tane mübarek zâtın hayatı var. O şahıslardan bir tanesi de İbrahim b. Edhem.
İbrahim b. Edhem de Belh şehrindenmiş.
Kâne min ebnâi'l-mülûki ve'l-meyâsir. "Hükümdarların, varlıklı, zengin kişilerin evlâdındandı."
Biz şimdiye kadar "Belh şehrinin hükümdarı." diye okumuştuk, kendisi hükümdardır diye biliyoruz. Burada "Kendisi hükümdardır." demiyor. Varlıklı, hükümdarlardan birisinin evladından idi. Bu, sonradan orada hükümdar olmadı mânasına gelmez. "Hükümdar oğluydu, zamanı gelince, babası gidince de o hükümdar olmuş." demek olabilir. Ama söz burada böyle.
Harace mütesayyiden.
Sayd ne demek? Av demek.
Harace mütesayyiden. "Avlanmak kastederek çıktı."
Fe-hetefe bihî hâtifun. "Ona gâibten bir ses seslendi."
Hâtif, bir melektir deniliyor. Gâibten, uzaktan gelen sese de "hâtif" derler Araplar; bugün telefona da "hâtif" diyorlar, uzaktan sesi bu tarafa naklettiği için.
Ava çıktığı zaman kulağına bir ses gelmiş ama kim? Görmediği bir ses gelmiş.
Eykazahû min gafletihî. "Onu gafletinden uyandırdı."
Gâibten seslenen bir seslenici buna seslendi, onu gafletinden uyardı.
Fe-tereke tarîkatehû. "Yolunu bıraktı." Fi't-tezeyyüni bi'd-dünyâ. "Dünyalıkla ziynetlenmek, dünyalığa dalıp onunla süslenmek yolunu bıraktı." Ve racea ilâ tarîkati ehli'z-zühdi ve'l-verâ'. "Dünya ehlinin yolunu bıraktı, zühd ü takvâ ehli, vera ehli insanların yoluna döndü."
Buraları biraz izah edelim:
Niçin avlanmaya çıkmış, onu başka kitaplarda bildiriyor, burada o rivayet yok. Müellif belki bu rivayeti duydu ama sıhhatli olmadığı, kendisine sağlam bir senetle gelmediği için buraya kaydetmedi. Belki de müellif burada her şeyi yazmak iddiasında değil. Birkaç numune verip, hayatından birkaç bilgi verip, birkaç sözünü söyleyip, geçip yüz tane biyografiyi tamamlamayı hedef almış olabilir. Yani "Ben anlattığım şahsı bütün yönleriyle, tam olarak eksiksiz anlatacağım." dememiş.
Ama ben şahsen arzu ediyorum. İçimizden, üniversitede okuyan kardeşlerimiz, hatta hocalar vardır. Temenni ederim ki muhtelif kaynaklarda dağınık halde bulunan sıhhatli bilgileri, güzel, kaynağını göstererek derleyip toplayalım, bu zât-ı muhteremin hayatını bir güzel etraflıca kitap olarak ortaya koyalım, herkes okusun. Kısacık, küçük kalmasın diye temenni ederim. Belki yapılmıştır, bilmiyorum, kitap piyasasında çıkmış da olabilir. Ama ben görmemiştim, böyle bir şey yapılması iyi olur.
Kendisi babasından sonra hükümdar olmuş, hükümdarlık yapmış. Yatağa yatmış, atlas döşekler…
Atlas neden yapılır?
İpekten yapılır. Atlas döşekler, tabi serin, kaygan olur; kaba saba olmaz, insanın cildini rahatsız etmez. Atlas döşeğine yorganını çekmiş yatmış bu Belh hükümdarı. Derken sarayın çatısında bir tıkırtı duymuş. Birisi yukarıda rap rap rap, pat pat pat yürüyor. Sinirlenmiş; ya hükümdarın yattığı yerin üstünde, kiremitlerin üstünde birisi nasıl gezinebiliyor; vay küstah vay, vay edepsiz... Hemen camdan;
"Kim o?" diye seslenmiş. "Ne arıyorsun?" diye bağırmış.
Yukarıdan bir ses, gayet sakin, aldırmıyor hiç, demiş;
"Senin gibi bir insanım, devemi kaybettim, onu arıyorum."
"Be adam, sen deli misin? Deve kiremitlerin arasında damda mı? Çıkamaz ki oraya, damda deve aranır mı?"
Aranmaz tabi.
Yukarıdan cevap gelmiş;
"Peki damda deve aranmaz da, atlas döşeklerin içinde Allah aranır bulunur mu? Böyle konforun, lüksün, keyfin zevk u safanın, tantananın, debdebenin, saltanatın içinde, çalsın sazlar, gelsin içkiler, meyveler; böyle Allah bulunur mu? Atlas döşek içinde Allah bulunur mu?"
Bu ne biçim söz; hem adam korkmadan söylüyor hem doğru söylüyor.
Çağırmış adamlarını; "Yukarıdaki kimdir, bulun!" Aramışlar, yok. Yukarıda kimse yok. Çatıya zaten herkes kolay çıkamaz. Uykusu kaçmış, söz kafasına iyice yerleşmiş. Ertesi gün uyanmışlar, toplantı olacak, vezirler, komutanlar toplanmış sarayın kabul salonunda, konuşmaya başlamışlar. Ama gecenin uykusuzluğundan ve olayın tesirinden kurtulmuş değil. Canı sıkkın.
Birden bir gür beyaz sakallı muhteşem ve vakur bir adam, rap rap rap rap ayak sesleri duyuluyor, kapıya gelmiş. Nöbetçiler var kapıda ama mâni olamamışlar. Yani tutulmuşlar, mâni olamamışlar. Salona girmiş, herkes, vezirler, padişah işi bırakmış bakıyorlar, bu gelen kim? Yürümüş gelmiş orada bir mindere oturmuş. Rahat bir şekilde oturmuş, aksakallı bir adam, herkes ona bakıyor.
"Hayrola, hoş geldin. Niye geldin, kimsin?"
"Ben yolcuyum burada, kervansaraya dinlenmeye geldim."
"Burası kervansaray değil."
"Ya nedir?" demiş.
"Burası benim sarayım."
"Senden önce kimin sarayıydı?"
"Babamın sarayıydı."
"Ondan önce kimin sarayıydı?"
"Dedemin sarayıydı."
"Ondan önce kimin sarayıydı?"
"Falancanın filancanın..."
"Onlar nerede şimdi?"
"Kondular göçtüler, kalktılar gittiler, dünyadan göçtüler, yoklar şimdi."
"Şimdi bazı insanların konup da sonra, biraz kaldıktan sonra göçtükleri yere kervansaray demezler de ne derler?"
Kalkmış yerinden yürümüş gitmiş. Yine kimse mâni olamamış, donmuş kalmış. Gene düşünmüş, çare yok tabi, canı sıkılmış;
"Toplantıyı iptal edelim. Biraz açılayım, bir av tertipleyelim." demiş, av partisi tertiplemişler. Silahları, atları vesaire hazırlanmış, beraberce ava çıkmışlar.
Harace mütesayyiden. Kısaca söylediği bu, avlanmaya bu sebepten çıkmış. Gece olay olmuş, gündüz olay olmuş; canının sıkıntısını atmak, stresinden kurtulmak için avlanmaya çıkmış. Ama oradan bir ses duymuş ve bu onu gafletinden uyandırmış. Duyduğu sesi de burada söylemiyor. Orada atını sürüyormuş, atını sürerken;
İntebih, intebih, intebih… diye ses duyuyormuş. Atını sürüşüne de benziyor, dıgıdık dıgıdık, intebih, intebih, intebih, kulağına böyle bir ses geliyormuş. İntebih, Arapça uyan demek. "Uyan, uyan..." Gaflet uykusundan uyan. Av kovalıyor gözleri açık ama gaflet uykusunda uyuyor. "Uyan" diye bir ses duyuyormuş. Sonra avlandığı hayvan dönmüş ona seslenmiş;
"Sen bunun için mi yaratıldın? Allah bunu mu emretti? Dünyaya geliş sebebin bu mu?" diye.
Onun üzerine; eykazahû min gafletihi, bu sözler onu gafletinden uyandırmış. Anlamış ki asıl gaye av, zevk ü sefa değil, hayatın başka bir gayesi var. Gafletinden uyanmış.
Ve tereke tarîkatehû fi't-tezeyyüni bi'd-dünyâ. "Dünya ile, dünya keyifleri ile ziynetlenip süslenme yolunu bırakmış."
"Tarikat nedir?" diye sorarlar; işte burada ne güzel karşımıza çıkıyor. Arapça kullanımı, tereke tarîkatehû fi't-tezeyyüni bi'd-dünya; "Dünya ile süslenme yolunu bıraktı." diyor.
Ve racea ilâ tarîkati ehli'z-zühdi ve'l-verâ'. "Ehl-i zühdün ve vera sahiplerinin yoluna girdi."
O yolu bıraktı, bu yola girdi. Tarikat yoludemek. Demek ki Nakşî tarikati, Kâdirî tarikati, Mevlevî tarikati, falanca tarikat, filanca tarikat denildiği gibi, "tarikat" kelimesi, Sülemî'nin -beşinci asırda yaşamış olan şahsın- zamanında da, söz olarak, tasavvufî olmayan yollar için de kullanılıyormuş.
"Ehl-i dünya yolunu bıraktı, ehl-i âhiret yoluna girdi." diyor.
Tarikat, yol demek.
Nakşî tarikati; yani Nakşîler'in nefsi terbiye etme, Allah'ın rızasını kazanma, mârifetullaha erme yolu. Kâdirî tarikati; yani onların o metodu, o yolu. Veyahut şu veya bu yol demek aslında. Burada güzel, normal mânasıyla kullanılıyor. Dünya ile süslenme yolunu bıraktı, ehl-i zühd ve veranın yoluna girdi.
Zühd ne demek?
Zühd; dünya sevgisini kafasından, kalbinden, gönlünden, gayesi olmaktan silmek çıkartmak demek.
Senin gayen ne arkadaş?
"Ben okuyacağım, yüksek bir meslek sahibi olacağım, çok para kazanacağım, paşalar gibi yaşayacağım."
Bu bir gaye, böyle diyebilir bir insan.
Ama "Mal, keyif ve zevk benim gayem değil; ben Allah'ın sevdiği bir kul olmak istiyorum, Allah'ın rızasına uygun yaşamak istiyorum. Dünya da benim için önemli değil, mühim olan âhirette Allah'ın rızasına ereyim, cennete gireyim, cehenneme düşmeyeyim." de diyebilir. Bu da bir gaye bu bizim, imanlıların düşünce tarzı. Ötekisi Avrupalıların, imansızların, materyalistlerin düşünce tarzı.
"Arkadaş, insan dünyaya bir defa gelir, burada vur patlasın çal oynasın, her türlü keyfi zevki tatmalı, yapmalı, yaşamasına bakmalı." diyorlar.
Hayatın gayesi ne?
Yaşamak. Yaşamak için yiyorlar, yemek için yaşıyorlar, eğlenmek için her türlü şeyleri yapıyorlar. Dünya yani, dünyalık gayeleri olmuş.
Ama zühd; dünyaya metelik vermemek, âhireti hedef almak. Zühd; bir şeye değer vermemek, metelik vermemek, aldırmamak, önemsememek, teveccüh etmemek demek.
Ehl-i zühd ne demek?
Dünyaya aldırmıyorlar. Dünyayı gaye edinmemişler. Dünyalık önemli değil, âhiret önemli.
Tabi Peygamber Efendimiz'in zühd hakkında hadîs-i şerîfleri var. "Zühd, Allah'ın helal kıldığı şeyleri insanın kendisine haram kılması değildir. Allah'ın verdiği de vereceği de, hepsi aynı derecede demektir. ‘Ben Allah'ın rızkı vereceğine kefilim. Böyle rızık kazanacağım, para kazanacağım diye onu bunu aldatmaya, telaş etmeye lüzum yok. ' kanaatinde olmaktır." diyor bir hadîs-i şerifte. Peygamber Efendimiz aşağı yukarı bunu anlatıyor. Yani helal olan bir şeyi yememek, almamak, kendisine zorla haram yapmak demek değildir. Elinde olana itimadı kadar elinde olmayana dua ederse, Allah'ın vereceğine de gönlünün mutmain olmasıdır, telaş etmemesidir. "Allah yine, nasıl olsa ben onun kuluyum, bana verir." diye düşünmesidir, tarzında bir anlatımı var.
Ama zühd sahibi bir insan nasıl olur?
Dünyaya aldırmaz, mevkiye makama aldırmaz, siyasîlere, hükümdarlara aldırmaz. Hiç umurunda değildir yani. Bakarsın derviştir ama...
Hani ne diyorlar; Büyük İskender dikilmiş fıçının içinde yaşayan Hakîmin başına;
"Dile benden ne dilersen!" demiş, tabi zengin, parası var, hükümdar. Onun da meşhur bir zât olduğunu biliyor, bir iyilik yapmak istiyor. Şöyle bakmış, onun dünyadan bir arzusu filan yok ki zaten fıçının içinde yaşıyor. Zaten bir örtüsü var, bir kabı var. Çeşmeye gittiği zaman bakmış ki çocuğun biri ellerini şöyle yapmış suyu böyle içiyor, "Kaba da lüzum yok." demiş. Çünkü kapsız da olur, elini şöyle yaptığında kap gibi oluyor. Kabı da bırakmış. Örtü, ayıp yerleri gözükmesin diye. Fıçı da üstüne yağmur yağmasın diye.
Şöyle bakmış;
"Gölge etme başka ihsan istemem." demiş.
"Güneşimi kesme, başımdan çekil. Başıma nereden geldin sen. Git, senden bir şey istemiyorum." İşte bu zühd yani, bir misal.
Demek ki dünyaya aldırmıyorlar. Ama asıl aldırdıkları şey âhiret. Asıl önem verdikleri, Allah'ın rızası.
Müslümanın nasıl olması lazım?
Bu duyguda olması lazım.
Biz Müslümanlar, sizler ve bizler nasıl olmamız lazım?
"Dünya bizim için mühim değil arkadaş, âhiret önemli. Aman âhiretimiz harap olmasın. Aman âhirette zarara uğramayalım. Aman Allah'ın rızasına aykırı bir iş yapmayalım. Aman bizim ayağımızı kaydıracak, cehenneme düşürecek duruma bulaşmayalım. Aman cenneti elden kaçırmayalım."
Gaye bu olacak.
Dünya?
Boş ver, dünya mühim değil.
Dünyayı boş vermek; paramız pulumuz olmasın, fakir, yoksul olalım, bir dağın başında yaşayalım, mânası mı?
Hayır.
Ashâb-ı kirâmın içinden, cennetlik olduğu müjdelenmiş olan kimseler içinden çok büyük zenginler vardı. Misal, Ebû Bekr-i Sıddîk; cennetlik olduğu belli, mâlum, aşere-i mübeşşereden ve çok zengin olduğunu da biliyoruz. Misal, Hz. Osman; yüz develik kervan getiriyor, Şam'dan malları getiriyor, kat kat kâr teklif ediyorlar, hepsini reddediyor, develeri kesiyor, malları tasadduk ediyor. Yüz deve, yüz kamyon. O zamanın kamyonu deve. Hepsini feda edebiliyor. Zengin, aşere-i mübeşşereden, biliyoruz.
Zühd; maddenin, makamın, mevkiin, şöhretin gaye olmaması, mühim olan o. Demek ki ehl-i zühd. Aslında hepimiz zahid olmamız lazım, hepimizin zühd sahibi olmamız lazım. Gaye dünya değil, gaye para değil, gaye zevk değil.
Gaye ne?
Gaye Allah'ın rızasını kazanmak. Gaye âhiret. O zaman zühd oluyor.
Verâ ne demek?
Şüpheliden bile kaçınacak bir titiz anlayış içinde olmak. Haram işlemeyecek, günaha yanaşmayacak, şüpheliye bile bulaşmayacak, "Neme lazım, belki zararlıdır." diyerek onu bile terk edecek.
İşte büyük insanlar böyle büyük insan olmuşlardır. Takvânın da daha incesi, daha yükseği olmuş oluyor verâ. Takva ehli insan günahlara bulaşmaz, günahlardan sakınır; verâ ehli insan ise şüpheliden bile kaçar, şüpheliye bile bulaşmaz.
Harace ilâ Mekke.
Dünya yolunu bıraktı, âhiret yolunu seçti İbrahim b. Edhem. Hayatının filmi devam ediyor.
Horasan'dan Belh şehrinden çıktı gitti Mekke'ye. Biz Mekke deyince sevdiğimiz saydığımız için el-Mükerreme diyoruz. Mekke-i Mükerreme'ye gitti.
Mekke-i Mükerreme'de ne var?
Kâbetullah var ve orada yapılan ibadetler yüz bin misli. Yani orada kılınan bir namaz, başka yerde kılınan namazdan yüz bin misli daha sevap.
"Bir kere hacca gitmişim, bundan sonra gitme hacca."
Vay akıllı vay... Yani sen dini bilsen hiç, bu sözü nasıl söylersin?
İnsan Mekke-i Mükerreme'de bir namaz kıldı mı başka yerdekinden yüz bin kat sevabı fazla oluyor. Sen bana nasıl "Gitme!" diyebilirsin?
"Efendim burada bu kadar ihtiyaç sahibi var…"
İhtiyaç sahiplerine de yine hacı babalar yardım ediyor, başkaları etmiyor ki. Ötekisi yine hayalî ihracat, fabrika, faiz vesaire, vesaire. Yine hayır hasenâtı yapan, hacca giden hacı babalar. Allah ıslah etsin.
Ve sahibe bihâ Süfyan es-Sevriyye.
Ben harekesini söylüyorum. Süfyan es-Sevrî.
Ve sahibe bihâ. "Mekke-i Mükerreme'de arkadaşlık etti, sohbetlerde bulundu, dostluk kurdu."
Kimle?
Süfyan es-Sevrî ve Fudayl b. İyâd.
Terceme-i hâlini ilk bu kitapta okuduğumuz Fudayl ile de Mekke'de arkadaşlık etti.
Ve dehale Şam. "Şam'a da girdi, gitti."
Şam neresi?
Suriye'nin başkenti değil. Bizde öyle de bu tabi. Arapça'da Suriye'nin başkentinin adı Dımaşk, Avrupalılar'da Damascus. Şam, bir bölgenin adıdır. Şam, bir şehrin adı değildir. Şam, kuzey demek aslında. Hicaz ahalisi kendi kuzeylerinde olan yere "Şam" demişler. Tebük'ten yukarısı Dimaşk'tan Bağdat'a bütün mıntıka belki bizim Halep'e kadar geliyordur, bizim bu hudutlara kadar geliyordur. Şam orası.
Şam'a girdi.
Mekke'de bir müddet bulunmuş, Fudayl b. İyâd ile Süfyan es-Sevrî ile arkadaşlığı sohbetliği var. Şam mıntıkasında da bulunmuş. İlle Dimaşk değildir, belki Halep'e gitti, belki Hama'ya gitti, belki daha başka şehirlere gitmiştir.
Fe-kâne ya'melü fîhi. "Şam'da işçilik, amelelik yapardı, iş işlerdi." Ve ye'külü min ameli yedihi.
El emeğini yerdi.
İbrahim b. Edhem; hükümdar oğlu, hazineleri terk etti, tâc u tahtı terk etti. Çalışıyor işçilik yapıyor. Her şeyi yapmış.
Biliyoruz başka rivayetleri var. Bir keresinde bostan bekliyormuş. Askerin birisi gelmiş, bostandan bir şeyler istemiş. " Ben bostanın bekçisiyim, sahibi değilim." demiş. Asker de onu pataklamış. Pataklasın, hakkı olmayan bir şeyi vermiyor. Yani bekçilik yapmış, işçilik yapmış, toza toprağa bulanmış, yük taşımış, belki hamallık yapmıştır, Allahu a'lem. Maksat alnının teriyle kazanç sağlamak, kimseye yük olmamak, kimseyi istismar etmemek, kimsenin kesesinden, kasasından nâhak yere menfaat sağlayıp yememek. Maksat bu.
Ve bihâ mâte ne demek?
"Orada öldü."
Şam'da vefat etmiş.
Ve esnede'l-hadîs. "Hadis de rivayet etti."
Bu müellifin usulü neydi?
Kişi hakkında böyle bir kısa bir paragraf bilgi veriyordu, hadis rivayet etmişse "Hadis râvisidir aynı zamanda, o şerefe de ermiştir." deyip onun hadisini söylüyordu, arkasından da sözlerini anlatmaya geçiyordu.
Şimdi esnede'l-hadîs diyecek, rivayet ettiği bir hadisi söyleyecek. Ama burada bir dipnot var; Süfyan es-Sevrî hazretlerinin hayatı hakkında bilgi veriyor. Fudayl hakkında bilgi vermiyor dipnotta.
Niye?
İki önce onu anlatmış olduğu için vermiyor. Sadece Süfyan hakkında bilgi veriyor. Dipnottan Süfyan'ın kim olduğunu öğrenelim.
Süfyan ibn Saîd ibn Mesruk ibn Habîb ibn Rafîü's-Sevrî.
Babası, dedesi, dedesinin babası, dedesi hepsini, soyunu sıraladı.
Babası neymiş Süfyan'ın?
Süfyan ibn Said ibn Mesruk ibn Habib ibn Râfi. Babası Said'miş. Dedesi Mesruk'muş. Dedesinin babası Habib'miş. Onun babası Rafi'ymiş.
Sevrî ne?
Nisbesi, ism-i nisbe, ‘n' harfiyle.
Min sevri abdi menât. Abd-i Menat Sevr'inden olduğu için Sevrî nisbesiyle anılmış.
Ve kîle bel min sevri Hemadân. "Hemedan Sevr'inden olduğu için o ismi almış."
Demek ki Sevr diye iki yer var; bir Abd-i Menat Sevr'i, bir Hemedan Sevr'i. Ya oralı ya oralı diye iki rivayet var. Yani bir yer adına ism-i nisbeti, oraya bağlı Sevrî.
Ebû Abdillahi'l-Kûfî.
"Ebû Abdillah" nesi?
Künyesi. "Abdullah babası" demek. Herhalde bir oğlu vardı Abdullah isminde, belki ölmüştür belki yaşamıştır, bilmiyoruz. Abdullah babası; Ebû Abdillah. Umumiyetle Kûfe'de bulunmuş olduğu için nisbesi el-Kûfî. Ama Süfyan es-Sevrî diye tanınmıştır.
Ehadü'l-eimmeti'l-a'lâm.
Eimme imam demek; a'lam da âlem demek. İmam ama imam bizim mahalle imamı demek değil; önder demek. Mesela müslümanlar başkanına İmâmü'l-müslimîn diyorlar, müslümanların lideri demek. Ehadü'l-eimme, yani kendi sahasında önder, önderlerden biri demek.
Ehadü'l-eimmeti ve'l-a'lâm.
Âlem aslında yüksek dağ mânasına geliyor. Ehadü'l-a'lâm, büyük dağlardan birisi, koca meşhur dağ gibi. Her yerden görünür ya dağ, herkes biliyor, işte bu Kayış dağı, işte bu Ağrı dağı gibi. İşte herkesçe görülen, herkesçe bilinen, tanıdık kimselere verirler bu sıfatı. Yani büyük önderlerden, dağ gibi meşhur kimselerden birisi.
Süfyan'ı anlatıyoruz. Onunla konuştuğu için İbrahim b. Edhem'in hayatını anlatırken Süfyan es-Sevrî hazretlerini anlatmaya geçtik. Aşağıdaki notu okuyoruz.
Kâne lâ yesmeu şey'en illâ hafizahu. "Bir şeyi duymazdı ki ezberlemesin. Hemen ezberlerdi."
Bir şeyi duydu mu, şıp hatırında. Duyduğu şeyi unutmaz. Öyle bir kimseymiş bu zât.
Çok güzel halleri var. Bunu da keşke bir kitabı olsa, yazsak. Çok hoşuma gidiyor. Bir keresinde evinde giyinmiş çıkmış dışarıya Süfyan es-Sevrî. Dışarıda bakmışlar, "Selamün aleyküm yâ İmam." Elbiseyi ters giymiş; astar dışarıda, dikişleri belli. Demişler;
"Cübbenizi ters giymişsiniz, düzeltin, çıkartın doğru giyin."
"Ben cübbeyi Allah rızası için giymiştim. Yani üstüm örtünsün, avretim kapansın diye. Giyimden murad bu. Allah rızası için giymiştim. Allah rızası için giydiğim elbiseyi kul rızası için çıkartmam." demiş. Yoluna devam etmiş.
Hoşuma gidiyor. Kimseye aldırdığı yok. Buldozer gibi yani, dümdüz gidiyor maşaallah. Çukura mukura aldırdığı yok.
Bir başka menâkıbı da hoşuma gidiyor. Benim çok sevdiğim Abdullah b. Mübarek hazretleri var. Hayran olduğum kimselerden biri. Onun da meclisine gidermiş bu zât-ı muhterem. O hadis okuyor, Süfyan es-Sevrî de gidiyor onu dinliyor.
Süfyan es-Sevrî bir gün ona kızmış, demiş ki;
"Bundan sonra senin evine, bu hadis dersine gelmeyeceğim." demiş. O da üzülüyor tabi, niye kızdı diye. Yaşlı zât.
"Hayrola ne oldu, niye gelmiyorsun?"
Demiş ki;
"Cariyelerine terbiye vermemişsin, damın üstünden bana işaret ediyorlar, evlenme teklif ediyorlar." demiş.
Böyle söyledikten sonra çıkmış gitmiş. Abdullah b. Mübarek düşünüyor, yanındakilere diyor ki;
"Kalkın Süfyan'ın cenazesine gidelim."
"Nereden biliyorsun?" diyorlar.
"Benim evimde cariye filan yok, damın üstünde gördükleri hûrî kızlarıdır." diyor. "Onların ona gel diye evlenme teklif etmeleri onun vefatının geldiğine alamettir, kalkın gidelim." diyor.
Kalkıp gidiyorlar, bakıyorlar ki vefat etmiş. Yani hûrîleri hayatında görüp de, "Gel artık cennete, seninle evlenelim." diye davetini almış bir kimse diye, oradan da bir menakıbı hatırımda bu mübarek zâtın. Allah cümlemizi şefaatlerine erdirsin.
Bir şey duydu mu unutmazdı, hemen ezberlerdi.
Bir şeyi ezberlemek, günahın azlığından olur. "Bir insanın günahı çoksa ezberi zayıflar, günahı azsa ezberi kuvvetli olur." demişler.
Neden?
Göz, kulak, dil ve diğer âzâlar günahlı şeylere çalıştı mı sıhhatini kaybediyor; o zaman yapması gereken öteki şeyleri yapmıyor. Yani hafızası kuvvetli olan bile hafızasını kaybeder.
Bizim Nakşî tarikatimizde bir kaide var: Nazar ber kadem kaidesi. Maddî mânası var, mânevî mânası var. Çok derin mânası var. Ama ilk mânası; gözleri pabucunun ucunda olacak. Yani gözünle etrafa bakma demek. Gözünü haramdan sakın demek.
Şimdi gazeteyi açıyoruz, çıplak resim. Televizyonu açıyoruz, çıplak resim. Sokağa çıkıyoruz, çıplak insan. Kulağımıza geliyor sözler; küfür, hata, günah, gıybet, dedikodu. Her şeyimiz günah. Onun için, Süfyan'ın babası kimdi, dedesi kimdi, hatırda kalmıyor. Bir okuyuşta hatırda kalmıyor. Siz yine zemzemle yıkanmışlarsınız.
Daha daha niceleri olmuş oluyor değil mi? Ama böyle mübarekler; mesela İmam Buhârî hazretleri, milyondan fazla hadîs-i şerîfi senetleriyle ezbere biliyor.
Neden? Bu hafıza kuvveti nereden geliyor?
Takvâ ehli, günahlardan kaçınmış.
Süfyan-ı Sevrî aynı zamanda mezhep sahibi, kendisinin özel mezhebi var. Bu zât-ı muhterem, Ebû Hanife gibi, İmam Şâfiî gibi mezhep sahibi. Ama mezhebi çok yayılmamış, devam etmemiş. Bir şeyi duyduğu zaman şıp hafızasında tutarmış. Abdullah b. Mübarek de öyle. Büyük zâtlar yani. Hafızasının kuvvetli olması, günahsız, günahtan korunmuş olmanın bir tezahürü olmuş oluyor.
Allah cümlemize ihsan eylesin. Çünkü ilmin bir tarafı okumak, kazanmak; bir tarafı da unutmamak, torba delik olmayacak, birikecek. Yani öğreniyorsun.
Fudayl b. İyâd kim, bir imtihan yapsak yazılı şimdi -başta ben- sınıfta kalırız. Zünnûn-i Mısrî kim, sınıfta kalırız.
Neden?
Çok meşguliyetler var. Her gün gazeteleri açıyoruz, spor sayfaları, cinayetler, şunlar bunlar, kafamız allak bullak oluyor. Allah sevdiği yoldan ayırmasın, sevdiği işleri nasip etsin.
Yekûlu'l-hatib. "Hatib diyor ki."
Hatib dediği buradaki, el-Hatib el-Bağdâdî, meşhur alimdir. Böyle tarih kitapları ve Bağdat'la ilgili bilgiler veren kimse ve çok başka eserleri olan meşhur bir zât. Çok eserleri olan Hatîb-i Bağdâdî diyor ki;
Kâne Sevriyyü imâmen min eimmeti'l-müslimîn. "Bu Sevrî, müslümanların imamlarından bir imamdı, yani önderlerinden bir önderdi." Ve alemen min a'lâmi'd-din. "Ve dinin zirvelerinden bir zirveydi, dağ gibi muhteşem bir insan."
Mücmean alâ imâmetihi. "İmam olduğunda, önder olduğunda icmâ vâki olmuştu."
Hiç kimsenin tereddütü yoktu. Herkes kabul eder ki; Süfyan bir mübarek, büyük bir zâttır.
Mea'l-itkâni ve'd-dabt. "Son derece kaliteli idi, bilgisi sapasağlamdı ve zapt-ı tespiti çoktu."
İlmî yönden çok güvenilir durumdaydı.
Ve'l-hıfzi ve'l-ma'rife. "Hafızasının kuvvetiyle, bilgisinin genişliği ile beraber kendisinin ümmetin önderlerinden bir önderi olduğuna da icmâ vaki olmuştu."
Herkes ittifak etmişti demek yani.
Tuvuffiye bi'l-Basra. "Basra şehrinde vefat etti." Senete ihdâ ve sittîne ve mieh. "161 senesinde."
Bu sene hangi senedir? Hicret senesidir.
Hicretten sonra 161 senesinde Basra'da vefat etti.
Ve mevliduhû senete seb'in ve seb'în.
Ne demek mevlid?
Doğum tarihi 77 idi. 77 yılında doğmuştu.
Hangi tarihte öldü?
161 senesinde.
Kaç yıl yaşamış?
84. hicrî sene ile miladî sene arasında 36 senede bir sene fark eder.
Bir hadîs-i şerîfte; "Bir insan 90'ı geçti mi, yeryüzünde Allah'ın özel bir kulu olur. Allah onu hesap sormadan bi-gayri hisâb cennetine sokar." diye müjde var. 87 oluyor yaşı. 90'a yaklaşmış.
Süfyan-ı Sevrî hazretlerini de okumuş olduk. Allah şefaatine erdirsin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.