Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ve bi-hâze’l-isnâdi kâle Seriyyü. "Aynı rivayet zinciriyle Serî hazretleri kaddesallâhu sırrahu’l-azîz yine buyurdu ki:"
Hamsetü eşyâe lâ yeskünü fi’l-kalbi ma’ahâ gayruhâ. "Beş şey vardır ki kalpte, gönülde onunla beraber başka şey olmamalı, olmaz, olmamalıdır mânasına ‘olmaz’."
Beş şey vardır ki insanın gönlünde ondan tek olmalıdır, sadece onlar olmalıdır, onların yanında başka bir şey olmamalıdır.
Bu beş şey neymiş?
el-Havfu minallâhi vahdehû. "Sadece Allah’tan korkmak"
Bir tek Allah’tan korkmak.
Bu ne demek?
Allah’tan korkacak, başka hiçbir şeyden korkmayacak. Padişahtan, cellâttan, arslandan, kaplandan, düşmandan, falancadan, filancadan, hiçbir şeyden korkmayacak, sadece Allah’tan korkacak. Zaten bir insan sadece Allah’tan korktu mu herkes ve her şey ondan korkar. Herkes ve her şey ona itaat eder. İşin aslı böyledir, hadîs-i şerîfte bu böyledir, bir. Sadece, bir tek Allah’tan korkacak. Sadece Allah’tan, yalnız ve yalnız Allah’tan korkacak.
Ve’r-recâü lillâhi vahdehû. "Sadece Allah’tan ümit edecek."
Umduğunu Allah’tan umacak, beklediğini Allah’tan bekleyecek, başka hiçbir kimseden beklemeyecek. Anadan, babadan, evlattan, abiden, kardeşten, ortaktan, karıdan, arkadaştan, dosttan vesaire… Verirse Allah verir, beklenti sadece Allah’tan olur. Kul, Allah’tan gayrı kimden umarsa Allah umduğu dağlara kar yağdırır, yani umudunu boşa çıkarır. Tecrübeyle sabit.
Ve’l-hubbu lillâhi vahdehû. "Sadece Allah’ı sevmek."
Bir tek Allah’ı sevecek, kalbinde başka sevgi olmayacak.
"Allah’ı da seviyorum da azıcık dünyayı da seviyorum da, birazcık parayı da seviyorum da."
Olmaz, sadece Allah’ı sevecek. Ama Allah sevgisinin muhtevâsı içinde o sevgiye bağlı meşru sevgiler var. Allah sevgisinden dolayı Allah’ın Resûlu olduğu için Resûlullah’ı sevecek; Allah’ın kitabı olduğu için Kur’an’ı sevecek; Allah yolunu gösterdiği için hocasını, şeyhini sevecek. Bu tarzda Allah yolunda ama kalbinde sadece Allah’ın sevgisi olacak. Başka bir sevgi olmayacak.
Ve’l-ünsü billâhi vahdehû. "Sadece Allah’la ünsiyet edecek."
Allah’la mahrem olacak, Allah’la beraber olacak. Burada dört ediyor, sayacak olursak bir şey atlanmış, beş şey dedi, kalpte bunlardan başka şey olmamalı dedi.
el-Havfu minallâhi vahdehû. "Sadece Allah’tan korkacak." bir,
Ve’r-recâü lillâhi vahdehû. "Sadece Allah’tan umacak." iki,
Ve’l-hubbu lillâhi vahdehû. "Sadece Allah’ı sevecek."
Hani dördüncüsü yok, beşinciye geçti.
Ve’l ünsü billâhi vahdehû. "Sadece Allah’la ünsiyet edecek."
Daima Allah’la olacak; başka kimse, Allah’tan gayrı şey gönlünde olmayacak.
Arada bir tane eksik, dört tane var, halbuki beş tane dedi, ne olabilir?
Havf u recâ, el-hubbu lillâhi vahdehû. Sadece Allah için sevmek, burada ben "Allah’ı sevmek" dedim ama bir de hubbu fillâh, buğzu fillâh vardır; sırf Allah için kızmak, sevdiğini Allah için sevmek, kızdığında Allah için kızmak olabilir. Bazı insanlara da, bazı varlıklara da kızılır; meselâ ben Sırplar’a çok kızıyorum.
Neden?
Kâfir, zalim, kâtil, hain; her şey.
Havf, yalnız Allah’tan korkmak. Yalnız Allah’tan ummak, yalnız Allah için sevmek, yalnız Allah için buğz etmek, bir de gönlü Allah’la ahbaplık edecek, başka bir şeyle ahbaplık etmeyecek. Allah’la üns; tabi o âriflerin hali, yani Allah’la üns etmeyi seven insan, insanlarla ünsiyet etmekten pek hoşlanmaz, tenhalara gider, kenarlara çekilir, tek başına durmayı sever. Uzlet sevgisi, yalnızlık sevgisi insanın gönlüne girer.
Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem hazretleri peygamber olmadan önce ne oldu?
"Bana uzlet sevdirildi." diyor, niye insanlardan ayrı, tek başına Cebel-i Nûr’daki mağaraya gitti?
Günlerce orada kalıyor, evine bile gitmiyordu. Hanımına çok hürmet ediyor, sevgisi saygısı var, hakkını takdir ediyor, hayatından sonra da daima güzel anmış ama hanımının yanında bile durmamış, mağarada durmuş.
Niye yüksek kayalıklara çıkmış?
Başka insanlar gelip de "Yâ Muhammed, selâmünaleyküm ne yapıyorsun?" demesin diye kimsenin kolay kolay tırmanamayacağı yüksek bir tepeye tırmanmış. Çok zor, bir saatte zor çıkıyorsun, ter döküyorsun, emekleyerek çıkıyorsun bazı yerlerden bir mağaraya giriyorsun ama şahane güzel bir yer Dağların derinliğinden, görünmeyen kısımdan dönen yarıktan yüzüne tatlı, latif bir hava geliyor. En sıcak havada bile sanki orada bir air condition cihazı varmış gibi güzel hava geliyor.
Sonra şu tarafına çıktığın zaman dümdüz bir kaya var, sanki namaz kılsın diye Allah tarafından oraya devrilmiş bir kaya, dümdüz. Onun üstünde durduğun zaman akşamları püfür püfür rüzgar esiyor, hem de kaya tam Kâbe-i Müşerrefe’ye doğru düşmüş. Bir insanın kaldırabileceği bir kaya değil; orada vinç yok ki o oraya melekler tarafından, Cebrail aleyhisselâm tarafından düşürülmüş muhakkak. Kâbe’ye doğru bakıyor. İnsan orada durdu mu Allahu Ekber dese Kâbe’ye doğru namaz kılacak, oradan Kâbe görünüyor. Efendimiz öyle bir yer seçmiş ki Kâbe-i Müşerrefe pırıl pırıl görünüyor.
Kendisine uzlet sevdirilmiş; insanlarla ünsiyet değil, bir kenara çekilmek sevdirilmiş.
Peki, kendi kendine orada ne yapıyor?
Rabbiyle ünsiyet, Allah celle celâluh hazretleriyle yârenlik, dostluk, muhabbet. Yalnız o olacak kalbinde, o ünsiyet olacak.
el-Ünsü billâh olacak. Allah o zevkleri, neşeleri tattırsın (âmin).
Semi’tü Ebe’l-Hüseyn Muhammede’bne Ahmede’bni İbrahîm el-Fârisiyye yekûlü; semi’tü Muhammede’bne Hüseyn yekûlü; semi’tü Aliyye’bne Abdi’l-Hamîdi’l-Gadâiriyye, bi-Haleb yekûlü:
Yine Gadâirî’den ama öteki Gadâiriye nakleden şahıslar başka, Halep’teyken duymuş.
Semi’tü Seriyy yekûlü. O şahıs demiş ki: "Seriyy-i Sakatî hazretlerinin şöyle dediğini duydum: " Ecledü’n-nâsi men meleke gadabahû. "İnsanların en pehlivanı, pazısı en kuvvetli olanı gazabına hâkim olabilen, kızgınlığını dizginleyebilen, gazabına kızgınlığına sahip olup kendisini tutabilen insandır."
En kahraman, en babayiğit budur, böyle insandır.
Hadîs-i şerifte de böyle geçiyor, Seriy hazretleri bu mânayı muhakkak oradan almış. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem geçiyordu, gençler birbirleriyle güreşiyorlarmış,elense yapıyorlarmış, Peygamber Efendimiz’i görünce "Eyvah spor yaparken, birbirimizle itişip kakışırken yakalandık." diye utanmışlar. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem yanlarına gelince buyurmuş ki:
Leyse şedîd bi’s-sürea. "Asıl pehlivan güçlü kuvvetli, güreşte karşı tarafı yenen insan değildir."
İnneme’ş-şedîdü men yemlikü nefsehû ınde’l-gadab. "Asıl pehlivan gazaplandığı zaman kendisine, nefsine hâkim olabilen kimsedir."
Asıl pehlivan, asıl kuvvetli olan odur. Nefsini yenebiliyorsan en kuvvetlisin, nefsine yeniliyorsan zayıfsın.
"Elimden bir kaza çıktı dayanamadım; işte o bana şöyle dedi, yan baktı da, omuz vurdu da, ben de onun gözüne bir tane patlattım da, burnunun direği kırıldı da, midesine bir tane yumruk, tekme attım da bilmem neresi patladı da…"
Niye yaptın?
"Vallâhi ne bileyim? Kendime hâkim olamadım sinirlendim, zaten ne zamandan beri herife de bozuluyordum, ondan yaptım."
Olmadı, işte bu zayıf insan; kendisine hâkim olamıyor, olmadık işler yapıyor. Kendisini tutabilecek. Tutabilmemiz lazım, Seriyy-i Sakatî hazretleri hadîs-i şerîfin meâlini başka kelimelerle ifade ederek söylemiş.
Bu şunu da gösteriyor; bu büyüklerimiz aslında mânaları, tâlimât-ı ta’allumu gene Resûlullah’tan almış oluyorlar. Resûlullah’ın hadîs-i şerîflerini okumuşlar, hazmetmişler; hayatları, sözleri sünnet-i seniyyeye uygun olduğu için söyledikleri her sözü kurcaladığımız zaman sonunda bir hadîs-i şerîfe dayandığını görüyoruz. O mâna da burada hemen anlaşılır. Yani adam kendisi bir şey söylüyor ama aslında söylenenlerin Resûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in sözlerinin bir başka ifadeyle tekrarı olduğunu görüyoruz.
Neden?
Sünnet-i seniyyenin içine düşmüş, hamur lokmasının şerbetinin içine düşüp de tatlı olduğu gibi sünnet-i seniyyeyi içine emmiş, her tarafı sünnet-i seniyye olmuş, tatlı olmuş. Sözü de, hareketi de sünnet-i seniyyeye uygun olmuş. Ahlâkı da ahlâk-ı Peygamberî olmuş. Onu gösteriyor.
Ve bi-hâze’l-isnâdi kâle’s-Seriyyü."Yine aynı rivayet senediyle Seriy hazretleri buyurdu. " Men tezeyyene li’n-nâsi bi mâ leyse fiyhi sakata min aynillâhi azze ve celle. "İnsanlara karşı kendisinde olmayan bir takım mânevî vasıflar varmış gibi kendisini edalandırarak süsleyen kimseler Allahu Teâlâ hazretlerinin gözünden düşerler."
Adam ârif değil, âriflik edasında, pozunda. O makamın ehli değil, o makamdan dem vuruyor. Mârifetullahtan dem vuruyor, evliyâ divanından bahsediyor. Veyahut yeşil cübbe giyerler; yakası şöyle, eteği böyle, dikişi böyle olur vesaire. Böyle sahte süslemeyi kendisini karşısındakine beğendirmek için yapıyor, netice itibariyle aldatmak için yapıyor. Onun için Allah’ın gözünden düşerler, Allah gözünde mertebeleri kalmaz. Allah onları sevmez. Allah’ın sevmediği kullar olurlar.
O halde insan nasıl olacak?
Mütevâzı olacak, haddi olmayan, bilgisi olmayan konularda sükût edecek, ileri geri konuşmayacak, başkasını da şaşırtmayacak. Başkası onu bir şey sanıyor; halbuki o bomboş davul gibi bir şey, gümbür gümbür ötüyor. Ama boş, bir şey yok.
Ve bihî kâle Seriyyü. "Yine aynı rivayet zinciriyle Seriy hazretleri şöyle buyurmuş." Ve len yekmüle raculun hattâ yü’sira dînehû alâ şehvetihî ve len yehlike hattâ yü’sira şehvetehû alâ dînihî. "Bir adam dinini şehevât-i nefsâniyyesine tercih edecek bir seviyeye gelmedikçe kâmil insan olamaz."
Allah indinde mertebesini, dindarlığını, sevabını; nefsinin şehvetleri, arzuları, istekleri, hevâsına tercih edecek duruma gelmediyse kâmil insan olamaz. Kâmil değil, nefsinin esiri, nâkıs. Nefsini yenebiliyorsa, nefsinin hevâ ve hevesâtını ve şehevâtını yenebiliyorsa, dininin gerektirdiklerini tercih edebiliyorsa o zaman kâmil.
Tercih edecek; şu nefsin arzusu, şu Allah’ın verdiği sevap ama meşakkatli, zahmetli. Nefsinin istediğini değil, Allah’ın sevap verdiği şeyi yapabilecek duruma gelmişse kâmildir.
Ve len yekmüle raculun hattâ yü’sira dînehû. "Ve şehevât-ı nefsâniyesini, hevesât-ı nefsâniyesini dinine tercih etme durumuna düşmedikçe helak da olmaz."
Helak olmanın sebebi, nefsine uymaktır. Uymuyorsa kurtulur, kurtulacak demektir. Ama uyuyorsa helak olur demek. O halde bizim en büyük düşmanımız, hadîs-i şerîflerde bildirildiği gibi nefsimizdir. Aman nefsimize dikkat edelim, nefsimizin arzularına dikkat edelim. Hangisi nefsimizden geliyor, hangisi şeytandan geliyor? Onun altında "made in Japan", "made in Deucthland" gibi bilgi yok. Nereden geldiği belli değil. Biz içimizden gelen arzuyu kontrol edeceğiz.
Bizim pratik olarak düşünmemiz gereken;
"Canım bir şey istedi mi?"
"İstedi."
"Bu isteğim dine uygun mu?"
"Değil."
Arzusuna kapılırsa o zaman helak olur. Arzusuna kapılmadıkça, kendisini arzusundan kurtarabildikçe o zaman helak olmaz. Bütün mesele bu. Buna çok dikkat edin.
Semi’tü Ebâ Nasrini’t-Tûsiyye yekûlü: Semi’tü Ca’ferani’l-Huldiyye yekûlü: Semi’tü’l-Cüneyde yekûlü: Kâle raculu li-Seriyyini’s-Sakatiyyi: "Keyfe ente? Fe-kâle: Men lem yebit ve’l-hubbü haşvu fuâdihî. Lem yedri keyfe tefettetü’l-ekbâdü.
İşte bu rivayet zinciri ile, Cüneyd-i Bağdâdî’den gelen bir rivayetle. Öteki isimler de var. Ebû Nasr et-Tûsî yani Kitabü’l-Lüm’a’nın sahibi olan zât. O da tasavvufta meşhur bir eser sahibi.
Bir adam Seriyy-i Sakatî hazretlerine keyfe ente demiş. "Nasılsın?" Yani "Ne haldesin, iyi misin, hoş musun, ne haber, nasılsın?" diye sormuş. O da bir şiirle cevap vermiş.
Men lem yebit ve’l-hubbü haşvu fuâdihî
Lem yedri keyfe tefettetü’l-ekbâdü.
"Nasılsın?" sorusuna "İyiyim, hoşum, elhamdülillah" diye bir cevap vermemiş; bir şiir okuyarak cevap vermiş.
Onun mânası ne?
Men lem yebit ve’l-hubbü haşvu fuâdihî. "Gönlünün içini sevgi doldurur bir vaziyette gecelemeyen kimse, gönlü dopdolu sevgi olduğu halde gecelemeyen kimse ciğerler nasıl kebap olur bilemez."
Nasıl parça parça parçalanır anlayamaz ki. Demek istemiş ki, "Bana ‘nasılsın?’ diye soruyorsun ama şimdi ben sana halimi nasıl anlatayım. Doğru cevap versem, sen o halde değilsen nasıl anlayacaksın."
Böyle bir şiir söylemiş, şunu demek istiyor: "Kalbim Allah sevgisi ile tıklım tıklım dolu, ciğerim hasretten ‘Bir kavuşsam Rabbime’ diye parça parça parçalanıyor." Bu halde olmayan bu işi anlayamaz demek istiyor. Şâirâne bir cevap vermiş, şiirle cevap vermiş. Evet, öyledir.
Nasıldır?
Men lem yezuk lem ya’rif. "Tatmayan bilmez."
Yaşamayan bilmez, karşı tarafa yaşamadığı bir hali anlatamazsın.
Meselâ benim lisedeyken, üniversitedeyken gördüğüm, hatta şimdi hayatta birçok doçent, profesör, alim, yazar, müellif pek çok kimse var; bunlarda benim gördüğüm bir şey var. Meselâ tasavvuftan bahsediyorlar, bir şeyler söylüyorlar, tasavvufu yaşamamışsa anlamıyor ve anlatamıyor. Anlaması da mümkün değil, anlatamıyor, hatalı, kusurlu kelimeleri sapır sapır dökülüyor, ifadeleri dökülüyor. Tatmamış, en iyisi susmasıdır ama susmuyor. Susarsa cahil diyecekler diye korkusundan susamıyor, illâ bir cevap verecek, cevap verirken de dökülüyor. Parça parça sözleri hiçbir şeye yaramıyor. O hali ancak yaşayan bilir. Şöyle bir baktığı zaman anlar.
Adamın birisi perişan iki kat kaşları kırışmış şekilde yolda gidiyormuş. Arkadaşı" Yukarıdan camdan komşusu, aşağıda yürürken ona;
"Sende basur illeti vardır." demiş.
"Nereden bildin?" diye sormuş.
"Ondan bende de vardı da ‘kısamahmut otu’ derler; o otu al, iki demeti tencereye koy, su yarı kalıncaya kadar kaynat, ondan sonra onu iç, geçer." demiş.
Onun yürüyüşünden anladı, çünkü kendisi de çekmiş. Neden öyle iki büklüm olduğunu ötekisi bilmez.
Semi’tü Ebe’l-Haseni’ibne Miksemin bi-Bağdâd yekûlü: Semi’tü Ca’ferani’l-Huldiyye yekûlü: Semi’tü’l-Cüneyde, yekûlü: Semi’tü’s-Seriyye yekûlü:
Bu rivayet. Şu şundan işittim, şu şundan işittim demiş. Cüneyd-i Bağdâdî’ye rivayetiyle gelen ve Câfer-i Huldî râvîsi onun oradan gelen rivayetler, Seriyy-i Sakatî şöyle buyurmuş;
İze’btedee’l-insânu bi’n-nüsüki sümme ketebe’l-hadîse fetera. Ve ize’btedee bi-ketbi’l-hadîsi sümme tenesseke nefeze.
Kurban falan sanıyorsunuz; çünkü nüsük o mânaya da gelir, değil.
İze’btedee. "Başlarsa" el-İnsânu, "Bir insan" Bi’n-nüsüki, "Tasavvufa, bu mânevî hayatın merasimine başlarsa" Sümme ketebe’l-hadîse, "Sonra hadis yazmaya başlarsa" Fetera, "Fütur getirir."
Önce tasavvuf yoluna girdi, sonra hadis öğrenmeye kalktı, şaşırır, gevşer ve fütur getirir yani başarıya ulaşamaz. Ama;
Ve ize’btedee bi-ketbi’l-hadîsi. "Önce hadis yazmaktan işe başlarsa" Sümme tenesseke, "Sonra tasavvufa girer, nefis terbiyesine yönelirse" Nefeze, "Nüfuz eder."
Sonuna deler geçer yani gayesine ulaşır, sonuca varır.
Bu şu demektir:
"Bir insan önce dinin emirlerini, yasaklarını, farzlarını, sünnetlerini, fıkhı, hadisi, tefsiri, ulûm-u şeriyyeyi güzel öğrenirse tasavvufu da güzel olur, ölçülü olur. Ayağı kaymaz, şaşırmaz, sapıtmaz, hayâlâta, evhâmâta düşmez ve ileri geri atıp tutmaz. "Uçarım, koşarım, yağmur yağdırırım." falan… Böyle yanlış yollara sapmaz. Onun için büyüklerimiz demişler ki:
Men tasavvafa bi-gayri fıkhin tezendeke. "Fıkıh bilgisi olmadan tasavvufa giren zındıklaşır."
Çünkü büyüklerin sözlerini anlamadan kendisi yorumlamaya kalkar, onların ifadelerinden "Vay bu namazı küçümsüyor, bu şeriate çatıyor, bu alimi, vaizi kötülüyor." diye yanlış mânalar çıkarır.
O da kötüleme yoluna girer. Halbuki onun sözü başka mânayadır, onun inceliği vardır ama anlamadığı için sapıtır.
Veyahut tesbih çekerken, tasavvuf yolunda ilerlerken birtakım zuhurât, varidât kendisine vârid olunca, zahir olunca, "Vay ben oldum, bittim, tamam." gibi bir noktaya gelir, oradan da şaşırıp sapıtabilir. O bakımdan önce dinini öğrenecek, dinin aslî emirlerini, naslarını yani nusuf-u şer’iyyeyi, âyetleri, hadisleri iyi bilecek, ondan sonra mutasavvıfları da daha iyi anlar.
Biz niye tasavvuf kitabı olarak daha sonraki kitaplardan değil de bu kitaptan başladık? Niye bunu okuyoruz?
Bu zât-ı muhteremin bu kitabı Türkçe’ye terceme edilmemiş de ondan okuyoruz ama bir de bu şahıslar tefsir yazmışlar, fıkıh alimi, ulûm-u şer’iyyeyi çok iyi bilen insanlar. Bunlardan ilim alınır.
Mehmed Âkif’e sormuşlar:
"Hangi alimin sözünü dinleyelim?"
"Zihni Efendiyle Hamdi Efendi; onlar sağlamdır, her sözü senettir. Alim oldukları için sözlerine güvenilir." demiş.
Ulûm-u şer’iyyeyi öğrenmek lazım ki şeytan aldatmasın, nefis aldatmasın, tasavvufta yanılıp şaşırıp bir kaç tecelliyle aldanıp yanlış yollara düşmesin, bunu anlatmak istiyor,
Tenesseke bi’n-nüsük.
Buradaki ifade, tasavvuf yoluna girmek ve o işleri yapmak mânasına geliyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.