Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semi'tü Ebâ Bekrin Muhammedebne Abdillahi'r-râziyye yekûlü, semi'tü Ebâ Osmâne yekûlü: Enşede kavvâlün beyne yedey Hârisini'l-Muhâsibiyyi hâzihi'l-ebyât:
Fe kâme yetevâcedü ve yebkî hattâ rahimehû küllü men hadarahû.
''Ebû Bekir Muhammed b. Abdillah er-Râzî demiş ki: Ben Ebû Osman isimli zattan şöyle duydum:''
Ebû Osman, Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin çağdaşı. Onu gören, onunla konuşan kimse.
Enşede kavvâlün beyne yedey Hârisini'l-Muhâsibiyyi hâzihi'l-ebyât. ''Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin önünde bir şarkıcı, türkücü şu beyitleri okudu.''
Kavvâl, söz söyleyen demek ama çok söz söyleyen demek. Sanıyorum o zamanların insanları içinde kavvâl denilen bizim ilahi, türkü söylediğimiz gibi, biraz da makamlı şiir söyleyen, hikayeler anlatan kimseler vardı, kalabalık etrafında toplanırdı. Onlar da onları böyle sözleriyle hoşlarına gidecek şeyler söyleyerek eğlendirirlerdi.
Bunların bir kısmına kassâs denilir. Bunlar hikaye anlatıyorlar. Bu bizim alimlerin; ''Ben şundan işittim, ben şundan işittim.'' dediği tarzda sıhhatli haber değil de masal, hikaye, uydurma ne olursa… Maksat, meddahlar gibi bizim insanların hoşuna gidecek şeyler söylemek. Bunlara kassâs deniliyor. Kıssaları, hikayeleri -rivayet sağlam olsun çürük olsun- anlatan hikayeciler, eğlendiriciler demek. Kavvâl de işte bu mânada bir şey. Söz söyleyip halkı panayırlarda, şurada burada eğlendiren kimseler. Bunlar yüksek sesle okurlar, ötekiler de dinler.
Kavvâl'in birisi şu beyitleri okumuş. Bu beyitleri duyunca Hâris b. Esed el-Muhâsibî onun önünde okumuş, onun civarında okumuş.
Fe kâme yetevâcedü, ''Vecde gelmiş.'' Hâris b. Esed el-Muhâsibî kendinden geçmiş, coşmuş, vecde gelmiş ve ağlamaya başlamış. Vecd içinde kendinden geçip gözyaşları dökmeye başlamış.''
Ve yebkî hattâ rahimehû küllü men hadarahû. ''O kadar ki etrafındaki herkes onun o ağlayışına, o haline acımışlar.''
Etrafındaki herkesin kendisine acıyıp, merhamet edip üzülecekleri şekilde ağlamış, vecde gelmiş.
Ene fi'l-ğurbeti ebkî
Mâ beket aynü ğarîbi
Lem ekün yevme hurûcî
Min bilâdî bi-musîbi
Aceben lî ve li-terkî
Vatanen fîhi habîbî!
Burada üç beyit var. Öteki şahıs bu üç beyti herhalde biraz da elini kulağına koyup makamlı okuyor. Eskiden buralarda keten helvacılar vardı, İstanbul'da dolaşırdı, mahalle aralarında maniler söylerlerdi. Onun gibi bir şey olmalı. Bunları yüksek sesle söyleyince vecde gelmiş, gözyaşları dökmeye başlamış. Bu üzüntüsü, ağlaması, etrafındaki herkes kendisine acıyacak kadar uzun devam etmiş. Şimdi bu sözlerin mânasını açıklayalım;
Ene fi'l-ğurbeti ebkî. ''Ben de gurbette ağlamaktayım.''
Mâ beket aynü ğarîbi. ''Gurbette olan bir kişinin gözünün ağladığı müddetçe.'' Gurbettekiler hep vatanlarını özlerler, ağlarlar. Biz de Buhara'dan bir genci burada ders okusun diye getirdik, dayanamadı, kalktı gitti. Bugün insan gurbette olunca vatanını özlüyor ve ağlıyor. Bazen gerçekten ağlar, bazen içi ağlar yani gurbette olduğu için içi kan ağlar.
''Gurbette olan kişinin gözünün ağladığı müddetçe ben de gurbette ağlamaktayım.''
Burada mâ beket aynü ğarîbi deki mâ ed-deymûme derler. ''Müddetçe'' demek.
Lem ekün yevme hurûcî min bilâdî bi-musîbi. ''Beldemden, yaşadığım vatanımın olduğu yerlerden dışarı çıktığım zaman isabetli bir iş yapmış değildim.''
Ve yahut belki, ''O zaman başıma bir musîbet gelmiş değildi.'' diye de anlayabiliriz. Ama birincisi ''İsabetli bir iş yapmış olmadım, keşke çıkmasaydım.'' demek istiyor.
''Vatanımdan çıktığım zaman iyi bir iş yapmadım. Keşke çıkmasaydım.''
Aceben lî. ''Benim ne kadar şaşırılacak bir durumum var, bana hayret edilmeli.''
Ve li-terkî vatanen fîhi habîbî. ''Nasıl oldu da içinde sevgilimin olduğu vatanı terk ettim. Benim bu içinde sevgilimin olduğu vatanı terk etmeme ve bana çok hayret edilmek gerekir. Nasıl yaptım bu işi hayret doğrusu!'' diyor.
''Gurbetteki kişilerin, garibanın gözlerinin ağladığı müddetçe benim gözüm de gurbette ağlayacak. Çünkü benim ülkemden, vatanımdaki o beldelerimden dışarı çıktığım zaman isabetli bir şey yapmadım, şimdi anlıyorum. İyi bir şey yapmadım. Bana çok şaşırılır; benim içinde sevgili olan vatanı bırakıp da böyle diyâr-ı gurbete çıkmama çok hayret edilir. Hayret doğrusu bu işi nasıl yaptım!'' diye bu şiiri söylemiş. Hâris b. Esed vecde geliyor ve ağlıyor, vecdi devam ediyor, ediyor, ediyor herkes kendisine; ''Vah kendisini helak etti.'' diye acıyor.
Hâris b. Esed el-Muhâsibî bu şiirlerden niçin ağlıyor?
Bu şiiri yazan kimse belki maddî bir sevgiyi terennüm ediyordur. Belki kendisinin kasabasında, köyünde, obasında nişanlısı vardır, mesela oradan ayrıldı, diyâr-ı gurbette işleri bitmedi, bir türlü geriye dönemedi, nişanlısını da özlüyor. ''Hay Allah ne diye bıraktım ben oraları, bu işi de yapmasaydım, buralara da gelmeseydim, ayrı da kaldım, gidemedim de…'' diye ağlıyor. O şeye hasretini çekiyor. Belki bu şiiri yazanın böyle bir gönül macerasıdır. Maddî bir sevgidir. Amma Hâris b. Esed el-Muhâsibî bunu kendisine uyguluyor. Bu duyduğu türküyü, şarkıyı kendi noktasından tefsir ediyor, kendi durumunun da öyle olduğunu düşünüyor.
''Ben sevgilimin olduğu vatanı bırakıp da ne diye buraya geldim? Gözüm artık bu diyar-ı gurbette ağlayacak da ağlayacak.'' diyor.
Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin sevgilisi kim?
Allah'u Teâlâ hazretleri.
Onun bulunduğu yer neresi?
Görünmeyen âlem, öbür âlem. Biz o âlemden bu dünya âlemine gelmişiz, burası diyâr-ı gurbet. Bu, hadîs-i şerîflerde de çok söylenen bir şeydir. Burası bizim diyâr-ı gurbetimiz. Bizim asıl yurdumuz âhiret yurdu. Biz oradan buraya geldik, asıl vatanımızdan ayrı düştük. Şu anda gurbetteyiz. Öldükten sonra asıl vatanımıza döneceğiz. Sevgili orada, öldüğümüz zaman sevgiliye kavuşacağız. İşte Allahu Teâlâ hazretlerine olan iştiyakını, ondan ayrıldığını ve ondan uzaklarda gariban yolcu gibi olduğunu düşünüp vecde geliyor, coşuyor ve saatlerce ağlıyor.
Bu bize Mesnevî'nin başlangıcını da hatırlattı. Mesnevî; ney, kamış yani kavalın hikayesiyle başlıyor. O yanık yanık çalıyor. İçindeki hava değil sanki ateş; nerede çalınsa herkesin yüreği yanıyor. Onlar da üzülüyorlar.
Neden?
Bu kamış aslında kamışlıkta idi. Oradan kestiler, ağzını yardılar, ateşte kavurdular, ney haline getirdiler, i ondan sonra asıl yurdundan ayrı olduğu için yanıyor. İşte bu ateş herkesin içinde olmalı, herkes asıl yurduna özlem duymalı, herkes asıl sevgi diye kavuşma iştiyakını taşımalı, diyor. Mevlânâ da aynı şeyi söylüyor.
Bu türkü de aynı mânayı ifade ettiğinden Hâris b. Esed el-Muhâsibî de Mevlânâ gibi aynı yolda âşık olduğundan o da vecde geliyor ve saatlerce ağlıyor. Uzun zaman ağlıyor. Bunun ne misali olduğunu söylemiştim. Yani insanlar etrafındaki olaylardan ibret alıyorlar. Etrafına dikkatli bakıyorlar. Yukarıda ''Allah'ın davetine icabet etmek ''sözünün açıklandığı yerde geçmişti. Bir başka hikaye daha anlatalım.
Bir şeyh efendi, müridleriyle sıcak bir yaz günü bir Arap diyarında giderken bir buzcu bağırarak buz satıyor. Şöyle bağırıyor:
İrhamû men yezîbu re'sümâlihî, yâ müslimûn. ''Ey müslümanlar?Sermayesi güneşin altında eriyen şu kardeşinize acıyın.''
Buzunu satıyor. Çünkü çuvalın altında da olsa, sarılı da olsa buz sıcaktan erimekte, sermayesi eriyor. Satın alırlarsa satmış olacak, parasını alacak. Alanlar şerbete koyacaklar akşam içecekler veya su buzlu olacak, tatlı bir meşrubatı olacak. Almadılar mı, buz zaten çuvalın altında damla damla eriyor. Satarken nasıl bağırıyor?
İrhamû men yezîbu re'sümâlihi, yâ müslimûn. ''Sermayesi güneşin altında eriyen şu kardeşinize acıyın, ey müslümanlar. Şu buzları alın.'' Şaka yapıyor, böyle satıyor. Ama şeyh efendi bunu duyunca bir nâra atıyor, bir feryat ediyor, yere yığılıyor. Yüzüne su serpiyorlar, şakaklarını, bileklerini oğuşturuyorlar.
''Efendim ne oldu sana?'' diyorlar.
''Sermayesi eriyen sadece bu mu? Bizim de sermayemiz eriyor. Bizim de ömrümüz sermaye. Yıllar bu sermayeyi eritiyor, aylar, günler, dakikalar, anlar eritiyor; onu düşündüm, ondan üzüldüm, ondan feryat ettim.'' diyor.
Demek ki iyi insanlar, büyük insanlar etrafındaki olaylardan Allah'ın gizli işaretlerini seziyorlar. ''Söyleyene değil söyletene bak.'' diyorlar. Olaylardan ibret çıkartıyorlar ve gereken dersi alıyorlar. Onun da Allah tarafından kendisinin karşısına çıkartılmış bir işaret olduğunu düşünüyorlar.
Kâle ve süile'l-Hârisü: Men akhari'n-nâsi li-nefsihî fe kâle: er-Râdî bi'l-makdûri.}
''Hâris b. Esed el-Muhâsibî'ye sormuşlar ki; insanların nefsine karşı en galibi, nefsini en iyi tepeleyen en has müslüman hangisidir? Müslüman nefsini yenecek, bu hususta en başarılı kimdir? Nefsini en mükemmel tarzda zapt u rapt altına alıp nefsini kahretmekte en büyük başarıyı sağlayan kimdir?'' diye soruyorlar.
''Nasıl olacak?'' diye sormak istiyor, onu öğrenecek. ''Şöyle yapandır.'' desin diye . Diyor ki;
er-Râdî bi'l-makdûri. ''Allah'ın mukadderâtına razı olandır.''
Nefsini en iyi kahreden Allah'ın takdirine razı olandır. Allah şuna zenginlik vermiş kendisine vermemiş; ona güzellik vermiş, buna vermemiş; ona sıhhat vermiş, buna vermemiş; bir sürü mahrumiyetler… Nefis bunlardan feryadı basar, insanı ele alır. ''Bak gördün mü işte senin bir şeyin yok, canın istemiyor mu hadi al şunu da…'' der. Nefsin vesveseleri, isyanları kendi elinde olmayandan, karşısında gördüklerinden kaynaklanır. Karşıdan gördüğünü canı çeker, nefis ister, ister ve insanı kışkırtır.
O halde nefsini en çok yenen, yenebilen insan kimdir?
Allah'ın mukadderâtına razı, ''Ne yapalım ona vermiş, bize vermemiş, sus otur oturduğun yerde.'' diyebilen, kadere rıza gösterebilen en yüksek mertebededir.
Kâle ve kâle'l-Hârisü. ''Aynı rivayet zinciriyle yine Hâris b. Esed el-Muhâsibî dedi ki''
el-Halku küllühüm ma'zûrûne fi'l-akli me'hûzûne fi'l-hukmi.
''Halk, yani ahali'' Küllühüm ma'zûrûne, ''Hepsi mâzurdur.'' Fi'l-akli.''Akıl konusunda hepsi mâzurlardır.'' ''Ama verdikleri hüküm konusunda sorumludurlar.''
Bundan şunu kast ediyor. Aklı insanlara Allah veriyor, kimisine çok, kimisine az veriyor, kimisine cevher olarak eşit vermiş olsa bile kimisi bu akıl cevherini ilim ve irfan ve terbiyeyle işliyor, güzel bir hale getiriyor. Kimisi de tahsil ve terbiye görmediği için zayıf durumda kalabiliyor; aklı kıt oluyor, azalıyor, ahmak oluyor, ebleh oluyor, hafızası zayıf oluyor, anlayışı zayıf oluyor, olabilir.
''Bütün ahali, bütün mahluk, Allah'ın yarattığı insanlar, özellikle akılları konusunda mâzurdur.''
Allah onları mâzur sayar. Aklı bu kadar ermiş, bu kadarcık yapabiliyor. İbadeti, anlayışı, duası, sözü bu kadar, sezgisi bu kadar, davranışı bu kadar…
Güzel ibadetleri yakalayıp yerli yerinde yapabilmek, Allah'ın sevgisini kazanacak davranışları şıp diye ortaya koyabilmek vesaire… Bunlar iyi müslümanın çok büyük zeka işi. İyi müslüman olmak zeka işi. Bir insanın aklı ne kadar ermişse ona göre aklı nispetinde şey yapar. Onun için Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
''İnsanlara akılları kadar konuşun, akılları nispetinde konuşun, akıllarının almayacağı şeyleri söylemeyin.''
Fıttırırlar, anlayamazlar, yanlış yorumlarlar. ''Onlara o ölçüde konuşun.'' demek. Akıl konusunda herkes mâzurdur.
''Sen niye bunun gibi yapamadın, niye Mevlânâ, Bahaeddin-i Nakşibend, Abdülkadir-i Geylânî gibi olamadın?''
''Eh, ona yüksek bir deha vermiş, bu kadar akıl vermiş, bu da aşağıda.''
Akıl konusunda hepsi mâzurdur amma; Me'hûzûne fi'l-hukmi. ''Verdikleri hükümler konusunda hepsi sorumludur.''
Azıcık da olsa aklıyla nasıl bir çalışma muhakeme yürüttü, nasıl bir hüküm verdi, nasıl bir iş yaptı? Yaptığı işten sorumludur. Allah, akılların farklı olmasını mâzur sayar ama herkes az da olsa aklına göre yaptığı faaliyetinden mesuldür. Hâris b. Esed el-Muhâsibî bunda demek istiyor ki:
''Aklın az veya kıt, alimsin veya cahilsin, anlayışlısın veya değilsin ama az da olsa kafanı yorduğun zaman Allah'ın rızasına uygun bir iş ortaya koymaya, hükmünün Allah'ın rızasına uygun olmasına gayret et. Çünkü ondan sorumlusun, aklının, tahsilinin, bilginin azlığından sorumlu değilsin ama hükmünden sorumlusun. Hükmün isabetli ise sevap alırsın, yanlışsa onun cezasını çekersin. Onun için hükmüne dikkat et.''
Hüküm ne demek?
Verdiğin hüküm, muhakeme sonunda vardığın sonuç, önemli. Muhakemeni iyi kullan, iyi sonuç bulmaya çalış, sonra karışmam oradan cezaya uğrarsın. Aklın azsa az, çoksa çok; oradan bir şey olmaz. Çünkü aklı veren Allah. Ama muhakemeyi yürüten sensin, yanlış hüküm çıkartırsan cezayı yersin, demek. O halde herkes muhakemesine dikkat etsin. Sizler ve bizler için buradan çıkacak nasihat; muhakemenize dikkat edin, sonucu çok önemli.
Muhakemenizin, düşünmenizin sonucu çok önemli, yanlış şeye hükmederseniz vebal olur, sorumluluk olur, ceza olur, günah olur, âhirette sorgu sual olur.
Saf bir insan cennete girmeyecek mi?
Girecek.
Akıllı insanların hepsi cennete mi girecek?
Akıllılar cennete girecek diye bir şey yok. Adam matematiği, fiziği, kimyayı yutmuş, önüne geleni yutuyor; karnı geniş. Yutuyor ama Allah'ın rızasını, yolunu bulamıyor. Aklı istediği kadar çok olsun, karnı istediği kadar geniş olsun, kıymeti yok. Saf bir insan cennete girer, çok zeki bir insan Allah yolunda hükmünü, isabetini vermediği için, iyi işler yapmadığı için cehenneme girer. Onca bilgiye rağmen, küp gibi karnına rağmen culp diye cehennemin dibine düşer. Onun için herkes bu işin ciddiyetini bilsin, dikkat etsin demektir.
Kâle ve kâle'l-Hârisü. ''Hâris b. Esed el-Muhâsibî, yine o rivayet zinciriyle rivayet edildiğine göre buyurdu ki:''
Men lem yeşkürillâhe ale'n-ni'meti, fakat isted'â zevâlehâ.
''Kim Allah'ın kendisine verdiği nimete şükretmediyse, Allah'ın kendisine bahşettiği, ihsan ettiği nimete şükretmediyse, şükretmiyorsa, fakat isted'â zevâlehâ sanki o nimetin elinden gitmesini kendisi istemiş gibi olur, davet etmiş olur, nimetin elinden gitmesine çanak tutmuş olur.''
''Allah'ın verdiği nimete şükretmeyen kimse o nimetin elinden gitmesine çanak tutmuş, yol açmış olur, istid'â vermiş olur.''
''Yâ Rabbi, ben bu nimetin kadrini, kıymetini bilmiyorum, ben bu nimete layık değilim, üzerimden al bu nimeti.'' demiş gibi olur. Allah saklasın.
O halde ne olacak?
Nimetin kadri bilinecek, nimetin kadri şükrü eda edilecek. Müslüman, ''Yâ Rabbi, verdiğin bu nimete çok şükür.'' diye nimetin şükrünü eda etmeye gayret edecek. Onun için tefekkürünüzün, düşünmenizin bir kısmı Allah'ın size verdiği nimetler üzerinde olsun.
Elhamdülillah, şurada oturmuşuz, üşüyor musunuz? ''Elhamdülillah.'' Karnınız aç mı? ''Değil, elhamdülillah, evde yedik geldik.'' Bir derdiniz, sıkıntınız, ağrınız, sızınız var mı? ''Yok.'' Amansız bir hastalıkta mısınız? ''Elhamdülillah değiliz.'' Günah yolunda mısınız? ''Elhamdülillah, günah yolunda değiliz. Sevaplı bir yerdeyiz, büyüklerimizin sözlerini dinliyoruz, dinimizin inceliklerini öğreniyoruz, tasavvufun derin ilimlerine dalıp çıkıyoruz.'' Bunların hepsi güzel şeyler, hepsi nimet. Sırtım pek, karnım tok, işim iyi, anam, babam, çoluk, çocuğum sağ vesaire...
İnsan, nimetlerin kadrini bilecek ve bunu dili ile de ifade edecek. Allah hamd eden, şükreden kulu seviyor. Nimetin kadrini bilen kulu seviyor. Onun için sofraya oturduğunuz zaman, sofradan kalkarken, elbise giyerken, yatağa yatarken, yataktan kalkarken, su içerken vesaire her vesile ile yapmacık olmadan, candan, gönülden, içten şükredeceksiniz, hamd edeceksiniz.
''Yâ Rabbi, çok şükür. Oh şimdi rahatladım işte karnım doydu; şu su da çok lezzetliymiş, çok şükür yâ Rabbi, vermeyenlere de ver yâ Rabbi. Ben rahattayım, başka kardeşlerimi de rahata erdir yâ Rabbi. Biz burada top sesleri duymuyoruz, üşümüyoruz top sesleri altında inleyen, yaraları acıyan aç, susuz kardeşlerimize de rahmeyle, yâ Rabbi.'' O nimeti elinde olmayan kimseleri düşünüp nimetlere şükredin.
Allah'ın en çok sevdiği kullar hamdi çok olan kullardır. Onun için İmâm-ı Âzam Efendimiz çocuğuna Hammad ismini koymuş. Hammad çok hamdeden demek. Neden? Koca imam, büyük alim müctehidimiz niye çocuğuna o ismi koymuş? Çocuğu çok hamdedici olsun diye, hamd etmek çok önemli de ondan. Cennette hamdi çok edenlere mahsus köşk olacak. Allah hepinizi nimetlerinin kadrini kıymetini bilip de o köşklere girenlerden eylesin. Allah hepinizden razı olsun.
Kâle ve kâle'l-Hârisü. ''Yine aynı rivayet zinciriyle Hâris b. Esed el-Muhâsibî dedi ki:''
Ekmelü'l-âkılîne men akarra bi'l-aczi ennehû lâ yebluğu künhe ma'rifetihî. ''Müslümanların akıllılarının en kâmili, en olgunu, akıllılarının şahı, birincisi kimdir?'' Men akarra bi'l-aczi ennehû lâ yebluğu künhe ma'rifetihî. Ma'rifetihî'deki zamir Allah'a râcî, mârifetullahi teâlâ demek.
''Allahu Teâlâ hazretlerini hakkıyla bilmenin bir insanın aklının derinliklerine tam mânasıyla nüfuz etmesinin mümkün olmadığını, bu konuda beşer aklının âciz olduğunu kabul eden, anlayan insan, akıllıların en olgunudur.''
Birkaç defa sarık gibi dolaştırmadan dümdüz söyleyecek olursak; Allah'ı gerçek mânasıyla, derinlemesine her yönden tanımak mümkün değildir. Tanıyamayacağını anlamak akıllılıktır.
Allah neden tam mânasıyla bilinemez?
Çünkü leyse kemislihî şey'ün. ''Ona benzeyen hiçbir şey yoktur ki şöyledir diye tarif edeyim.''
Benzersiz olan bir şeyi tarif edemem. Sonra Allahu Teâlâ hazretleri şu koca kâinatı, şu uçsuz bucaksız fezayı, yıldızları, galaksileri yaratmış, rakamlar karşısında dehşete düşüyorum. O gök kubbelerin altında hiçliğimizi hissediyoruz ve Allahu Teâlâ hazretlerinin fizikten, kimyadan, biyolojiden öğrendiğimiz harika, harikulade âsârını, sanatının eserlerini gördükçe bu kadar muazzam kâinatın sahibi, yaratanı, yaşatanı, tedvir edeni, Allahu Teâlâ hazretleri nasıl diye hayretten hayrete,
Var bir vardır,
O'na varmak… Bu kadardır! diyor.
Evet, varlığını anladık. Ama künhünü anlamak mümkün değil. Sevdiği kul olduğu zaman o kendisi ihsan edecek, öğretecek.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.