Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Şakîk-i Belhî hazretlerinin tercüme-i hâli bölümünde, 65. sayfanın 16. paragrafında kalmıştık. Oradan itibaren okumaya devam edeceğiz.
Kâle ve kâle Şakîkun: ''İttekı'l-ağniyâe fe-inneke metâ akadet kalbeke meahüm ve tami'te fîhim fe-kad ittehaztehüm erbâben min dûni'l-lâhi azze ve celle.
Yine aynı rivayet ve isnad zinciriyle diyor ki;
Ebû Ali Saîd b. Ahmed el-Belhî, babasından naklen, o da Muhammed b. Abd'den, o da dayısı Muhammed b. Leys'ten, o da Hâmid-i Leffâf'tan, o da Hâtem-i Esam'dan işitmiş. Hâtem-i Esam ''Şakîk-i Belhî şöyle demiş.'' diye nakletmiş.
Demek ki bizim bildiğimiz isim, meşhur bir isimmiş. Hâtem-i Esam Hazretleri de çok büyük bir zât-ı muhterem, büyük bir sûfî. Demek ki yine o rivâyet ediyor.
Kâle. ''O râvi, rivayet etti, dedi ki;'' Ve kâle Şakîku. ''Şakîk şu sözü de söyledi: '' İttekı'l-ağniyâe. ''Ağniyâdan, zenginlerden sakın, korun.''
onlara bağlarsan ve onlardan bir şey temenni edersen, ‘bana bir faydaları dokunur, bunlar zengin, bir şey verirler' diye onlara tamah edersen.'' Fe-kad'ittehaztehüm erbâben min-dûni'l-lâhi azze ve celle. ''Azîz ve Celîl olan Allah'ı bırakıp da başka rabler ittihaz etmiş olan kimselerden olursun.''
Kur'ân-ı Kerîm'de âyet-i kerîme var. İnsanlar âlemlerin Rabb'ı olan Allahu Teâlâ hazretlerini bilip O'na kulluk edecekleri, ona bağlanıp ''Rabbim Allah'' diyecekleri yerde, başkalarını kendilerine bağlanacak mercî edinmişlerdir. Bazen de görünmeyen mânevî şeyleri kendilerine Rab edinmişlerdir.
Eferaeyte men'ittehaze ilâhehû hevâhü.
''Hevâ u hevesini, nefsânî hevâsını, hevâ-yı nefsâniyyesini, kendisine ilâh edinmiş olan kimseyi gördün mü?''
Sanki ilâhmış gibi, yaradanmış gibi hevâ-ı nefsinin karşısında el pençe divan durmuş, onun sözünü dinleyen kimse âdeta ona tapınıyor ve onu rab edinmiş gibi oluyor. Sonra birtakım mâruf, meşhur hatta alim insanları veya daha başka kimseleri kendine mercî ve bağlanılacak şey ittihaz edip de Allah'ı bırakıp onlara bağlanmak âyet-i kerîmelerde yasaklanmış ve bunun yanlış olduğu bildirilmiş.
O âyetlere atıfta bulunarak diyor ki;
''Zenginlerden sakın; kendini koru, kolla. Çünkü kalbini onlara bağlar, tamah eder de onlardan bir şeyler beklersen o zaman Allah'ı bırakıp Allah'tan gayrı nesneleri Rab edinen kimseler gibi sen de onları rab edinmiş olursun.''
Yanlış bir şey; ''Şirk gibi, Allah'tan gayrıya tapınmak gibi olur.'' diyor.
Her zaman söylüyoruz; cemaatimiz Fâtiha sûresini iyi bilmiyor. Okumasını biliyor da mânasını hazmetmemiş, mânasına göre hareket etmiyor.
Fâtihâ'da ne diyoruz?
El-Hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn. ''Hamd âlemlerin Rabb'ine.''
Er-Rahmâni'r-Rahîm. ''Rahmân ve Rahîm.''
Mâliki yevmi'd-dîn. ''Din gününün, yani mükâfâtın ve cezanın verildiği o karşılık verme gününün hâkimi ve mâliki olan Allah'a hamd olsun.'' diyoruz.
İyyâke na'büdü ve iyyâke nesteîn, diyoruz.
Na'büdüke ve nesteînüke demiyoruz da iyyâke na'büdü ve iyyâke nesteîn diyoruz. Kelimenin başa alınması ile ''Ancak sana ibadet ederiz. Sadece ve sadece senden yardım umar, bekler ve isteriz.'' denmiş oluyor.
''Başkasından değil sadece senden. '' Sadece Allah'tan yardım beklerken ve sadece ''Allah'a ibadet ediyorum.'' derken; zengine, hükümdara veya bir başka mevki makam sahibine dalkavukluk ederse kendisine;
''Hani sen Allah'tan bekliyordun, ne oldu? Hayrola! Sözün nerede, işin nerede? Aklın nerede, fikrin nerede? '' denilir.
Bunu hem başka insanlar der hem de Allahu Teâlâ hazretleri der. Eğer zalimlerin yardakçıları ve destekçileri olmasaydı, dalkavuklar olmasaydı, çete reislerinin etrafında çetenin fertleri olmasaydı onlar çetelik yapabilirler miydi? Zulüm yapabilirler miydi? Yapamazlardı! Demek ki zalimin zalimliği, etrafındaki avânesi ile; mafyanın mafyalığı, gangster reisinin etrafındaki yardımcıları ile oluyor. O halde zalime destekçi olmak çok kötü bir şey. Allah'ın hiç sevmediği bir şey.
Ve lâ terkenû ile'l-lezîne zalemû fe-temessekümü'n-nâr.
''Zalim olanlara meyletmeyin, rükûn eylemeyin, onlara destekçi olmayın, yanlarında yer almayın. Sonra size de Allah'ın azabı erişir, siz de cehennemde yanarsınız.'' buyuruluyor.
Demek ki insanın ağzının söylediğini, kulağının duyması lazım, sözünün ve özünün bir olması lazım. Allah'a ibadet ediyorsa Allah'a ibadet etmesi lazım. Paraya pula, kadına, nefse, dünyaya, şeytana değil, Allah'a ibadet etmesi lazım.
Şeytana nasıl ibadet ediyor?
Şeytanı dinlediği zaman şeytana ibadet etmiş oluyor.
Dünyaya nasıl ibadet ediyor?
Dünyayı hedef aldığı zaman, hırs ettiği zaman, onu elde etmek için varını yoğunu harcadığı zaman, peşinde koştuğu zaman, dünyaya tapınmış oluyor. Parayı elde etmek için çalıştığı zaman paraya tapınıyor. Bir kadının esiri olmuşsa veya kadın, bir adamın sevgisinin esiri olmuşsa ve onun için günahları da yapabiliyorsa o zaman Rabbi'ne değil ona tapıyor.
İbadet, itaat demek. İnsanın ibadet ettiğine itaat etmesi lazım. Allah'a itaat etmiyor. Allah'ın sözünü dinlemiyor. Allah'a yönelmemiş. Başka şeye yönelmiş. Allah'tan gayrı yöneldiği her şey mâsivallahtır. Mâsivâya meyl ü rükûn eylemişse, bağlanmışsa, ondan medet umuyorsa, onun peşinde koşuyorsa veya onun uğrunda yaşıyor, çalışıyorsa, onun emrini tutuyorsa o zaman onun avânesi demektir.
Şeytanın emrini tutuyorsa şeytanın hizbindendir, hizbü'ş-şeytandandır. Nefsin emrini tutuyorsa nefis ve hevâ ehli demektir. Bunu anlamak lazım. Şu boynu, bunların hepsinin kulluğundan kurtarmak lazım. İyyâke na'büdü'yü tahakkuk ettirmek lazım. ''Yâ Rabbi! Bizler ancak sana ibadet ederiz; başka bir şeye ibadet etmeyiz. Paraya kul olmayız. Kadına, mevkiye makâma, şâna şöhrete, dünyaya kul olmayız.'' Hakikaten olmamak lazım. Bunu söylediğin zaman gerçekten de yapmak lazım. Yapmıyorsa o zaman, onu rab edinmiş demektir.
Zenginlerden sakının!
Bir insan zengine sevgi, yakınlık göstermeyecek mi, onları defterden silmek mi lazım? Hayır. Zengin, dindarsa dindarlığı için sevgi gösterilir. Ama dindar değilse sırf zenginliğinden istifade için sevgi göstermek olmaz. Bir de umumi bir kâide, istatistikî bir durum şu ki insan zengin oldu mu şaşırıyor.
İnne'l-insâne le yetğâ, en-raâhu'steğnâ.
İnsan kendisini müstağni gördü mü gevşiyor. İbadetlerini gevşetebiliyor. Zevk ü sefâya dalabiliyor. Lükse, israfa kaçabiliyor. Vazifelerini yapmama durumuna düşebiliyor. Bu umumi bir durum. Şüphesiz zengin olduğu halde azmayan, şaşırmayan; Allah'ın emrini, buyruğunu, vazifesini unutmayan insanlar var. Onlar da kıymetli insanlar.
O müspet insanlara misal hangisi?
Hz. Osman. Mal varlığının büyük kısmını gözünü kırpmadan Allah'ın yoluna sarf etmiş. Onların misallerinden birisi Hz. Ebu Bekr-i Sıddîk. Bütün varlığını Peygamber Efendimiz'e tahsis etmiş, kendisine bir hasıra bürünecek kadar kalmış, hiçbir şey bırakmamış.
Resûlullah; ''Ailene ne bıraktın yâ Ebâ Bekir?'' diye sorduğu zaman;
''Allah'ı ve Resûlullah'ı bıraktım.'' diyebilmiş.
Menkıbelerini seve seve anlattığımız, hayranlık duyduğumuz Abdullah b. Mübarek zengin bir kimse.Ticaretle iştigal edermiş. Ama bir yıl cihad edermiş, bir yıl hacca gidermiş. Konağına gelene gidene, hayrını hasenâtını yaparmış. Tabii böyle zenginler fevkalâde makbûl. Ama bir kısmı da parayı aldı mı namazı kesiyor, ibadeti bırakıyor. Parayı gayr-ı meşrû yoldan kazanıyor; gayr-ı meşrû yola harcamaya başlıyor. Bakıyorsun konakta çengiler, çalgıcılar; sapıtıyor. Bu hal, asr-ı saadetten sonraki devirde Emevî saraylarında başlamış. Saraylarda, zenginlerin olduğu yerlerde umumiyetle bu zevk u sefahât hep var. O adamlar; çalgıcılar, oyuncular vesaire o meslek erbâbı onların yanına yanaşmasını, oraya sokulmasını biliyorlar. Tatlı geldiği için onlar da kabul ediyorlar. Vur patlasın çal oynasın. Bir zevk u sefâ, içki, ayş-ı nûş… Gazellerinden, şiirlerinden okuyoruz, biliyoruz. "Şâkîler gelsin, içkiler sunulsun. Çalsın sazlar, oynasın kızlar, çengiler" vesaire gibi lafları kulaklarımız duyuyor. Demek ki bunlar ekseriyetle böyle oluyormuş.
Tabii esasında mânevî bir kanun ve kaide olarak para helalinden kazanılmışsa helal yere gider. Haramdan kazanılmışsa hayra nasip olmaz. Haydan gelen huya gider, şerre gider. Haramdan kazanıldığı için şerre gider; boş yere harcanır, kumarda içkide zevkte sefahatte harcanır ve tabii bir çok günaha girilir. Umumiyetle böyle olduğu için Şakîk-i Belhî hazretleri bu tavsiyede bulunmuşlar.
''Zenginlerden sakın.'' diyor. Bu tarzdaki zenginlerden sakın veyahut iyisi de olsa kötüsü de olsa ''Zenginin iyiliği kendisinedir.'' de, yanına yanaşan adamın kalbini burada söylüyor. Zenginin yanına yanaşıp da gönlünü ona bağladın mı, ondan bir şey tamah ettin mi o zaman onu ilah edinmiş olursun. O adamın, zenginin kusuru olmasa bile orada, senin ona yanaşman yanlış bir yönden, yanlış bir düşünceyle olursa o zaman sen helak olursun. Böyle bir tehlike vardır.
İnsan zenginle de ahbap olabilir ama nesinden dolayı?
Dindarlığından dolayı. O da dindardır. O da Allah yolunda gayet güzel yürümeye çalışmaktadır. Bakarsın, seversin, arkadaş olursun. Zenginlik bir engel olmaz. Arkadaş olunacak durumu vardır; arkadaş olursun. Fakir de olsa öteki adam dinden uzaksa onu da aynı duyguyla sevmeyebilirsin. Fakir olduğundan sevmeme değil, dindarlığı olmadığından sevmeme. Ötekisinin zengin olduğundan sevme durumu değil, dindar olduğundan sevme... ''İnsan bunun dışında başka bir ölçüyle yaklaşırsa o zaman onu ilah edinmiş olur, rab edinmiş olur.'' diye ihtar ediyor. Zaten kendileri de, başka sözlerinden de anlayacağımız gibi zenginliğe pek kıymet vermemişler, para biriktirmemişler. Zaten bu mübareklerin çoğunun vasfı bu. Ellerine geçen parayı tutmuyorlar. Biriktirme, bir yere yatırma diye bir şey yok. Daima sarf ediyorlar. Öyle yaşamışlar; para bulundurmamışlar, geleni sarf etmişler. Hatta kendisi akşama kadar kazanmış; kazandığını akşamüstü yine sarf etmiş, ertesi güne bir şey bırakmamış.
17.paragraf;
Kâle ve süile Şakîkun. Yine Hâtem-i Esam dedi ki -çünkü râvi o- ''Şakîk-i Belhî'ye soruldu:''
Bi-eyyi şey'in yu'rafü bi-enne'l-abde ihtâre'l-fakre ale'l-gınâ. ''Kulun fakirliği zenginliğe tercih ettiğini, onu seçtiğini nereden anlayabiliriz, nereden anlaşılır?''
Tabii onların dünya görüşlerine göre bir insanın fakrı seçmesi lazım. Peygamber Efendimiz, el-fakru fahrî buyurmuş diye rivayet ediliyor. ''Fakirlik benim medâr-ı iftihârımdır.'' buyurmuş.
Vellezîne yeknizûne'z-zehebe ve'l-fıddate ve lâ yünfikûnehâ fî sebîlillâhi fe-beşşirhüm bi azâbin elîm âyet-i kerîmesi olduğundan para biriktirmemişler; fakirâne yaşamayı, zâhidâne bir hayat sürmeyi tercih etmişler. ''Kulun, fakirliği zenginliğe tercih ettiği hangi alâmetten anlaşılır, bu güzel sıfata insan nasıl erebilir?'' diye Şakîk-i Belhî'ye soruyorlar. Diyor ki:
Kâle yehâfü en-yesîra ganiyyen fe-yahfaza'l-fakra bi'l-havf. Kemâ kâne min kablü yehâfu en yesîra fakîren fe-yahfeze'l-gınâ' bi'l-havf.
''Buyurdu ki: Hani eskiden nasıl fakir olacağım diye korkardı da zenginliği korumak için gayret ederdi ya işte tıpkı onun gibi şimdi de zengin olmaktan korkacak.''
''Fakirlik elimden gider de bu sıfattan mahrum kalırım.'' diye, zengin olmaktan ödü patlayacak. İşte o zaman hakiki fakir zümresine, derviş zümresine girmiş olur. ''Eyvah! Elimden fakirlik gider de zengin olurum!'' diye korkarsa işte o zaman fakirlik derecesine, hakiki dervişlik derecesine gelmiş olur. Nasıl eskiden, ''Aman paralarım gider de fakir olurum.'' diye korkuyordu, şimdi de ''Aman bir yerden bir şey gelir de zengin olurum.'' diye ödü patlarsa işte o zaman hakiki fakirdir, derviştir diye söylüyor. İdeal; fakir olmak.
18.paragraf;
Kâle ve süile: Bi-eyyi şey'in yu'rafü bi-enne'l-abde vâsikun bi-rabbihî, kâle yu'rafu bi ennehû izâ fâtehû şey'ün mine'd-dünyâ yahsebühû ganîmeten ve izâ abtae aleyhi şey'ün mine'd-dünyâ yekûnü ehabbe ileyhi min en-ye'tiyehû.
''Kulun Rabbi'ne tam sarıldığı, Allah'a tam tevekkül ettiği, O'na sımsıkı sarıldığı nereden bilinir, nereden anlaşılır?'' diye sormuşlar. Buyurmuş ki:
''Dünyalıktan kendisinden bir şey kaybolursa, dünyalıktan bir şey elinden kaçarsa, eline geçmezse bunu ganimet sayar. ‘Oh, iyi ki elime geçmedi, yaşadım.' diyebilirse o zaman Allah'a tam güveniyor demektir.''
Kendisine dünyalıktan bir şey gelmesi gecikirse, bunun gelmemesini gelmesinden daha çok istiyorsa işte o zaman Allah'a tam teslim olduğu anlaşılır. Bu konuları, onların düşündüğü şekilde anlatmaya çalışıyoruz. Onların dünyalarının perdelerini şöyle aralayıp hayata nasıl baktıklarını, nasıl yaşadıklarını, onların dilleriyle ifadelerinden çıkarmaya çalışıyoruz.
19.paragraf;
Kâle ve kâle Şakîkun: İnne hıfza'l-fakri en-tera'l-fakra minneten mina'l-lâhi aleyke haysü lem yudamminke rızka gayrike ve lem-yünkıske mimmâ kaseme leke.
'Şakîk hazretleri buyurmuş ki: "Fakirliğin, dervişliğin, yoksulluğun muhafazası şöyledir: Fakirliği Allah'tan sana bir ikram olarak bilirsin. Çünkü Allah seni başkasının rızkını sağlamakla mükellef tutmamıştır. Zengin olsaydın, ona buna verecektin. Zengin değilsin, fakirsin. Demek ki Allah sana başkasının yükünü yüklememiş. Ona zenginliğinden bir şeyler verip de başkasının rızkını ona götürmekle mükellef değilsin. Bundan dolayı fakirliği Allah'ın bir ikramı, nimeti olarak bilmendir.''
Ve lem yünkıske mimmâ kaseme leke. Hem başkasının yükünü sana yüklememiş, ''Onun rızkını sen ver.'' diye sana bir vazife yüklememiş, rahattasın hem senin kısmetini de kesmemiş. Çünkü kısmeti neyse insana o gelecek. Bu muhakkak!
''Kısmetini sana verip de başkasının rızkı ile seni mükellef kılmamasından dolayı fakirliği zenginliğe nazaran Allah'ın bir ikramı bilmendir.'' diyor.
İnsan bu zihniyette olursa fakirliği muhafaza edebilir. Yoksa dayanamaz; elini açar, meyli başka tarafa gider. Bu nimeti elinden kaçırır.
Ve bi-isnâdihî kâle Şakîkun. ''Yine aynı rivayet zinciri ve senedi ile Şakîk'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiş:''
Tefsîru't-tevbeti en-terâ cür'eteke ale'llah ve terâ hilma'llahi anke.
Şimdiye kadar üç, dört paragraf hep fakirlik, zenginlik konusunda geçti. ''Fakirlik ideal, zenginlik bir külfet. Hakiki derviş zenginliği istemeyecek. Fakirliğin rahatlığına hamd edecek, şükredecek. Bunu Allah'ın bir nimeti bilecek.'' diye anlattı. Biz de onların ifadelerini okuduk, anlattık.
Şimdi konu değişti. Tevbeye geçti. Diyor ki:
Tefsîru't-tevbeti. ''Tevbenin açıklaması şudur: '' En terâ cür'eteke ala'llah ve terâ hilma'llahi anke. ''Tevbe, senin Allah'a karşı cüretkâr davranışını anlaman, o cüretkârlığına rağmen Allah'ın da sana karşı olan halim selimliğini sezmendir.''
Tevbe duygusu neymiş?
''Tevbe yâ Rabbi, affet yâ Rabbi!'' diye acziyeti itiraf, Allah'a yöneliş.
Asıl tevbe ne?
Yaptığı günahın Allah'a karşı bir cüret olduğunu anlaması,kişinin ''Yâ! Ben yine ne edepsizlik yaptım, hem de ne makama karşı edepsizlik yaptım. Yapılır mıydı bu?'' diyerek Allah'a karşı cüretinin farkına varması… Tabii Allah böyle bir cüret ve edepsizlik yapmış, günah işlemiş bir kimseyi kahredebilirdi, mahvedebilirdi. Ama hilmiyle muamele etmiş; kahretmemiş hâlâ yaşıyor. Ayakta gezebiliyor; yıldırım çarpmamış, yerin dibine geçmemiş, üstüne dağlar yıkılmamış, bir azaba uğramamış. Tevbe işte budur. Senin Allah'a karşı cüretkârlığının farkına varman, onun da senin bu cüretkârlığına rağmen sana karşı halim, selim, yumuşak davranmasındaki o büyüklüğünü sezmendir. Tevbe budur: ''Aman yâ Rabbi! Ben sana ne cüretkârâne edepsizlik yapmışım da sen yine beni cezalandırmamışsın, aman yâ Rabbi!'' Kendisinin cüretini anlaması, Allah'ın da o küstahlığa, günaha rağmen ona ceza vermemesinin farkına varması.
Ve bi-isnâdihi kâle Şakîkun. ''Yine aynı sened ve rivâyet zinciriyle Şakîk hazretlerinin şöyle söylediğini naklediyor:''
Leyse şey'ün ehabbe ileyye mine'd-dayfi, li-enne rızkahû ve mü'netehû ale'llâhi veliye ecruhû.
Bu sefer konu misafir ağırlamaya geldi. Şakîk-i Belhî hazretleri bakalım bu konuda ne diyor? Aynı rivayet zinciriyle, rivayet eden yine Hâtem-i Esam.
Leyse şey'ün ehabbe ileyye mine'd-dayfi. ''Bana, evime gelen misafirden daha sevimli bir şey yok. '' En çok misafiri seviyorum; en sevimli şey benim evime gelen misafir.
Niçin?
Li-enne rızkahû ve mü'netehu ala'llâh. ''Çünkü rızkı ve zahmeti Allah'ın üzerine, sevabı da benim üzerime.''
Misafirin rızkı ve zahmeti Allah'ın üzerine; çünkü misafirin rızkını Allah garanti ediyor. Allah gönderiyor ve o rızkın onun eline kadar ulaşması için gerekli her türlü faaliyet ve işlemler, Allah'ın takdirinin esrarı. Bu misafir ediyor; rızkı Allah'tan, zahmetler Allah'tan. Bu misafir etti diye sevabı onun. Onun için ''Misafiri çok seviyorum, misafirden daha çok sevdiğim bir kimse yok.'' diyor. ''Rızkı ve zahmeti Allah'a ama sevabı bana.'' diyor.
Misafiri sevmek İslâm'ın, gerçek müslümanın önemli duygularından birisidir. Misafirperverlik, misafir ağırlamak çok önemlidir. Misafiri sevmeyeni Allah da sevmez. Allah gazap eder.
Hatta İmâm-ı Gazzâlî'nin İhyâ'sını okurken böyle bir rivayet geçmişti. Diyordu ki:
''Misafirinize aşırı, olağanüstü, zorlayarak ikramda bulunmayın. Sizi sıkmayacak bir tarzda, yumuşak bir ikramda bulunun. Çünkü aşırı ikramda buluna buluna misafiri istememeye başlarsınız. ‘Aman evime misafir gelmesin; şimdi gelirse yine çay kahve yapacağız, pasta, börek, çörek yapacağız. Oturacağız kalkacağız, bulaşıklar birikecek. Gelmese de rahat etsem. ' Misafirin gelmesini istemediği zaman da Allah ona lanet eder, gazap eder.'' buyuruyor.'' Onun için her şey tabii olacak.
Geçenlerde bir arkadaşın evine gittik. Bir sofra kurmuş; bize ancak yeter, belki sıkışacağız bile. Camı açmış, aşağıdakileri de çağırıyor; ''Ne duruyorsunuz orada, gelin!'' diyor. Korkmuyor; gönlünde bir genişlik var. Peygamber Efendimiz;
''İki kişiye yeten dört kişiye de yeter" buyurmuş. Dört kişiye yeten sekiz kişiye de yeter. Allah bir bereket veriyor. İtikâfa girmişler. İtikâfta, ''Gelen cemaati de soframıza buyur edelim.'' demiş. Zaten itikâfta sofralarında bir mercimek çorbası var, başka bir şey yok. Arkadaşı demiş ki; ''Çorba yetmez, doymayız '' ''Doyurmak Allah'tan, çorbadan değil.'' demiş. Hakikaten cemaatle beraber hepsi o çorbanın başına oturmuşlar, daha çorba bitmeden hepsi doymuş.
Neden? Çünkü doyurmak Allah'tan. Evet, bu duygulara sahip değiliz; hanımlar hiç sahip değil. Bey evine misafir getirdi mi bazı hanımların kaşları çatılıyor. ''Şimdi niye getirdin, Allah Allah! Bu zamanda misafir getirilir mi?'' vesaire. Bazısı efendisini böyle azarlıyor, ''fıs fıs fıs'' kapının arkasında. ''Ya hanım! Tamam mutfağa ben girerim. Çayı kahveyi ben yaparım. Üzülme sen.'' Dır dır dır, vır vır vır.. Arkadan bıdır bıdır. Gelen misafirler duyuyor. Hanım memnun değil veyahut bazen de tam aksi. Hanım cömert. Hacı hanımları evine getiriyor. Adamın suratı bir karış asık; ''Yine mi eve misafir getirdin? Yine mi evde toplantı yaptın? Gitti bizim paracıklar. '' Tabii bunlar İslâmî duygu değil.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âla'da Peygamber-i zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene'ım eylesin.