Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhirabbi'l-âlemînehamdenkesîrantayyibenmübârekenfîh. Kemâyenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmisultânih.
Ve's-salâtüve's-selâmüalâseyyidinâ ve senedinâ ve mededinâMuhammedini'l Mustafa. Ve alââlihî ve sahbihî ve men tebiahûbiihsânin ilâ yevmi'lcezâ.
Emmâba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; EbûAbdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhurûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz.EbûAbdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Salihlerin anıldığı yere rahmet-i Rahman nüzûl eder. Allah, anıldığı yerleri bile rahmetine erdirir diye salih insanların hayatlarını Tabakâtu's-sûfiyye kitabından okuyoruz. Sözlerinden de istifade ederiz diye düşünüyoruz. O büyükler hem alim, hem fazıl, hem kâmil insanlar; davranışları da bize örnek olur, sözleri de bize rehber olur, ışık tutar diye o bakımdan okuyoruz.
Sıra terâcim-i ahvâlden dördüncüsü, Bişruni'l-Hâfî, Bişr el-Hâfî hazretlerine geldi.
Bişruni'l-Hâfî. Bişr, özel isim fakat tenvinli; Bişrün veya Bişren veya Bişrin olur. el-Hâfî de özel isim olduğu için, sıfat-ı mârife geldiğinden, el-Hâfî diye gelmiş. Bişrüni'l-Hâfî veya Bişr vakfedeceksek, orada duracaksak; Bişr el-Hâfî, böyle yazmak lazım veya öteki türlü yazmak lazım.
İranlılar elif lam kullanmıyorlar. Bişr-i Hâfî derler. Rüstem-i Zal gibi veyahut dil-i mecnun gibi, İranlılar ‘i' ile bağlarlar. Biz de biraz onlardan etkilenmiş oluyoruz dil bakımından; biz de Bişr-i Hâfî diyoruz. Ama Hâfî sıfatıdır, özel ismin sıfatı elif lam'la gelir. Araplar el-Hâfî diyor, doğru, fasih olarak. Hâfî demek, ayağı pabuçsuz, çıplak demek. Bu yoksulluk fakirlikten oluyor. Baş açık, yalın ayak insan öyle oluyor. Bilmiyoruz bu mübarek zâta ''el-Hâfî'' sıfatı niye verilmiş. Ayağı çıplak, pabuçsuz yani zavallı. Bakalım belki bir izahat gelir ilerideki satırlarda…
Minhüm. Yani o evliyâullahtan, o Tabakâtu's-sûfiye'de ismi, hayatı anlatılacak olan kişilerden birisi de kimdir?
Bişrü'bnü el-Hârisi'bni Abdurrahmâni'bni Atâi'bni Hilali'bni Mahâni'bni Abdillah el-Hâfî.
Epeyce dede adı tespit etmiş parantez içinde, kitabı neşreden Nureddin b. Şureybe. Kitabı neşreden çok alim bir şahıs. Yazmak ayrı, neşretmek de ayrı bir hünerdir. Çok güzel parantez açmış, oraya eklemiş bir yerlerden. Bişrü'bnü'l-Hâris-i Mâhani'bni Abdillah el-Hâfî diyecekti fakat o, parantez içinde, bulmuş bir yerlerden mâlumat eklemiş oraya, başka büyük dedelerinin ismini de yazmış. Yani Abdullah oğlu, Mahan oğlu, Hilal oğlu, Ata oğlu, Abdurrahman oğlu, Haris oğlu Bişr; bu zât-ı muhteremin soyu sopu, senedi bu. el-Hâfî sıfatıdır, ismi Bişr'dir, babasının adı da el-Hâris imiş.
Kezâlike zekerahü Abdurrahmânü'bnü Aliyyi'bni Haşram; fîmâ ahberanâ Ahmedü'bnü Mansur en-Nûşerî an ibni Muhalled anhu. İsminin böyle olduğunu bize Abdurrahman b. Ali, kendisine Ahmed b. Mansur en-Nûşerî'nin naklettiğine göre, o da İbn Muhalled'den almış, o da ''anhu'' diyor, yani Bişr'in bizzat kendi ağzından duymuş bu bilgileri ki; ''Babamın adı, dedemin adı budur.'' diye oradan naklen isminin böyle olduğu tespit edilmiş oluyor.
Bu güzel bir şey. Kitabı yazan Ebû Abdirrahman es-Sülemî titiz bir insandır; lafı desteksiz, mesnetsiz söylemez, hadîs-i şerîf nakleder gibi hangi şahıstan almışsa söyler. Biz de bunun bizde de bir âdet olmasını istiyoruz.
Çoğunuz gençsiniz, ilim yolundasınız, ilim öğreniyorsunuz. İstiyoruz ki karıştırma olmasın, mesnetsiz konuşma olmasın, her şeyin senedi bilinsin. ''Falanca şöyle demiş de falanca kitapta...'' diye, böyle senetli olsun. Biraz kolaylaştı işiniz; eskiden olsaydı çok isim ezberleyecektiniz, şimdi kitaba isnat ederseniz söz biter. Yani hiç olmazsa, ''Tabakât-ı Sûfiye'de ‘Bişr el-Hâfî' maddesinde şöyle duydum.'' derseniz, kaynak göstermiş olursunuz, yetebilir. O da bir hüner. Onun için bir şeyi öğrenince kaynağıyla beraber öğrenmeniz güzel bir âdet olur diye böyle üzerinde duruyoruz. Siz de bunu âdet edinin. Genç yaşta böyle bir şeyi âdet edinmek çok güzel olur. İlminiz biriktikçe, ilerledikçe bunun faydasını görürsünüz.
Biz buradan kalkıp hacca gittiğimiz zaman, onlar Hanbelî veya Mâlikî veya Şâfiî, biz Hanefî; hadi bakalım kapışıyoruz. Harem-i Şerif'te veyahut bir başka yerde veya başka bir yerde… ''Yok efendim niye şöyle selam verdin? Yok efendim niye böyle oldu?..'' Allah Allah, şimdi ayıkla pirincin taşını. Ben bu adama ne diyeyim? Bu adam Arap. Afalladık, anladık ki; ''Büyük İslâm İlmihâli'nde böyle yazıyor.'' demek yetmiyormuş. Evet, Büyük İslâm İlmihâli'ni yazan bizim rahmetli ihvanımızdan Ömer Nasuhi Efendihazretleri ama demek ki her şeyi senetli sepetli, güzel kaynağından hadîs-i şerîften öğrenmek lazımmış. Çünkü adam Ömer Nasuhi Efendi'yi filan tanımıyor ki; ille göstereceksin kendisine, ''Buhârî şöyle diyor, falanca kaynak böyle diyor, şu sayfasına bak.'' diyebileceksin. O zaman biraz onların ısrarı da hoşuma gitti. Yani ancak bu titizlikle sağlam sözler çürük sözlerden ayıklanabilir. Çünkü böyle din ve tasavvuf konusunda kitaplar okunduğu zaman, bakıyoruz ki çok abur cubur şeyler yazılmış. Ondan dolayı da insanlar yanlış bilgilerle bilgilendiklerinden tasavvuf da çığırından çıkıyor; söyleyen de hata etmiş oluyor, dinleyen de yanlış yola kaymış oluyor. Onların sıkıştırmasında da bir hikmet var yani, iyi ki sıkıştırıyorlar. Biz de sıkışalım, biraz da her şeyi mesnetli sağlam öğrenelim, sağlam söyleyelim. O da güzel olur.
Künyetühû Ebû Nasr. ''Bişr hazretlerinin künyesi Ebû Nasr'dır.''
Biliyorsunuz, yanlışlıklar yapılmasın diye Arapça'da isimlendirmenin üzerinde durmuştuk. Bir asıl ismi var, bir baba ismi var, bir lakabı var, bir künyesi var, bir nisbesi var. Aşağı yukarı beş ismi olur bir insanı tam tarif etmek için. İsmi tamam Ali, Veli, Es'ad Coşan, Es'ad falan, babasının ismi o mesela. Bazı insan babasının ismiyle tanınıyor. Mesela İbn Haldûn diyoruz. İbn Haldûn'un kendi adını bilen varsa söylesin, ben bilmiyorum. İbn Haldûn diye, yani Haldun'un oğlu diye geçiyor, bazen böyle tanınıyor. Kendi ismiyle olabilir ama herkesin adı Muhammed, herkesin adı Mustafa, herkesin adı Ahmet olunca; ''Hangi Mustafa? Hangi Ahmet? Hangi Mehmet?'' meselesi çıkıyor.
Kendi ismini, baba ismini söyledin mi ihtimal iki tane olduğundan karışma ihtimali azalıyor. Sonra künyesi. Künye umumiyetle çocuğun ismiyle oluyordu. Mesela Peygamber Efendimiz'in çocuğunun adı Kasım olduğundan, künyesi Ebu'l-Kasım, yani Kasım'ın babası demek. Bu, asaleti ifade ediyor. Soylu soplu insanlara ismi ile hitap etmek ayıp oluyor da, hani biz müdürümüze veya hocamıza veya başka bir şahsa, babamıza ismiyle hitap edemiyoruz ya, onun gibi bir töre var Arapça'da. Künyesiyle hitap edilirse nezaket oluyor.
Peygamber Efendimiz'in künyesi Ebu'l-Kasım, ismi Muhammed, baba adı Abdullah. İbn Abdillah; Abdullah oğlu Muhammed Ebu'l-Kasım.
Başka ne oluyor?
Bir de lakabı oluyor. Mesela Peygamber Efendimiz'in lakabı Muhammed el Emin'miş. Çok güvenilir bir insan olduğunu müşrikler de itiraf ediyorlar. ''Yalan söylemezsin, doğrusun, bir şey dediysen inanırız sana.'' diyorlardı. Demekle de kalmıyorlardı, paralarını, kıymetli eşyalarını emanet ediyorlardı da Peygamber Efendimiz hicret edeceği zaman emanetleri Hz. Ali Efendimiz'e verip ''Bunları sahiplerine iade et.'' diye söylemişti, oradan biliyoruz. Yani Müslümanlığı kabul etmeden önce Muhammed el Emin diye şöhreti var, herkes güveniyor ve veriyor ve kabul ediyor, sözüne itibar ediyor. Demek ki ''el Emin'', lakabı oluyor.
Bu Bişr hazretlerinin lakabı; ''el-Hâfî'', ''ayağı çıplak''. Nedense ismini öyle anmışlar. Kimisi böyle tevazuundan olabilir veyahut bir sebebi de vardır, ondan da olabilir. Dört.
Bir de nisbe diyoruz, yani nereli bu adam; Elazığlı mı, Konyalı mı, Ankaralı mı, Samsunlu mu? O da umumiyetle bulunduğu şehrin sonuna bir ''î'' getirilerek oluyor. Ama her zaman da öyle olmuyor, biraz değişiklikler oluyor. Mesela Konya diyorsun, ''Konyaî'' demiyorsun da ''Konevî'' oluyor. Bursa diyorsun, ''Bursevî'' oluyor. Bazen ufak tefek şeyler olabiliyor ama umumiyetle ''î'' oluyor. İstanbulî veya Mekkî veya İskenderî veya Bağdâdî gibi, o da yer adını bildiriyor. Demek ki bir insanın ismi böyle oluyor. Bu kadar şeylerden müteşekkil olursa tam tarif olmuş oluyor; o insan karışmaz, ismi sağlam anlatılmış olur.
Bişr hazretlerinin künyesi Ebû Nasr'mış. Babasının adı el-Hâris. Elif lam da önemlidir. Elif lam'lı adını koymuşsa babası elif lam'lı söyleyeceksiniz, elif lam'sız söylemişse elif lam'sız söyleyeceksiniz. Mesela buna ''el-Bişr'' dememiş, ''Bişrun, Bişr'' denmiş. Ama babası el-Hâris, itiraz yok, ne derse onu kabul edeceğiz. Bişrü'bnü'l Hâris, künyesi Ebû Nasr. Ebû Nasr Bişrü'bnü'l-Haris el-Hâfî. Memleketini daha bilmiyoruz, memleketini de belki söyleyecek.
Asluhû min Merv, min karyeti Bekird ev Mâbersâm. Yani aslı, kökü, sülalesinin dayandığı yer, gittiği yer Merv imiş. Merv şehrinden Bekird veyahut Mâbersam isimli köymüş, orada doğmuş. Merv'in nisbesi Mervezî gelir. Mervî gelmiyor da Mervezî geliyor. Bekird veya Mâbersam köyünden imiş.
Sekene Bağdad. Bişr hazretleri Horasanlı ama Merv şehrinde doğmuş. Aslı oradan ama Bağdat'ta oturmuş.
O halde tam adını şimdi beş esasa göre söyleyebilirim: Ebû Nasr, Bişrü'bnü'l-Hâris, el Bağdâdî, el-Hâfî; Bağdatlı Hâfî diye tanınmış olan şahıs diyebiliriz.
Ve mâte bihâ. Bağdat'ta yaşadı, Bağdat'ta öldü ama asıl Merv'den.
Hüve'bnü ammi Aliyy'ibni Haşrem. ''Bu İbn Ammi Ali b. Haşrem'in amcasının oğludur.'' diyor. O meşhur bir şahıs, rivayetlerde ismi geçiyor, müellifin tanıdığı bir kimse.
Aliyyi'bni Haşrem; Abdurrahman ibn Ali ibn Haşrem ibn Abdurrahman Ebû İshak el-Mervezî. Aynı Merv şehrindenmiş. Kadime Bağdâd. ''Bağdat'a geldi.'' Ve haddese bihâ. ''Orada hadis öğretti.'' Ve Muhammedü'bnü Muhalled, kâle: Muhammed semi'tü Ebâ İshak Abdirrahmâni'bni Aliyyi'bni Haşrem. ''Ben ondan hadis duydum.'' diyor o şahıs.
Ve seeltühû an nesebihî. ''Ona ‘Nesebin nereye gider?' diye sordum.'' Fe-emlâ aleynâ. ''Bize yazdırdı nesebini, falanca falanca falanca diye.'' Abdurrahmâni'bni Ali ibni Haşremi'bni Abdurrahmâni'bni Atâi'bni Hilali'bni Mahân. Bişr'in sülalesiyle bağlanıyor bir noktada. Demek ki o şahısla amcazâde oluyorlar.
Kâne Abdurrahmân ismuhû Yeğfur. ''Abdurrahman'ın ismi, asıl adı Yağfur idi.'' Fe- alâ yedi Aliyyi'bni Ebî Tâlib. ''O Abdurrahman, Hz. Ali'nin önünde, onun eliyle müslüman oldu.'' Fesemmâhu Abdullah. Yani ismi Yağfur idi ama Hz. Ali ''Senin adın Abdurrahman olsun.'' diye ismini değiştirmiş, o ismi almış. Akraba bu olan şahsın durumu bu.
Ve Bişrü'bnü'l-Hârisi'bni Abdurrahmâni'bni Atâ ve hâzâ fi'l-karabeti mütesâviyan. İkisi akrabalıkta aynı. Ve kâne'l-hârisü ve haşrem ahaveyni min ebin ve ümmin. Bu Haşrem ve baba Haris, ikisi ana baba kardeşler imiş. Onu tanıdık, bizim için hatırda kalmaz ama müellif söyledi diye okuyoruz. Amcazâde oluyor bu şahısla.
Ve sahibe'l-Fudayle'bne İyad. Fudayl b. İyad ile ahbaplığı olmuş, sohbetinde bulunmuş. Fudayl, bu kitaptaki hayatını ilk okuduğumuz mübarek zâttı.
kâne âlimen verian. Bişr hazretleri alim insandı, vera sahibi idi. Yani takvâda çok ileri, şüphelilere bile yanaşmayan çok takvâlı ve alim bir insandı.
İşte eski mutasavvıfların genel vasfı budur. Bir kere çok iyi alimdirler, şeriat ilimlerini çok güzel bilirler ama tarikatin asıl sermayesi olan takvâda da ileri durumdadır. ''Müttakî'' demiyor, ''takvâ ehli'' demiyor, ''verî'' diyor. Verâ, takvâdan da ileri bir titizlik ismidir. Şüphelilere bile yanaşmamak, her şeyden sakınmak, günahlardan uzak durmak demek.
Kâle Yahyâ'bnu Eksem: Kâle liye'l-Me'mûnu lem yebkâ fî hâzihi'l-kürate ehadün yüstehyâ minhu, ğayru hâze'ş-şeyh Bişri'bni'l-Hâris. Yahya b. Eksem isimli fıkıh alimi ki o da Merv şehrindendir, Mervezîdir, fıkhı çok iyi bilirdi, ahkâm-ı şeriati çok iyi bilirdi. Abbâsî halifelerinden Me'mun, onu Bağdat'a kadı yapmış. Kema kâne edîben şâiren. Yahya b. Eksem aynı zamanda edebiyata âşina ve şiir de yazacak kadar edebiyat kabiliyeti yüksek bir kimseymiş. 242 senesinde vefat etmiş, hacca gittikten sonra ve Vebze'de defnolunmuş. O, hac yolunda bir kasaba adıdır, oraya defnolunmuş, şimdi bu Yahya yani Me'mun halifenin Bağdat'a kadı yaptığı şahıs diyor ki:
Kâle liye'l-Me'mun. Halife Me'mun demiş ki; Lem yebkâ fî hâzihi'l-küre. ''Bu dünya küresinde, yeryüzünde kalmadı hiç.'' Ehadün yüstehyâ minhu. ''Kendisinden utanılacak, haya edilecek bir adam kalmadı, ancak şu ihtiyar müstesna; Bişr el-Hâris.'' Abbâsî hükümdarı Me'mun, halife söylüyor bu sözü. İnsan kalmadı utanılacak, bir bu var. Utanıyor demek ki. Yani yanına gittiği zaman diz çöküyor, utanıyor, sevgi, saygı duyuyor, hürmet ediyor. Öyle bir kimseymiş. Hükümdarın böyle utandığı, yanına gittiği zaman mahcubiyet duyduğu, kendi halini düşünüp de böyle nefis muhasebesi yapıp zihninden geçirip de utandığı bir büyük zâttı.
Zaten evliyâullahın vasfı neydi?
Görüldüğü zaman Allah hatırlanılan kimse. Halife Me'mun bunu görünce utanıyor. Demek ki ehlullah, evliyâullah olduğunun alameti. Bu ifadeden Bişr'in evliyâ olduğu çıkıyor bir bakıma.
Semi'tü ebâ Muhammedin Abdullahi'bni Ahmede'bni Ca'ferin yekûlü: Semi'tü'l-Abbâse'bne Abdillahi'bni Ahmede'bni usâm el-Bağdâdî yekûl: Kâle Yahyâ'bnü Eksem hâzâ: Mâte Bişrü'bnü'l-Hârisi yevme'l-erbiai li-aşrin halevne mine'l-muharrem senete seb'in ve ışrîne ve mieteyn.
Bu aynı Yahya b. Eksem ki; bu, Bişr'in hem Bağdat'ta muasırı oluyor hem de alim bir kimsedir, kadıdır. Bu rivayet oradan geliyor. Yahya b. Eksem demiş ki; ''Bişrü'bnü'l-Hâris hazretleri çarşamba günü vefat etti.''
Yevmü'l-erbia, çarşamba demek. Erbaa dört kelimesiyle ilgili demek Arapça'da. Farsça'da çar, dört demek. Yevmü'l-erbia; Çarşamba, haftanın dördüncü günü, pazara göre. Pazar günü yevmü'l-ehad, Pazartesi yevmü'l-isneyn, Salı yevmü's-sülasa, Çarşamba yevmü'l-erbia, Perşembe de yevmü'l-hamîs'tir. O da beş kelimesiyle ilgili, böyle sıralamışlar. İranlılar da aynı rakamla gitmişlerdir. Yek şembe, dü şembe diye, bir, iki, üç diye gitmişlerdir. Çarşamba günü vefat etmiş.
Li-aşrin halevne mine'l-Muharrem. Muharrem'den en sona kalan on içinde, ne demek oluyor? Muharrem ayının 20'si geçtikten sonra vefat etmiş. Belki 20'sidir, belki 21'idir, tam gününü söyleyemiyor. Araplar bir ayı üçe ayırır, ilkine ''aşr-ı evvel'' veya ''el-aşru'l-evâil'', ilk onu teşkil eden günler derler. Ortadaki on güne ''el-aşru'l-evâsıt'' sonuna da ''el-aşru'l-evâhir'', derler, son günleri içine alan aşır mânasına. Bu, Muharrem'in 20'sinde ölmüş.
Senete seb'in ve ışrîne ve mieteyn. 227 hicrî senesinde vefat etmiş. 227 hicrî senesi milâdî hangi seneye tekabül eder?
Hicrî tarihleri miladîye çevirmek için cetvel vardır, karşısında bakarsınız ay, gün, Muharrem hangi milâdî seneye rastlıyor, anlaşılabilir. Ama kaba saba bir ölçüyle takribi bir rakam söylemek gerekirse; 227'nin içinde kaç 36 var? 7 tane. 7 senesini çıkartın 227'den 220 kaldı. 622'yi ekleyin; miladî 842'lerde filan vefat etmiş. Niye 36'yı bulup çıkartıyoruz içinden? Çünkü 36 senede bir sene fark yapıyor miladî seneye göre; kaç tane 36 sene geçmişse o kadar sene fark yaptığından o farkı düşüyoruz. 622'nin üstüne, kalanı ekleyerek miladî seneyi buluyoruz. Bu da hatırınızda kalsın.
Aslında bizim güzel bir çalışma yapmamız için ne yapmamız gerekir?
Bişr-i Hâfî hazretlerini başka kitaplardan; Hilyetü'l-evliyâ'dan, ansiklopedilerden, tercüme edilmiş Tezkiretü'l-evliyâ'dan filan okuyup bu kitabı öyle okumak lazım. Onlarda yanlış varsa düzeltmek lazım. Burada yanlış varsa ortaya koymak lazım. Bilimsel, ilmî çalışma böyle olur. O zaman bilgiler insanın daha iyi hatırında kalır.
Ve esnede'l-hadîs. ''Bişr hazretleri hadis de rivayet etmiştir.'' Bizim bu Ebû Abdirrahman es- Sülemî hazretleri bir şahsın hayatını anlatırken belli bir metod uyguluyor. Adını, memleketini, ne zaman vefat ettiğini söylüyor, ondan sonra da eğer ilm-i hadisle ilgili bir çalışması varsa onu söylüyor. Bunun da varmış demek ki. Yani mutasavvıf ama hadis de rivayet etmiş, hadis râvisi aynı zamanda. Kendisi hadisin rivayet zinciri içinde yer almış olan kimse, aynı zamanda ehl-i hadis. Tabi ehl-i hadis olmak çok güzel bir şey çünkü hadis ilmi insana bir ciddiyet veriyor. Hadis ilmi insana, mesnetsiz söz söylememek, hep râvilerle sözü söylemek, Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesini tam, iyi tanımak gibi meziyetler kazandırıyor. O bakımdan bunun hadis rivayet etmesi, hadisle meşgul olması, sünnet-i seniyyeye vukûfunun da bir işareti olmuş oluyor. Alim bir insandı, hadisle de meşgul olmuş, tam, iyi insan olduğu anlaşılıyor. Şimdi bu hadis rivayetinin zincirini nakledecek, ben de okuyayım:
Ahbarenâ Ebû Amr'in Saidi'bnü'l-Kâsımi'bni'l-Alâ' el-Berzaî. Ahbarenâ Ebû Talha Ahmedü'bnü Muhammedi'bni Abdi'l-Kerîm. Ahberenâ Muhammedi'bni Ebi'l-Verd el-Abid, kâle: Semi'tü Bişre'bne'l-Hârisi'l-Hâfîye yekûl: Ahberena'l-Muâfâ ibni İmrân, an İsrâil, an Müslim el-Mülâi, an Habbet el-Urenî, an Aliyyin radıyallâhu anhu, kâle: Kâle'n-Nebiyyu sallallahu aleyhi ve sellem.
Bak ne kadar ismi söyleyerek Bişr hazretlerinin hadîs-i şerîfini naklediyor. Rivayetin, isimlerin hepsinin aşağısında da müellif, hepsinin ismini yazmış. ''Bu adam kimdir? Nerde yaşamıştır? Ne zaman ölmüştür? Nasıl bir insandır?'' Onları da aşağıda kaydetmiş, Allah razı olsun. Hadîs-i şerîf şu:
Külu's-sevme nîen felevlâ enne'l-meleke ye'tînî le-ekeltühû.
Efendimiz'in hadîs-i şerîfi Hz. Ali Efendimiz'in rivayetiyle, o râviler zinciriyle Bişr'e kadar gelmiş. Ondan da duyanlar kimlerdir? Bu kitabı yazan şahsa kadar o isimler de burada ortada, ne buyurmuş Peygamber Efendimiz?
Külu's-sevme. ''Sarımsağı çiğ olarak yiyin.'' Felevlâ enne'l-meleke ye'tînî. ''Eğer bana melek gelmemiş olsaydı.'' Le-ekeltühû. ''Ben de yerdim.''
Bu hadîs-i şerîf bir bakıma bizim için önemli bir şeyi gösteriyor. Yani bir hükmün bir başka sayfasını gösteriyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki; ''Bizim mescidimize kokulu, soğan, sarımsak gibi şeyleri yiyenler gelmesinler, yaklaşmasınlar.'' Yani insanlara eza veriyor kokusu diye, yaklaşmasınlar diye buyurmuş, bunu biliyoruz. Onun için mescide giderken sarımsak soğan yememeğe dikkat ediyoruz.
Ama sarımsağı hiç mi yemeyeceğiz?
Sarımsak da çok şifalı bir şey. İnsanın gözünde arpacık olsa, sarımsağın ucunu biraz kes, arpacığa biraz değdir, tamam, o şiş göz hemen geçiyor. Neden? Kuvvetli antiseptik. Çiğ olarak yutarsan bağırsakları dezenfekte ediyor, tansiyonu tanzim ediyor, birçok hastalıklara iyi geliyor. Ama bir tek kusuru var; kokusu. Yiyene bir şey değil, yemeyene müthiş kokuyor.
Hatta Valide Hanım'a uzun zaman bakmış bir hacı hanım var. İki gün önce bizim mutfakta sarımsak kullanılmışsa, iki gün sonra geldiği zaman kokluyor, ''Tamam, burada sarımsak var.'' O kadar rahatsız oluyor. Yemeyeni rahatsız ettiği için camiye, cemaate gelirken yemek doğru değil. Ama Efendimiz'in ''Yiyin.'' diye tavsiyesi de var. Neden? Kokusu eza veriyor, içindeki malzemesi şifa veriyor. ''Bana da melek gelmemiş olsaydı ben de yerdim.'' buyurmuş. Biz de seviyoruz. Şahsen ben de seviyorum. Şifalı olduğunu da yediğimiz zaman görüyoruz.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.