Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ahberanâ Ubeydullahi'bnu Usmân, kâle: Haddesenâ Ebû Amri'bnü's-Semmâk, haddesene'l-Hasenü'bnü Amru's-Sebî'î, kâle: Semi'tü Bişre'bne'l-Hâris yekûl. Bu rivayet zinciriyle Bişr'den duymuş ki Hasan b. Amr es-Sebî'î isimli şahış. Bişr hazretleri demiş ki;
Ye'tî ale'n-nâsi zamânun. ''İnsanların üzerine ileride bir zaman gelecek ki.'' Lâ takarru fîhi aynu hakîmin. ''O zamanda hikmet sahibi insanın gözü serinlemeyecek.''
Yani ilmi, irfanı, hikmeti olan insan rahat etmeyecek. Gözü serinlemeyecekten maksat; göz serinliği; itibar görmek, sevinmekten kinayedir. sevinmeyecek, sevilmeyecek, hürmet görmeyecek, memnun olmayacak, sıkıntıda olacak. Hâlbuki hikmet sahibi olmak güzel bir şey. Hikmet sahibi olan hakîm insan kıymetli bir insan. Yani sözü sohbeti yerinde, hükmü isabetli, alim, fazıl, kâmil insan demek. Aslında böyle insanlar baş üstünde tutulur ama insanlara öyle bir zaman gelecek ki, öyle bir devir gelip çatacak ki, o devirde hakîm olan insan üzüntüde olacak, gözü şenlenmeyecek, serinlemeyecek, rahat etmeyecek.
Niye gözü serinlemek diye tabir etmiş Araplar?
Sıcak ülke, gözlerinde hararet oluyor ve güneşin şuasından ateş oluyor, sonunda gözleri bile görmez olabiliyor. Gözleri serinlediği zaman rahat ediyorlar. Oradan göz serinliği, sevince sembol olmuş, öyle söyleniyor. Mesela ekseriyetle, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in hadîs-i şerîfini hep bilirsiniz;
Kurretü aynî fi's-salâh buyurdu. ''Namazı çok seviyorum.'' derken sözü söyleyiş tarzı nasıl? ''Gözümün serinliği namazda.'' Namazda gözüm gönlüm şenleniyor mânasına namazı sevdiğini buyurdu. ''Sizin dünyanızdan bana - dünyadan her şeyi sevmedim ama- üç şey sevdirildi, birisi de şu namaz.'' demiş oluyor yani, oradan da bilirsiniz bu kelimeyi.
Ve ye'tî aleyhim zamânun. ''Yine insanların üzerine bir devir, zaman gelecek ki.''
Tekûnü devletü fîhi'l-humka ale'l-ekyas.
''O zamanda işler öyle ters olacak ki ahmaklar akıllıların başına hükümran, idareci olacaklar.'' Devlet yönetimi, idare ahmakların eline geçecek, zekilere hükmedecekler. Hâlbuki aslında hüküm, yönetim, söz akıllıda olması lazım, ahmakların ona tâbi olması lazım. Aklı ermeyenlerin kenarda durması lazım, aklı erenlerin toplumun işlerini çekip çevirmesi, hayra ve hakka götürmesi lazım. Ama öyle bir zaman gelecek ki ahmaklar başa geçecek, akıllıları yönetecek.
Tabi bu, kıyamet alâmetidir. Ayakların baş olması, rezillerin, esfellerin, aşağılıkların yukarıya çıkması; alim, fazıl, kâmil insanların ayakların altında kalması, değer hükümlerinin altüst olması, münkerlerin, kötü şeylerin mâruf sayılması; mârufların, iyi şeylerin kötü sayılması kıyamet alâmetidir. Bunlar cemiyetin bozulduğuna, tefessüh ettiğine alâmettir. İşte öyle olacak diye buyurmuş.
Tabi bu sözler iki şeyle söylelenebilir. Bir; ya Peygamber Efendimiz'den duymuştur, sohbetinde anlatırken böyle sözleri hadîs-i şerîflerden çıkararak söylemiştir de not alanlar yazmışlardır. Bişr hazretleri böyle dedi ama istikbale ait bilgiyi nereden aldı? Peygamber Efendimiz'den almıştır. O nereden aldı? Cebrail vasıtasıyla, vahiyle Allah'ın bildirmesiyle bildi.
İkinci şekil nasıl olabilir?
Allahu Teâlâ hazretleri -evliyâsıdır, sevgili kuludur- rüyada gösterir veya rüyada olmadan gösterir, gözünden perdeyi kaldırır, gösterir. İstikbalde ne olacağını, neler olup biteceğini, o şehirde ne olacağını, ilerde ne olacağını gösterebilir. Çünkü Allah-u Teâlâ hazretleri her şeye kâdirdir. Buna benzer haberleri de duyuyoruz, biliyoruz. İstikbale ait olacak şeyleri söyleyebiliyorlar.
Bahaeddin Nakşibend Efendimiz hazretleri daha doğmadan, Muhammed Baba Semmâsî hazretleri oralardan geçerken, ''Buradan bir ârif çocuk dünyaya gelecek.'' diye söylemiş. Buna benzer şeyler olabilir. Çünkü Allah indinde geçmişle gelecek bahis konusu olmadığı gibi, sevgili kulları da zamanın gerisine ve ilerisine doğru ıttıla ve sefer ederler. Tayy-i zamana, tayy-i mekâna, bu gibi şeylere Allah'ın bir ikramı olarak ererler.
Keramet ne demek?
İkram demek. Keramet olarak, Allah'ın bir ikramı olarak bu gibi şeyleri bilebilirler, söyleyebilirler.
Burada nasıl olduğu belli olmuyor. Yalnız biz biliyoruz ki Peygamber Efendimiz buna benzer hadîs-i şerîflerde kıyametin alâmetlerini, böyle şeylerin olacağını bildirmiştir. Bişr hazretleri muhtemelen Efendimiz'den aldığı bilgiyle bunu söylemiş olabilir.
Ve bi-isnâdihî kâle semi'tü Bişran yekûl. Yine aynı şahıs, yine aynı rivayet zinciriyle naklediyor, rivayet ediyor ki; Bişr'in şöyle söylediğini işitmiş bu zât, aynı şahıs.
En-nazaru ile'l-ahmakı suhnetü'l-ayni ve'n-nazaru ile'l-bahîli yukassî'l-kalb. Buyurmuş ki Bişr hazretleri;
''Ahmak insana bakmak gözün ateşidir, gözü ısıtır, hasta eder.'' Yani ahmak insan gözü hasta eder, ateşlere düşürür, yataklara düşürür. Ve'n-nazaru ile'l-bahîl yukassi'l-kalb. ''Cimri insana bakmak da gönlü kasvetlendirir, karartır.''
En iyisi böyle insanların yanlarına yanaşmamak.
Doğrusu, akıllı insanın işi nedir?
İyi insanlarla ahbaplık etmektir. Ahbabını iyi seçemezsen ondan zarar görmeye başlarsın. Çünkü ya gözün ısınmaya başlar, yavaş yavaş kör olacak. Çünkü göz ısınır, ateşlenir, hop arkasından remed olur, bakarsın körlük gelir. Cimriye bakarsın kalbin kararır. Üzüm üzüme baka baka karardığı gibi veyahut kişi refikinden azdığı gibi sonunda senin de elin titremeye, hayır yapmamaya başlarsın. Kasvet-i kalpten cömertliği unutabilirsin. En iyisi böyle adamların yanına yanaşmamak. Büyüklerimiz ne diyorlar?
Değil böyle derviş olmayan insanlar, dervişlerin gafillerinin gafleti bile insanın gönlüne sirayet eder de insana menfî tesir yapar. Onun için, sohbet ettiğin zaman senin ilmini irfanını arttıracak insanların sohbetinde bulunman lazım. Arkadaşları iyi seçmen lazım. İşin, başarının yüzde doksanı buradadır. İyi insanla arkadaş olursan iyiliğe gidersin, kötü insanla arkadaş olursan kötülüğe gidersin.
Herkesin kendine göre bir mantığı vardır. Sarhoşun da mantığı, felsefesi vardır, hırsızın da vardır, rüşvetçi memurun da vardır. ''Ne yapalım kardeşim, evde çoluk çocuk var, geçinemiyoruz. Herkes yiyor içiyor kazanıyor, biz Allah'ın kulu değil miyiz?'' Veyahut böyle edepsizlerden öyle felsefeler var ki; ''Allah gafurdur, rahimdir, affeder.'' İyi ama böyle bile bile de sen edepsizce günahlara dal Allah affeder diye, o zaman cezanı bulursun. İşte o bakımdan ''Ahmakın yüzüne bakmak gözü hasta eder, ateşlere düşürür, cimriye bakmak da kalbi kasvetlendirir, karartır.'' buyurmuş.
Böylelerine yanaşmamalı.
Ve bihî kâle semi'tü Bişren yekûl. Yine aynı senetle aynı râvi söylemiş ki;
İ'mel fî terki't-tasannu'i ve lâ ta'mel fi't-tasannu'i. Tasannu gösteriş, yapmacıklık demek. ''Yapmacıklığı terk etmek için özel bir gayret göster, yapmacıklık yapmak için bir gayret gösterme.''
İnsanlar karşısındaki insan zenginse, mevki makam sahibiyse veyahut kendisini ona beğendirmek istiyorsa, başlarlar samimi olmamaya, yapmacıklığa. Biraz kendisini beğendirmek için böyle çeşitli şeylere başlarlar. Buna tasannu diyoruz. Böyle bir şey yapma, tabii ol. ''Göründüğün gibi ol, olduğun gibi görün.'' diyoruz ya, böyle tavsiyeler var.
Yapmacık yapmaya çalışma! Yapmacık yapmamaya gayret et, özel olarak ona gayret et. İkramın, soru sorman, konuşman öyle olsun. Haksız, boş, lüzumsuz yere fazla iltifat etme. Çünkü o da zarar görür. O, yalan yanlış pohpohlardan, yapmacıklıklardan kaçın. Giyiminde kuşamında, her şeyinde tabii olmaya gayret et diye tavsiye buyurmuş.
Ve bihî kâle semi'tü Bişran yekûl. Yine aynı senetle aynı şahıs diyor ki; ''İşittim Bişr hazretleri şöyle söylüyordu.'' es-Sabru'l-cemîlu hüvellezî lâ şekvâ fîhi ile'n-nâs.
Sabr-ı cemîl; iyi, güzel bir sabır göstermek demek. Bu tabiri duymuşsunuzdur. Birisi hastalanıyor, vefat etmiş oluyor, diyoruz ki; ''Allah sabr-ı cemîl, ecr-i cezîl ihsan etsin sana.'' Yani güzel bir sabır nasip etsin, büyük sevaplar versin, diyoruz. Sabr-ı cemîl; insanın Allah'ın hükmüne itiraz etmemesi, başına gelen kader-i ilâhîyi, musibeti, belayı olgun bir şekilde karşılaması, kulluğunda sarsıntıya düşmemesi, Allah'a itiraz durumuna geçmemesi, sabırsızlık gösterip ceza' ve feza' göstermemesi aslında, ama şöyle bir tabirle anlatmış Bişr hazretleri;
Es-sabru'l-cemîl hüvellezî lâ şekvâ fîhi ile'n-nâs. ''Sabr-ı cemîl; bela, musibet, hastalık, dert geldiği zaman hiç başkasına yakınmak olmayan sabırdır.''
Yanıp herkese anlatıyor insan; ''Şöyle oldum, böyle oldum, perişan oldum, başıma şunlar geldi, ah kardeşim sorma…'' Başkasına yakınma olmayan sabır, sabr-ı cemîldir. Susacak, yani ses çıkartmayacak, belli etmeyecek, şikâyet etmeyecek. Çünkü Allah'ın takdiriyle geldi, ''Elhamdülillah. Geçer hepsi, çok şükür bu halimize.'' diyecek. Yani şekva, şikâyet olmayacak. Şekva oldu mu ne olur? Sabrın sevabı kaçar.
İnnemâ yuveffe's-sâbirûne ecrahüm bi-gayri hisâb.
Sabırlıya çok mükâfat vardır, bi-gayri hisab mükâfat vardır. Ama sabretmediği zaman o mükâfat kaçar. Sabır ne zaman olacak?
Es-sabrü inde's-sadmeti'l-ûlâ. ''İnsan darbenin gelip pat diye ilk çarptığı zamanda sabredecek.'' Ondan sonra nasıl olsa üç gün, beş gün geçti mi istese de zaten sabırsızlık gösteremez. Her şeyin bir zamanı var. İlk başta dişini sıkabiliyor mu, sabır edebiliyor mu, asıl sabır o. Bağırıp çağırıp da üç gün geçtikten sonra; yatmış kalkmış, uyumuş uyanmış, yemiş içmiş dinlenmiş,sinirleri yatışmış, şimdi sabrediyor. Geçmiş ola... Sen ilk gün sabredecektin. İlk gün bağırdın çağırdın, yakayı yırttın, saç baş yoldun, neler neler söyledin; teybe alsaydık da bir dinleseydin bakalım sen. Şimdi ''sabrettim'' diyorsun. Sabır değil, sinirlerin yatıştı artık, bitti artık. Sabrın mevsimi geçti. Geçmiş ola, bitti. Darbe gelip ilk çarptığı zaman sıkı duracaksın.
Allah bela, üzüntü, gam, keder vermesin. İlk önce onu isteyeceğiz.
''Allah'tan bir şey istediğiniz zaman afiyet isteyin.'' buyuruyor, Peygamber Efendimiz.
Bizim de işimize geliyor. Yâ Rabbi! Biz senden dinde, dünyada, âhirette her yerde her zaman afiyet isteriz. Hastalık, dert, üzüntü istemeyiz. Şenlik, esenlik, hoşluk, rahatlık isteriz.
Ama bazen sıkıntı gelir. Ölüm olur, herkes kalacak değil ya, birisi ölecek, ne yapacaksın? Hastalık olur, insanın karnı, başı, dişi ağrır, arabasının kapısı çarpılır, işinde birtakım üzüntüler olur. Ne yapacak? Sabredecek. Başkasına şikâyet olmazsa sabr-ı cemîl olur, şikâyet olursa sevabı gider.
Ve bihî kâle: Semi'tü Bişran yekûlu: Lâ tekûnu kâmilen hattâ ye'meneke aduvvüke ve keyfe yekûnu fîke hayrun ve ente lâ ye'menüke sadîkuke.
Bişr hazretleri güzel bir ifade buyurmuş. Aynı râvi aynı senetle naklediyor, demiş ki Bişr hazretleri; Lâ tekûnu kâmilen.
''Kâmil insan olamazsın.''
Hattâ ye'meneke aduvvüke. ''Düşmanın sana güven duymadıkça.'' Düşmanın bile senden emin olmadıkça, güven duymadıkça hakiki, kâmil bir insan olamazsın.
Ve keyfe yekûnu fîke hayrun.
''Sende nasıl bir hayır mevcut bulunmuş olsun ki.''
Ve ente lâ ye'menüke sadîkuke. ''Senin dostun bile senden emin değil, sana güveni tam değil, güvenemiyor. Senin şerrinden mahfuz değil.'' Dostuna bile zararın dokunurken sende nasıl hayır olur? ''Asıl kâmil olmak, düşmanının bile senden emin olması, rahat olması veya zarar görmemesiyken, dostun bile senden zarar görüyorsa, sende nasıl bir hayır olabilir?'' diyor.
El-Müslimü men selime'l-müslimûne min lisânihî ve yedihî. ''Hakiki müslüman, dilinden ve elinden öteki müslümanların zarar görmediği, selamette olduğu kimsedir.'' diye Efendimiz'in tarifi var. Biraz ona benziyor. Buradaki düşman zihnimize takılabilir. Hani insanın müslümanlar arasında da hasımları, düşmanları, rakipleri olabiliyor, buradaki düşman o mânada. Yoksa kâfir olan düşmana karşı Allah'ın emri olan çalışmalar, cihad, vesaire olacak. Buradan, ona karşı pelte gibi olmak mânası çıkmamalı.
Çıkacak olan mâna şu ki; senin toplum içinde, İslâm cemaati arasında dostun, düşmanın, rakibin vardır. Akrabadan bile bazen böyle şeyler olabiliyor. Kâmil bir insan olmak için düşmanının bile sana güvenmesi lazım. ''Tamam, o öyledir, o emin insandır, hıyanet etmez, paramı çalmaz çırpmaz, hesapta bir oyun oynamaz.'' gibi, güven duyması lazım. Dostun bile sana güvenemiyorsa sende nasıl bir hayır olabilecek? Düşmanının bile, senin eminliğini ikrar etmesi lazım.
Peygamber Efendimiz bu durumdaydı.
Peygamber Efendimiz'e müşrikler de ''Muhammed el-Emîn'' diyorlardı. ''Sözünü kabul ederiz, sen ‘dağın öbür tarafından bir düşman geliyor.' desen geliyordur, doğru söylüyorsun.'' diyorlardı. Hakemliğine müracaat ediyorlardı. Mallarını emanet bırakıyorlardı. Kâmil olmak için öyle olması lazım.
Ve bihî kâle: Semi'tü Bişran yekûl. Yine aynı râvi aynı senetle nakletmiş ki; Lâ tecidü halâvete'l-ibâdeti hattâ tec'ale beyneke ve beyne'ş-şehevâti hâitan min hadîd.
Lâ tecidü halâvete'l-ibadeh.
''İbadetin, kulluğun tadını hissedemezsin, duyamazsın.''
Hattâ tec'ale beyneke ve beyne'ş-şehevâti hâitan min hadîd.
''Kendin ile şehevât-i nefsâniyen, arzuların arasında demirden bir duvar yapmadıkça ibadetin tadını duyamazsın.'' Bu kuvvetli bir söz.
Bişr hazretleri ne demek istiyor?
İbadetin tadını duymak için şehevâtı terk etmek lazım. Öyle terk etmek lazım ki zayıf bir terk değil, sanki onlarla aranda demirden bir duvar varmış gibi terk etmek lazım. Kerpiçten olursa tuğlaları söker, insan yine öbür tarafa geçebilir. Demirden bir duvar yapmak lazım.
Nedir bu şehevât?
Nefsin şehvetleri çoktur.
İnsanın yaşına göre öne çıkan şehvetleri:
Küçükken şehvet-i bâtn -mide şehveti-vardır. Yemek, içmek ister, şeker, çikolata, helva şekeri, kâğıt şekeri, horoz şekeri, elma şekeri ister. Ayranı içer, arkasından gazoz ister; gazozu bitirir, arkasından bilmem ne ister. Yani boyuna ister. Midesine hizmet. Onu ister bunu ister, tatlı ister tuzlu ister.
Biraz büyüdü mü, şehvet deyince ilk hatırımıza gelen bu sefer şehvet-i ferc denilen arzu; cinsel arzular bu sefer, evlenmek ister, flört ister, konuşmak ister. Bu devirde dans ister, gezmek ister vesaire. Bu korkunç bir arzudur, kuvvetli bir arzudur. Allah bu arzuyu insanların içine nesil devam etsin diye koymuştur, hikmeti vardır, her şey hikmetlidir. Fakat kontrol edilmediği zaman insanların başını en çok belaya sokan budur. Hapse düşüren, belaya, günaha sokan ekseriyetle budur.
Midenin şehveti yemekle biter. Karnı doydu mu, ''Hadi şunu da ye.'' Teşekkür ederim.'' ''Çok tatlı olmuş, bir tabak daha ye.'' '' Tamam, pes.'' der artık. Midesi doydu mu biter.
Şehvet-i ferc evlendiğin zaman biter.
Ondan sonra mal mülk sevgisi gelir. ''Evlendim ya, bir evim olsa ya, bir arabam olsa ya, biraz malım olsa ya.'' diye onu ister. ''Bizim bu çocuklar ne yapacaklar, evde ne yiyecekler, ne içecekler?'' demeye başlar. Mal mülk sevgisi başlar. O zaman da onun peşinde koşturur. Uyku uyumaz, ticarete gider, uğraşır didinir, onun peşinde koşar. O da bir kuvvetli arzudur, insana çok fedakârlıklar yaptırır. Uykusunu kaçırttırır. Sonunda para kazanmak için her şeyi yapar. Kimisi para kazanmak için dinini satar, kimisi daha kötü şeyler yapar. ''PARA PARA PARA'' diye büyük harflerle yazıyorlar, bazen herkesin dini imanı haline geliyor. Bu da kuvvetli bir şey. Çünkü para oldu mu her şeyi yapabiliyor. Karnını da doyuruyor, öteki türlü ihtiyaçlarını da görüyor. Para onun için çok önemli. Onun için çalar çırpar, rüşvet alır, hırsızlık yapar, aldatır, gadreder, zulmeder vesaire vesaire.
Hadi diyelim ki bu bakımdan da tatmin oldu. Malı da var. Bu sefer karnın tok be adam, evlendin çoluk çocuğun da var, malın da var. ''Ya biraz da şanım şerefim olsa, mevkim makamım olsa.'' demeye başlar. Bu sefer sosyal bir şey istemeye başlar. Mevki makam sevgisi başlar. Mebus olmak ister. Mebus olmuşsa; ''Niye ötekisi bakan oldu da ben bakan olamadım?'' der. Böyle mevki makam ister. Bir yerde başkanlık, reislik ister ve başkalarıyla onun için mücadele eder, başkanlık mücadelesine girer.
Haritayı göstermişler Yavuz Selim'e, ''İşte dünya bu.'' demişler. Şöyle bir bakmış haritaya, ''İki hükümdar için az. Ancak bir hükümdara yeter.'' demiş. Başkasını istemiyor.
Timur'un oğulları, Timur ölmüş, koca bir imparatorluk kurmuş, her birisi saltanatı bölüşmüşler; o onunla kavga ediyor, o onunla kavga ediyor. Semerkant birisinin elinden ötekisinin eline geçiyor. Buhara ötekisinin elinden berikisinin eline geçiyor. Yemişler birbirlerini, harp etmişler, harp etmişler… Kim harp ediyor? Ahmetle Mehmet, Hasanla Hüseyin, Aliyle Veli. Yani iki müslüman. Sonra bir tanesi dayanamamış, mağlup olmuş, elindeki şehirleri kaybetmiş, Hindistan'a kaçmış. Bereket Hindistan'a kaçmış, orada kâfirler var, putperestler var, budistler Buda'ya tapıyorlar. Hindistan'ı fethetmiş Babür Şah. O da imparatorluk kurmuş. Bir kısmı da gitmiş Karadeniz'in kuzeyine Kırım'a, o tarafa yayılmış, Altınordu devletini kurmuş. İyi. Kâfire karşı oldu mu iyi de, mirasta birbirleriyle, kardeş kardeşiyle nasıl kavga ederler?
Mal sevgisi önemli. Arkasından mevki sevgisi önemli, dört.
Mevki makam sahibi de oldu mu, bu sefer baş olma, en yüksek olma, bir tane olma arzusu gelir. Ondan sonra insanı teneşir paklar. Ondan sonra hiç olur ama hiç oluncaya kadar da hayatı anlayamaz.
İşte çeşitli şehvetler var. Tabi bazı şehvetler meşrudur. Mesela insanın iştahı var, ''Karnım çok acıktı, yemek yiyeceğim.'' Normal, helal, meşru tarafından ye. Evlenmek normal. Tabi çoluk çocuğumuzu biz kendimiz evlendiriyoruz, mürüvvetini görelim, nesil devam etsin, torunlar olsun. Tamam, güzel. Meşru yollarla tamam.
Fakat bu arzular beş tane değildir. Bunların herbirinden binbir tane dal budak salmıştır ve insanları çok meşgul eder. Bu arzular, bu hevesler çok meşgul eder. Ne olacak?
Bunları terk ettiği zaman insan ibadetin tadını duyar. Bir şehveti terkettiği zaman hakikaten Allah onun ağzına bir bal damlatır, gönlüne bir tatlılık yayılır.
Diyelim ki bir harama bakacaktı, bakmamam lazım. Çok da canı istiyor, nefsi bakmayı istiyor. Yok, bakmamam lazım, bakmadı. Bakmamaya muvaffak oldu mu, o zaman gönlünde ibadetin lezzeti hâsıl olur. Dimağında ibadetin zevkini duyar. Bakarsın yatsı namazını daha keyifli kılmış. Bakarsın o gece teheccüde de kalkmış. Bakarsın sabah namazına camiye gidemiyordu, kalkamıyordu, nasip olmuş. Neden? İbadetin tadını verdi Allah, taltif ediyor onu.
İbadetin tadı Allah'ın bir ikramıdır. O tadı bulup da ibadete koşmak da ikinci bir ikramdır. Bu nasıl hâsıl olacak?
Bir, şehveti terketmekle hâsıl olacak. Mekanizma anlaşılsın diye özetliyorum. İbadetin tadını duymayan ibadete yanaşmaz. Bir şehveti tatmin eden öteki şehvetin peşine takılır. Şehvet şehveti çeker, sürükler; insanı perişan eder cehenneme götürür. Onun için ''Şehvetleri ile kendisi arasında demirden bir sur ve duvar olması lazım.'' diyor Bişr hazretleri. Kemalâta erişmek öyledir. Nâmeşru şehvetleri, istekleri, arzuları, nefsin hevasını terk etmedikçe insan ibadetin tadını duyamaz ve seyr u sülûkunda ilerleyemez.
Ve bi-isnâdihî kâle semi'tü Bişran yekûlu. Aynı râvi yine aynı rivâyet zinciriyle Bişr hazretlerinin şöyle dediğini naklediyor.
Ed-duâu terkü'z-zünûb.
Bişr hazretleri enteresan bir tarif yapmış. Dua nedir? Bizim bildiğimiz dua; el açmak, ''Yâ Rabbi şunu isterim, bunu isterim.'' demek. ''Dua günahı bırakmaktır.'' diyor. Ne demek istiyor?
Asıl dua, asıl muradına ermek, insana Allah'ın istediğini vermesi, veyahut duasının makbul olmasının şartı nedir?
Terkü'z-zünûb.
''Sen günahı bıraktın mı, terk ettin mi, o zaman Allah senin duanı kabul eder, isteğini, muradını hâsıl eder, verir.'' demek oluyor.
İşin aslı dönüp dolaşıp nereye geliyor?
Günahları, şehvetleri bırakmaya, arzuları terk etmeye.
O bakımdan işte dervişliğin aslı esası, işin özü orada olmuş oluyor. Kendimize hakim olmayı öğreneceğiz. Nefsimizi yenmeyi öğreneceğiz.
Ramazanda başlattığımız işi sene boyunca devam ettireceğiz. Yemek yemedik, hâlbuki helaldi. Bir müddet su içmedik, hâlbuki helaldi. Yani helal olan şeyleri yapmadık. Neye alışmak için helalleri bile bırakmaya alıştık? Haramlara hiç düşmemek için. Ramazan'da bir ay eğitim gördük. ''Hadi bakalım arslanım yetiştin Hadi bakalım Ramazan'ın dışında gez bakalım ortalıkta.'' Hadi!.. Gene günahlara düşüyor. Eğitimin tamam olmamış, sınıfta kalmışsın, sıfır!Geçemedin, bir daha oku. Bir dahaki sene, bir dahaki Ramazan'a kaldı iş.
İnsan nefsine uydu mu, nefsinin arzularını dinledi mi, tasavvufta tarikatte ilerleme olmuyor. Gerçekten de olmuyor. Tasavvuf ve tarikat bir zevk mesleği değil, kâmil olmanın yolu yöntemi. Olmuyor o zaman, olmuyor.
O halde nefsimize hakim olmayı öğreneceğiz. Allahu Teâlâ hazretleri cümlemizden razı olsun. Nefsini yenmeyi cümlenize, cümlemize nasip eylesin. Rıza-yı Bâri'ye uygun yaşamayı nasip eylesin. Huzuruna yüzü ak, alnı açık varacak şekilde ömrümüzü güzel değerlendirmeyi nasip etsin. Hüsnü hâtime ile âhirete göçmeyi nasip etsin.
Şu menkıbelerini okuduğumuz Allah'ın sevgili kulu evliyâullahın yanında, Peygamber Efendimiz'in, sâdât ı meşâyihimizin, büyüklerimizin yanında Firdevs-i a'lâ'ya bi-gayr-i hisâb, duhûl-u evvelîn ile dahil olmayı nasip eylesin.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âla'da Peygamber-i zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene'ım eylesin.