Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semi'tü ebe'l-Abbâs. "Ebû Abbas isimli kişiden ben duydum ki."
Muhammede'bne'l-Hasani'bni'l-Haşşâb'tır. Bir şahsın isminde beş-altı tane unsur olabiliyor. Kendi adı, künyesi, lakabı, babasının adı, memleketi, hatta mesleği vesairesi olabiliyor.
Ebu'l-Abbâs künyesidir. Muhammed ismidir. el-Hasan babasının adıdır. Haşşâb da lakabıdır. Belki nisbesi de aşağıda gelecek. Diyor ki;
Muhammedü'bnü'l-Hasani'bni'l-Saidi'bni'l-Haşşâb, Ebu'l-Abbâs el-Mahzûmî es-Sûfî.
Kâne kad nezele Neysâbûr. "Nisabur şehrine inmişti." Sümme harece ilâ Mekkete. "Bu zât-ı muhterem Nisabur'a yerleşmişti ama oradan da çıktı, Mekke-i Mükerreme'ye gitti." Fetuvuffiye bihâ. "Mekke-i Mükerreme'de vefat etti."
Bir insan orada vefat etmişse, bir kere, güzel bir işaret, yani nasip olmuş o mübarek diyara gitmiş.
Kâle anhu ba'duhum. "Bazıları –isimlerini saymış- "el-Bağdâdî, Bağdatlı" demişler. el-Ma'ruf bi-İbni'l-Haşşâb. "Haşşaboğlu diye tanınmıştır." diye söylemişler.
Kâne min azrafi men kadime Neysâbûra mine'l-Bağdadiyyîn. "Nisabur'a Bağdat'tan gidip yerleşmiş olan insanların en zariflerinden idi." Ve ekmelühüm aklen ve dînen. "Aklı, diyaneti ve dindarlığı en olgun olan kişiydi."
Bağdat İslâm âleminin kalbi. Nisabur daha Doğu'da, İran'dan ötelerde. Ahali oralara doğru yayılıyor; ülke fethediliyor, İslâm âlemi genişliyor, muhtelif yerlere de çeşitli sebeplerle insanlar göç ediyorlar. İlim, tâlim, irşat, cihat için gidebiliyorlar.
Bu Bağdat'tan, yani merkezden kalkıp da oralara gitmenin çeşitli sebepleri olabilir. "İşte bu gidenlerin içinde aklı ve diyaneti en olgun olan, ve ekserahüm ta'zîmen li-sünneti, Peygamber Efendimiz'in sünnetine en çok riayetkâr olanlardan, hürmet edenlerden, yani sağlam müslümanlardan idi." Ve taassuben lehâ. "Sünnete sarılmakta bayağı bir sıkılık, taassup göstermiş olanlardandı."
Dehale bilâde Horasân. "Horasan beldelerine gitti." Ve ekâme bihâ sinîn. "Oralarda senelerce yaşadı." Semia'l-hadîse'l-kesîr. "Çok hadîs-i şerîf duydu." Veya Semmea'l-hadîse'l-kesîr "Çok hadis başkalarına anlattı, rivayet etti." Sümme hacce. "Sonra döndü Mekke'ye haccetmeye, haccetti." Ve câvera bi-Mekke. "Mekke'de mücavir oldu, yani yerleşti."
Mâni yok o zaman; "Hadi bakalım müddet doldu, vize tamam, çık dışarı!" diyen yok. İsteyen istediği yere gidiyor; Şark'tan Garb'a, Güney'den Kuzey'e, ilim, irfan, ibadet, taat için herkes ne yapıyorsa yapabiliyor.
Ne güzel günlermiş! Sonradan sûnî sûnî bölünmelerle ne kadar acı durumlara gelinmiş!
Ve mâte bihâ. "Mekke-i Mükerreme'de öldü." Senete ihdâ ve sittîne ve selâse mie. "Hicrî 361 senesinde vefat etti."
Miladî hangi seneye denk gelir?
Bunu bulmak için 361'i 36'ya böleceğiz. Çünkü 36 senede bir sene fark ediyor, onu düşeceğiz, yani 9 sene. 361'den 9'u çıkarırsak 352 kalır. Bunun üzerine 622'yi ekleyeceğiz, yani aşağı yukarı miladî 974 yıllarında filan Mekke-i Mükerreme'de ölmüş.
Bundan duymuş müellif, yani bu kitabı yazan Ebû Abdirrahman es-Sülemî bu zâtın rivayetini bize naklediyor.
Kâle: Haddesenâ Ebû Hasen Aliyyü'bnü Muhammedi'bni Ahmede'l-Mısrî.
O da bu zâttan duymuş.
Kâle: Haddesenî Ebû Saîd Ahmedü'bnü Îse'l-Harrâz. O da "Şu şahıs bana nakletti." diyor. Kâle haddesenâ İbrahimi'bnü Beşşâr. O da şu şahıstan duyduğunu söylüyor.
Kâle: Sahibtü İbrahime'bne Edheme bi'ş-Şâm. "Şam'da İbrahim b. Edhem'le sohbet ettim, arkadaşlık ettim."
Sahibe; bir müddet onun arkadaşlığında bulundum; yan yana bulunduk, tanışırız, onunla ahbaplığımız oldu demek.
Bu en son râvi, yani İbrahim'übnü Beşşâr, İbrahim b. Edhem'le bir müddet ahbaplık etmiş. İki İbrahim, ikisi de adaş.
Ene ve Ebû Yûsuf el-Ğassûlî ve Ebû Abdillah es-Sincârî. " Ahbaplığımızın dairesi içinde ben vardım, Ebû Yûsuf el-Ğassûlî vardı, Ebû Abdillah es-Sincarî vardı, şöyle iyi bir ahbap grubuyduk, samimiydik." demek istiyor.
Fe-kultü yâ Ebâ İshak. "Dedim ki; ‘Ey İshak'ın babası.'"
Kim bu?
İbrahim b. Edhem.
Niye "Ey İbrahim!" demiyor?
Çünkü isimle hitap etmek yerine, birbirini sayan insanlar künyesiyle hitap ederler. Künye biraz daha ciddiyet ve saygı ifade ediyor. İsim biraz daha onu küçük görmek veya samimiyet ifade ediyor. Ama birbirlerini sevdikleri için gene kibar bir tarzda hitap edecekler birbirlerine. Onun için "Ebâ İshak" diyor. Yani maksat İbrahim b. Edhem. İbrahim b. Edhem'in künyesi Ebû İshak olduğu için öyle diyor.
Niye Ebû İshak da biz "Ebâ İshak" diyoruz?
Çünkü "yâ" gelince, o zaman mürekkeb münâda mansub olur. Mesela Resûlullah'tır da "Yâ Resûlallah" deriz. Yani "yâ" geldiği zaman böyle değişiyor. "Yâ Ebâ İshak" demiş ona.
Habbirnî an bed'i emrike keyfe kân. "Senin bu işin nasıl başladı, bana bir anlat nasıl oldu bu işin?"
Mâcerânı, hayat hikâyeni, nasıl olduğunu bir anlat." diye teklif etmiş arkadaşı. Duyuyor; eskiden sarayları varmış, zenginmiş, Belh'teymiş, padişahzâdeymiş, padişah oğlu padişahmış, bırakmış. Soruyor. İyi ki sormuş çünkü bu rivayeti bize kadar gelmiş, kendi ağzından İbrahim b. Edhem'i öğreneceğiz.
Kâle. "O da anlatmaya başlamış." Kâne ebî min mülûki Horasân. "Babam Horasan meliklerinden bir melik idi." Horasan çok geniş bir bölge, küçük küçük beylikler, devletçikler halinde idare ediliyor. Bir hükümdar çıkar da hepsini derleyip toparlarsa büyük bir devlet olur ama gene öyle bir dış tesir yoksa zor. Küçük küçük Bir zamanlar Anadolu beylikleri vardı ya; Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Germiyanoğulları, Osmanoğulları, Karamanoğulları gibi. Yani o koca bölgede babası hükümdarlardan bir hükümdar imiş.
Ve küntü şâbben. "Ben de bir genç idim." Fe-rakibtü ile's-sayd. "Avlanmak için bineğime bindim." Fe-haractü yevmen alâ dâbbetin lî. "Bir bineğim üzerinde bir gün çıktım saraydan." Ve maiye kelbün. "Yanımda bir de köpek vardı." Av için herhalde. Fe-esertü erneben. "Bir tavşanın peşine düştüm." Ev sa'leben. "Veyahut bir tilkinin."
Yani duyan unutmuş olabilir; tavşan mı dedi, tilki mi dedi.
Fe-beyne ene atlubuhû. "Ben onun peşinde, avlayayım diye onu takip etmekteyken." İz hetefe bî hâtifun lâ erâhu. "Birden gaipten, seslenenin kim olduğunu görmediğim birisi bana seslendi." Fe-kâle: Yâ İbrâhim! Burada "Yâ Ebâ İshak!" demiyor, "Yâ İbrahim!" diyor.
Demek ki daha yüksek makamdan bir kimse. Ya melek, ya başka bir şey.
"Ey İbrahim!" E li-hâzâ hulikte? "Sen bu işin için mi yaratıldın?"
Yaratılışının gayesi bu mu?
Em bi-hâzâ umirte? "Yoksa âyetle hadisle, şeriatte bu mu emrediliyor sana?" Fe-fezi'tü. "Korktum bu ikazdan."
"Yâ İbrahim!" diye ismiyle hitap ediyor. Hitap eden ortada yok. Kulağına bir ses geliyor, hem de ciddi bir soru soruyor;
"Bunun için mi yaratıldın sen? Allah sana bunu mu emretti? Böyle yap diye mi emrolunmuşsun ki yapıyorsun bunu?"
Fe-fezi'tü. "Korktum, yüreğim ağzıma geldi, heyecanlandım." Ve vakaftü. "Durdum." Sümme udtü. "Sonra yeniden döndüm." Fe-rakadtü's-sâniyete. "İkinci defa avın peşine düştüm."
Bir tereddüt etmiş ama sonra da gene işin peşine takılmış.
Fe-feale bi-misli zâlike. "Tekrar bana aynı muamele oldu."
Gene gaipten bir ses, gene bu sorular. Selâse merrât. Üç defa olmuş. Demek ki insan bir şeyden hemen akıllanmıyor; "Acaba yanlış mı duydum? Kulağıma mı öyle geldi? Öyle mi sandım?" Tereddüt eder. Üç defa olmuş, üç seferinde de aynı şekilde bu şeyleri duymuş.
Sümme hetefe bî hâtifun min karabûsi's-serc. "Sonra eğerimin topuzundan -atın üstünde eğer, semer var- onun kıvrımından üst tarafında, tutunacak yerinden bir ses geldi."
Ağacın arkasına saklanmış, ağacın üstüne çıkmış bir adam değil, yakınından geliyor. Ama bu sefer ses semerden, eğerin tutulma yerinden geliyor.
Vallâhi mâ li-hâzâ hulikte. "Yemin olsun Allah'a ki bu iş için yaratılmadın!"
Semeri konuşuyor. Semerinden ses geliyor. Velâ bi-hâzâ umirte. "Sana bu iş de emredilmiş değil."
Kâle: Fe-nezeltü. "Bineğimden indim. " Fe-sâdeftü râiyen li-ebî. "Babamın bir çobanına rastladım o sırada." Yera'l-ğaneme. "Bu genç koyun güdüyordu." Fe-ehaztü cübbetehû es-sûfe. "Onun yünden olan cübbesini ben aldım." Fe-lebistühâ. "Onu giydim." Ve defa'tü ileyhi'l-feres. "Bindiğim atı ona verdim." Ve mâ kâne maiye. "Yanımda neler varsa, silah, elbise, hepsini verdim, yün elbiseyi giydim." Ve teveccehtü ilâ Mekke. "Mekke'ye yöneldim." Fe-beynemâ ene fi'l-bâdiyeti. "Ben böyle bu seyahat esnasında çölde giderken…"
Hep çöl. İslâm âleminin hep kaderi. Anadolu'nun ortası, İran'ın ortası çöl. Horasan'da şehirlerden çıktın mı, öbür tarafları çöl. Pakistan, bakıyorsun Karaçi çöl. Dünyanın güzel yerlerini öyle sanıyorum ki kâfirler almışlar, işe yaramayan kıyı kenar kısımlarını bize mi bırakmışlar, diye insanın hatırına geliyor. - Yani çöllerden geçerek bu tarafa geçiyor, Doğu'dan Mekke'ye doğru, Batı'ya doğru.
İzâ ene bi-raculin yesîr. "Bir de ne göreyim, bir adamla karşılaştım. Orta halli görünüşlü, mütevazı, bir özelliği olmayan bir kimseyle karşılaştım." Leyse meahu inâun. "Yanında kap kacak yok, tulum yok ki buradan su içiyor diyelim."
Matara, tulum yok. O zamanın su taşıma aletleri, bir şey yok. Ellerini kollarını sallayarak o çöllerde gezilmez; torbasız, yiyeceksiz, içeceksiz o çöller geçilmez. Çünkü su, çeşme yok. Çöl saatlerce sürer. "Dikkatimi çekti." demek istiyor yani. "Baktım ki hiçbir şeyi yok; kabı, testisi, ibriği yok." Ve lâ zâdun. "Yol azığı da yok."
İçecek nereden sağlıyor? Yiyecek nereden sağlıyor?
Adamın elinde bir şey yok.
Felemmâ emsâ. "Akşamlayınca, hava kararıp akşam bastırınca." Ve salle'l-mağribe. "Akşam namazını kılınca." Harreke şefeteyhi. "O adam iki dudağını kımıldattı."
Demek ki dua etmiş. Akşam namazını kıldıktan sonra iki dudağını kıpırdattı, bir şeyler söyledi, mırıldandı demek istiyor.
Bi-kelâmin lem efhemhü. "Anlamadığım bir dil ile dudaklarını kıpırdattı, bir şeyler söyledi."
Fe-izâ ene bi-inâin fîhi taamun. "Bir de ne göreyim, o dua üzerine birdenbire ortaya içinde yemek olan bir kap geldi." Ve inâin fîhi şarâbun. "İçinde meşrubat olan bir kap da geldi." Şarap, üzüm suyu mânasına değil, içecek meşrubat demek. Fe-ekeltü ve şeribtü. "Yedim, içtim." Ve küntü meahu alâ hâzâ eyyâmen. "Yanında seyahat ederken günlerce bu halde seyahat ettim."
Yanlarında bir şey yok, akşam olunca dua ediyor; bir içecek, bir yiyecek geliyor.
Ve allemenî ism'allâhi'l-a'zam. "Bu kişi bana İsm-i Âzam'ı öğretti."
İsm-i Âzam nedir?
Allahu Teâlâ hazretlerinin bir ismidir ki onunla dua edildiği zaman Allah dua edenin duasını mutlaka kabul eder. Gizli bir şey İsm-i Âzam. O şahıs, onunla dua edenin duası mutlaka kabul olunur, istediği şey olur diye bildirilmiş olan İsm-i Âzam'ı İbrahim b. Edhem'e öğretmiş, sonra kaybolmuş.
Sümme ğâbe annî. Ve bakiytü vahdî. "Badiyede kendi halimle kaldım."
Günlerce seyahat ettiler, şimdi bu kendi haliyle kaldı.
Fe-beynemâ. "Ben böyle devam ederken." Zâte yevmin. "Günün birinde." Müstevhişun mine'l-vahde. "Yalnızlıktan da biraz içime korku ve çekinme hali gelmişken." Deavtullâhe bihî. "O öğrettiği İsm-i Âzam'la Allah'a dua ettim."
Yalnızlıktan da biraz bir korku geldi içine; tabi karanlığı var, aydınlığı var, yolun tehlikelileri var, taşlığı var, ağaçlığı var. Dua etmiş.
Fe-izâ ene bi-şahsin âhizin bi-huczetî. "Bir de ne göreyim, birdenbire karşımda bir şahıs benim elbisemin bir tarafını tutmuş." Ve kâle: Sel tu'tah? "Ona diyor ki; ‘Hadi ne isteyeceksen iste, istediğin sana verilecek.'" Fera'anî kavluhû. "Onun bu sözü ona bir ürperti, korku vermiş." Fe-kâle: Lâ rav'a aleyke! "Korkma! Çekinme!" Gördüğü şeyden dehşete düşmüş. Ve lâ be'se aleyke! "Bir beis yoktur." "Benden korkmana lüzum yok, çekinmene lüzum yok, bir mahzur da yok. İsteyebilirsin. Haydi iste." dedi.
Ene ehûke el-Hızır. "Ben senin kardeşin Hızır'ım." İnne ehî Dâvude allemeke'smallâhi'l-â'zam. "Kardeşim Davud sana İsm-i Âzam'ı öğretti."
İlk şahsın Davud aleyhisselâm, ikinci şahsın da Hızır aleyhisselâm olduğunu anlıyoruz. Fe-lâ ted'u bihî alâ ehadin beyneke ve beynehû şahna'. "Sakın bu İsm-i Âzam'ı öğrendim diye, bunu seninle aranda kızgınlık, düşmanlık olan kimse aleyhinde dua olarak kullanma."
Kendi şahsi kızgınlığın nefretin dolayısıyla sakın bunu kullanma.
Fe-tuhlikehu helâke'd-dünyâ ve'l-âhireti. "Karşındaki adamın hem dünyasını hem âhiretini mahvedersin."
Çünkü öyle kuvvetli bir dua, öyle dozajı yüksek ki adamın dünyası da âhireti de gider. Sakın birisinin aleyhinde kullanma.
Velâkin üd'ullâhe en yüşeccia bihî cübneke. "Fakat bu İsm-i Âzam'ı madem öğrendin, bununla Allah senin korkaklığını gidersin, sana cesaret versin diye dua et." Ve yukavviye bihî da'feke. "Zayıflığını gidersin, seni kuvvetlendirsin diye dua et." Ve yü'nise bihî vahşeteke. "Tek başına olmandan içine bir sıkıntı geldiği zaman sana bir ünsiyet hâsıl olsun diye dua et. " Ve yüceddide bihî fî külli saatin rağbeteke. "Her saat her an senin rağbetini yenilesin, tazelesin diye, Allah'a olan şevkin, kulluk rağbetin, iştiyakın artsın diye dua et." Sümme'nsarafe ve terekenî. "Sonra bu da kalktı gitti ve beni o halimle bıraktı."
Demek ki İbrahim b. Edhem yolda Davud aleyhisselâm ile karşılaşmış. O tenhada kenarda akşam namazı kıldıktan sonra dua edip bilmediği dille bir yiyecek, bir içecek kabı getiren o imiş. Bu da yalnız kaldıktan sonra İsm-i Âzam'ı okuyunca karşısına Hızır aleyhisselâm gelmiş.
Hızır aleyhisselâm; "İste ama şunları şunları iste, birisinin aleyhinde öğrendiğin İsm-i Âzam'ı kullanma." diye tavsiye etmiş oluyor.
Bu zâta bu ikram nereden geldi?
Allah sevmiş, seçmiş. Tam o yolda da değil, o yola girmesi için de ikazı gene Allah yapıyor. "Sen bu iş için yaratılmadın, böyle bir şey sana emrolunmadı." diye ikazı da yapan Allahu Teâlâ hazretleri. Demek ki kalbinde bir temizlik, soyunda bir asalet, anasında babasında, dedesinde bir güzellik var ki Allah buna nasip etmiş.
Yalnız, İmam Gazzâlî hazretleri diyor ki; "Allahu Teâlâ hazretlerinin rahmeti umumi iner de, durumu müsait olanlar istifade eder, durumu müsait olmayanlar, kabı ters olanlar o rahmetten faydalanamaz. " Yağmur yağarken kabını ters koyarsan içine bir şey dökülmez, birikmez; kabı düzgün koyulmuş olanlara, nisan yağmuru, bereketli yağmur gelir demek istiyor.
Hakikaten herkes biraz da kendi hayatından düşünürse; kendisinin gördüğü rüya vardır, işittiği vaaz vardır, okuduğu kitap vardır, kendisine Allah bir yerden bir vasıta ile bir nasihat ulaştırmıştır. Onu tutup ona göre hareket eden tamam, ona göre hareket etmeyen de, yani ikaza aldırmamış, değerlendirmemiş, fırsatı kaçırmış oluyor diye düşünüyorum.
Her hâlükârda -yine düşündüğüm bir başka şey daha var ki- Allahu Teala hazretleri duaları kabul edici olduğundan, "Ya Rabbi! Bende sevmediğin ne varsa, benim üzerimden onları al; bana sevdiğin halleri, huyları, sıfatları nasip et. Beni sevdiğin kulların arasına dahil eyle." diye insan dua ederse, duada devam ederse, Allah inşaallah hepimizi iyiler zümresine katar. Allah'ın lütf u ihsanı, ikramı çoktur. Hatasını bilen, istiğfar ve tevbe edene, af dileyene mağfiret eder, affeder, isteyene istediğini verir, kişiyi muradına erdirir. Lütfu çoktur, rahmeti geniştir.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.