Bismillâhirrahmânirrahîm.
el-Hamdü li'llâhi rabbi'l-âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kema yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih. Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedeni’l-Mustafa ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-ceza’.
Emma bâ'd.
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir alimin, Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin yazmış olduğu, çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtü's-Sûfiyye'yi okuyoruz. Bu büyük alim tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Bu eseri, çok kıymetli bir Mısırlı profesör de çok güzel ilaveler, dipnotlar, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış.
Eser, Türk dilimize henüz tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için, "Tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini, fikirlerini buradan öğrenebiliriz." diye, bu kitabı okuyoruz.
Burada Ebû Abdirrahman es-Sülemî isimli meşhur alim ve sûfî ve Tabakâtu’s-sûfiyye isimli eserle beraber daha nice kıymetli eserler yazmış olan bir müellifin tasavvufla ilgili büyüklerin hayatlarını anlatan kitabını okuyorduk. İsmi Tabakâtu’s-sûfiyye, yani sûfîlerin asır asır, ömür ömür, tabaka tabaka hayatlarını anlatmış; on tabaka hâlinde kendi zamanına kadar gelenleri, her tabakadan da on isim bularak yüz tane büyük zatın hayatını ve hayatıyla ilgili bazı bilgileri, hadis rivayet etmişse numune olarak rivayet ettiği bir hadîs-i şerîfi, ondan sonra da mübarek sözlerinden bir kısmını numune olarak veriyordu.
Bunlardan okuduk. Sıra İbrahim b. Edhem hazretlerine geldi.
Biliyorsunuz İbrahim b. Edhem hazretleri Ebû İshak künyeli, hayatı hakkında bilgileri daha önceki sayfalarda nakletmiştik.
Kendisine birisi soruyor ki;
“Senin bu tasavvufî yolda hâlin nasıl başladı? Hangi olay sebep oldu? Padişahlığı, sarayı, hazineyi, saltanatı, izzeti, şevketi bıraktın da bu yollara niye düştün?”
Diye sormuşlardı.
Mübarek bazı kimselerle yolculuğu olduğunu anlatmıştı. Bir grup mübarek insanlarla karşı karşıya gelmişti, onlarla konuşuyordu. Konu oraya gelmişti. Böyle yaşlı bir zât ve mübarek birtakım insanlar karşısına gelmişler, bu da genç bir kimse, onlarla konuşuyor, onlar İbrahim b. Edhem hazretlerine nasihat ediyorlar. Ondan sonra artık bu yolda ilerlemiş zaten. İlk hâlini anlatıyor.
Allah hayırlı kimselerle sohbet etmeyi, beraber olmayı nasip etti mi bir insana, dövülse de, sövülse de, kovulsa da oradan gitmeyecek. Çünkü evliyâullah, meşâyih-i kirâm dervişlerini bazen böyle imtihan ederler;
“Defol! Gözüm görmesin! Yıkıl karşımdan!”
“Sen misin bana kızan; Allah’a ısmarladık, ben de bir daha senin semtine gelir miyim! Ben de seni adam sandım da geldim!”
Hadi yallah, kalkıp gidiyor…
Kaybetti. Sabredecek; madem yol doğru yoldur, madem hak yoldur, madem ki Allah’ın rızasını istiyor, Allah’ın o sevgili kullarına karşı toprak gibi olacak, boynunu bükecek, onlardan bir azar işitti mi, böyle bir sert muamele gördü dayak yedi mi, sopayı yedi mi, şamarı yedi mi o zaman kendisi “Acaba ne kabahat işledim de bu başıma neden geldi?” diye düşünecek.
“Akşam abdestsiz yatmıştım da sabah şamarı böyle yiyorum. Yolda gelirken falanca tarafa gözüm kaymıştı da bu iş bundan oluyor. Geçen gün şüpheli bir yerden bir yemek yedik de ne eti olduğu da belli değildi de ondan oluyor.”
Kusuru kendisinde arayacak. Yoksa onlar durup dururken kızmazlar; belli ki, bir sebep var ki onlar Allah’ın kızmasıyla kızarlar, karşısında öyle tezahür ediyor. Onu bilecek. Onu anladık.
Ondan sonra kendi macerasını, çöllerde neler gördüklerini anlattı...
Allah şefaatine erdirsin, büyük zâtmış, onu anlıyoruz.
O büyüklerden bir tanesi açtı ağzını, nasihat etti. Bu nasihati bir daha tekrar etmek lazım. Tekrar dinleyelim, tekrar anlayalım.
Ne diyor?
Tercümeyi yaptığımıza göre artık kendi sözlerimizle anlatalım. Nasıl olması gerektiğini sizin anlayacağınız şekilde anlatalım.
Diyor ki;
Gece ibadet etmek lazım. Gece ibadeti çok sevap. Bir dervişin teheccüde kalkması lazım, ibadet etmesi lazım. İyi ama bu karın tokluğuyla olmaz ki... Demek ki akşam yemeğini az yiyecek, hafif yiyecek. “Getir bakalım o tepsiyi de, getir bakalım bu tabağı da, börek de gelsin, tatlı da gelsin...” Yarım kilo kadayıf, üç kilo meyve, 30 bardak çay... Tabii Koca Yusuf gibi yemek yiyince insan gece namazına değil sabah namazına bile kalkamaz, öğleye ancak uyanır. Çünkü vücut öğüteceğim derken harap olur, vücut bütün gece onunla meşgul olur; olmaz. Demek ki gece uyanık olabilmek için yemeği azaltacak, akşam yemeyecek, karnını tıka basa doyurmayacak.
Tabii gece neden gerekiyor?
Gece göğün kapıları açılır, Allahu Teâlâ hazretleri kullarına; “Yok mu benden bir arzusu, isteği olan; istesin, vereceğim!” dediği zamandır. “Yok mu benden af isteyen; affedeceğim!” dediği zamandır. Seher vakitlerindedir bu, sahura kalktığımız zamanlar gibi... İmsak kesildikten sonra sabahın vakti girince iş biter. Onun için, gecenin üçte biri, üçte ikisi, yarısı geçtikten sonra kalkıp biraz gece ibadeti yapması lazım. O kârdan o da nasibini alsın diye, o mânevî pazardan istifade etsin diye, duaları kabul olsun, Allah’ın lütfuna ihsânına ersin diye dervişin gece kalkması lazım. Veyahut âhiret yolunun yolcusunun, Allah’ın rızası isteyen insanın böyle yapması lazım. Ama bu toklukla olmaz. Demek ki kıllet-i taam lazımmış.
İkincisi; “Çok uykuyla o hüzün hâli olmaz.” diyor. Hüzün, “mahzunluk” demek.
Dervişin nasıl olacak?
Kalbi kırık olacak, mahzun olacak. Çünkü bir kere ana yurdundan kopmuştur; asıl yurdu cennettir, dünyaya gelmiştir, ayrılık hüznü vardır. Ondan sonra Allah sevgisi vardır, kavuşmanın hasretliğinin verdiği bir hüzün vardır. Ufak tefek, büyük küçük kusurları vardır, onun verdiği bir hüzün vardır. “Acaba hâlim nice olacak?” diye bir endişeden doğma hüznü vardır. Peygamber Efendimiz de; ene inde min kesîreti’l-kulûb. “Ben kalbi kırıkların yanındayım.” buyuruyor. Onun için, bizim merhum Süleyman Çelebi Efendimiz Mevlid’in sonunda dua bölümünde ne diyor?
Bağrı başı Hak içün âşıkların,
Gözü yaşı Hak içün sâdıkların,
Yâ İlâhî bizlere imdât kıl,
Her nefes lütfun ile şâd kıl.
diye dua ediyor ya... Bağrı başı Hak içün... Yani “Bağrı yarası hürmetine...” Âşıkların bağrı yaralıdır. Yaralı olan da hüzünlü olur. Onun için, mü’mini öyle pek fazla güleç, güler görmezsin, mahzun görürsün; derdi vardır, dertlidir.
Dolap niçin inilersin?
Derdim vardım, inilerim.
dediği gibi, mü’min-i kâmilin işi çoktur, derdi çoktur, gayesi büyüktür. Onun için mahzun olacak.
Bu mahzunluk çok uykuyla olmaz. Mahzunluk burada neyi sembolize ediyor?
Mahzunluk duygululuğu, duyarlılığı, hassaslığı sembolize ediyor. Bu hassaslık çok uykuyla olmaz. Yatıyor; horul da horul, horul da horul... “Uyusun da büyüsün maşaallah...” Tabii o zaman çok uykuyla o rikkat, o lirizm, o tasavvufî şevk, o iştiyak hâsıl olmuyor.
Sonra, Allah korkusu dünyaya rağbet varken olmuyor. Dünyayı gözünden silecek, dünyaya rağbet etmeyecek, dünyaya karşı zahidâne, aldırmaz duygular içinde olacak. O zaman havfulllah gönlünde teşekkül eder, Allah’tan korkar. Allah’ın gazabından, azabından, ikâbından korkar. Allah’ın lütfunu kaybetmekten korkar. Cenneti kaybetmekten, tir tir titrer; rızasına aykırı bir iş yapmaktan korkar, tir tir titrer. O bakımdan, dünyaya meyli olmaması lazım ki bunları düşünebilsin. Dünyaya meyli varken bu yapılamaz.
Sonra, Allah’la ünsiyet etmek istiyorsa...
Ünsiyet ne demek?
“Bir arada olmak, ahbaplık, yârenlik etmek” demek.
Bu ünsiyet olması için mahluk ile ünsiyetten kesilmesi lazım. Kalabalıkta olmaz. Çekilecek bir halvet, tenha bir kenara; tenhalarda gözyaşı dökecek, tefekkürlere dalacak, zikirlere dalacak da; Ene celîsü men zekerenî “Ben beni zikreden kulumun yanı başındayım, meclisindeyim, onunla beraberim.” sırrı zâhir olacak, Rabbi ile ünsiyet hâli hâsıl olacak. Öyle insanlar arasında, insanlarla ünsiyetle olmaz.
“Gitme ya, canım sıkılıyor, senle beraber oturalım, sabaha kadar konuşalım, gevezelenelim.”
O gitmezse Allah’la ünsiyet de olmaz. Bir insanın yalnızlığı sevebilmesi lazım. Evliyâlık sevap, ünsiyet, el-ünsü billâh hâsıl olsun diye.
Sonra, tabii Allah’ın sevgili kullarının gönlüne nice nice hikmetler ilham olunur. Sözleri, her birisi cevherdir. Dinleyen hayran kalır, hoşuna gider. Ümmî bile olsa; “Allah Allah... Ne kadar ârif insan! Ne kadar güzel sözler söylüyor, ne kadar hoş!” diye sever. İşte o hikmetin ilhamı takvâyı terk edince olmaz. Takvâ ehli olacak ki gönlüne hikmet pınarları akmaya başlasın, gönlünden diline pınarlar fışkırıp şırıl şırıl dilinden dökülmeye başlasın. Takvâ ile olur.
Takvâ ne demek?
“Allah’tan sakınıp günahlara yanaşmamak.”
Sonra, işlerinde sıhhat, mânevî düzgünlük ancak zalimlerden ayrılmakla mümkün olur.
Allah sevgisi, mal ve şeref sevgisiyle beraber olmaz. İnsanın tabii Allah âşıkı olması lazım, Allah’ı sevmesi lazım, Allah sevgisi kalbini doldurması lazım. Çünkü her türlü güzelliği yaratan O’dur, her türlü ihsânı ikrâmı veren O’dur. Her şeyimiz O’ndandır. Tabii herkes O’na karşı en yüksek sevgiyi, sonsuz mukayesesiz sevgiyi duyması lazım. Ama bu mal ve şerefi severek olmaz. Maldan da geçecek, mevki makamdan, izzet, itibar, alkış, şeref gibi şeylerden de geçecek. Allah’ın sevgisini kazanmak için hepsini terk edebilecek ve Allah’ın sevdiği işleri yapabilecek.
Sonra, kalbinin yumuşaması makbul bir şey, kalbin katı olması kötü bir şey. Yumuşak kalplilik güzel; katı kalplilik, taş kalplilik kötü. Bu yumuşak kalplilik yetime bakmadan, dula bakmadan, fakire bakmadan, onları kollayıp gözetmeden olmaz. Onun için etrafınızdaki muhtaç insanları arayacaksınız, bulacaksınız, onlara elinizi uzatacaksınız, malınızı, yiyeceğinizi, içeceğinizi paylaşacaksınız. Türkiye var, Türkiye’nin dışındaki başka Türkler var, onlara yardımcı olacaksınız. Başka müslümanlar var, onlara yardımcı olacaksınız.
Burada İstanbul’un surlarının içinde ihtiyar ihvânımızdan bir kimse 15 gün aç kalmış da kimsenin haberi olmamış. Böyle ihvanlık olur mu?!
Millet tabii zevkli sefalı yerleri biliyor da böyle sıkıntılı kenar mahallelere gelmiyor.
“Gel bakalım biraz da bizim kubbe-i ahzânımızı gör... Üstü teneke kaplı, yağmurun içine damladığı, rüzgarın bir yerinden girip öbür tarafından çıktığı evimize de gel, bir misafir edelim bakalım... Gel bakalım, her yerde baklava börek yiyorsun, burada da gam keder ye... Biraz buradaki acılarımıza ortak ol...”
Millet tabii oraya yanaşmayınca olmuyor.
Kalp yumuşaklığı olması için yetime yanaşacak, dula yardım edecek, miskine fakire destek olacak, yardım edecek.
O rikkat hâli gevezelikle olmaz, sükûtu bilecek. Sükut efdaldir. Sükut ibadettir. Mü’minin, dervişin sükûtu tefekkür olacak. Öyle çok konuşmayacak, az konuşacak, öz konuşacak, lüzumsuz konuşmayı terk edecek; zikirle meşgul olacak.
Başka insanlara, başka mahluklara merhamet edecek ki Allah’ın rahmetine, merhametine mazhar olsun. Karıncayı eziyor, kuşu öldürüyor, öküzünü dövüyor, atını sakat edecek gibi pataklıyor, çocuğunun kulağını kopartıyor, ensesinde boza pişiriyor, hanımın kafasında tabakları kırıyor... Böyle dervişlik olur mu?
Olmaz!
Merhameti yok, kimseye merhamet etmiyor; sert. Hayvan yanında zor duruyor, böyle başını ikide bir kaldırıyor.
Neden?
Sinirli, kamçıyı yapıştırıyor; hayvan ürkmüş.
Böyle merhametsizlik de olmaz! Merhametli olması lazım. Mahlukâta merhamet etmeyene Allah merhamet eylemez.
Sonra, alimlerle beraber olmayı, alimlerin meclislerine sohbetlerine devam etmeyi terk ederse doğru yolu, olgunluk yolunu, hak yolu bulamaz. Alimlerin sohbetine gelecek, nasihatlerini dinleyecek. Ancak o zaman doğru yolda olur.
Övülme arzusu varken Allah için sevmeyi elde edemez. Peygamber Efendimiz diyor ki;
“Sizi methedenlerin yüzüne toprak saçın.”
Yerden toprak alacaksın, yüzüne atacaksın; ne kadar sert bir muamele! Yani ne demek?
“Kendinizi methettirmeyin. Ne siz başkasını yüzüne karşı methedin, ne de sizi methetmelerine müsaade edin.” demek oluyor.
Çünkü ekseriyetle insanları böyle methederek huylarını bozarlar ve methederek aldatırlar. Sen methe aldanma; “Söylenen söz doğru mu? İstenen iş doğru mu?” diye onu düşün. Doğru değilse hiç methe takılma, kaşını çat. Karşındakini de methedip de helâk etme. “Kafasını kesmek gibidir.” diyor Peygamber Efendimiz. Sen onu methediyorsun, helâk ediyorsun. Adam kendisini bir şey sanıyor, iki paralık adam... Doğru söylemeye kimse tahammül edemiyor. “Sen iki paralıksın!” diyemiyorsun, “Ağasın paşasın...” diyorsun; o da kendisini ağa paşa sanıyor. Hiç bir şey değil, zerre bile değil; ama o zaman huyu bozuluyor. Onun için, methetmek de iyi değil, methedilmeye rıza göstermek de iyi değil. Onu terk edecek.
Sonra, dünyaya, dünyalığa hırs beslemeyecek; o zaman takvâ, vera’ olmaz. O dünya hırsından dolayı “Para kazanacağım!” diye haram işler yapar, “Mevki makam sahibi olacağım!” diye entrika çevirir, arkadaşlarını aldatır, ona buna zararı dokunabilir. Onun için, hırsı terk edecek. Sakin olacak, her şeyi Allah’tan bekleyecek. Ancak o zaman vera’ sahibi olabilir.
Verâsı olmazsa rıza ve kanaate de eremez. Mü’minde vera’ yani şüpheliden bile kaçınma duygusu olacak.
İbrahim b. Edhem hazretlerine işte bu nasihatleri etmiş. Sonra ellerini açmış bir tanesi; “Yâ Rabbi! Bunu bizden gizle, bizi bundan gizle, perdele aramızı...” deyince yok oluvermişler. Demek ki evliyâullahtan mübarek insanlarmış; İbrahim b. Edhem’e tasavvufun, evliyâlığın nasihatlerini öğretmek için, ilmini öğretmek için karşısına çıkmışlar. Hem onun hâlini sormuşlar, hem ona bilgiler vermişler. Bu anlaşılıyor.
Keşke bunu bir kitap hâline getirsek de herkes bu işleri bilse, buna göre ayağını denk alsa, hakikî dervişliğin ne olduğunu dervişler anlasa...
Semi’tü Ahmede’bne Aliyyi’bni’l-Hasani’l-Mukrî yekûlu: Semi’tü Muhammede’bne Ğalibi’t-Temtâme yekûlu: Ketebe İbrâhîmü’bnü Edheme ilâ Süfyâne’s-Sevrî.
Şu râviler rivayet etmişler ki İbrahim b. Edhem, Süfyân-ı Sevrî isimli alim zâta şu mektubu yazmış. Onlar aynı zamanlarda yaşamış insanlar. Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin nasıl mübarek cennetlik bir insan olduğunu geçtiğimiz derslerde anlatmıştım. Hûri kızlarının “Sana dayanamıyoruz, artık gel!” diye davet ettikleri kimse... Büyük alim, mezhep sahibi, büyük fakih, takvâ ehli insan. İbrahim b. Edhem’e ne yazmış mektupta ne yazmış bakalım, ârifler birbirleriyle nasıl mektuplaşıyorlarmış...
Yazmış ki;
Men arefe mâ yatlub hâne aleyhi mâ yebzil. Ve men atlaka basarahû tâle esefuhû. Ve men atlaka emelehû sâe ameluhû. Ve men atlaka lisânehu katele nefsehû.
Dört hususu anlatmış oluyor. Ne dediğini sıralayalım bakalım...
Men arefe mâ yatlub hâne aleyhi mâ yebzil. “Ne istediğini bilen insana sarf ettiği emekler hoş gelir, hafif gelir.”
Ne demek istiyor?
Yani bir derviş, Allah yolunun yolcusu, hakikî uyanık bir mü’min ne ister?
Allah’ın rızasını ister. Allah’ı ister. İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî. Matlubumuz, talep ettiğimiz şey, Allah’ın rızası.
Men arefe mâ yatlub. “İstediği şeyin ne kadar yüce olduğunu, ne kadar kıymetli olduğunu bilen bir kimseye...” Hâne aleyhi mâ yebzil. “Sarf ettiği şeyler hepsi hafif gelir, az gelir.”
Şu kadar namaz kılmış, gözüne görünmez. Bu kadar oruç tutmuş, gözüne görünmez. Bu kadar sadaka vermiş, gözüne görünmez. Bu kadar hizmet etmiş, gözüne görünmez. Bu kadar cihat eylemiş, gözüne görünmez.
Neden?
İstediği şeyin kıymetini biliyor. “Sarf ettiği emekler O’na feda olsun.” gibi bir duygu içinde.
Birinci cümle bu.
Ve men atlaka basarahû tâle esefuhû. “Kim gözünü serbest bırakırsa, ‘Ne yaparsa yapsın...’ diye gözünü salıverirse esefi çok olur.”
Neden?
Bu göz serbest oldu mu, kontrol edilmedi mi harama bakar, günaha bakar, nâmahreme bakar, zararlı şeye bakar. O zaman “Ah! Tuh! Keşke yapmasaydım!” diyecek bir duruma düşer. Esefi çok olur. Mevkisinden, makamından düşer. Mânevî mertebesini kaybeder. Oraya baktı; derecesi düşer. Bakmayacak. Bu devirde daha zor...
Mâlum bir hikâye:
“Dağda evliyâlık şehirde evliyâlığa benzemez.” demiş. Kardeşi gelmiş İki evliyâ kardeş. “Yazıcıoğulları” derler, “Akçakoca’daki Ahmet Dede” derler. Başka yerlerdeki şahıslar için söyleniyor…
Dağda çobanmış kardeşin birisi, öteki kardeşi de şehirde eskiciymiş, ayakkabı tamir edermiş. Küçücük dükkânı varmış. Dağdaki, şehirdeki kardeşini ziyaret edecek ama hediye götürmesi lazım. Ne yapmış?
Mendilin dört ucunu bağlamış, hayvanları sağmış, sütünü mendilin içine, almış sallaya sallaya götürüyor mendili... Mendilin içinde süt durmaz; ama kerâmet. Sütü mendilin içinde getirmiş.
“Selâmun aleyküm ağabey.” demiş,
“Aleyküm selam kardeşim, hoşgeldin.”
Dükkâna oturmuş.
“Sana süt getirdim, dağdan biraz süt...” demiş. Bakmış süt mendilin içinde, mendilin dört ucu bağlanmış, süt mendilin içinde duruyor.
Bu fıkra hoşuma gidiyor...
“As şuraya...” demiş... Hani ayakkabıcıların direği olur, direkte çiviler olur, bazı şeyler asılır, kandil asılır... Oraya asmış sütü, torbanın içinde, mendilin içinde ama akmıyor; kerâmet.
Biraz sonra içeriye bir çarşaflı kadıncağız gelmiş.
“Eskici baba, ayakkabımın kayışı koptu, şunu dikiverir misin?” demiş, ayakkabısını çıkartıp biraz uzatmış.
Uzatırken çarşafın ucundan biraz bileği görünmüş. Görününce dağdaki çobanın da gözüne ilişmiş. El normal de elden öbür taraf tabii gösterilmemesi, görünmemesi gereken taraf. Ötekisinin de bakmaması lazım. Kadının göstermemeye ihtimam etmesi gerekirdi, berikisinin de bakmaması gerekirdi. Evet, kadın göstermemek için çarşaf giymiş ama olur ki insan bazen düşer, yolda ayağı kaydı düştü, ne yapacak şimdi; üstü yırtıldı. Bakan da bakmayacak, gözüne sahip olacak.
Hani ne diyor;
“Kim gözünü serbest bırakır, salıverirse esefi çok olur.”
O dağdan gelen evliyâ, çoban olan, sütü sağıp da mendilde getirenin gözüne kadının bileği takılmış. Ama takılınca başlamış mendilden ‘dım dım dım’ normal olarak süt damlamaya... Kerâmet yoluyla damlamıyordu, kerâmet gidince damlamaya başladı.
Men atlaka basarahû tâle esefuhû. Tabii gözünü salıveren insanın esefi çok olur. Gitti bak, makam düşüyor.
O zaman şehirdeki ağabey dönmüş kardeşine;
“Bana bak, şehirde evliyâlık dağda çobanlık yapmaya benzemez.” demiş.
Dağda bir şey yok, koyunlarla şeylerle kolay; ama şehirde onun için, gözüne sahip olması lazım.
Bizim büyüklerimiz Nazar ber kadem olacak. Gözü pabucunun ucunda olacak. Öyle nazarını sağa sola salıvermeyecek, her tarafa bakmayacak, öyle gidecek. Yoksa o arabadan inerken o gözüne takılır; bu filanca yerde koltukta bacak bacak üstüne atmıştır, o takılır.
Ve men atlaka emelehû sâe ameluhû. “Kim emelini, umudunu salıverirse, serbest bırakırsa onun işleri kötü olur, ameli kötü amel olur.”
Ne demek bu?
Muhterem kardeşlerim!
Emel, “ummak” demek. Yani “temenni etmek, tahmin etmek, arzu etmek” demek.
Senin emelin ne?
“Ben büyüdüğüm zaman mühendis olmak istiyorum.”
Senin emelin ne?
“Ben büyüdüğüm zaman paşa olacağım.”
İşte emel bu; “ileriye dönük bir istek, temenni” demek.
“İnsan emelini salıverirse işi kötü olur.” ne demek?
Bir insan istikbale ait bir arzuyu niçin düşünebiliyor?
“Yaşayacağım” sanıyor da ondan. Yoksa yaşayacağını ümit etmese istikbale ait hayal kurar mı?
“Yarın öleceksin.” deseler birisine, idamlık olduğu belli olsa, yarın 9’da idam edilecek; “Bir ay sonra ne yapacaksın, aziz kardeşim?” deyince acı acı güler. “Ne bir ayı, benim ömrüm kalmamış ki, hayatım sönmüş!” der, bir şey bile arzu etmez.
Şimdi insanlar “yaşayacağım” diye arzu ettiği için, -elhamdülillah, herkes yaşasın, 100 yaşını geçsin de...- yaşacağım diye temenni ettiği için o zaman gevşiyor. Gevşeyince de a’mâl-i sâlihaya gayret etmiyor. Yani hayrât u hasenâtı yapmıyor. “Nasıl olsa yaşarım... Nasıl olsa ileride yaparım... Nasıl olsa ihtiyarlayınca yaparım...” gibi tehir ediyor, ileriye bırakıyor. Binâenaleyh, emelini salıveren insanın işi kötü oluyor, icraatı kötü oluyor. Çünkü gayrete gelmiyor, salih amel işlemeye koşuşmuyor. Bu o demek.
Ve men atlaka emelehû sâe ameluhû.
Dördüncü cümle: Ve men atlaka lisânehu katele nefsehû. “Kim dilini serbest bırakırsa...” Yani istediği gibi konuşsun, ne söylerse söylesin... Dilini serbest bırakan da; katele nefsehû. “Kendisini, kendini öldürmüş demektir, mahveder.”
Çünkü bu dil insana çok zararlar açar. Gıybetle, dedikoduyla, elfâz-ı küfürle vesaireyle...
Onun için, dilini uzatan, serbest bırakan, başı boş bırakan kendisini öldürmüş demektir. Bu da bir cümle.
Semi’tü Ebe’l-Abbâs el-Bağdâdî yekûl: Haddesenâ Aliyyü’bnü Muhammedi’bni Ahmed el-Mısrî, haddesenâ Yûsufü’bnü Mûsâ, haddesenâ Abdullahi’bnü Hubayk, haddesenî Halefü’bnü Temîm, semi’tü Ebe’l-Ahvas yekûl: Raeytü hamseten mâ raeytü mislehüm kattu.
Ebe’l-Ahvas isimli zât-ı muhterem; Muhammed ibnü’l-Hayyâm Ebu’l-Ahvas el-Bağavi yervî an Müslim ibnü’l-Hâlid, hadis alimi, 248’de vefat etmiş bir alim. Bu sözü o nakletmiş. Bu zât-ı muhterem yani Ebu’l-Ahvas söylemiş ki... “Ebu’l-Ahvas’ı gördüm, işittim.” diyor. Söyleyen bu...
Raeytü hamseten. “Beş kişi gördüm.” Mâ raeytü mislehüm kattu. “Onlar gibisini hiç görmedim.”
Bu beş kişi mübarek insanlar, çok mühim insanlar demek ki... Kimmiş bu Ebu’l-Ahvas’ın gördüğü beş mübarek zât?
Birisi, terceme-i hâlini okuduğumuz İbrahim b. Edhem.
İkincisi, Yusufu’bnu Esbat eş-Şeybânî ez-Zâhid el-Vâiz. Zahid ve vaiz, Süfyân-ı Sevrî’den ve başkalarından rivayet etmiş bir alim. Birisi buymuş.
Birisi İbrahim b. Edhem’miş.
Birisi Huzeyfetü’bnü Katâde’ymiş.
Birisi Huşeym el-Iclî’ymiş.
Birisi Ebû Yunus el-Kaviy imiş.
Tabii bu şahısların aşağıda hayatları var; ama bizim için mühim olan;
“Ömrümde beş kişi gördüm, daha mühimlerini, onlar gibisini görmedim.” diyor.
Bir tane de İbrahim b. Edhem’i zikrediyor. Demek ki zamanında böyle eşsiz emsalsiz, nadir bulunan kimselerden biriymiş ki birisi beş kişiyi sayarken birisi olarak da İbrahim b. Edhem’i sayabiliyor.
Ahberenâ Aliyyü’bnü’l-Bundar kâle: Ahberenâ Muhammedü’bnü Şureyk kâle: Ahberenâ İbnü Ebi’d-dünyâ kâle: Ahberenî Muhammedü’bnü İshâk kâle: Ahberenî Ebî kâle: Kultü li-İbrâhîm İbni Edhem.
Şu rivayetle gelmiş ki; bu zât -yani en sonu Muhammed b. İshak’ın babası- İbrahim b. Edhem’e demiş ki;
Evsınî. “Bana bir nasihatte bulun, vasiyet et, nasihat et.”
Kâle: İttehızi’llâhe sâhiben ve zeri’n-nâse câniben.
“Nasihat et.” diyene cevabı bu:
İttehızi’llâhe sâhiben. “Allah’ı kendine dost, arkadaş edin.” Ve zeri’n-nâse câniben. “Ve insanları bir tarafına koy.”
Yani kısaca; “İnsanları bırak, Allah’ı dost edin.” diyor.
Nasihat isteyene; “Bırak insanları bir tarafa, Rabbinle arkadaşlık et, O’nunla dost ol.” diyor.
Demek ki altı tane aşılması gereken doruk neymiş?
Birisi nimet doruğuymuş. Onu geçecek, geçmezse olmaz. İkincisi izzet doruğuymuş. İzzetten vazgeçmezse olmaz. Üçüncüsü rahat doruğuymuş. Rahatını terk edemezse olmaz. Dördüncüsü uyku doruğuymuş. Uykudan geçip gece uyku uyumamaya razı olmazsa olmaz. Beşincisi zenginlik doruğuymuş. Onu bırakıp fakirliği göze almadıkça olmaz. Altıncısı emel doruğuymuş. Emeli terk edip ölüm hemen gelecekmiş gibi hazırlanmayınca olmaz.
Şiddeti göze alacak, zilleti göze alacak, cehd ü gayreti göze alacak, uykusuzluğu göze alacak, fakirliği göze alacak, ölümü göze alacak. Ancak o zaman salih olunuyor. “Başka türlü olmaz.” diye böyle nasihat ediyor İbrahim b. Edhem Efendimiz. Kaddesa’llâhu sırrahû ve rahimahu’llâhu rahmeten vâsia...
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.