Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Seriyyünü's-Sakatîyyi. Bu zâtın ismi Seriy'dir. Sin, re, ye ile yazıldığı için, bunu eski yazıda tarifi iyi bilmeyen kimseler ''Sırrı'' diye okumuşlardır. Sırr-ı Sakatî diye geçmiştir bazı kitaplara. O yanlıştır. Doğrusu Seriyy, ye harfi şeddeli olmak üzere; Seriyyün. es-Sakatî de nisbesidir. Meslek ismi olmalıdır, Allahu a'lem. ''Kalitesiz, küçük, ufak tefek şey, sakatat satana Sakatî denir.'' diyor. Demek ki öyle küçük bir dükkânı varmış ve basit mallar satma mesleği imiş.
Böyle bir meslek seçerlerdi, eskilerin âdetlerindendi. Ayakkabıcılık, demircilik yapar. Demirciyse ''haddâd'' ismini alır. Kumaşçılık, terzilik yapar. Mesela ''Somuncu Baba'' diyoruz, o ekmekçilik yapıyormuş. Maksat kimsenin hakkını yemeden elinin emeğiyle geçinmek. Onun için her birisi bir meslek tutmuşlardır.
Ve minhüm Seriyyinü'bnü'l-Mugalles es-Sakatiyyü künyetühü Ebu'l-Hasen. Künyesi Ebu'l-Hasen'miş. Nisbesi Sakatiymiş. İsmi Seriyy imiş. Babasının adı el-Mugalles imiş, sin ile.
Yukâlu innehû hâlu'l-Cüneyd ve üstâzuh. ''Denilir ki; bu, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin dayısıydı ve üstadıydı.'' Yani hem annesinin erkek kardeşi, o bakımdan dayısı hem de hocası. Cüneyd-i Bağdâdî, mânevî terbiyesini bu üstattan, bu zât-ı muhteremden almış.
Sahibe Ma'rûfeni'l-Kerhiyye. ''Ma'ruf-u Kerhî diye bilinen, tanınan meşhur şeyh ile sohbeti oldu, müşâhitliği oldu. Onun meclislerine müdâvim, onun ashâbından oldu.''
Kerh, Bağdad'ın bir mahallesinin adıdır. Ma'rûf, o mübarek zâtın ismidir. Ma'rûf-u Kerhî, Bağdad'ın Kerh mahallesine bağlı kimse demek. Kerh, hı harfiyledir, kerih kelimesiyle ilgili değil.
Ve hüve evvelü men tekelleme bi-Bağdâde fî lisâni't-tevhîd. ''Seriyy es-Sakatî hazretleri Bağdat'ta ilk defa Allah'ın vahdaniyetinin esrarı ve lisanı konusunda konuşan kişidir.'' Yani Allah'ın birliğine dair ince mânalar, sözler söyleyen kişilerin en evvelinden biridir. Allah'ın birliğini anlatan, hikmetli sözler söyleyenlerin başında gelir.
Ve hakâiki'l-ahvâl. ''Tasavvufa intisap eden, mânevî seyr ü sülûke giren bir insanın çeşitli hallerinin hakikatlerine, inceliklerine, gerçekliğine, esrarına dâir ve tevhidin, Allah'ın birliğinin esrarına, sırlarına dâir ilk defa konuşan kişilerden, bu konuda sözler söyleyen mübareklerin ilklerindendi.'' demek istiyor.
Ve hüve imâmu'l-Bağdâdiyyîn. ''Seriyy es-Sakatî hazretleri Bağdatlı evliyâullahın imamı, önderidir.'' Hepsinin kendisine iktidâ ve ittibâ ettiği en büyüklerindendir.
Ve şeyhuhum fî vaktihî. ''Ömrü oldukça, yaşadığı müddetçe onların şeyhidir.'' Bağdat'ta onun üstüne insan yokmuş. Hepsinin şeyhi, üstadı ve imamı bu imiş o zamanda. Meşhur, en önde gelen, ileri kimseymiş Seriyy es-Sakatî hazretleri.
Ve ileyhi yentemi ekseru tabakâti's-sâniye. ''İkinci tabaka sûfîlere mensupların çoğu ona bağlanırlar, ona müntesiptirler, ondan el alıp devam etmişlerdir.''
Biliyorsunuz sûfîleri tabaka tabaka, devir devir ayırıyor. Onun için, kendi kitabına da Ebû Abdirrahman hazretleri Tabakâtu's-sûfiyye demiş; sûfîlerin tabakaları, nesilleri, kuşakları. İkinci kuşak, ikinci tabaka sûfîlerin ekseriyeti bu zâta intisap etmiş, ona bağlanmışlardır.
Mine'l-meşâyihi'l-mezkûrîne fî hâze'l-kitab. ''Bu kitapta zikredilmiş olan meşhur şeyhlerden ikinci tabakaya mensuplarının çoğu ona bağlanırlar.'' Düğüm noktası, dörtyol ağzı, kaynak mahiyetinde bir şahsiyeti olan önemli bir kişinin hayatını okumaya başlamışız demek ki. Bu beşincidir. On tane birinci tabaka, on tane ikinci tabaka. On tabaka anlatacak bu kitap.Okuyup hallerinden istifade etmeye çalışıcaz.
Semi'tü ebe'l-Haseni'bni'l-Miksem el-Mukrî bi-Bağdad yekûlu: Mâte Seriyyünü's-Sakatiyyu senete ihdâ ve hamsîne ve mieteyn.
''Ebu'l-Hasan Miksem el-Mukrî isimli şahıstan ben -Herhalde Ebû Abdirrahman es-Sülemî- Bağdat'ta duydum ki; Seriyy es-Sakatî hazretleri 251. hicrî senede vefat etmiş.'' Miladî'yi nasıl bulacaktık?
251'i 36'ya böleceğiz, çıkan rakamı 251'den düşeceğiz, 622'nin üstüne onu ekleyeceğiz. Çünkü 622 milâdi rakamdır. Bu kamer takvimidir. Kamer takvimi, miladî güneş takviminden ne kadar fark etmiş? 36 senede bir sene fark ettiğine göre, onu bulmak için kaç tane 36 var diye böleceğiz. Çıkan rakamı ilk önce 251'den düşeceğiz. Ekleyince üç aşağı beş yukarı bu zâtın ne zaman vefat ettiği çıkar.
Ve esnede'l-hadîs. ''Hadis rivayet etmiştir.'' Yani hadis râvileri arasına ismi girecek şekilde, usûlüne uygun hadis almış, hadis nakletmiş, hadis nakletme işleminde fonksiyon görmüş bir kimsedir, Seriyy es-Sakatî hazretleri.
Kitabı yazan Ebû Abdirrahmân es-Sülemî, biliyorsunuz bir şahsı anlatırken ismiyle, künyesiyle, beldesiyle ilgili malumât veriyor; hadis rivayet etmişse onu söylüyor, bir hadisini örnek veriyor, yani şerefini göstermek için, ''Bak ulûm-u şer'iyye ile meşgul olmuş bir kimsedir.'' diye örnek vermek için. Burada da öyle yapacak.
Ve esnede'l-hadîs. Hadis isnad etmiştir, hadis rivayet etmiştir. Seriyy es-Sakatî hazretleri hadisçilerdendir. Hangisi o hadis?
Ahbarenâ Muhammedü'bnü Abdillahi'bni Muttalibe'ş-Şeybânî
Kûfeli imiş. Bağdat'a yerleşmiş, orada hadis nakletmiş. Bağdat'ta ölmüş. ''Kûfe'de bundan duydum ki.''
Haddesenâ el-Abbasü'bnü Yûsuf eş-Şekliyyü. ''Bu şahıs bana rivayet etti.''
Haddesenâ Seriyy es-Sakatîyyu. ''Seriyy es-Sakatî bana rivayet etti.''
Haddesenâ Muhammedü'bnü Ma'nin el-Gıfârî. O da Muhammed b. Ma'n el-Gıfârî'den almış. Bu mübarek kimmiş?
Medineli imiş. Babasından ve birçok kimseden hadis rivayet etmiş. Güvenilir bir kimseymiş. Aşağı yukarı 198 senesinde vefat etmiş.
Haddesenâ Halidü'bnü Said an ebîhi, an ebî Zeyneb, mevlâ Hâzimi'bni Hermele, an Hâzimi'bni Hermelete'l-Gıfârî.
Bu şahısların aşağıda isimleri var, hayatları hakkında bilgi var. En sonuncu isim Hâzım b. Hermele b. Mes'ud el-Gıfârî, sahabidir. Bu sahabi rivayet etmiş ki;
Kâle: Merertü yevmen fereânî. ''Ben bir gün geçiyordum, beni Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gördü.'' Fekâle. Dedi ki;
Yâ Hâzim! ''Yâ Hâzim!''
Eksir min kavli lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah.
''Lâ havle velâ kuvvete illâ billah sözünü çok söyle. Bunu söylemeye çok müdâvim ol.''
Fe-innehâ min künûzü'l-cenneh. ''Çünkü bu söz cennetin hazinelerindendir.''
Ne demek?
Lâ havle velâ kuvvete. ''Hiçbir havl u kuvvet yoktur.'' İllâ billah. ''Ancak Allah'ın gücü kuvveti vardır.'' Allah izin verirse vardır. Allah'ın verdiği güç kuvvettir. Allah dilemezse hiçbir şey olmaz. Her şey Allah'ın kudreti altındadır; dilerse olur, dilemezse olmaz.
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah cennetin hazinelerinden bir hazinedir. Cenneti hazinesi nasıl olur?
Cennete insanı götüren bir hazine gibi kıymetli mânasına gelebilir. Daha başka esrarengiz mânaları olabilir.
Semi'tü Cafere'bne Muhammedi'bni Nusayr yekûlü: Semi'tü'l-Cüneyd yekûlü: Semi'tü Seriyye, yekûlü: A'rifu tarîkan muhtarasan kasten ile'l-cenneh.
Cafer b. Muhammed b. Nusayr demiş ki; ''Ben Cüneyd-i Bağdâdî'den şöyle duydum. Cüneyd-i Bağdâdî ‘Seriyy'den şöyle işittim.' dedi.'' Seriyy-i Sakatî dayısı oluyor, dayısından şöyle duymuş Cüneyd-i Bağdâdî ve rivayet etmiş o şahsa;
A'rifu tarîkan muhtasaran kasten ile'l-cenneh.
''Ben cennete kısa ve tam doğru giden bir yol biliyorum.''
A'rifu. ''Biliyorum.'' Tarîkan. ''Bir yol.'' Muhtasaran. ''Kısa bir yol.'' Kasten ile'l-cenneh. '' Cennete götüren, cennete vâsıl eden kısa bir yol.''
Fekultü: Mâ hüve? ''Nedir bu yol?'' Dayısına sormuş Cüneyd-i Bağdâdî.
Seriyy-i Sakatî hazretleri dedi ki;
Lâ tes'elü ehaden şey'â velâ te'huzu min ehadin şey'â, ve-lâ yekûnü meake şey'ün tu'tî minhü ehadâ.
''Kimseden hiçbir şey istemezsin.'' Lâ tes'elü ehaden şey'â. Kimseden hiçbir şey istemezsin.'' İstemek yok.
Ve lâ te'huzu min ehadin şey'â. ''Hiçbir kimseden hiçbir şey almazsın.'' Almak da yok.
Ve lâ yekûnü mâ şey'ün. ''Yanında da hiçbir şey olmamasıdır.''
Tu'tî minhü ehaden. ''Birisine verecek paranın pulun da olmamasıdır.''
''Yanında bir şey olmayacak, kimseden bir şey istemeyeceksin, kimseden bir şey almayacaksın. İşte bu, cennete giden kısa kestirme bir yoldur.'' buyurmuş.
Bizim büyüklerimiz de, hocalarımız da bu gibi büyüklerin sözlerinden ve hadîs-i şerîflerden, âyet-i kerîmelerden almışlar, demişler ki;
Lâ talebe. ''İstemek yok.''
Ama ayrıca büyüklerimiz demişler ki;
''Verilirse reddetmek de yok.''
Lâ talebe ve lâ red. Verilirse reddetmek de yok.'' Onu nereden çıkartmış olsa gerek büyüklerimiz?
Bir gün Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Abdullah b. Ömer radıyallâhu anhumâ'ya ''Buyur.'' diye bir şey vermiş. O da, ''Yâ Resûlallah, benim ihtiyacım yok, bir başkasına ver.'' gibi kabul etmek istememiş verilen şeyi. Onun üzerine Peygamber Efendimiz;
''Ey delikanlı, sen bir şey istemeden Allah sana bir şey verirse al, reddetme.'' demiş.
Lâ talebe ve lâ red. ''Bizim tarikatimizde istemek yok, ama verilirse reddetmek de yok.'' İkrâmı da reddetmek yok.
Bu, ''İstemeyin.'' diye Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinde o kadar tavsiye olmuş ki birisinin devesinin üstündeyken kamçısı yere düşse, istememiş. ''Şunu aşağıdan bana uzatıver.'' dememiş. Hâlbuki deve yüksektedir. Üste çıkmış adam, oradan aşağı inmek de zordur, binmek de zordur. Deveyi ıhtırmak da zordur, kaldırmak da zordur. Ama ıhtırmış, kaldırmış, kamçıyı kendisi almış, istememiş. istememeye bu kadar riâyet etmişler. ''İstemeyin.'' diye Efendimiz tavsiye ettiği için, Onun için istemek yok. Ama istenince reddetmek de yok.
Bir de bizim arkadaşlar arasında vuku bulmuş bir olay var. Birisi birisine bir şey ikram etmiş, ''Buyur.'' diye. O da;
''Teşekkür ederim. Allah razı olsun. Almayayım.'' demiş, reddetmiş, kabul etmemiş. Onun üzerine ötekisi;
''Buyur, al al.'' demiş. O da;
''Teşekkür ederim.'' demiş yine. Onun üzerine o da;
Lâ talebe ve lâ red. ''İstemek de yok, reddetmek de yok.'' demiş. Hâlbuki sen reddediyorsun.
Ötekisi de herhalde verilen şey hoşuna mı gitmiyordu, herkesin mazereti olabilir bazen. Hani midesi rahatsız olur, oruçlu olur, oruçlu olduğunu söylemek istemez. O da demiş ki;
Lâ talebe ve lâ redde ve lâ ısrâr. '' İstemek yok, reddetmek de yok, ısrar etmek de yok.'' Canına tak demiş demek ki, o da öyle demiş.
Ama Seriyy hazretleri ne diyor?
''Cennete giden kestirme kolay yol biliyorum.'' ''Nedir o?'' diye sorunca Cüneyd-i Bağdâdî;
''Yanında hiçbir şeyin olmayacak. Kimseden bir şey almayacaksın. Birisine verecek bir şey de olmayacak.'' Tam fakir, artık kabire konulsa geriye mirası kalmayacak gibi, öyle düşünmüş, öyle istemiş. Mala karşı ne kadar gözleri tok insanlar.
Ve bi-isnâdihî kâle: Semi'tü's-Seriyyü yekûl:
''Aynı senetle aynı rivayet zinciriyle Seriyy-i Sakatî'nin şöyle dediğini duydum.'' diyor. Kim duymuş? Cüneyd-i Bağdâdî.
Tabii biz bu isimlerde umûmiyetle elif lam kullanmaya alışık değiliz. Araplar elif lam kullanır. Serî es-Sakatî. İranlılar elif lam'ı bilmezler, biz İran üslûbuyla almışız. Biz ''Seriyy-i Sakatî'' deriz, ''Cüneyd-i Bağdâdî'' deriz. Hâlbuki Arapçası Cüneydüni'l-Bağdâdîyyü, yani biraz daha ilavelidir. Onun için biz Farsça'nın kestirme tarafına gitmişiz, ''Seriyy-i Sakatî'' diyoruz. Osmanlıca o tarafa, Farsça'ya fazla kaymıştır. ''Seriyy-i Sakatî Cüneyd-i Bağdâdî'den duymuş.'' diyoruz. Hâlbuki Arapça usûle göre söyleyecek olsak; ''Seriyyü's-Sakatîyyü Cüneydinü'l-Bağdâdî'den şöyle duydu, dedi.'' dememiz lazım gelecekti.
Mâ erâ lî alâ ehadin fadlen. ''Kendimde hiçbir kimsenin üstünde bir üstünlük, fazlalık, fazilet görmüyorum.'' buyurmuş Seriyy-i Sakatî. Şaşırmış tabii dinleyenler. Demişler ki;
Ve lâ ale'l-muhannesîn. ''Muhanneslerden de daha üstün görmüyor musun kendini?''
Kâle: Ve lâ ale'l-muhannisîn. ''Muhanneslerden de üstün görmüyorum.''
Muhannes ne demek?
Muhannesi herhalde eskiler biliyordu ki halk şiirine girmiş. Bir halk şairinin dörtlüğü var, diyor ki;
Muhannesin karnı doysa pilava,
Hayrı bereketi tavada sanır.
Üç kuruşluk bir mum alsa yandırsa,
Cümle kâinâtı ziyada sanır.
Yani anlaşılan, muhannes kötü huylu bir kimse demek. Araplar eğri büğrü şeylere muhannes derlermiş, lügatten baktığımıza göre.makbul olmayan insanlara verilen bir isim anlaşılan.
''Muhanneslerden de üstün görmüyor musun kendini?''
''Hayır, onlardan da üstün görmüyorum.'' demiş Seriyy-i Sakatî.
Bu da büyüklerimizin tevâzuunu gösteriyor. Tabii onun kötü huyunu beğendiği için böyle demiyor. Kendisinde Allahu Teâlâ hazretlerine lâyık bir aʻmâl-i sâliha, ona lâyık kulluk yapmış olma durumunu görmediği için söylüyor. Allah'a karşı kulluğunda mütevâzılığından, kendini kusurlu gördüğünden kendisine bu sözü söylüyor.
Buna benzer bir söz İmam-ı Rabbânî Efendimiz'den nakledilmiştir;
''Kendimi bütün insanlardan aşağı görüyorum.'' demiş. Demişler ki;
''Hindistan'a ticarete gelen şu Frenklerden de mi aşağı görüyorsun?''
''Evet, onlardan da aşağı görüyorum.'' demiş.
Mü'min kâfirden üstündür. Ne kadar aşağı olsak, kâfirden üstündür. Niye öyle söylüyor?
Allah'a güzel kulluk yapamadığını düşündüğünden. ''O kâfir hiç olmazsa cahil, bilmiyor; ben biliyorum da niye yapamıyorum?'' diye bir te'vil yoluyla demek ki kendisini hor görüyorlar. Tevâzu tabii.
Tevâzu gösterene ne olur?
Men tevâdaa rafaahullâh.
''Kim mütevazı olursa, Allah onu yükseltir.''
Ve men tekebbere vadaahullâh.
''Kim kibirlenirse, kendisini başkasından üstün görürse, onu da Allah indirir, alçaltır.''
Onun için, hakiki bir tevâzu duygusu içinde yaşadıklarından, mübarekler, kendilerini herkesten hor görmüşler. Kimsenin üstünde bir üstünlükleri, faziletleri olmadığını düşünmüşler.
Ama gerçek öyle mi?
Gerçek öyle değil! Çok büyük alimler, çok kıymetli insanlar ama kendileri kendilerinde varlık görmüyorlar ve kendilerinde kibir, ucûb olmadığından böyle söylüyorlar.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.