Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ebû Abdirrahman es-Sülemî isimli meşhur alim ve sûfî ve Tabakâtu’s-sûfiyye isimli eserle beraber daha nice kıymetli eserler yazmış olan bir müellifin tasavvufla ilgili büyüklerin hayatlarını anlatan kitabını okuyorduk. İsmi Tabakâtu’s-sûfiyye, yani sûfîlerin asır asır, ömür ömür, tabaka tabaka hayatlarını anlatmış; on tabaka hâlinde kendi zamanına kadar gelenleri, her tabakadan da on isim bularak yüz tane büyük zatın hayatını ve hayatıyla ilgili bazı bilgileri, hadis rivayet etmişse numune olarak rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfi, ondan sonra da mübarek sözlerinden bir kısmını numune olarak veriyordu.
Bunlardan okuduk. Sıra İbrahim b. Edhem hazretlerine geldi.
Mevzu geçen hafta çok heyecanlı bir yerinde kalmıştı. Bu hafta oradan devam edelim. Belki bitmeyebilir. Çok dolgun, çok kıymetli bahisler cereyân ediyor. Tasavvufun özü, hülâsası, esrârı, ince mevzulara geçilmiş oluyor.
İbrahim b. Edhem hazretleri Ebû İshak künyeli, hayatı hakkında bilgileri daha önceki sayfalarda nakletmiştik.
Kendisine birisi soruyor ki;
“Senin bu tasavvufî yolda hâlin nasıl başladı? Hangi olay sebep oldu? Padişahlığı, sarayı, hazineyi, saltanatı, izzeti, şevketi bıraktın da bu yollara niye düştün?”
Mübarek bazı kimselerle yolculuğu olduğunu anlatmıştı. Bir grup mübarek insanlarla karşı karşıya gelmişti, onlarla konuşuyordu. Konu oraya gelmişti. Böyle yaşlı bir zât ve mübarek birtakım insanlar karşısına gelmişler, bu da genç bir kimse, onlarla konuşuyor, onlar İbrahim b. Edhem hazretlerine nasihat ediyorlar. Ondan sonra artık bu yolda ilerlemiş zaten. İlk hâlini anlatıyor.
O büyükler karşısında, ona diyorlar ki;
فَقَالَ لِي: يَا غُلَامُ، أَمَا إِنَّكَ سَتَصْحَبُ الأَخْيَارَ، فَكُنْ لَهُمْ أَرْضَاً يَطَؤُونَ عَلَيْكَ وَإِنْ ضَرَبُوكَ وَشَتَمُوكَ وَطَرَدُوكَ وَأَسْمَعُوكَ الْقَبِيحَ، فَإِذَا فَعَلُوا بِكَ ذَلِكَ فَفَكِّرْ فِي نَفْسِكَ مِنْ أَيْنَ أُتِيتَ؟ فَإنَّك إِذَا فَعَلْتَ ذَلِكَ يُؤَيِّدُكَ اللَّهُ بِنَصْرِهِ، وَيُقْبِلُ بِقُلُوبِهِمْ عَلَيْكَ.
Yâ ğulâm. “Ey oğul, ey genç, ey çocuk, ey delikanlı...”
Ğulâm çoğulu ğılman geliyor; “çocuk” demek.
Emmâ inneke seteshabu’l-ahyâr. “Senin hâlinden, kaderinden anlaşılıyor ki ileride sen hayırlı bazı kimselerle karşılaşıp onlarla arkadaşlık etme, beraber olma nimetine ereceksin. Onlarla bir arada olacaksın.” Fe-kün lehüm ardan yataûne aleyke. “Onlara karşı sen senin üzerinde gezdikleri toprak ol.”
“Mütevâzı ol. Öyle hayırlı kimselerle arkadaşlık ederken diklenme, kibirlenme veya nobran durma. Çok mütevâzı ol, onlara sanki üstünde gezilen, ezilen toprak gibi ol.”
Ve in darabûke ve şetemûke ve taradûke ve esmeûke’l-kabîh. “Seni dövseler de, sövseler de, kovsalar da, kötü şeyler söyleseler de böyle ol. Sakın edebini bozma. O hayırlı insan[lara], öyle onlarla ahbaplık ederken bu durumda ol.”
Fe-izâ fealû bike zâlike. “Onlar sana böyle muamele ettikleri zaman.” Fe-fekkir fî nefsike. “Kendi kendine düşün.” Min eyne utîte. “Sen bu hâle nereden getirildin?”
“‘Bu hal sana niçin getirildi?’ diye düşün, ‘Var bir sebebi.’ diye düşün.”
Fe-inneke izâ fealte zâlike. “Böyle düşündüğün zaman, yani mütevâzı olup onlara itiraz etmeyip, dövseler, sövseler, kovsalar, kötü söz söyleseler bile böyle ‘Sebebi vardır, hikmeti vardır; bu bana kim bilir nereden geldi? Allah nasip etti, Allah’ın takdiridir, kaderidir.’ diye işi anlayıp böyle edepli durduğun zaman...” Yüeyyidüke’llâhu bi-nasrihî. “Allah seni nusretiyle teyit ve takviye eder. Allah seni güçlendirir, sana yardımını gönderir.” Ve yukbilu bi-kulûbihim aleyke. “Onların kalplerini sana çevirtir.”
“Sen mütevâzı olup hiç edebini bozmadığın zaman onların kalplerini sana döndürür.”
وَاعْلَمْ أَنَّ العَبْدَ إِذَا قَلَاهُ الأَخْيَارُ، وَاجْتَنَبَ صُحْبَتَهُ الوَرِعُونَ، وَأَبْغَضَهُ الزَّاهِدُونَ، فَإِنَّ ذَلِكَ اسْتِعْتَابٌ مِنَ اللَّهِ تَعَالَى لِكَي يُعتِبَه، فَإِنْ أَعْتَبَ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ أَقْبَلَ بِقُلُوبِهِمْ عَلَيْهِ، وَإِنْ تَمَرَّدَ عَلَى اللَّهِ أَوْرَثَ قَلْبَهُ الضَّلَالَةَ مَعَ حِرْمَانِ الرِّزْقِ، وَجَفَاءٍ مِنَ الْأَهْلِ، وَمَقْتٍ مِنَ الْمَلَائِكَةِ، وَإِعْرَاضٍ مِنَ الرُّسُلِ بِوُجُوهِهِمْ، ثُمَّ لَمْ يُبَالِ اللَّهُ فِي أَيِّ وَادٍ يُهْلِكُهُ.
Va’lem. “Ve bil ki;” Enne’l-abde izâ kalâhu’l-ahyâr. “Bir kula Allah’ın hayırlı evliyâsı, ahyâr kızdıkları, darıldıkları zaman...” Ve’ctenebe suhbetehu’l-veriûne. “Takvâda çok ileri insanlar onunla arkadaşlık etmekten sakındıkları, çekindikleri, kaçındıkları zaman...” Ve ebğadahu’l-zâhidûne. “Ve zahidler, dünyayı terk edip âhiret yolunu tutmuş mübarekler bir kula kızdıkları zaman...” Fe-inne zâlike. “Bütün bunlar...” İsti’tâbun mina’llâhi teâlâ. “Allah’ın rızasını kazanmak için bir iştir.” Li-key yu’tibehû. “Bu durum başına gelen kimse sabretsin.”
Allah’tan kendisini hoşnut ve razı olsun diye sevdirecek, rızasını kazandıracak bir durum olsun diye Allah’ın onu iyi yola çekme hâlidir bu.
Fe in a’teba’llâhe... “Eğer o davranışıyla Allah’ı razı ederse...”
Yani iyiler kızıyor, takvâ ehli insanlar sohbetinden kaçınıyor, zahidler kızıyorlar, darılıyorlar. Bunun bir sebebi var. Kendisini toparlayacak, Allah’ı razı etmeye çalışacak. “Onlar kızıyorlar, demek ki Allah da kızar. Şunları hoşnut edeyim. Bunların hoşnut olmaması Allah’ın hoşnut olmadığını gösteriyor. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışayım.” diye düşünecek, yani anlayışı bu tarzda çalışacak. Ve Allah’ı hoşnut edecek, razı edecek bir duruma hemen gelecek. Bunu yaparsa...
Fe in a’teba’llâhe azze ve celle. “Aziz ve celil olan Allah’ı nihayet hoşnut ve razı edecek hâle hemen dönerse...” Akbele bi-kulûbihim aleyhi. “Allah onların -o mübareklerin- kalplerini bu kula döndürtür.”
Yani o işaretlerden anlayacak ki Allah’ı hoşnut etmesi lazım, hemen Allah’ı hoşnut edecek tavrı, ferasetiyle, zekasıyla hemen o tarafa dönecek, onu yapmaya çalışacak. Öyle yaptığı zaman Allah onların kalplerini döndürür.
Ve in temerrede ala’llâhi. “Eğer günahta ısrar edip Allah’a temerrütte devam ederse, Allah’ın razı olmayacağı halde devam ederse...” Evrese kalbehu’d-dalâlete. “Allah onun kalbine sapıklığı yerleştirir.” Mea hirmâni’r-rızki. “Rızkını da azaltmakla beraber...”
Yani rızkını daraltır, kalbine dalâleti miras bırakır, kalbine dalâlet gelir.
Ve cefâin mine’l-ehli. “Ailesinden rızasızlık görür, rızkında azalma olur.” Ve maktin mine’l-melâiketi. “Meleklerden kızgınlık olur.” Ve i’râdın mine’r-rusuli bi-vücûhihim. “Ve peygamberler yüzlerini ondan çevirirler.”
Bunların hepsi birden olur. Eğer Allah’ı sevdirecek tavra dönüp de Allah’ın seveceği bir hâle geçemezse o zaman başına bu felaketler gelir. Yani ne olur?
Kalbine dalâlet gelir, rızkı azalır, ailesinden cevr ü cefa başlar, meleklerden kızgınlık, peygamberlerden ondan yüz çevirme hâli meydana gelir.
Demek ki biraz böyle zahidleri, takvâ ehli insanları, ondan sonra hayırlıları ters yüzlü gördü mü insan hemen toparlayacak, “Bu bir işaret.” diye kendisine dikkat edecek...
Sümme lem yubâli’llâhu fî eyyi vâdin yuhlikuhû. “Bu duruma geldi mi Allah onun hangi yolda, hangi vadide helâk olacağına nazar etmez, aldırmaz.”
Çünkü silinmiş defterden, Allah’ın rızasını kazanamamış, temerrüt etmiş, Allah’a karşı gelmiş, kusurunu bırakmamış... O zaman nerede helâk olacağına Allah aldırmaz. Bir yerde helâk olacak. Yani onu kurtarmaz.
Kâle... Rivayete devam ediyor, hani sormuşlardı; “Ya İbrahim, nasıl başladı senin bu işin?” demişlerdi. O da “Birileriyle karşılaştım, böyle konuştuk...” diye anlatıyor.
Kultü. Onlar böyle söyleyince anlatmaya devam ediyor...
O yaşlı şahıs var, arkasında da bir sürü mübarekler, yaşlı kimseler var, o yaşlı şahıs böyle söylüyor:
“Aman, senin ileride hayırlı kimselerle beraberliğin, sohbetin, arkadaşlığın, bir arada bulunman olacak. Sakın, dikkatli ol, aman onlara karşı gelme; dövseler, sövseler, kovsalar, ağır, kaba saba, acı söz söyleseler de sen onlara toprak gibi ol, mütevâzı ol. Çünkü o bir işarettir. Mütevâzı ol, Allah kalplerini sana döndürtür. Böyle bir durum gördüğün zaman bunu bil ki Allah’ı hoşnut etmen lazım, Allah’tan bir işaret bu, bir kusurun var, hemen Allah’ı hoşnut edecek sadaka ver, ibadet yap, gözyaşı dök, tevbe et. Yani kendini derhal derle toparla. Böyle yapar da Allah’ı hoşnut edersen Allah onların kalplerini sana yine döndürür.”
“İş kullarda değil, iş Allahu Teâlâ hazretlerinde. Onların senden yüz çevirmesi de zaten ondan dolayı. Onun için işin nereden başladığını, nereden geldiğini bil, aklını başına topla. Böyle yaparsan kurtulursun, onların kalpleri sana yine döner. Eğer Allah’a karşı Allah’ın sevmediği günahta kusurda ısrarla devam edersen, temerrüt edersen o zaman kalbine dalâlet yerleşir, rızkın azalır, aile fertlerinden cefa görürsün, melekler sana kızar, peygamberler de yüzlerini senden döndürür, hâlin felaket olur. Allah senin nerede hangi vadide düşüp parçalanıp perişan olacağına aldırmaz, mahvolursun...” deyince İbrahim b. Edhem dedi ki;
قُلتُ: إِنِّي صَحِبْتُ ـ وَأَنَا مَاشٍ بَينَ الْكُوفَةِ وَمَكَّةَ ـ رَجُلاً، فَرَأَيْتُهُ ـ إِذَا أَمْسَى ـ يُصَلِّي رَكْعَتَيْنِ فِيهِمَا تَجَاوُزٌ، ثُمَّ يَتَكَلَّمُ بِكَلَامٍ خَفِيٍّ بَينَهُ وَبَينَ نَفْسِهِ، فَإِذَا جَفْنَةٌ مِنْ ثَرِيْدٍ عَنْ يَمِيْنِهِ وَكُوزٌ مِنْ مَاءٍ، فَكَانَ يَأْكُلُ وَيُطْعِمُنِي، قَالَ: فَبَكَى الشَّيْخُ عِنْدَ ذَلِكَ وَبَكَى مَنْ حَوْلَهُ، ثُمَّ قَالَ: يَا بُنَيَّ ـ أَو يَا أَخِي ـ، ذَاكَ أَخِي دَاوُودُ، وَمَسْكَنُهُ مِنْ وَرَاءِ بَلْخَ، بِقَرْيَةٍ يُقَالُ لَهَا: الْبَارِدَةُ الطَّيِّبَةُ، وَذَلِكَ أَنَّ الْبِقَاعَ تَفَاخَرَتْ بِكَيْنُونَةِ دَاوُودَ فِيهَا.
Kultü. “Onlara dedim ki;”
İnnî sahibtu ve ene mâşin beyne’l-Kûfeti ve Mekkete raculen fe-raeytuhû izâ emsâ yusallî rek’ateyni fîhimâ tecâvuzün sümme yetekellemu bi-kelâmin hafiyyin beynehû ve beyne nefsihî fe-izâ cefnetün min serîdin an yemînihî ve kûzün min mâin fe-kâne ye’külü ve yut’imunî.
O mübarekler böyle kendisine nasihat edince baktı sakallı mübarek insanlar, ona âdâb öğretiyorlar, usul erkân öğretiyorlar, evliyâlık terbiyesi veriyorlar. Anlayın, bunu güzel hatırınızda tutun. O mübarekler buna evliyâlık dersi veriyorlar. O yine bu sefer soruyor, hani gelirken çölde birileriyle karşılaşmıştı, onu hikâye ediyor.
“Karşımda ihtiyar bir kimse, arkalarında başka mübarekler, ben onlara dedim ki;”
İnnî sahibtu. “Ben yol arkadaşlığı ettim, bulundum.” Ve ene mâşin beyne’l-Kûfeti ve Mekkete. “Kûfe ile Mekke arasında yürümekteyken çöllerde Mekke’ye doğru bir adamla arkadaşlık ettim ki...” Fe-raeytuhû. “Ve onu gördüm ki.” İzâ emsâ. “Akşam olduğu zaman.” Yusallî rek’ateyn. “İki rekât namaz kılıyor, nâfileten...” Fîhimâ tecâvuz. “Bu iki rekât arasında beklemeli bir [halde,] ağır ağır namaz kılıyor...”
“Sonra hafif bir sözle bir şeyler söylüyor, kendisiyle nefsi arasında, yani başkası dışardan duymayacak gibi... Birden bir bakıyorsun sağ tarafında tirit dolu bir tencere, sol tarafında da su dolu bir kap. Dua edince böyle bir şey meydana geliyor. Kendisi yiyor ve bana da ikrâm ediyor. Mekke’ye doğru giderken ben böyle bir adamla karşılaştım, böyle şeyler başıma geldi...” deyince;
Kâle: fe-beke’ş-şeyhu inde zâlike. Bu anlatılınca heyecanlanmış karşısındaki mübareklerden o yaşlı zât, ağlamış. Ve bekâ men havlehû. İbrahim b. Edhem bunu anlatınca etrafında kimseler de ağlaşmışlar. Sümme kâle. Sonra o yaşlı zât demiş ki;
Yâ büneyye -ev yâ ahî-. “Ey oğulcuğum!” demiş veyahut “Ey kardeşim!” demiş, nasıl dediğinde tereddüt var.
Zâke ahî Dâvud. “O senin gördüğün benim kardeşim Davud aleyhisselam idi.” Ve meskenuhû min verâi Belh. “Onun sakin olduğu diyar Belh’in arkasında, ötesinde olan yerlerdi.” Bi-karyetin yukâlu lehâ el-Bâridetu’t-tayyibetü. “Onun asıl mekânı el-Bâridetü’t-tayyibe denilen köydedir.” Ve zâlike enne’l-bikâa tefâharet bi-keynûneti Dâvûde fîhâ. “Çünkü bu isimle anılmasının sebebi şundandır ki; beldeler içlerinde Davud aleyhisselam var diye iftihar ederler, ‘Ne mübarek bir zât!’ diye memnun olurlar.”
يَا غُلَامُ، مَا قَالَ لَكَ؟ وَمَا عَلَّمَكَ؟، قَالَ: قُلتُ: عَلَّمَنِي «اسْمَ اللَّهِ الْأَعْظَم»، فَسَأَلَ الشَّيْخُ: مَا هُوَ؟ فَقُلْتُ: إِنَّهُ يَتَعَاظَمُ عَلَيَّ أَنْ أَنْطِقَ بِهِ فَإِنِّي سَأَلْتُ بِهِ مَرَّةً فَإِذَا بِرَجُلٍ آخِذٍ بِحُجْزَتِي وَقَالَ: سَلْ تُعْطَهْ، فَرَاعَنِي، فَقَالَ: لَا رَوْعَ عَلَيْكَ، أَنَا أَخُوكَ الْخَضِرُ، إِنَّ أَخِي دَاوُودَ عَلَّمَكَ إِيَّاهُ، فَإِيَّاكَ أَنْ تَدْعُوَ بِهِ إِلَّا فِي بِرٍّ.
Yâ ğulâm. “Ey oğul!” Mâ kâle leke. “Ne dedi sana o?”
“O anlaşılıyor ki Davud idi. Ne dedi sana?
Ve mâ allemeke. “Sana ne öğretti?”
Kâle: Kultü: allemenî ismallâh el-a’zam. “Bana Allah’ın İsm-i Âzam’ını öğretti.”
Fe-seele’ş-şeyhu: mâ hüve? “O karşısındaki ihtiyar soruyor: ‘Neydi o İsm-i Âzam?’”
Fe-kultü: innehû yeteâzamu aleyye en entıka bihî. “Onu telaffuz etmek bana zor geliyor. İsm-i Âzam’ı söylemekten çekiniyorum.”
Fe-innî seeltü bihî merreten. “Çünkü sizden evvelce bir kere İsm-i Âzam’ı söyledim, Allah’tan dua etmek için...” Fe-izâ bi-raculin âhızin bi-huczetî. “Bir de baktım ki bir adam benim eteğimi elbisemin kenarını yakalamış, karşıma beliriverdi.” Ve kâle: sel tu’tah. “Bana; ‘İste, istediğin verilecek.’ dedi.” Fe-râanî. “Ben bundan ürktüm, korktum.” Fe-kâle: lâ rev’a aleyk. “Korkma.” Ene ehûke’l-hadır. “‘Ben senin kardeşin Hızırım.’ dedi.” İnne ahî Dâvûde allemeke iyyâhu. “‘Kardeşim Davud sana bunu öğretti.’ dedi.
Yani İsm-i Âzam’ın kimin tarafından öğretildiğini de söyledi.
Fe-iyyâke en ted’uve bihî illâ fî birrin. “Sakın bu öğrendiğin İsm-i Âzam’ı kötü bir yerde, duada kullanma, ancak iyilik konusunda kullan.”
ثُمَّ قَالَ: يَا غُلَامُ، إِنَّ الزَّاهِدِينَ فِي الدُّنْيَا قَدِ اتَّخَذُوا الرِّضَا عَنِ اللَّهِ لِبَاسَاً، وَحُبَّهُ دِثَاراً، وَالأَثَرَةَ لَهُ شِعَاراً، فَتَفَضُّلُ اللَّهِ ـ تَعَالَى ـ عَلَيْهِم لَيْسَ كَتَفَضُّلِهِ عَلَى غَيرِهِمْ، ثُمَّ ذَهَبَ عَنِّي.
Sümme kâle: yâ ğulâm. “Sonra bu yaşlı şahıs yine diyor ki; ‘Ey oğul!’” İnne’z-zâhidîne fi’d-dünyâ kad ittehazu’r-rıdâ ani’llâhi libâsen. “Bu dünyada zahid olanlar, dünyaya metelik vermeyip âhirete, ibadete düşkün olan o Allah’ın sevgili kulları Allah’tan razı olma huyunu kendilerine elbise edinmişlerdir.”
Yani Allah’ın her hükmüne razıdırlar, hiçbir şeyine itiraz etmezler, hepsini severler. “Neylerse güzel eyler Rabbimiz...” diye o duyguda, o ahlâktadırlar.
Ve hubbehû disâren. “Allah’tan razı olmak, Allah sevgisi sanki kendilerine iç elbisesi, gömleği...” Ve’l-eserete lehû şiâren. “Ve Allah’ın emrettiği yolda yürümeyi kendilerine iç [elbisesi] edinmişler, yani hep ona bürünmüşlerdir.”
Fe-tafaddulu’llâhi teâlâ aleyhim leyse ke-tafaddulihî alâ ğayrihim. “Onlar öyle Allah sevgisiyle, Allah’tan hoşnut ve razı olmakla, her şeyi Allah rızası için yapma, O’nun yolunda yürümek duygusuyla olduklarından Allah’ın onlara teveccühü başkalarına teveccühü gibi değildir, ikrâmı başkalarına ikrâmı gibi değildir.”
Sümme zehebe annî. “Böyle dedi.” diye İbrahim b. Edhem çölde karşılaştığı hâdiseyi anlatıyor...
فَتَعَجَّبَ الشَّيْخُ مِنْ قَوْلِي، ثُمَّ قَالَ: إِنَّ اللَّهَ سَيَبْلُغُ بِمَنْ كَانَ فِي مِثَالِكَ، وَمَنْ تَبِعَكَ مِنَ المُهْتَدِينَ.
ثُمَّ قَالَ: يَا غُلَامُ، إِنَّا قَدْ أَفَدْنَاكَ وَمَهَّدْنَاكَ وَعَلَّمْنَاكَ عِلْمَاً.
Fe-taaccebe’ş-şeyhu min kavlî. “Bu sözleri bana sorup da benim de anlattığım yaşlı mübarek zât benim bu anlattıklarımdan şaşırdı, hayretler içinde kaldı.” Sümme kâle. “Sonra buyurdu ki;”
İnna’llâhe seyebluğu bi-men kâne fî misâlike ve men tebiake mine’l-mühtedîn. “Muhakkak ki Allah senin gibi olanları olgunluğa erdirir, yüksek mertebelere çıkartır ve hidâyete ermiş insanlardan sana tâbi olanları da yüksek mertebelere çıkartır.”
Sümme kâle. “Sonra dedi ki;”
Yâ ğulâm. “Ey oğul!” İnnâ kad efednâke. “Biz sana söyleyeceğimiz şeyleri ifade ettik, anlattık.” Ve mehhednâke. “Sana işin nasıl olması gerektiği hazırladık.”
“Seni müstakbel mânevî makamına ve vazifene hazırladık.”
Ve allemnâke ilmen. “Ve sana bir ilim öğrettik...”
Evliyâlık ilmi kastediliyor, Allahu âlem...
ثُمَّ قَالَ بَعضُهُمْ: لَا تَطْمَعْ فِي السَّهَرِ مَعَ الشِّبَعِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي الْحُزْنِ مَعَ كَثْرَةِ النَّومِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي الْخَوْفِ للَّهِ مَعَ الرَّغْبَةِ فِي الدُّنْيَا، وَلَا تَطْمَع فِي الْأُنْسِ بِاللَّهِ مَعَ الْأُنْسِ بِالْمَخْلُوقِينَ، وَلَا تَطْمَعْ فِي إِلْهَامِ الْحِكْمَةِ مَعَ تَرْكِ التَّقْوَى، وَلَا تَطْمَعْ فِي الصِّحَّةِ فِي أُمُورِكَ مَعَ مُوَافَقَةِ الظَّلَمَةِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي حُبِّ اللَّهِ مَعَ مَحَبَّةِ المَالِ وَالشَّرَفِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي لِيْنِ الْقَلْبِ مَعَ الْجَفَاءِ لِلْيَتِيْمِ وَالأَرْمَلَةِ وَالمِسْكِينِ، [وَلَا تَطْمَعْ فِي الرِّقَّةِ مَعَ فُضُولِ الْكَلَامِ]، [وَلَا تَطْمَعْ فِي رَحْمَةِ اللَّهِ مَعَ تَرْكِ الرَّحْمَةِ لِلْمَخْلُوقِينَ]، وَلَا تَطْمَعْ فِي الرُّشْدِ مَعَ تَرْكِ مُجَالَسَةِ الْعُلَمَاءِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي الْحُبِّ لِلَّهِ مَعَ حُبِّ المِدْحَةِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي الْوَرَعِ مَعَ الْحِرْصِ فِي الدُّنْيَا، وَلَا تَطْمَعْ فِي الرِّضَا وَالقَنَاعَةِ مَعَ قِلَّةِ الْوَرَع.
ثُمَّ قَالَ بَعضُهُم: يَا إِلَهَنَا، احْجُبْهُ عَنَّا وَاحْجُبْنَا عَنْهُ.
قَالَ إِبْرَاهِيمُ: فَمَا أَدْرِي أَيْنَ ذَهَبُوا.
Sümme kâle ba’duhum. “Onlardan birisi dedi ki;”
Lâ tatma’ fi’s-seheri mea’ş-şibai...
O yaşlı şeyhden başka içlerinden bir başkası yine İbrahim b. Edhem’e nasihate geçiyor. Birtakım nasihatler, paragrafın sonuna kadar altı satır bu nasihatleri dinleyeceğiz. Nasihatleri veren kim?
Bu karşılaştığı mübarek acayip topluluktaki yaşlı insanlar... Birisi sordu, o hâlini anlattı. Mekke’ye giderken çölde gördüklerini anlattı; yemek geldiğini, su içtiklerini vesaireyi anlattı. Onlarla böyle konuştuktan sonra içlerinden bir tanesi şimdi İbrahim b. Edhem’e yine bazı nasihatlerde bulunuyor.
Şimdi o nasihatleri dikkatle okuyacağız, anlatmaya çalışacağız. Siz de anlamaya ve dinlemeye çalışın; herhalde böyle bilgileri başka bir yerde kolay bulamazsınız.
Lâ tatma’ fi’s-seheri mea’ş-şibai... Nasihat ediyor, diyor ki; “Ey İbrahim b Edhem! Karın tokluğu ile gece ibadeti yapabilmeyi umma.”
“Uykusuz kalacaksın da gece ibadet yapacaksın, sevap kazanacaksın; yapamazsın. Karın tok oldu mu yapamazsın. Karın tokluğuyla gece uyku uyumayıp ibadet etme mümkün olmaz.”
Ve lâ tatma’ fi’l-huzni mea kesreti’n-nevmi. “O mânevî hüzün ve inkisâr-ı kalb ve Allah yolundaki insanlara mahsus olan o boynu büküklük, o mahzunluk hâlinin, o mertebenin sana gelmesini çok uyumakla hiç elde edeceğini sanma.”
“Çok yemekle, çok uyumakla bu işler olmaz.”
Ve lâ tatma’ fi’l-havfi lillâhi mea’r-rağbeti fi’d-dünyâ. “Dünyaya iştihan, rağbetin varken, dünyayı sevip dururken Allah korkusuna sahip olacağını da sanma.”
“Havfullah, Allah’tan korkmak olmaz; dünya sevmekle müyesser olmaz...”
Yüksek bir mevki...
Re’sü’l-hikmeti mehâfetullah. “Hikmetin başı, evliyâlığın başı Allah korkusudur.”
Ama o Allah korkusu dünyaya rağbet varken teşekkül etmez.
Ve lâ tatma’ fi’l-ünsi billâhi mea’l-ünsi bi’l-mahlûkîn. “Mahlukatla düşüp kalkmakla, dostluk ahbaplık etmekle beraber Allah’la üns olmaz, Allah’a dostluk tahakkuk etmez.”
Yani onu bırakacaksın ki ötekisi olsun; mahlukattan kesileceksin ki Allah’la ünsiyet mümkün olabilsin. Yoksa hem halkı sev, hem de um ki Allah’la ünsiyet sana nasip olacak, el-ünsü billah makamı nasip olacak; olmaz.
Ve lâ tatma’ fî ilhâmi’l-hikmeti mea terki’t-takvâ. “Ve Allah’ın sevgili kullarına verdiği hikmeti sana ilham etmesini takvâyı terk etmekle elde edeceğini sanma.”
“Takvâ yokken Allah sana hikmet vermez. Takvâlı olursan verecek; takvâ yoksa vermez.”
Hikmet; her şey yerli yerinde yapma kabiliyeti, anlama, sezme, söyleme meziyeti. O takvâsız olmaz.
Ve lâ tatma’ fi’s-sıhhati fî umûrike mea muvâfakati’z-zalemeti. “Zalim insanlara uyup onlarla beraber iken işlerinde mânevî bakımdan bir dürüstlük, bir sıhhat olmasını da umma. O da mümkün olmaz.”
“Zalimlerden kesileceksin, ilgini keseceksin, zalimlerle beraber olmayı bırakacaksın ki işlerinde mânevî bir doğruluk, sıhhat, dürüstlük mümkün olabilsin.”
Demek ki zalimlerle arkadaşlık etmeyecek, takvâ ehli olacak, mahlukatla ünsiyeti kesecek, gönlünü Allah’a bağlayacak, dünyaya rağbeti bırakacak, çok uykuyu bırakacak, çok yemeği bırakacak.
Şimdiye kadar anladığımız şeyler; bunları birer birer alt alta defterinize yazsanız, her birisi evliyâlığın birer şartı olmuş olarak karşınıza çıkacak.
Ve lâ tatma’ fî hubbillâhi mea mehabbeti’l-mâli ve’ş-şerefi. “Malı, şerefi seviyorken Allah sevgisinin kalbinde hâsıl olacağını umma, hiç öyle şey olamaz.”
“Mal sevgisini, şeref, izzet, itibarı gözünden çıkaracaksın ki Allah sevgisi teşekkül etsin.
Ve lâ tatma’ fî liyni’l-kalbi mea’l-cefai li’l-yetîmi ve’l-ermeleti ve’l-miskîn. “Miskinlere, yoksullara, fakirlere, dullara, yetimlere karşı cefa ederken, katı davranırken kalbinin yumuşamasını, kalbinde bir güzel gelişme olmasını hiç umma, mümkün değil.”
“Yetimleri seveceksin ki, dullara, fakirlere yardım etmeyi seveceksin ki bu hal nasip olabilsin.”
Ve lâ tatma’ fi’r-rıkkati mea fudûli’l-kelâmi. “Çok fuzulî, mâlâyâni konuşmalar varken kalbinden bir rikkat, bir incelik belirmesini, rikkat hâline ermeyi umma, o da mümkün olmaz.”
Ve lâ tatma’ fî rahmetillâhi mea terki’r-rahmeti li’l-mahlûkîn. “Allah’ın yaratıklarına şefkati, acımayı, merhameti terk etmişken sen Allah’ın rahmetine ermeyi hiç umma. Mahlukata merhamet etmezken Allah’ın sana merhamet edeceğini hiç umma.”
Ve lâ tatma’ fi’r-rüşdi mea terki mücâleseti’l-ulemâ. “Doğru yolda, olgunluk yolunda, sağlam yolda yürümeyi alimlerle oturmayı terk etmişken elde edeceğini umma.”
“Alimlerin sohbetini bırakınca o mümkün olmaz. Doğru yolda, olgunluk yolunda, yürümek mümkün olmaz.”
Ve lâ tatma’ fi’l-hubbi lillâhi. “Allah için sevmek hâli sana nasip olmaz...” Mea hubbi’l-midhati. “Övülme sevgisi içinde varken.”
Çünkü o zaman öveni seversin, meddahı seversin, övmeyene karşı Allah için içinde bir sevgi hâsıl olmaz. Yani dalkavukları sever. Ekseriyetle yüksek mevki sahiplerinin, zenginlerin etrafında ondan istifade etmek isteyen dalkavuklar türer. Onlar onu methederler. İnsan da tabii kendisine yumuşak davrananı seviyor, ötekileri sevmez.
“Bu övülme, methedilme arzusu, sevgisi içinde varken Allah için insanları sevme hâli insana nasip olmaz.”
Övülmese bile, icabında aleyhinde tenkitte bulunulsa bile insan bir insanı sevebilmeli. Birisi geldi, aleyhinde bir şey söyledi; “Doğru söylüyorsun, teşekkür ederim, Allah senden razı olsun. Tamam, ben bu huyumu bırakayım.” deyip onu sevebilmek nasıl mümkün olacak?
Methedilme sevgisi çıktığı zaman mümkün olacak.
Onun için, övülme sevgisini insan kalbinden atmalı.
Ve lâ tatma’ fi’l-verai mea’l-hırsı fi’d-dünyâ. “Dünyalığa, mala mülke, diğer şeylere hırsın varken vera’ sahibi olmayı umma, o da hâsıl olmaz.”
Ve lâ tatma’ fi’r-rıdâ ve’l-kanaâti mea kılleti’l-vera’. “Takvân, haramlardan, şüphelilerden sakınma duygun yokken rıza ve kanaat hâli de nasip olmaz.” dedi.
“Şunların olması lazım, bunların olması lazım; ama şunlar olunca bu iş olmaz.” diyor. Onun için, olması gerekenleri müspet tarafa şöyle liste hâlinde yazmak lazım. Bunlar iyi, bunları elde etmek lazım. Ama bunların olması için de şunların olmaması lazım. Onları da bir başka liste hâlinde yapmak lazım. O olmaması gereken şeylerden kurtulmaya çalışmak lazım, bu olması gereken vasıflar hâsıl olsun diye... Şimdi dönüp onları bir daha sıralayabiliriz; ama bu hikâye tamam olsun diye son cümleyi okuyorum:
Sümme kâle ba’duhum. “Onlardan birisi böyle söyleyip İbrahim b. Edhem’e bu nasihatleri ederken bir başkası da dedi ki;”
Yâ ilâhenâ. “Ey Allahımız, Rabbimiz!” Uhcubhu annâ. “Bu kulu bizden perdele.”
“Bizi yok et, o bizi göremesin.” demek istiyor. “O perdelensin. Şimdi perde yok da görüyor; ama perdele o kulu, bizi göremesin.”
Ve’hcubnâ anhu. “Bizi de ondan perdele.”
“O bizi görmesin, biz onu görmeyelim.” diye bir tanesi dua etti.
Kâle İbrâhim. “İbrahim b. Edhem diyor ki;” Femâ edriye eyne zehebû. “Nereye gittiklerini anlayamadım, birden yok oluverdiler.”
İşte İbrahim b. Edhem’in hâli böyle başlamış.
Tabii o onun kendisiyle ilgili bir hal; ama o evliyâullah, mübarekler kırklar mıydı, hangi mübarekler idiyse Allah’ın bu nasip etmiş olduğu bir şey; karşılaşıyorlar, konuşuyorlar, nasihat ediyorlar, gidiyorlar...
Şimdi bize o nasihatler lazım. Çünkü bunlar tasavvufun çok önemli makamlarına işaret ediyor ve o makamları elde etmenin çaresini gösteriyor. Demin ki [anlatılanlardan] anladık ki Allah hayırlı kimselerle sohbet etmeyi, beraber olmayı nasip etti mi bir insana, dövülse de, sövülse de, kovulsa da oradan gitmeyecek. Çünkü evliyâullah, meşâyih-i kirâm dervişlerini bazen böyle imtihan ederler;
“Defol! Gözüm görmesin! Yıkıl karşımdan!”
“Sen misin bana kızan; Allah’a ısmarladık, ben de bir daha senin semtine gelir miyim! Ben de seni adam sandım da geldim!”
Hadi yallah, kalkıp gidiyor…
Kaybetti. Sabredecek; madem yol doğru yoldur, madem hak yoldur, madem ki Allah’ın rızasını istiyor, Allah’ın o sevgili kullarına karşı toprak gibi olacak, boynunu bükecek, onlardan bir azar işitti mi, böyle bir sert muamele gördü dayak yedi mi, sopayı yedi mi, şamarı yedi mi o zaman kendisi “Acaba ne kabahat işledim de bu başıma geldi?” diye düşünecek.
“Akşam abdestsiz yatmıştım da sabah şamarı böyle yiyorum... Yolda gelirken falanca tarafa gözüm kaymıştı da bu iş bundan oluyor... Geçen gün şüpheli bir yerden bir yemek yedik de ne eti olduğu da belli değildi de ondan oluyor…”
Kusuru kendisinde arayacak. Yoksa onlar durup dururken kızmazlar; belli ki, bir sebep var ki onlar Allah’ın kızmasıyla kızarlar, karşısında öyle tezahür ediyor. Onu bilecek. Onu anladık.
Ondan sonra kendi macerasını, çöllerde neler gördüklerini anlattı...
Allah şefaatine erdirsin, büyük zâtmış, onu anlıyoruz.
O büyüklerden bir tanesi açtı ağzını, nasihat etti. Bu nasihati bir daha tekrar etmek lazım. Tekrar dinleyelim, tekrar anlayalım.
Ne diyor?
Tercümeyi yaptığımıza göre artık kendi sözlerimizle anlatalım. Nasıl olması gerektiğini sizin anlayacağınız şekilde anlatalım.
Diyor ki;
Gece ibadet etmek lazım. Gece ibadeti çok sevap. Bir dervişin teheccüde kalkması lazım, ibadet etmesi lazım. İyi ama bu karın tokluğuyla olmaz ki... Demek ki akşam yemeğini az yiyecek, hafif yiyecek. “Getir bakalım o tepsiyi de, getir bakalım bu tabağı da, börek de gelsin, tatlı da gelsin...” Yarım kilo kadayıf, üç kilo meyve, 30 bardak çay... Tabii Koca Yusuf gibi yemek yiyince insan gece namazına değil sabah namazına bile kalkamaz, öğleye ancak uyanır. Çünkü vücut öğüteceğim derken harap olur, vücut bütün gece onunla meşgul olur; olmaz. Demek ki gece uyanık olabilmek için yemeği azaltacak, akşam yemeyecek, karnını tıka basa doyurmayacak.
Tabii gece [namazı] neden gerekiyor?
Gece göğün kapıları açılır, Allahu Teâlâ hazretleri kullarına; “Yok mu benden bir arzusu, isteği olan; istesin, vereceğim!” dediği zamandır. “Yok mu benden af isteyen; affedeceğim!” dediği zamandır. Seher vakitlerindedir bu, sahura kalktığımız zamanlar gibi... İmsak kesildikten sonra sabahın vakti girince iş biter. Onun için, gecenin üçte biri, üçte ikisi, yarısı geçtikten sonra kalkıp biraz gece ibadeti yapması lazım. O kârdan o da nasibini alsın diye, o mânevî pazardan istifade etsin diye, duaları kabul olsun, Allah’ın lütfuna ihsânına ersin diye dervişin gece kalkması lazım. Veyahut âhiret yolunun yolcusunun, Allah’ın rızası isteyen insanın böyle yapması lazım. Ama bu toklukla olmaz. Demek ki kıllet-i taam lazımmış.
İkincisi; “Çok uykuyla o hüzün hâli olmaz.” diyor. Hüzün, “mahzunluk” demek.
Dervişin [hâli] nasıl olacak?
Kalbi kırık olacak, mahzun olacak. Çünkü bir kere ana yurdundan kopmuştur; asıl yurdu cennettir, dünyaya gelmiştir, ayrılık hüznü vardır. Ondan sonra Allah sevgisi vardır, kavuşmanın hasretliğinin verdiği bir hüzün vardır. Ufak tefek, büyük küçük kusurları vardır, onun verdiği bir hüzün vardır. “Acaba hâlim nice olacak?” diye bir endişeden doğma hüznü vardır. Elbette âhireti düşünen bir mü’min-i kâmilin mahzunluğu vardır. Peygamber Efendimiz de; ene inde min kesîreti’l-kulûb. “Ben kalbi kırıkların yanındayım.” buyuruyor. Onun için, bizim merhum Süleyman Çelebi Efendimiz Mevlid’in sonunda dua bölümünde ne diyor?
Bağrı başı Hak içün âşıkların,
Gözü yaşı Hak içün sâdıkların,
Yâ İlâhî bizlere imdât kıl,
Her nefes lütfun ile şâd kıl.
Diye dua ediyor ya... Bağrı başı Hak içün... Yani “Bağrı yarası hürmetine...” Âşıkların bağrı yaralıdır. Yaralı olan da hüzünlü olur. Onun için, mü’mini öyle pek fazla güleç, güler görmezsin, mahzun görürsün; derdi vardır, dertlidir.
Dolap niçin inilersin?
Derdim vardım, inilerim.
Dediği gibi, mü’min-i kâmilin işi çoktur, derdi çoktur, gayesi büyüktür. Onun için mahzun olacak.
Bu mahzunluk çok uykuyla olmaz. Mahzunluk burada neyi sembolize ediyor?
Mahzunluk duygululuğu, duyarlılığı, hassaslığı sembolize ediyor. Bu hassaslık çok uykuyla olmaz. Yatıyor; horul da horul, horul da horul... “Uyusun da büyüsün maşaallah...” Tabii o zaman çok uykuyla o rikkat, o lirizm, o tasavvufî şevk, o iştiyak hâsıl olmuyor.
Sonra, Allah korkusu dünyaya rağbet varken olmuyor. Dünyayı gözünden silecek, dünyaya rağbet etmeyecek, dünyaya karşı zahidâne, aldırmaz duygular içinde olacak. O zaman havfulllah gönlünde teşekkül eder, Allah’tan korkar. Allah’ın gazabından, azabından, ikâbından korkar. Allah’ın lütfunu kaybetmekten korkar. Cenneti kaybetmekten, rızasına aykırı bir iş yapmaktan korkar, tir tir titrer. O bakımdan, dünyaya meyli olmaması lazım ki bunları düşünebilsin. Dünyaya meyli varken bu yapılamaz.
Sonra, Allah’la ünsiyet etmek istiyorsa...
Ünsiyet ne demek?
“Bir arada olmak, ahbaplık, yârenlik etmek” demek.
Bu ünsiyet olması için mahluk ile ünsiyetten kesilmesi lazım. Kalabalıkta olmaz. Çekilecek bir halvet, tenha bir kenara; tenhalarda gözyaşı dökecek, tefekkürlere dalacak, zikirlere dalacak da; Ene celîsü men zekerenî “Ben beni zikreden kulumun yanı başındayım, meclisindeyim, onunla beraberim.” sırrı zâhir olacak, Rabbi ile ünsiyet hâli hâsıl olacak. Öyle insanlar arasında, insanlarla ünsiyetle olmaz.
“Gitme ya, canım sıkılıyor, senle beraber oturalım, sabaha kadar konuşalım, gevezelenelim.”
O gitmezse Allah’la ünsiyet de olmaz. Bir insanın yalnızlığı sevebilmesi lazım. Evliyâlık sevap, ünsiyet, el-ünsü billâh hâsıl olsun diye.
Sonra, tabii Allah’ın sevgili kullarının gönlüne nice nice hikmetler ilham olunur. Sözleri, her birisi cevherdir. Dinleyen hayran kalır, hoşuna gider. Ümmî bile olsa; “Allah Allah... Ne kadar ârif insan! Ne kadar güzel sözler söylüyor, ne kadar hoş!” diye sever. İşte o hikmetin ilhamı takvâyı terk edince olmaz. Takvâ ehli olacak ki gönlüne hikmet pınarları akmaya başlasın, gönlünden diline pınarlar fışkırıp şırıl şırıl dilinden dökülmeye başlasın. Takvâ ile olur.
Takvâ ne demek?
“Allah’tan sakınıp günahlara yanaşmamak.”
Sonra, işlerinde sıhhat, mânevî düzgünlük ancak zalimlerden ayrılmakla mümkün olur.
Allah sevgisi, mal ve şeref sevgisiyle beraber olmaz. İnsanın tabii Allah âşıkı olması lazım, Allah’ı sevmesi lazım, Allah sevgisi kalbini doldurması lazım. Çünkü her türlü güzelliği yaratan O’dur, her türlü ihsânı ikrâmı veren O’dur. Her şeyimiz O’ndandır. Tabii herkes O’na karşı en yüksek sevgiyi, sonsuz mukayesesiz sevgiyi duyması lazım. Ama bu mal ve şerefi severek olmaz. Maldan da geçecek, mevki makamdan, izzet, itibar, alkış, şeref gibi şeylerden de geçecek. Allah’ın sevgisini kazanmak için hepsini terk edebilecek ve Allah’ın sevdiği işleri yapabilecek.
Sonra, kalbinin yumuşaması makbul bir şey, kalbin katı olması kötü bir şey. Yumuşak kalplilik güzel; katı kalplilik, taş kalplilik kötü. Bu yumuşak kalplilik yetime bakmadan, dula bakmadan, fakire bakmadan, onları kollayıp gözetmeden olmaz. Onun için etrafınızdaki muhtaç insanları arayacaksınız, bulacaksınız, onlara elinizi uzatacaksınız, malınızı, yiyeceğinizi, içeceğinizi paylaşacaksınız. Türkiye var, Türkiye’nin dışındaki başka Türkler var, onlara yardımcı olacaksınız. Başka müslümanlar var, onlara yardımcı olacaksınız.
Burada İstanbul’un surlarının içinde ihtiyar ihvânımızdan bir kimse 15 gün aç kalmış da kimsenin haberi olmamış. Böyle ihvanlık olur mu?!
Millet tabii zevkli sefalı yerleri biliyor da böyle sıkıntılı kenar mahallelere gelmiyor.
“Gel bakalım biraz da bizim kubbe-i ahzânımızı gör... Üstü teneke kaplı, yağmurun içine damladığı, rüzgarın bir yerinden girip öbür tarafından çıktığı evimize de gel, bir misafir edelim bakalım... Gel bakalım, her yerde baklava börek yiyorsun, burada da gam keder ye... Biraz buradaki acılarımıza ortak ol...”
Millet tabii oraya yanaşmayınca olmuyor.
Kalp yumuşaklığı olması için yetime yanaşacak, dula yardım edecek, miskine fakire destek olacak, yardım edecek.
O rikkat hâli gevezelikle olmaz, sükûtu bilecek. Sükut efdaldir. Sükut ibadettir. Mü’minin, dervişin sükûtu tefekkür olacak. Öyle çok konuşmayacak, az konuşacak, öz konuşacak, lüzumsuz konuşmayı terk edecek; zikirle meşgul olacak.
Başka insanlara, başka mahluklara merhamet edecek ki Allah’ın rahmetine, merhametine mazhar olsun. Karıncayı eziyor, kuşu öldürüyor, öküzünü dövüyor, atını sakat edecek gibi pataklıyor, çocuğunun kulağını kopartıyor, ensesinde boza pişiriyor, hanımın kafasında tabakları kırıyor... Böyle dervişlik olur mu?
Olmaz!
Merhameti yok, kimseye merhamet etmiyor; sert. Hayvan yanında zor duruyor, böyle başını ikide bir kaldırıyor.
Neden?
Sinirli, kamçıyı yapıştırıyor; hayvan ürkmüş.
Böyle merhametsizlikle olmaz! Merhametli olması lazım. Mahlukâta merhamet etmeyene Allah merhamet eylemez.
Sonra, alimlerle beraber olmayı, alimlerin meclislerine sohbetlerine devam etmeyi terk ederse doğru yolu, olgunluk yolunu, hak yolu bulamaz. Alimlerin sohbetine gelecek, nasihatlerini dinleyecek. Ancak o zaman doğru yolda olur.
Övülme arzusu varken Allah için sevmeyi elde edemez. Peygamber Efendimiz diyor ki;
“Sizi methedenlerin yüzüne toprak saçın.”
Yerden toprak alacaksın, yüzüne atacaksın; ne kadar sert bir muamele! Yani ne demek?
“Kendinizi methettirmeyin. Ne siz başkasını yüzüne karşı methedin, ne de sizi methetmelerine müsaade edin.” demek oluyor.
Çünkü ekseriyetle insanları böyle methederek huylarını bozarlar ve methederek aldatırlar. Sen methe aldanma; “Söylenen söz doğru mu? İstenen iş doğru mu?” diye onu düşün. Doğru değilse hiç methe takılma, kaşını çat. Karşındakini de methedip de helâk etme. “Kafasını kesmek gibidir.” diyor Peygamber Efendimiz. Sen onu methediyorsun, helâk ediyorsun. Adam kendisini bir şey sanıyor, iki paralık adam... Doğru söylemeye kimse tahammül edemiyor. “Sen iki paralıksın!” diyemiyorsun, “Ağasın paşasın...” diyorsun; o da kendisini ağa paşa sanıyor. Hiçbir şey değil, zerre bile değil; ama o zaman huyu bozuluyor. Onun için, methetmek de iyi değil, methedilmeye rıza göstermek de iyi değil. Onu terk edecek.
Sonra, dünyaya, dünyalığa hırs beslemeyecek; o zaman takvâ, vera’ olmaz. O dünya hırsından dolayı “Para kazanacağım!” diye haram işler yapar, “Mevki makam sahibi olacağım!” diye entrika çevirir, arkadaşlarını aldatır, ona buna zararı dokunabilir. Onun için, hırsı terk edecek. Sakin olacak, her şeyi Allah’tan bekleyecek. Ancak o zaman vera’ sahibi olabilir.
Verâsı olmazsa rıza ve kanaate de eremez. Mü’minde vera’ yani şüpheliden bile kaçınma duygusu olacak.
İbrahim b. Edhem hazretlerine işte bu nasihatleri etmiş. Sonra ellerini açmış bir tanesi; “Yâ Rabbi! Bunu bizden gizle, bizi bundan gizle, perdele aramızı...” deyince yok oluvermişler. Demek ki evliyâullahtan mübarek insanlarmış; İbrahim b. Edhem’e tasavvufun, evliyâlığın nasihatlerini öğretmek için, ilmini öğretmek için karşısına çıkmışlar. Hem onun hâlini sormuşlar hem ona bilgiler vermişler. Bu anlaşılıyor.
Keşke bunu bir kitap hâline getirsek de herkes bu işleri bilse, buna göre ayağını denk alsa, hakikî dervişliğin ne olduğunu dervişler anlasa...
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ebû Abdirrahman es-Sülemî isimli meşhur alim ve sûfî ve Tabakâtu’s-sûfiyye isimli eserle beraber daha nice kıymetli eserler yazmış olan bir müellifin tasavvufla ilgili büyüklerin hayatlarını anlatan kitabını okuyorduk. İsmi Tabakâtu’s-sûfiyye, yani sûfîlerin asır asır, ömür ömür, tabaka tabaka hayatlarını anlatmış; on tabaka hâlinde kendi zamanına kadar gelenleri, her tabakadan da on isim bularak yüz tane büyük zatın hayatını ve hayatıyla ilgili bazı bilgileri, hadis rivayet etmişse numune olarak rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfi, ondan sonra da mübarek sözlerinden bir kısmını numune olarak veriyordu.
Bunlardan okuduk. Sıra İbrahim b. Edhem hazretlerine geldi.
Mevzu geçen hafta çok heyecanlı bir yerinde kalmıştı. Bu hafta oradan devam edelim. Belki bitmeyebilir. Çok dolgun, çok kıymetli bahisler cereyân ediyor. Tasavvufun özü, hülâsası, esrârı, ince mevzulara geçilmiş oluyor.
İbrahim b. Edhem hazretleri Ebû İshak künyeli, hayatı hakkında bilgileri daha önceki sayfalarda nakletmiştik.
Kendisine birisi soruyor ki;
“Senin bu tasavvufî yolda hâlin nasıl başladı? Hangi olay sebep oldu? Padişahlığı, sarayı, hazineyi, saltanatı, izzeti, şevketi bıraktın da bu yollara niye düştün?”
Mübarek bazı kimselerle yolculuğu olduğunu anlatmıştı. Bir grup mübarek insanlarla karşı karşıya gelmişti, onlarla konuşuyordu. Konu oraya gelmişti. Böyle yaşlı bir zât ve mübarek birtakım insanlar karşısına gelmişler, bu da genç bir kimse, onlarla konuşuyor, onlar İbrahim b. Edhem hazretlerine nasihat ediyorlar. Ondan sonra artık bu yolda ilerlemiş zaten. İlk hâlini anlatıyor.
O büyükler karşısında, ona diyorlar ki;
فَقَالَ لِي: يَا غُلَامُ، أَمَا إِنَّكَ سَتَصْحَبُ الأَخْيَارَ، فَكُنْ لَهُمْ أَرْضَاً يَطَؤُونَ عَلَيْكَ وَإِنْ ضَرَبُوكَ وَشَتَمُوكَ وَطَرَدُوكَ وَأَسْمَعُوكَ الْقَبِيحَ، فَإِذَا فَعَلُوا بِكَ ذَلِكَ فَفَكِّرْ فِي نَفْسِكَ مِنْ أَيْنَ أُتِيتَ؟ فَإنَّك إِذَا فَعَلْتَ ذَلِكَ يُؤَيِّدُكَ اللَّهُ بِنَصْرِهِ، وَيُقْبِلُ بِقُلُوبِهِمْ عَلَيْكَ.
Yâ ğulâm. “Ey oğul, ey genç, ey çocuk, ey delikanlı...”
Ğulâm çoğulu ğılman geliyor; “çocuk” demek.
Emmâ inneke seteshabu’l-ahyâr. “Senin hâlinden, kaderinden anlaşılıyor ki ileride sen hayırlı bazı kimselerle karşılaşıp onlarla arkadaşlık etme, beraber olma nimetine ereceksin. Onlarla bir arada olacaksın.” Fe-kün lehüm ardan yataûne aleyke. “Onlara karşı sen senin üzerinde gezdikleri toprak ol.”
“Mütevâzı ol. Öyle hayırlı kimselerle arkadaşlık ederken diklenme, kibirlenme veya nobran durma. Çok mütevâzı ol, onlara sanki üstünde gezilen, ezilen toprak gibi ol.”
Ve in darabûke ve şetemûke ve taradûke ve esmeûke’l-kabîh. “Seni dövseler de, sövseler de, kovsalar da, kötü şeyler söyleseler de böyle ol. Sakın edebini bozma. O hayırlı insan[lara], öyle onlarla ahbaplık ederken bu durumda ol.”
Fe-izâ fealû bike zâlike. “Onlar sana böyle muamele ettikleri zaman.” Fe-fekkir fî nefsike. “Kendi kendine düşün.” Min eyne utîte. “Sen bu hâle nereden getirildin?”
“‘Bu hal sana niçin getirildi?’ diye düşün, ‘Var bir sebebi.’ diye düşün.”
Fe-inneke izâ fealte zâlike. “Böyle düşündüğün zaman, yani mütevâzı olup onlara itiraz etmeyip, dövseler, sövseler, kovsalar, kötü söz söyleseler bile böyle ‘Sebebi vardır, hikmeti vardır; bu bana kim bilir nereden geldi? Allah nasip etti, Allah’ın takdiridir, kaderidir.’ diye işi anlayıp böyle edepli durduğun zaman...” Yüeyyidüke’llâhu bi-nasrihî. “Allah seni nusretiyle teyit ve takviye eder. Allah seni güçlendirir, sana yardımını gönderir.” Ve yukbilu bi-kulûbihim aleyke. “Onların kalplerini sana çevirtir.”
“Sen mütevâzı olup hiç edebini bozmadığın zaman onların kalplerini sana döndürür.”
وَاعْلَمْ أَنَّ العَبْدَ إِذَا قَلَاهُ الأَخْيَارُ، وَاجْتَنَبَ صُحْبَتَهُ الوَرِعُونَ، وَأَبْغَضَهُ الزَّاهِدُونَ، فَإِنَّ ذَلِكَ اسْتِعْتَابٌ مِنَ اللَّهِ تَعَالَى لِكَي يُعتِبَه، فَإِنْ أَعْتَبَ اللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ أَقْبَلَ بِقُلُوبِهِمْ عَلَيْهِ، وَإِنْ تَمَرَّدَ عَلَى اللَّهِ أَوْرَثَ قَلْبَهُ الضَّلَالَةَ مَعَ حِرْمَانِ الرِّزْقِ، وَجَفَاءٍ مِنَ الْأَهْلِ، وَمَقْتٍ مِنَ الْمَلَائِكَةِ، وَإِعْرَاضٍ مِنَ الرُّسُلِ بِوُجُوهِهِمْ، ثُمَّ لَمْ يُبَالِ اللَّهُ فِي أَيِّ وَادٍ يُهْلِكُهُ.
Va’lem. “Ve bil ki;” Enne’l-abde izâ kalâhu’l-ahyâr. “Bir kula Allah’ın hayırlı evliyâsı, ahyâr kızdıkları, darıldıkları zaman...” Ve’ctenebe suhbetehu’l-veriûne. “Takvâda çok ileri insanlar onunla arkadaşlık etmekten sakındıkları, çekindikleri, kaçındıkları zaman...” Ve ebğadahu’l-zâhidûne. “Ve zahidler, dünyayı terk edip âhiret yolunu tutmuş mübarekler bir kula kızdıkları zaman...” Fe-inne zâlike. “Bütün bunlar...” İsti’tâbun mina’llâhi teâlâ. “Allah’ın rızasını kazanmak için bir iştir.” Li-key yu’tibehû. “Bu durum başına gelen kimse sabretsin.”
Allah’tan kendisini hoşnut ve razı olsun diye sevdirecek, rızasını kazandıracak bir durum olsun diye Allah’ın onu iyi yola çekme hâlidir bu.
Fe in a’teba’llâhe... “Eğer o davranışıyla Allah’ı razı ederse...”
Yani iyiler kızıyor, takvâ ehli insanlar sohbetinden kaçınıyor, zahidler kızıyorlar, darılıyorlar. Bunun bir sebebi var. Kendisini toparlayacak, Allah’ı razı etmeye çalışacak. “Onlar kızıyorlar, demek ki Allah da kızar. Şunları hoşnut edeyim. Bunların hoşnut olmaması Allah’ın hoşnut olmadığını gösteriyor. Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışayım.” diye düşünecek, yani anlayışı bu tarzda çalışacak. Ve Allah’ı hoşnut edecek, razı edecek bir duruma hemen gelecek. Bunu yaparsa...
Fe in a’teba’llâhe azze ve celle. “Aziz ve celil olan Allah’ı nihayet hoşnut ve razı edecek hâle hemen dönerse...” Akbele bi-kulûbihim aleyhi. “Allah onların -o mübareklerin- kalplerini bu kula döndürtür.”
Yani o işaretlerden anlayacak ki Allah’ı hoşnut etmesi lazım, hemen Allah’ı hoşnut edecek tavrı, ferasetiyle, zekasıyla hemen o tarafa dönecek, onu yapmaya çalışacak. Öyle yaptığı zaman Allah onların kalplerini döndürür.
Ve in temerrede ala’llâhi. “Eğer günahta ısrar edip Allah’a temerrütte devam ederse, Allah’ın razı olmayacağı halde devam ederse...” Evrese kalbehu’d-dalâlete. “Allah onun kalbine sapıklığı yerleştirir.” Mea hirmâni’r-rızki. “Rızkını da azaltmakla beraber...”
Yani rızkını daraltır, kalbine dalâleti miras bırakır, kalbine dalâlet gelir.
Ve cefâin mine’l-ehli. “Ailesinden rızasızlık görür, rızkında azalma olur.” Ve maktin mine’l-melâiketi. “Meleklerden kızgınlık olur.” Ve i’râdın mine’r-rusuli bi-vücûhihim. “Ve peygamberler yüzlerini ondan çevirirler.”
Bunların hepsi birden olur. Eğer Allah’ı sevdirecek tavra dönüp de Allah’ın seveceği bir hâle geçemezse o zaman başına bu felaketler gelir. Yani ne olur?
Kalbine dalâlet gelir, rızkı azalır, ailesinden cevr ü cefa başlar, meleklerden kızgınlık, peygamberlerden ondan yüz çevirme hâli meydana gelir.
Demek ki biraz böyle zahidleri, takvâ ehli insanları, ondan sonra hayırlıları ters yüzlü gördü mü insan hemen toparlayacak, “Bu bir işaret.” diye kendisine dikkat edecek...
Sümme lem yubâli’llâhu fî eyyi vâdin yuhlikuhû. “Bu duruma geldi mi Allah onun hangi yolda, hangi vadide helâk olacağına nazar etmez, aldırmaz.”
Çünkü silinmiş defterden, Allah’ın rızasını kazanamamış, temerrüt etmiş, Allah’a karşı gelmiş, kusurunu bırakmamış... O zaman nerede helâk olacağına Allah aldırmaz. Bir yerde helâk olacak. Yani onu kurtarmaz.
Kâle... Rivayete devam ediyor, hani sormuşlardı; “Ya İbrahim, nasıl başladı senin bu işin?” demişlerdi. O da “Birileriyle karşılaştım, böyle konuştuk...” diye anlatıyor.
Kultü. Onlar böyle söyleyince anlatmaya devam ediyor...
O yaşlı şahıs var, arkasında da bir sürü mübarekler, yaşlı kimseler var, o yaşlı şahıs böyle söylüyor:
“Aman, senin ileride hayırlı kimselerle beraberliğin, sohbetin, arkadaşlığın, bir arada bulunman olacak. Sakın, dikkatli ol, aman onlara karşı gelme; dövseler, sövseler, kovsalar, ağır, kaba saba, acı söz söyleseler de sen onlara toprak gibi ol, mütevâzı ol. Çünkü o bir işarettir. Mütevâzı ol, Allah kalplerini sana döndürtür. Böyle bir durum gördüğün zaman bunu bil ki Allah’ı hoşnut etmen lazım, Allah’tan bir işaret bu, bir kusurun var, hemen Allah’ı hoşnut edecek sadaka ver, ibadet yap, gözyaşı dök, tevbe et. Yani kendini derhal derle toparla. Böyle yapar da Allah’ı hoşnut edersen Allah onların kalplerini sana yine döndürür.”
“İş kullarda değil, iş Allahu Teâlâ hazretlerinde. Onların senden yüz çevirmesi de zaten ondan dolayı. Onun için işin nereden başladığını, nereden geldiğini bil, aklını başına topla. Böyle yaparsan kurtulursun, onların kalpleri sana yine döner. Eğer Allah’a karşı Allah’ın sevmediği günahta kusurda ısrarla devam edersen, temerrüt edersen o zaman kalbine dalâlet yerleşir, rızkın azalır, aile fertlerinden cefa görürsün, melekler sana kızar, peygamberler de yüzlerini senden döndürür, hâlin felaket olur. Allah senin nerede hangi vadide düşüp parçalanıp perişan olacağına aldırmaz, mahvolursun...” deyince İbrahim b. Edhem dedi ki;
قُلتُ: إِنِّي صَحِبْتُ ـ وَأَنَا مَاشٍ بَينَ الْكُوفَةِ وَمَكَّةَ ـ رَجُلاً، فَرَأَيْتُهُ ـ إِذَا أَمْسَى ـ يُصَلِّي رَكْعَتَيْنِ فِيهِمَا تَجَاوُزٌ، ثُمَّ يَتَكَلَّمُ بِكَلَامٍ خَفِيٍّ بَينَهُ وَبَينَ نَفْسِهِ، فَإِذَا جَفْنَةٌ مِنْ ثَرِيْدٍ عَنْ يَمِيْنِهِ وَكُوزٌ مِنْ مَاءٍ، فَكَانَ يَأْكُلُ وَيُطْعِمُنِي، قَالَ: فَبَكَى الشَّيْخُ عِنْدَ ذَلِكَ وَبَكَى مَنْ حَوْلَهُ، ثُمَّ قَالَ: يَا بُنَيَّ ـ أَو يَا أَخِي ـ، ذَاكَ أَخِي دَاوُودُ، وَمَسْكَنُهُ مِنْ وَرَاءِ بَلْخَ، بِقَرْيَةٍ يُقَالُ لَهَا: الْبَارِدَةُ الطَّيِّبَةُ، وَذَلِكَ أَنَّ الْبِقَاعَ تَفَاخَرَتْ بِكَيْنُونَةِ دَاوُودَ فِيهَا.
Kultü. “Onlara dedim ki;”
İnnî sahibtu ve ene mâşin beyne’l-Kûfeti ve Mekkete raculen fe-raeytuhû izâ emsâ yusallî rek’ateyni fîhimâ tecâvuzün sümme yetekellemu bi-kelâmin hafiyyin beynehû ve beyne nefsihî fe-izâ cefnetün min serîdin an yemînihî ve kûzün min mâin fe-kâne ye’külü ve yut’imunî.
O mübarekler böyle kendisine nasihat edince baktı sakallı mübarek insanlar, ona âdâb öğretiyorlar, usul erkân öğretiyorlar, evliyâlık terbiyesi veriyorlar. Anlayın, bunu güzel hatırınızda tutun. O mübarekler buna evliyâlık dersi veriyorlar. O yine bu sefer soruyor, hani gelirken çölde birileriyle karşılaşmıştı, onu hikâye ediyor.
“Karşımda ihtiyar bir kimse, arkalarında başka mübarekler, ben onlara dedim ki;”
İnnî sahibtu. “Ben yol arkadaşlığı ettim, bulundum.” Ve ene mâşin beyne’l-Kûfeti ve Mekkete. “Kûfe ile Mekke arasında yürümekteyken çöllerde Mekke’ye doğru bir adamla arkadaşlık ettim ki...” Fe-raeytuhû. “Ve onu gördüm ki.” İzâ emsâ. “Akşam olduğu zaman.” Yusallî rek’ateyn. “İki rekât namaz kılıyor, nâfileten...” Fîhimâ tecâvuz. “Bu iki rekât arasında beklemeli bir [halde,] ağır ağır namaz kılıyor...”
“Sonra hafif bir sözle bir şeyler söylüyor, kendisiyle nefsi arasında, yani başkası dışardan duymayacak gibi... Birden bir bakıyorsun sağ tarafında tirit dolu bir tencere, sol tarafında da su dolu bir kap. Dua edince böyle bir şey meydana geliyor. Kendisi yiyor ve bana da ikrâm ediyor. Mekke’ye doğru giderken ben böyle bir adamla karşılaştım, böyle şeyler başıma geldi...” deyince;
Kâle: fe-beke’ş-şeyhu inde zâlike. Bu anlatılınca heyecanlanmış karşısındaki mübareklerden o yaşlı zât, ağlamış. Ve bekâ men havlehû. İbrahim b. Edhem bunu anlatınca etrafında kimseler de ağlaşmışlar. Sümme kâle. Sonra o yaşlı zât demiş ki;
Yâ büneyye -ev yâ ahî-. “Ey oğulcuğum!” demiş veyahut “Ey kardeşim!” demiş, nasıl dediğinde tereddüt var.
Zâke ahî Dâvud. “O senin gördüğün benim kardeşim Davud aleyhisselam idi.” Ve meskenuhû min verâi Belh. “Onun sakin olduğu diyar Belh’in arkasında, ötesinde olan yerlerdi.” Bi-karyetin yukâlu lehâ el-Bâridetu’t-tayyibetü. “Onun asıl mekânı el-Bâridetü’t-tayyibe denilen köydedir.” Ve zâlike enne’l-bikâa tefâharet bi-keynûneti Dâvûde fîhâ. “Çünkü bu isimle anılmasının sebebi şundandır ki; beldeler içlerinde Davud aleyhisselam var diye iftihar ederler, ‘Ne mübarek bir zât!’ diye memnun olurlar.”
يَا غُلَامُ، مَا قَالَ لَكَ؟ وَمَا عَلَّمَكَ؟، قَالَ: قُلتُ: عَلَّمَنِي «اسْمَ اللَّهِ الْأَعْظَم»، فَسَأَلَ الشَّيْخُ: مَا هُوَ؟ فَقُلْتُ: إِنَّهُ يَتَعَاظَمُ عَلَيَّ أَنْ أَنْطِقَ بِهِ فَإِنِّي سَأَلْتُ بِهِ مَرَّةً فَإِذَا بِرَجُلٍ آخِذٍ بِحُجْزَتِي وَقَالَ: سَلْ تُعْطَهْ، فَرَاعَنِي، فَقَالَ: لَا رَوْعَ عَلَيْكَ، أَنَا أَخُوكَ الْخَضِرُ، إِنَّ أَخِي دَاوُودَ عَلَّمَكَ إِيَّاهُ، فَإِيَّاكَ أَنْ تَدْعُوَ بِهِ إِلَّا فِي بِرٍّ.
Yâ ğulâm. “Ey oğul!” Mâ kâle leke. “Ne dedi sana o?”
“O anlaşılıyor ki Davud idi. Ne dedi sana?
Ve mâ allemeke. “Sana ne öğretti?”
Kâle: Kultü: allemenî ismallâh el-a’zam. “Bana Allah’ın İsm-i Âzam’ını öğretti.”
Fe-seele’ş-şeyhu: mâ hüve? “O karşısındaki ihtiyar soruyor: ‘Neydi o İsm-i Âzam?’”
Fe-kultü: innehû yeteâzamu aleyye en entıka bihî. “Onu telaffuz etmek bana zor geliyor. İsm-i Âzam’ı söylemekten çekiniyorum.”
Fe-innî seeltü bihî merreten. “Çünkü sizden evvelce bir kere İsm-i Âzam’ı söyledim, Allah’tan dua etmek için...” Fe-izâ bi-raculin âhızin bi-huczetî. “Bir de baktım ki bir adam benim eteğimi elbisemin kenarını yakalamış, karşıma beliriverdi.” Ve kâle: sel tu’tah. “Bana; ‘İste, istediğin verilecek.’ dedi.” Fe-râanî. “Ben bundan ürktüm, korktum.” Fe-kâle: lâ rev’a aleyk. “Korkma.” Ene ehûke’l-hadır. “‘Ben senin kardeşin Hızırım.’ dedi.” İnne ahî Dâvûde allemeke iyyâhu. “‘Kardeşim Davud sana bunu öğretti.’ dedi.
Yani İsm-i Âzam’ın kimin tarafından öğretildiğini de söyledi.
Fe-iyyâke en ted’uve bihî illâ fî birrin. “Sakın bu öğrendiğin İsm-i Âzam’ı kötü bir yerde, duada kullanma, ancak iyilik konusunda kullan.”
ثُمَّ قَالَ: يَا غُلَامُ، إِنَّ الزَّاهِدِينَ فِي الدُّنْيَا قَدِ اتَّخَذُوا الرِّضَا عَنِ اللَّهِ لِبَاسَاً، وَحُبَّهُ دِثَاراً، وَالأَثَرَةَ لَهُ شِعَاراً، فَتَفَضُّلُ اللَّهِ ـ تَعَالَى ـ عَلَيْهِم لَيْسَ كَتَفَضُّلِهِ عَلَى غَيرِهِمْ، ثُمَّ ذَهَبَ عَنِّي.
Sümme kâle: yâ ğulâm. “Sonra bu yaşlı şahıs yine diyor ki; ‘Ey oğul!’” İnne’z-zâhidîne fi’d-dünyâ kad ittehazu’r-rıdâ ani’llâhi libâsen. “Bu dünyada zahid olanlar, dünyaya metelik vermeyip âhirete, ibadete düşkün olan o Allah’ın sevgili kulları Allah’tan razı olma huyunu kendilerine elbise edinmişlerdir.”
Yani Allah’ın her hükmüne razıdırlar, hiçbir şeyine itiraz etmezler, hepsini severler. “Neylerse güzel eyler Rabbimiz...” diye o duyguda, o ahlâktadırlar.
Ve hubbehû disâren. “Allah’tan razı olmak, Allah sevgisi sanki kendilerine iç elbisesi, gömleği...” Ve’l-eserete lehû şiâren. “Ve Allah’ın emrettiği yolda yürümeyi kendilerine iç [elbisesi] edinmişler, yani hep ona bürünmüşlerdir.”
Fe-tafaddulu’llâhi teâlâ aleyhim leyse ke-tafaddulihî alâ ğayrihim. “Onlar öyle Allah sevgisiyle, Allah’tan hoşnut ve razı olmakla, her şeyi Allah rızası için yapma, O’nun yolunda yürümek duygusuyla olduklarından Allah’ın onlara teveccühü başkalarına teveccühü gibi değildir, ikrâmı başkalarına ikrâmı gibi değildir.”
Sümme zehebe annî. “Böyle dedi.” diye İbrahim b. Edhem çölde karşılaştığı hâdiseyi anlatıyor...
فَتَعَجَّبَ الشَّيْخُ مِنْ قَوْلِي، ثُمَّ قَالَ: إِنَّ اللَّهَ سَيَبْلُغُ بِمَنْ كَانَ فِي مِثَالِكَ، وَمَنْ تَبِعَكَ مِنَ المُهْتَدِينَ.
ثُمَّ قَالَ: يَا غُلَامُ، إِنَّا قَدْ أَفَدْنَاكَ وَمَهَّدْنَاكَ وَعَلَّمْنَاكَ عِلْمَاً.
Fe-taaccebe’ş-şeyhu min kavlî. “Bu sözleri bana sorup da benim de anlattığım yaşlı mübarek zât benim bu anlattıklarımdan şaşırdı, hayretler içinde kaldı.” Sümme kâle. “Sonra buyurdu ki;”
İnna’llâhe seyebluğu bi-men kâne fî misâlike ve men tebiake mine’l-mühtedîn. “Muhakkak ki Allah senin gibi olanları olgunluğa erdirir, yüksek mertebelere çıkartır ve hidâyete ermiş insanlardan sana tâbi olanları da yüksek mertebelere çıkartır.”
Sümme kâle. “Sonra dedi ki;”
Yâ ğulâm. “Ey oğul!” İnnâ kad efednâke. “Biz sana söyleyeceğimiz şeyleri ifade ettik, anlattık.” Ve mehhednâke. “Sana işin nasıl olması gerektiği hazırladık.”
“Seni müstakbel mânevî makamına ve vazifene hazırladık.”
Ve allemnâke ilmen. “Ve sana bir ilim öğrettik...”
Evliyâlık ilmi kastediliyor, Allahu âlem...
ثُمَّ قَالَ بَعضُهُمْ: لَا تَطْمَعْ فِي السَّهَرِ مَعَ الشِّبَعِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي الْحُزْنِ مَعَ كَثْرَةِ النَّومِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي الْخَوْفِ للَّهِ مَعَ الرَّغْبَةِ فِي الدُّنْيَا، وَلَا تَطْمَع فِي الْأُنْسِ بِاللَّهِ مَعَ الْأُنْسِ بِالْمَخْلُوقِينَ، وَلَا تَطْمَعْ فِي إِلْهَامِ الْحِكْمَةِ مَعَ تَرْكِ التَّقْوَى، وَلَا تَطْمَعْ فِي الصِّحَّةِ فِي أُمُورِكَ مَعَ مُوَافَقَةِ الظَّلَمَةِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي حُبِّ اللَّهِ مَعَ مَحَبَّةِ المَالِ وَالشَّرَفِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي لِيْنِ الْقَلْبِ مَعَ الْجَفَاءِ لِلْيَتِيْمِ وَالأَرْمَلَةِ وَالمِسْكِينِ، [وَلَا تَطْمَعْ فِي الرِّقَّةِ مَعَ فُضُولِ الْكَلَامِ]، [وَلَا تَطْمَعْ فِي رَحْمَةِ اللَّهِ مَعَ تَرْكِ الرَّحْمَةِ لِلْمَخْلُوقِينَ]، وَلَا تَطْمَعْ فِي الرُّشْدِ مَعَ تَرْكِ مُجَالَسَةِ الْعُلَمَاءِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي الْحُبِّ لِلَّهِ مَعَ حُبِّ المِدْحَةِ، وَلَا تَطْمَعْ فِي الْوَرَعِ مَعَ الْحِرْصِ فِي الدُّنْيَا، وَلَا تَطْمَعْ فِي الرِّضَا وَالقَنَاعَةِ مَعَ قِلَّةِ الْوَرَع.
ثُمَّ قَالَ بَعضُهُم: يَا إِلَهَنَا، احْجُبْهُ عَنَّا وَاحْجُبْنَا عَنْهُ.
قَالَ إِبْرَاهِيمُ: فَمَا أَدْرِي أَيْنَ ذَهَبُوا.
Sümme kâle ba’duhum. “Onlardan birisi dedi ki;”
Lâ tatma’ fi’s-seheri mea’ş-şibai...
O yaşlı şeyhden başka içlerinden bir başkası yine İbrahim b. Edhem’e nasihate geçiyor. Birtakım nasihatler, paragrafın sonuna kadar altı satır bu nasihatleri dinleyeceğiz. Nasihatleri veren kim?
Bu karşılaştığı mübarek acayip topluluktaki yaşlı insanlar... Birisi sordu, o hâlini anlattı. Mekke’ye giderken çölde gördüklerini anlattı; yemek geldiğini, su içtiklerini vesaireyi anlattı. Onlarla böyle konuştuktan sonra içlerinden bir tanesi şimdi İbrahim b. Edhem’e yine bazı nasihatlerde bulunuyor.
Şimdi o nasihatleri dikkatle okuyacağız, anlatmaya çalışacağız. Siz de anlamaya ve dinlemeye çalışın; herhalde böyle bilgileri başka bir yerde kolay bulamazsınız.
Lâ tatma’ fi’s-seheri mea’ş-şibai... Nasihat ediyor, diyor ki; “Ey İbrahim b Edhem! Karın tokluğu ile gece ibadeti yapabilmeyi umma.”
“Uykusuz kalacaksın da gece ibadet yapacaksın, sevap kazanacaksın; yapamazsın. Karın tok oldu mu yapamazsın. Karın tokluğuyla gece uyku uyumayıp ibadet etme mümkün olmaz.”
Ve lâ tatma’ fi’l-huzni mea kesreti’n-nevmi. “O mânevî hüzün ve inkisâr-ı kalb ve Allah yolundaki insanlara mahsus olan o boynu büküklük, o mahzunluk hâlinin, o mertebenin sana gelmesini çok uyumakla hiç elde edeceğini sanma.”
“Çok yemekle, çok uyumakla bu işler olmaz.”
Ve lâ tatma’ fi’l-havfi lillâhi mea’r-rağbeti fi’d-dünyâ. “Dünyaya iştihan, rağbetin varken, dünyayı sevip dururken Allah korkusuna sahip olacağını da sanma.”
“Havfullah, Allah’tan korkmak olmaz; dünya sevmekle müyesser olmaz...”
Yüksek bir mevki...
Re’sü’l-hikmeti mehâfetullah. “Hikmetin başı, evliyâlığın başı Allah korkusudur.”
Ama o Allah korkusu dünyaya rağbet varken teşekkül etmez.
Ve lâ tatma’ fi’l-ünsi billâhi mea’l-ünsi bi’l-mahlûkîn. “Mahlukatla düşüp kalkmakla, dostluk ahbaplık etmekle beraber Allah’la üns olmaz, Allah’a dostluk tahakkuk etmez.”
Yani onu bırakacaksın ki ötekisi olsun; mahlukattan kesileceksin ki Allah’la ünsiyet mümkün olabilsin. Yoksa hem halkı sev, hem de um ki Allah’la ünsiyet sana nasip olacak, el-ünsü billah makamı nasip olacak; olmaz.
Ve lâ tatma’ fî ilhâmi’l-hikmeti mea terki’t-takvâ. “Ve Allah’ın sevgili kullarına verdiği hikmeti sana ilham etmesini takvâyı terk etmekle elde edeceğini sanma.”
“Takvâ yokken Allah sana hikmet vermez. Takvâlı olursan verecek; takvâ yoksa vermez.”
Hikmet; her şey yerli yerinde yapma kabiliyeti, anlama, sezme, söyleme meziyeti. O takvâsız olmaz.
Ve lâ tatma’ fi’s-sıhhati fî umûrike mea muvâfakati’z-zalemeti. “Zalim insanlara uyup onlarla beraber iken işlerinde mânevî bakımdan bir dürüstlük, bir sıhhat olmasını da umma. O da mümkün olmaz.”
“Zalimlerden kesileceksin, ilgini keseceksin, zalimlerle beraber olmayı bırakacaksın ki işlerinde mânevî bir doğruluk, sıhhat, dürüstlük mümkün olabilsin.”
Demek ki zalimlerle arkadaşlık etmeyecek, takvâ ehli olacak, mahlukatla ünsiyeti kesecek, gönlünü Allah’a bağlayacak, dünyaya rağbeti bırakacak, çok uykuyu bırakacak, çok yemeği bırakacak.
Şimdiye kadar anladığımız şeyler; bunları birer birer alt alta defterinize yazsanız, her birisi evliyâlığın birer şartı olmuş olarak karşınıza çıkacak.
Ve lâ tatma’ fî hubbillâhi mea mehabbeti’l-mâli ve’ş-şerefi. “Malı, şerefi seviyorken Allah sevgisinin kalbinde hâsıl olacağını umma, hiç öyle şey olamaz.”
“Mal sevgisini, şeref, izzet, itibarı gözünden çıkaracaksın ki Allah sevgisi teşekkül etsin.
Ve lâ tatma’ fî liyni’l-kalbi mea’l-cefai li’l-yetîmi ve’l-ermeleti ve’l-miskîn. “Miskinlere, yoksullara, fakirlere, dullara, yetimlere karşı cefa ederken, katı davranırken kalbinin yumuşamasını, kalbinde bir güzel gelişme olmasını hiç umma, mümkün değil.”
“Yetimleri seveceksin ki, dullara, fakirlere yardım etmeyi seveceksin ki bu hal nasip olabilsin.”
Ve lâ tatma’ fi’r-rıkkati mea fudûli’l-kelâmi. “Çok fuzulî, mâlâyâni konuşmalar varken kalbinden bir rikkat, bir incelik belirmesini, rikkat hâline ermeyi umma, o da mümkün olmaz.”
Ve lâ tatma’ fî rahmetillâhi mea terki’r-rahmeti li’l-mahlûkîn. “Allah’ın yaratıklarına şefkati, acımayı, merhameti terk etmişken sen Allah’ın rahmetine ermeyi hiç umma. Mahlukata merhamet etmezken Allah’ın sana merhamet edeceğini hiç umma.”
Ve lâ tatma’ fi’r-rüşdi mea terki mücâleseti’l-ulemâ. “Doğru yolda, olgunluk yolunda, sağlam yolda yürümeyi alimlerle oturmayı terk etmişken elde edeceğini umma.”
“Alimlerin sohbetini bırakınca o mümkün olmaz. Doğru yolda, olgunluk yolunda, yürümek mümkün olmaz.”
Ve lâ tatma’ fi’l-hubbi lillâhi. “Allah için sevmek hâli sana nasip olmaz...” Mea hubbi’l-midhati. “Övülme sevgisi içinde varken.”
Çünkü o zaman öveni seversin, meddahı seversin, övmeyene karşı Allah için içinde bir sevgi hâsıl olmaz. Yani dalkavukları sever. Ekseriyetle yüksek mevki sahiplerinin, zenginlerin etrafında ondan istifade etmek isteyen dalkavuklar türer. Onlar onu methederler. İnsan da tabii kendisine yumuşak davrananı seviyor, ötekileri sevmez.
“Bu övülme, methedilme arzusu, sevgisi içinde varken Allah için insanları sevme hâli insana nasip olmaz.”
Övülmese bile, icabında aleyhinde tenkitte bulunulsa bile insan bir insanı sevebilmeli. Birisi geldi, aleyhinde bir şey söyledi; “Doğru söylüyorsun, teşekkür ederim, Allah senden razı olsun. Tamam, ben bu huyumu bırakayım.” deyip onu sevebilmek nasıl mümkün olacak?
Methedilme sevgisi çıktığı zaman mümkün olacak.
Onun için, övülme sevgisini insan kalbinden atmalı.
Ve lâ tatma’ fi’l-verai mea’l-hırsı fi’d-dünyâ. “Dünyalığa, mala mülke, diğer şeylere hırsın varken vera’ sahibi olmayı umma, o da hâsıl olmaz.”
Ve lâ tatma’ fi’r-rıdâ ve’l-kanaâti mea kılleti’l-vera’. “Takvân, haramlardan, şüphelilerden sakınma duygun yokken rıza ve kanaat hâli de nasip olmaz.” dedi.
“Şunların olması lazım, bunların olması lazım; ama şunlar olunca bu iş olmaz.” diyor. Onun için, olması gerekenleri müspet tarafa şöyle liste hâlinde yazmak lazım. Bunlar iyi, bunları elde etmek lazım. Ama bunların olması için de şunların olmaması lazım. Onları da bir başka liste hâlinde yapmak lazım. O olmaması gereken şeylerden kurtulmaya çalışmak lazım, bu olması gereken vasıflar hâsıl olsun diye... Şimdi dönüp onları bir daha sıralayabiliriz; ama bu hikâye tamam olsun diye son cümleyi okuyorum:
Sümme kâle ba’duhum. “Onlardan birisi böyle söyleyip İbrahim b. Edhem’e bu nasihatleri ederken bir başkası da dedi ki;”
Yâ ilâhenâ. “Ey Allahımız, Rabbimiz!” Uhcubhu annâ. “Bu kulu bizden perdele.”
“Bizi yok et, o bizi göremesin.” demek istiyor. “O perdelensin. Şimdi perde yok da görüyor; ama perdele o kulu, bizi göremesin.”
Ve’hcubnâ anhu. “Bizi de ondan perdele.”
“O bizi görmesin, biz onu görmeyelim.” diye bir tanesi dua etti.
Kâle İbrâhim. “İbrahim b. Edhem diyor ki;” Femâ edriye eyne zehebû. “Nereye gittiklerini anlayamadım, birden yok oluverdiler.”
İşte İbrahim b. Edhem’in hâli böyle başlamış.
Tabii o onun kendisiyle ilgili bir hal; ama o evliyâullah, mübarekler kırklar mıydı, hangi mübarekler idiyse Allah’ın bu nasip etmiş olduğu bir şey; karşılaşıyorlar, konuşuyorlar, nasihat ediyorlar, gidiyorlar...
Şimdi bize o nasihatler lazım. Çünkü bunlar tasavvufun çok önemli makamlarına işaret ediyor ve o makamları elde etmenin çaresini gösteriyor. Demin ki [anlatılanlardan] anladık ki Allah hayırlı kimselerle sohbet etmeyi, beraber olmayı nasip etti mi bir insana, dövülse de, sövülse de, kovulsa da oradan gitmeyecek. Çünkü evliyâullah, meşâyih-i kirâm dervişlerini bazen böyle imtihan ederler;
“Defol! Gözüm görmesin! Yıkıl karşımdan!”
“Sen misin bana kızan; Allah’a ısmarladık, ben de bir daha senin semtine gelir miyim! Ben de seni adam sandım da geldim!”
Hadi yallah, kalkıp gidiyor…
Kaybetti. Sabredecek; madem yol doğru yoldur, madem hak yoldur, madem ki Allah’ın rızasını istiyor, Allah’ın o sevgili kullarına karşı toprak gibi olacak, boynunu bükecek, onlardan bir azar işitti mi, böyle bir sert muamele gördü dayak yedi mi, sopayı yedi mi, şamarı yedi mi o zaman kendisi “Acaba ne kabahat işledim de bu başıma geldi?” diye düşünecek.
“Akşam abdestsiz yatmıştım da sabah şamarı böyle yiyorum... Yolda gelirken falanca tarafa gözüm kaymıştı da bu iş bundan oluyor... Geçen gün şüpheli bir yerden bir yemek yedik de ne eti olduğu da belli değildi de ondan oluyor…”
Kusuru kendisinde arayacak. Yoksa onlar durup dururken kızmazlar; belli ki, bir sebep var ki onlar Allah’ın kızmasıyla kızarlar, karşısında öyle tezahür ediyor. Onu bilecek. Onu anladık.
Ondan sonra kendi macerasını, çöllerde neler gördüklerini anlattı...
Allah şefaatine erdirsin, büyük zâtmış, onu anlıyoruz.
O büyüklerden bir tanesi açtı ağzını, nasihat etti. Bu nasihati bir daha tekrar etmek lazım. Tekrar dinleyelim, tekrar anlayalım.
Ne diyor?
Tercümeyi yaptığımıza göre artık kendi sözlerimizle anlatalım. Nasıl olması gerektiğini sizin anlayacağınız şekilde anlatalım.
Diyor ki;
Gece ibadet etmek lazım. Gece ibadeti çok sevap. Bir dervişin teheccüde kalkması lazım, ibadet etmesi lazım. İyi ama bu karın tokluğuyla olmaz ki... Demek ki akşam yemeğini az yiyecek, hafif yiyecek. “Getir bakalım o tepsiyi de, getir bakalım bu tabağı da, börek de gelsin, tatlı da gelsin...” Yarım kilo kadayıf, üç kilo meyve, 30 bardak çay... Tabii Koca Yusuf gibi yemek yiyince insan gece namazına değil sabah namazına bile kalkamaz, öğleye ancak uyanır. Çünkü vücut öğüteceğim derken harap olur, vücut bütün gece onunla meşgul olur; olmaz. Demek ki gece uyanık olabilmek için yemeği azaltacak, akşam yemeyecek, karnını tıka basa doyurmayacak.
Tabii gece [namazı] neden gerekiyor?
Gece göğün kapıları açılır, Allahu Teâlâ hazretleri kullarına; “Yok mu benden bir arzusu, isteği olan; istesin, vereceğim!” dediği zamandır. “Yok mu benden af isteyen; affedeceğim!” dediği zamandır. Seher vakitlerindedir bu, sahura kalktığımız zamanlar gibi... İmsak kesildikten sonra sabahın vakti girince iş biter. Onun için, gecenin üçte biri, üçte ikisi, yarısı geçtikten sonra kalkıp biraz gece ibadeti yapması lazım. O kârdan o da nasibini alsın diye, o mânevî pazardan istifade etsin diye, duaları kabul olsun, Allah’ın lütfuna ihsânına ersin diye dervişin gece kalkması lazım. Veyahut âhiret yolunun yolcusunun, Allah’ın rızası isteyen insanın böyle yapması lazım. Ama bu toklukla olmaz. Demek ki kıllet-i taam lazımmış.
İkincisi; “Çok uykuyla o hüzün hâli olmaz.” diyor. Hüzün, “mahzunluk” demek.
Dervişin [hâli] nasıl olacak?
Kalbi kırık olacak, mahzun olacak. Çünkü bir kere ana yurdundan kopmuştur; asıl yurdu cennettir, dünyaya gelmiştir, ayrılık hüznü vardır. Ondan sonra Allah sevgisi vardır, kavuşmanın hasretliğinin verdiği bir hüzün vardır. Ufak tefek, büyük küçük kusurları vardır, onun verdiği bir hüzün vardır. “Acaba hâlim nice olacak?” diye bir endişeden doğma hüznü vardır. Elbette âhireti düşünen bir mü’min-i kâmilin mahzunluğu vardır. Peygamber Efendimiz de; ene inde min kesîreti’l-kulûb. “Ben kalbi kırıkların yanındayım.” buyuruyor. Onun için, bizim merhum Süleyman Çelebi Efendimiz Mevlid’in sonunda dua bölümünde ne diyor?
Bağrı başı Hak içün âşıkların,
Gözü yaşı Hak içün sâdıkların,
Yâ İlâhî bizlere imdât kıl,
Her nefes lütfun ile şâd kıl.
Diye dua ediyor ya... Bağrı başı Hak içün... Yani “Bağrı yarası hürmetine...” Âşıkların bağrı yaralıdır. Yaralı olan da hüzünlü olur. Onun için, mü’mini öyle pek fazla güleç, güler görmezsin, mahzun görürsün; derdi vardır, dertlidir.
Dolap niçin inilersin?
Derdim vardım, inilerim.
Dediği gibi, mü’min-i kâmilin işi çoktur, derdi çoktur, gayesi büyüktür. Onun için mahzun olacak.
Bu mahzunluk çok uykuyla olmaz. Mahzunluk burada neyi sembolize ediyor?
Mahzunluk duygululuğu, duyarlılığı, hassaslığı sembolize ediyor. Bu hassaslık çok uykuyla olmaz. Yatıyor; horul da horul, horul da horul... “Uyusun da büyüsün maşaallah...” Tabii o zaman çok uykuyla o rikkat, o lirizm, o tasavvufî şevk, o iştiyak hâsıl olmuyor.
Sonra, Allah korkusu dünyaya rağbet varken olmuyor. Dünyayı gözünden silecek, dünyaya rağbet etmeyecek, dünyaya karşı zahidâne, aldırmaz duygular içinde olacak. O zaman havfulllah gönlünde teşekkül eder, Allah’tan korkar. Allah’ın gazabından, azabından, ikâbından korkar. Allah’ın lütfunu kaybetmekten korkar. Cenneti kaybetmekten, rızasına aykırı bir iş yapmaktan korkar, tir tir titrer. O bakımdan, dünyaya meyli olmaması lazım ki bunları düşünebilsin. Dünyaya meyli varken bu yapılamaz.
Sonra, Allah’la ünsiyet etmek istiyorsa...
Ünsiyet ne demek?
“Bir arada olmak, ahbaplık, yârenlik etmek” demek.
Bu ünsiyet olması için mahluk ile ünsiyetten kesilmesi lazım. Kalabalıkta olmaz. Çekilecek bir halvet, tenha bir kenara; tenhalarda gözyaşı dökecek, tefekkürlere dalacak, zikirlere dalacak da; Ene celîsü men zekerenî “Ben beni zikreden kulumun yanı başındayım, meclisindeyim, onunla beraberim.” sırrı zâhir olacak, Rabbi ile ünsiyet hâli hâsıl olacak. Öyle insanlar arasında, insanlarla ünsiyetle olmaz.
“Gitme ya, canım sıkılıyor, senle beraber oturalım, sabaha kadar konuşalım, gevezelenelim.”
O gitmezse Allah’la ünsiyet de olmaz. Bir insanın yalnızlığı sevebilmesi lazım. Evliyâlık sevap, ünsiyet, el-ünsü billâh hâsıl olsun diye.
Sonra, tabii Allah’ın sevgili kullarının gönlüne nice nice hikmetler ilham olunur. Sözleri, her birisi cevherdir. Dinleyen hayran kalır, hoşuna gider. Ümmî bile olsa; “Allah Allah... Ne kadar ârif insan! Ne kadar güzel sözler söylüyor, ne kadar hoş!” diye sever. İşte o hikmetin ilhamı takvâyı terk edince olmaz. Takvâ ehli olacak ki gönlüne hikmet pınarları akmaya başlasın, gönlünden diline pınarlar fışkırıp şırıl şırıl dilinden dökülmeye başlasın. Takvâ ile olur.
Takvâ ne demek?
“Allah’tan sakınıp günahlara yanaşmamak.”
Sonra, işlerinde sıhhat, mânevî düzgünlük ancak zalimlerden ayrılmakla mümkün olur.
Allah sevgisi, mal ve şeref sevgisiyle beraber olmaz. İnsanın tabii Allah âşıkı olması lazım, Allah’ı sevmesi lazım, Allah sevgisi kalbini doldurması lazım. Çünkü her türlü güzelliği yaratan O’dur, her türlü ihsânı ikrâmı veren O’dur. Her şeyimiz O’ndandır. Tabii herkes O’na karşı en yüksek sevgiyi, sonsuz mukayesesiz sevgiyi duyması lazım. Ama bu mal ve şerefi severek olmaz. Maldan da geçecek, mevki makamdan, izzet, itibar, alkış, şeref gibi şeylerden de geçecek. Allah’ın sevgisini kazanmak için hepsini terk edebilecek ve Allah’ın sevdiği işleri yapabilecek.
Sonra, kalbinin yumuşaması makbul bir şey, kalbin katı olması kötü bir şey. Yumuşak kalplilik güzel; katı kalplilik, taş kalplilik kötü. Bu yumuşak kalplilik yetime bakmadan, dula bakmadan, fakire bakmadan, onları kollayıp gözetmeden olmaz. Onun için etrafınızdaki muhtaç insanları arayacaksınız, bulacaksınız, onlara elinizi uzatacaksınız, malınızı, yiyeceğinizi, içeceğinizi paylaşacaksınız. Türkiye var, Türkiye’nin dışındaki başka Türkler var, onlara yardımcı olacaksınız. Başka müslümanlar var, onlara yardımcı olacaksınız.
Burada İstanbul’un surlarının içinde ihtiyar ihvânımızdan bir kimse 15 gün aç kalmış da kimsenin haberi olmamış. Böyle ihvanlık olur mu?!
Millet tabii zevkli sefalı yerleri biliyor da böyle sıkıntılı kenar mahallelere gelmiyor.
“Gel bakalım biraz da bizim kubbe-i ahzânımızı gör... Üstü teneke kaplı, yağmurun içine damladığı, rüzgarın bir yerinden girip öbür tarafından çıktığı evimize de gel, bir misafir edelim bakalım... Gel bakalım, her yerde baklava börek yiyorsun, burada da gam keder ye... Biraz buradaki acılarımıza ortak ol...”
Millet tabii oraya yanaşmayınca olmuyor.
Kalp yumuşaklığı olması için yetime yanaşacak, dula yardım edecek, miskine fakire destek olacak, yardım edecek.
O rikkat hâli gevezelikle olmaz, sükûtu bilecek. Sükut efdaldir. Sükut ibadettir. Mü’minin, dervişin sükûtu tefekkür olacak. Öyle çok konuşmayacak, az konuşacak, öz konuşacak, lüzumsuz konuşmayı terk edecek; zikirle meşgul olacak.
Başka insanlara, başka mahluklara merhamet edecek ki Allah’ın rahmetine, merhametine mazhar olsun. Karıncayı eziyor, kuşu öldürüyor, öküzünü dövüyor, atını sakat edecek gibi pataklıyor, çocuğunun kulağını kopartıyor, ensesinde boza pişiriyor, hanımın kafasında tabakları kırıyor... Böyle dervişlik olur mu?
Olmaz!
Merhameti yok, kimseye merhamet etmiyor; sert. Hayvan yanında zor duruyor, böyle başını ikide bir kaldırıyor.
Neden?
Sinirli, kamçıyı yapıştırıyor; hayvan ürkmüş.
Böyle merhametsizlikle olmaz! Merhametli olması lazım. Mahlukâta merhamet etmeyene Allah merhamet eylemez.
Sonra, alimlerle beraber olmayı, alimlerin meclislerine sohbetlerine devam etmeyi terk ederse doğru yolu, olgunluk yolunu, hak yolu bulamaz. Alimlerin sohbetine gelecek, nasihatlerini dinleyecek. Ancak o zaman doğru yolda olur.
Övülme arzusu varken Allah için sevmeyi elde edemez. Peygamber Efendimiz diyor ki;
“Sizi methedenlerin yüzüne toprak saçın.”
Yerden toprak alacaksın, yüzüne atacaksın; ne kadar sert bir muamele! Yani ne demek?
“Kendinizi methettirmeyin. Ne siz başkasını yüzüne karşı methedin, ne de sizi methetmelerine müsaade edin.” demek oluyor.
Çünkü ekseriyetle insanları böyle methederek huylarını bozarlar ve methederek aldatırlar. Sen methe aldanma; “Söylenen söz doğru mu? İstenen iş doğru mu?” diye onu düşün. Doğru değilse hiç methe takılma, kaşını çat. Karşındakini de methedip de helâk etme. “Kafasını kesmek gibidir.” diyor Peygamber Efendimiz. Sen onu methediyorsun, helâk ediyorsun. Adam kendisini bir şey sanıyor, iki paralık adam... Doğru söylemeye kimse tahammül edemiyor. “Sen iki paralıksın!” diyemiyorsun, “Ağasın paşasın...” diyorsun; o da kendisini ağa paşa sanıyor. Hiçbir şey değil, zerre bile değil; ama o zaman huyu bozuluyor. Onun için, methetmek de iyi değil, methedilmeye rıza göstermek de iyi değil. Onu terk edecek.
Sonra, dünyaya, dünyalığa hırs beslemeyecek; o zaman takvâ, vera’ olmaz. O dünya hırsından dolayı “Para kazanacağım!” diye haram işler yapar, “Mevki makam sahibi olacağım!” diye entrika çevirir, arkadaşlarını aldatır, ona buna zararı dokunabilir. Onun için, hırsı terk edecek. Sakin olacak, her şeyi Allah’tan bekleyecek. Ancak o zaman vera’ sahibi olabilir.
Verâsı olmazsa rıza ve kanaate de eremez. Mü’minde vera’ yani şüpheliden bile kaçınma duygusu olacak.
İbrahim b. Edhem hazretlerine işte bu nasihatleri etmiş. Sonra ellerini açmış bir tanesi; “Yâ Rabbi! Bunu bizden gizle, bizi bundan gizle, perdele aramızı...” deyince yok oluvermişler. Demek ki evliyâullahtan mübarek insanlarmış; İbrahim b. Edhem’e tasavvufun, evliyâlığın nasihatlerini öğretmek için, ilmini öğretmek için karşısına çıkmışlar. Hem onun hâlini sormuşlar hem ona bilgiler vermişler. Bu anlaşılıyor.
Keşke bunu bir kitap hâline getirsek de herkes bu işleri bilse, buna göre ayağını denk alsa, hakikî dervişliğin ne olduğunu dervişler anlasa...
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.