Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Allah'ın sevgili kullarının, evliyâullahın hayatlarını toplamış olan Ebû Abdirahman es-Sülemî'nin Tabakâtu's-sûfiyyesi'nin 94. sayfasındayız.
Hâtem-i Esam hazretleri ile ilgili bölümde geriye kalan kısmı okuyup tamamlamaya çalışacağız.
Kâle Ebû Abdirrahmân es-Sülemî. Semi'tü Ebâ Aliyyin Saîde'bni Ahmed el-Belhıyye. Yekûlü semi'tü Ebî, yekûlü semi'tü Muhammede'bni Abdin, yekûlü semi'tü hâlî Muhammede'bne'l-Leysi yekûlu semi'tü Hâmideni'l Leffâfe, yekûlu semi'tü hâtemeni'l-esamme yekûlü el vâsiku men razakahû men la yefrahu bi'l-gınâ ve lâ-yehtemmü bi'l-fakri. Ve lâ yübâlî asbaha fî usrin ev yüsrin.
Müellifimiz Sülemî hazretleri "Ben Ebû Ali'den işittim." diyor. Ebû Ali isimli zâtın ismi Muhammed b. Saîd b. Ahmed imiş. Mevlânâ'nın şehri Belh'ten. Babasından duymuş o da Muhammed b. Abd'den duymuş. O da dayısından duymuş. Dayısı Muhammed b. Leys imiş.
Kâne sikaten. "Bu zât güvenilir bir kimseymiş."
299 senesinde, Ramazan ayında vefat etmiş. Hâmid el-Leffâf'tan duymuş, o da Hâtem-i Esam'ın böyle dediğini duymuş. Rivayet zinciri bu şekilde.
Hâtem-i Esam diyor ki:
el-Vâsiku min rızkıhî men lâ yefrahu bi'l-gınâ ve lâ yehtemmü bi'l-fakri ve lâ yübâlî asbaha fî usrin ev-yüsrin.
el-Vâsik, vesîka, vüsûk "güvenilen demek." Güvenmek masdarından. Güvenilen belgeye de vesika deniliyor. Vâsık, güvenen demek.
el-Vâsiku min-rizkihî. "Rızkından yana Allah'a güvenen."
Ya da benim ilk okuduğum gibi;
el-Vâsiku ve men razakahû. "Kendisine rızkı veren Allah'a tam güvenip dayanan kimse."
"Böyle de okunabilir." diye düşünüyorum.
Esas itibariyle konu şu; bir kimse hakikaten Allah'a tevekkül ediyor mu, hakikaten Allah'a güveniyor mu? Allah'a itimadı tam mı, bağlılığı gerçek mi, sahte mi, hakiki mi, yalancı mı? Hakiki bağlılığı olan kimseyi tarif edecek.
el-Vâsiku bi'l-lâhi's-samed. "Allah'a dayanan, güvenen kimse," nasıl bir kimsedir?
Men lâ yefrahu bi'l-gınâ. "Zenginlikle ferahlanmayan" Ve lâ yehtemmu bi'l-fakr. "Fakirlikten dolayı da gamlanmayan, üzülmeyen" Ve lâ yübâlî asbaha fî usrin ev-yüsrin. "Sabahleyin kolaylık içinde mi yoksa zorluk içinde mi kalktı?"
"Kolaylıkta, bollukta, rahatlıkta mı sabahladı yoksa darlıkta açlıkta, yoksullukta, fakirlikte, ihtiyaç halinde mi sabahladı? Bütün bunlara aldırmayan kimsedir."
Allah'a hakiki güvenen kimsenin ana vasfı; elinde bulunan veya bulunmayan şeye göre değişmeyen bir kişi oluşudur.
Durumu ne olursa olsun Allah'ı seviyor, Allah'a dayanıyor.
İzâ ü'tû minhâ radû ve izâ lem yuğtav minhâ izâhüm yeshatûn.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem eline geçen şeyleri tasadduk ederdi. Fakirlere verirdi; tevzî ve taksim ederdi. Ganimet olsun; sadaka, zekât, hayır olsun hiçbirini depo etmezdi. Biliyoruz ki sabah eline geleni akşama bırakmazdı; dağıtırdı. Akşam eline geleni sabaha bırakmaz hemen tevzî eder, dağıtırdı. İhtiyaç sahiplerine ulaştırırdı. Tabii bazen bir fakire verir; öteki gelen maldan ona vermeyip başkasına da verebilir. "Herkese her zaman vereceğim." diye bir şey de yok; değişik kimselere verebilir. Bazı kimselerin durumu bu âyet-i kerîmede anlatılıyor.
İzâ ü'tû minhâ radû. Gelen varlıklardan; mallardan, sadakalardan, zekâtlardan, ganimetlerden kendilerine verilirse "Memnun olurlar. Razı, hoşnut ve rahat olurlar." Ve izâ lem yuğtav minhâ. "Kendilerine verilmezse" İzâ hüm yeshatûn. "O zaman kızarlar, sinirlenirler."
Böyle olmaması lazım; bu nâmertlerin sıfatıdır. Mert insan, hakikaten bağlı olan, hakikaten seven insan böyle olmaz! Seven, bağlı olan insan ufak tefek değişiklerde, şartların ve durumların değişmesinden dolayı sendelemez, bocalamaz, şaşırmaz, gevşemez, imtihanı kaybetmez!
Geçen gün bir arkadaş birisini anlatıyor:
"İyi insandır, hoş insandır. Beş vakit namazını kılar. Sesi de güzeldir. Camide ezan okur, salâ verir. Hoş bir insandır. Hakikaten dindar bir ailedendir. Bir macerasını anlatıyor. Yalnız biraz acayip halleri vardır. Bir keresinde birçok kuzu beslemiş. Kurbanda satarken de çok para istemiş. En kıymetli kuzusunu satamamış. Satmak için çok uğraşmış ama yüzde elli fazla istediği için satamamış. Kimse gelip de o parayı verip de almamış. O da; 'Benim malım satılmadı.' diye kızgınlığından bayram namazına gelmemiş."
Sen ister bayram namazına gel, istersen gelme! İster namaz kıl, ister kılma! İster müslüman ol, ister olma! Kime kızıyorsun?
Kâfir olsan zararı kendine, mü'min olsan kârı kendine. Allah'a kızmak olur mu? Hâşâ sümme hâşâ! Allah imtihan ediyor. Sen de çok isteme, aç olma, tok gözlü ol! Ama tabii onu anlayacak durumda değil. İşi olmayınca bu sefer camiye namaza da gelmemiş. İnsanların durumları böyle acayip olabilir. Ama derviş, sûfî öyle değildir. Sûfî mert insandır; olağanüstü insandır, kahraman, efsanevî insandır. Destan gibi insandır! Onun için sûfî zenginlikten sevinmez, zenginlikle sevinmez. Zenginlik olmasa da sevinir. Allah vermese de sevinir. Fakirlikten de üzülmez. İster zengin olsun ister fakir olsun. Birçok kimse Allahu Teâlâ hazretlerini tam tanımıyor. Esmâ-i Hüsnâ'sında sayıyoruz.
Ganî, Muğnî, Mu'tî.
Ganî ne demek?
Zengin. Hem zengin demek hem müstağnî demek Ganî. Âlemlere, mahlukâta ihtiyacı yok. İster ibadet etsinler, ister etmesinler.
Mugnî ne demek?
Zengin edici. Zengin ediyor. Hem Mu'tî verici hem Mâni' "men edici" hem Nâfi' "fayda verici" hem Dâr "zarar verici" hem Muhyî "yaşatıcı" hem Mumît "öldürücü."
Millet iki tarafı anlayamıyor. Bir tarafı, kendisine gelen işine gelen tarafı anlıyor; işine gelmeyen tarafı anlamıyor.
Sana nimet geldiği zaman nimeti veren kim?
Allah.
Çocuğun oldu mâşallah, iyi. Para kazandın mâşallah iyi. Bir işe girdin mâşallah, kazancın tıkırında, sıhhatin yerinde; mâşallah iyi.
Bunları veren kim?
Allah.
Memnun musun?
Elhamdülillah, çok şükür memnunum.
Hastalık, fakirlik, yoksulluk gelince; işten çıkınca, çocuk ölünce ne olacak?
O zaman bir karış surat, abuk sabuk sözler…
Böyle kimseler var. Talebelerimden var. Allah bir çocuk verdi; gül yaprağı gibi çok güzel. Ben o kadar güzel bebek az gördüm. Hakikaten çok güzeldi fakat bir iki hafta içinde aldı; verdiği bebeği aldı. Annesi İslâmi şuurunu oynattı. Normal şuuru yerinde, delirmedi ama dinî bakımdan dîvâneleşti. Abuk sabuk, yalan yanlış konuşmaya, Allah'a âsî olacak sözler söylemeye başladı.
Neden?
"Allah sevgili yavrusunu aldı." diye.
Verdiği gün sevinmemiş miydi?
Çok sevinmişti. Herkes memnun olmuştu. Herkes güldü, oynadı. Ama aldığı zaman barut gibi, biber gibi ağzından çıkanı kulağı duymuyor.
Öyle şey olmaz! Derviş öyle insan değil, böyle nâmertlik yapmaz! Derviş olan, kendisini rızıklandıran Allah'a bağlılığı, güveni tam olan kimse zenginlikle sevinmez, gururlanmaz; zenginliğe itimat etmez. Zenginlik gidebilir; mühim değil. Allaha dayanır. Fakirlikten de üzülmez, korkmaz. Çünkü fakirliği giderecek olan da Allah'tır. Allah'ın rızkı boldur. Kendi yanında yok ama; "Benim dayandığım Rabbimin rızkı bol." der oradan da tasaya düşmez. Çünkü imanı sağlam. Sonra; "Sabahleyin darlıkta mı genişlikte mi sabahladı. Sabahleyin elinde yiyecek, içecek, mal, mülk, para pul var mı yok mu?" ona da aldırmaz. İşte gerçek güven bu! Hakikaten güveniyorsa Allah verir, lütfeder.
Hâtem-i Esam; "Rızkımızı elbette verecek." diye rızkı konusunda Allah'a dayanan insanın tavrı bu oluyor." diyor. Tabii insan yaptığı şeyi söyler; yapmadığı şeyi söyleyemez. Hele ki bir mutasavvıf yapmadığı şeyi katiyen söylemez. Gerçek mutasavvıf yapabildiği şeyleri söyler.
Demek ki Hâtem-i Esam hazretleri böyle bir kimse. Çok sevdiğim büyüklerimizden birisi.
Ve bi-isnâdihî kâle Hâtemün. "Yine aynı rivayet zinciri ile gelen habere göre Hâtem-i Esam Efendimiz Ebû Abdirrahman es-Sülemî rahmetullahi aleyh'e şöyle buyurmuş:"
Yu'rafü'l-ihlâsu bi'l-istikâmeti ve'l-istikâmetü bi'r-recâ ve'r-recâü bi'l-irâdeti ve'l-irâdetü bi'l-ma'rifeti. "İhlâs istikâmetle bilinir. İnsanın ihlâsı istikâmetinden bilinir."
İstikâmet yön mânasında değil. Müstakîmü'l-hâl olması, doğru halli olması, doğru yolda yürüyen insan olması mânasında. Bir insanın ihlâsı, doğru yolda yürüyüşünden belli olur. Yamuk gidiyorsa, günah işliyorsa demek ki ihlâslı değil. Müstakîm ise; sırât-ı müstakîmde yürüyen, hâli, sözü, işi müstakîm kimse ise o ihlâslı demektir. İhlâslı kimse müstakîmü'l-hâl olmakla anlaşılır; bir.
Ve'l-istikâmetü bi'r-recâ. "Müstakîmü'l-hâl olmak da Allah'a ümidi olmakla olur."
Allah'a recâsı, ümidi olan, umudu olan kimsede olur.
Ve'r-recâü bi'l-irâdeti. "Umut da müridlikle olur.
Ve'l-irâdetü bi'l-ma'rifeti. "İstemek de mârifetullaha ermekle olur."
Mârifetullah, Allah'ı bilmek demektir. Birçok kimse o mârifetullaha, irfana, ârifliğe ermiş değildir. Müslüman ama ârif seviyesine çıkmış değil. Ham, kaba, eksik, kusurlu, cahil, gafil; tam ârif değil. Eğer bir insan ârif ise o zaman onun iradesi de müridliği de yani Allah'ı istemesi, Allah'a vuslatı arzu etmesi de sağlam olur.
"Allah'ı istemesi; Allah yoluna girmesi, O'na kavuşma azmi tamam olunca o zaman ümidi de tamam olur, hâsıl olur. Ümidi hâsıl olduğu zaman da Allah'a karşı beslediği o umutla müstakîmü'l-hâl olur. Müstakîmü'l-hâl sahibi olunca da ihlâslı olur. İhlâs istikametle bilinir. İstikamet reca ile bilinir. Reca irade ile bilinir. İrade de mârifetle bilinir."
Çetin bir söz bu. Allahu a'lem bunlar bu tarzda birbirleriyle alakalı kavramlardır. Böyle olursa bu sıra ile birbirlerini tevlit ederek, ortaya koyarak bu sonuca ulaşır. Demek ki insanın doğrudan doğruya ihlâslı bir kimse olabilmesi kolay olmuyor. O ihlâs denilen güzel sıfat bütün amellerin kabul olmasının şartıdır. "Allah ihlâssız ameli kabul etmiyor." diye biliyoruz. İhlâssız namazı, orucu, haccı, sadakayı kabul etmiyor. İhlâsın çok önemli olduğunu biliyoruz ama bu ihlâsın elde edilmesinin şekli şemaili kolay değil.
İlk önce insan iyice bir ârif olacak, irfana erecek Ondan sonra irfanı ile mârifetullahla kendisinde Allah'a kavuşma aşkı, şevki, iradesi, isteği belirecek. O belirince Allah'a umudu, şevki olan bir kimse olacak. O şevk kendisine Allah'a karşı âsî olmama durumunu; daima mutî kul olma durumunu sağlayacak. Ondan sonra da her yaptığı işi o duygularla, ihlâsla yapan bir kimse olacak; ibadetleri makbul olacak.
Ve bihî kâle Hâtemün. "Yine aynı rivayetten, aynı kanaldan, aynı şahıslardan nakledildiğine göre Hâtem-i Esam hazretleri şöyle buyurmuş:"
Li-külli kavlin sıdkun ve li-külli sıdkın fi'lün ve li-külli fi'lin sabrun. Ve li-külli sabrin hısbetün ve li-külli hısbetin irâdetün ve li-külli irâdetin eseratün
Hâtem-i Esam hazretleri bir önceki sözü gibi burada da bir sıralama yaptı. Allahu a'lem şöyle buyuruyor:
Li-külli kavlin sıdkun. "Her sözün doğruluğu vardır."
Doğru oluşu vardır. Tabii her sözün doğru olmadığını biz biliyoruz. Bazı sözler yalan. Yalancıların sözleri yalandır. Ama her sözün doğru olması gerekir. O sözün doğru olmasını ispat edecek bir durumun olması lazımdır. "Sözün doğru olması gerekir. Her sözde bir doğruluk aranır." diyelim.
Ve li-külli sıdkın fi'lün. "Her bir doğruluğun da fiiliyatta olması lazım gelir."
Lafla doğruluk olmaz
Söz doğru olacak. Her doğruluğun da bir fiiliyatı vardır.
Lafta, nazariyatta ütopik olarak fikirde değil fiiliyatta görünen bir şey olması lazımdır.
Ve li külli fi'lin sabrun. "Her bir fiilin de yapılması kolay değildir."
Meşakkatlidir çünkü fiildir; tembellik değildir. Bir harekettir, faaliyettir. O da enerji ister. Enerji de sabırla hâsıl olur. Demek ki insan sabırlı olabilecek ki bir şeyler yapabilsin. Yaptığı şeyi doğru olacak. Doğru olduğu zaman sözü tahakkuk etmiş olacak; söylediği gibi bir insan olduğu anlaşılacak.
Ve li-külli sabrın hısbetün. "Her sabrın Allah tarafından bir mükâfatı vardır."
İnsan o sabrı niye yutuyor, niye çekiyor, tahammül ediyor?
Allah'tan sevap olduğu için. Niye akşama kadar oruç tutuyoruz, niye cihada gidiyoruz, yaralanıyoruz, ölümü göze alıyoruz? Niye birtakım fedakârlıklarda bulunuyoruz?
Her sabrın Allah'tan beklenen bir mükâfat tarafı var da onun için sabrediliyor.
Ve li-külli hısbetin irâdetün. "Her Allah'tan sevap ummanın da bir isteme, isteklilik durumu vardır."
İsteyerek olur bu; tesadüfen olursa olmaz. "Tesadüfen şöyle oluverdi." onun sevabı olmaz. Kendisi isteyecek, o mihneti yüklenecek. Düşünmüş taşınmış kararını vermiş; "Tamam ben oruç tutacağım." diyor. Düşünmüş kararını vermiş; "Ben cihada gideceğim." diyor. İrade ile olur; düşünme sonunda olur.
Ve li-külli irâdetin eseratün. "Her istek tefekkür, düşünme ve kararın da bir tesiri vardır da o karar ondan alınmıştır."
Allahu a'lem. Tabii o tesir de yine Allah'tandır. Allah nasip etmese insan iyiliği düşünemez bile.
Ve mâ-teşâûne illâ en-yeşâallâh. "Allah istemese bir şey istemek bile elinizden gelmez."
Her istediğimizi yapıyoruz sanıyoruz ama Allah istemese o istek bile insanın içinde hâsıl olmaz. Yine her şey Allah'tan oluyor.
Bu sözden anladığımız nedir?
Şöyle özetlemek gerekirse; "İnsanın sözü doğru olmalı. Doğruluk lafta kalmamalı fiiliyatta olmalı. Fiiliyatı yaparken de insanda sabır gerekecek; böyle sevaplı işler sabırla olur. Sabır sahibi olmalı. Her bir sabrın da sonunda Allah tarafından bir mükâfatı vardır. O mükâfatı düşünmek de bir iradenin sonunda hâsıl olur. O da içinde Allah'ın verdiği bir aşkla, şevkle, tesirle meydana gelir."
Allah gönüllerimize hayırları ilham eylesin ve her yaptığımız işi Allah'tan mükâfat bekleyerek yapacak şuura erdirsin. İyi olarak kararlaştırdığımız şeyleri de meşakkatine katlanarak, ıhlayarak, sıkılarak yapacak bir sabır, bir metanet versin. Böylece hayırlı fiilleri yapabilelim, tamamlayabilelim. Cümlemize bu şekilde iyi bir müslüman olmak nasip olsun.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.