Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Yani tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş bu büyük âlim. Ve bu eseri çok kıymetli bir Mısırlı profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Bu Türk dilimize henüz tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Sûfiyye meşâyihinin hayatını anlatan Tabakâtu's-sûfiyye isimli kitabın Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri ile ilgili bölümüne geldik. 69. sayfanın ikinci paragrafından devam ediyoruz.
Semi‘tu'l-Hasene'bne Aliyyi'bni Hayyeveyh ed-Dâmgâniyye yekûlu, semi‘tu'l-Hasene'bne Alleveyh yekûlu, kâle Ebû Yezîd.
Müellif söylemiş olsa gerek ki; "Semi‘tu ‘işittim.'" diyor.
"Hasan ibni Ali Hayyeveyh ed-Dâmgânî'den duydum, O da Hasan ibni Alleveyh'ten duymuş, O da Ebû Yezîd-i Bistâmî'den duymuş."
Biz Bâyezîd diyoruz. "Ebû Yezîd” demek “Bayezid” demek. Yani Bâyezîd-i Bistâmî şöyle demiş:
Kâle Ebû Yezîde.
Niye “Yezîde” diyoruz?
Çünkü “Yezîde” fiil sîgasından özel isim olduğundan gayr-i mu’sariftir; cer ve tenvin kabul etmediğinden Ebû Yezîde deniliyor, Arap dilbilgisi kaidesi böyle.
Ebû Yezîd yani Bâyezîd-i Bistâmî şöyle demiş:
Kaadtu leyleten fî mihrâbi, fe-mededtu riclî, fe-hetefe bî hâtifun men yucâlisu'l-mulûke yenbeğî en yucâlisehum bi-husni'l-edeb.
"Bir gün mihrabımda oturmuştum."
Mihrâb bize göre bir camide imamın geçip namazı kıldırdığı, önündeki girintili kısma deniliyor ama Kur'ân-ı Kerîm'de de geçiyor;
“Kullemâ dehale aleyhâ Zekeriyye'l-mihrâbe vecede indehâ rizgâ.
Meryem validemizin ibadet yerine de mihrâb deniliyor.
"Zekeriya aleyhisselam oraya ne zaman girse kendisinin getirmediği -kilit kendisinin elinde başkasının girmesi de mümkün değil- çeşit çeşit, türlü türlü rızıklar görürdü." mânasına gelen âyet-i kerîme'de mihrab kelimesi geçiyor. Demek ki biz mihrab kelimesini şöyle bir girinti mânasına kullanıyoruz, Kur'an-ı Kerîm'de o mânaya değil. "İbadete tahsis edilmiş oda, hücre, yer." mânasına… Burada da o mânaya kullanılmış.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri; "Bir gün ibadetgâhımda, ibadet odamda oturmuştum." diyor
“Fe mededtu riclî”
"Bir ayağımı uzattım."
“Fe-hetefe bî hâtifun”
"Kulağıma gâibten seslenen bir kimsenin sesi geldi; şöyle diyordu:"
“Men yucâlisu'l-mulûke yenbeğî en yucâlisehum bi-husnu'l-edebi.”
"Hükümdarlarla oturan insanların onların meclisinde edebe riayet ederek oturmaları gerekir."
Böyle bir ses geldi. Hâlbuki kimse yok. Odasında ibadet ediyor.
Hâtif "Gâibten seslenen varlık" demek. Bazılarına göre hâtif bir melektir; o melek insana görmediği bir yerden, görmediği bir şekilde seslenir. Öyle bir ses geliyor ama baksa kimseyi göremez, çünkü melek. Veyahut da sahibi belli olmayan, görülmeyen seslenene hâtif derler. Onun seslenmesine hetefe derler.
"Bana böyle bir seslenici seslendi."
Artık kimdi böyle seslenen? Melek midir? Başka bir varlık mıdır, neyse?
"Hükümdarlarla oturan edeple oturmalı." dedi.
Neden böyle dedi?
Çünkü o mihrab, ibadet mahalli Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin. Oraya girdiği zaman hükümdarlar hükümdarı Allah u Teâlâ hazretlerine ibadet için giriyor; orada onun için oturuyor. O halde dünyadaki bir hükümdarın yanında edeple oturulduğu gibi Allah u Teâlâ hazretlerinin huzurunda çok daha fazla edebe riayetle oturmak lazım gelir. Demek ki, ibadethanesinde ayağını uzatması uygun düşmemiş ki hâtiften bir ses geliyor ve böyle yapmaması gerektiği kendisine münasip bir şekilde hatırlatılmış oluyor.
Dikkat ederseniz biz namaz kılarken diz çökerek oturuyoruz ki hürmetin en güzel nişânesidir. Eğer dizinde, ayağında bir ağrı ve arıza yoksa böyle oturmaya dikkat etmek lazım.
Ömer Ziyâddîn Efendi hazretlerinin oğlu Prof. Dr. Yusuf Ziya Binatlı: -Allah razı olsun- "Biz saatlerce otururduk, kıpırdamazdık. Şimdiki gençlerin diz çökerek oturmaya tahammülleri olmuyor. Biz tâlim ederdik ve kıpırdamamak âdetti. Kıpırdamak doğru sayılmazdı. Diz çökmekten başka bir şekilde oturmak da caiz değil gibiydi. Öyle oturulurdu." diyor.
Tabii insan yaşlandığı zaman dizindeki kireçlenme, arıza, eklemlerdeki sıkıntı, kıkırdakların rahatsızlanması dolayısıyla bazı şeyleri yapamayabiliyor. Ayağını, parmağını kıvıramayabiliyor. Mesela başparmağını kıbleye dönük tutabilmesi lazım ama rahatsızlık olunca yapamayabiliyor veya eğilemeyebiliyor. O zaman başı ile îmâ ile namazı kılıyor. Ama yapabildiğince, olanca dikkati ile ve olanca hürmeti ile hürmetkâr bir şekilde hareket etmek lazım, hürmetkâr bir şekilde oturmak kalkmak lazım. Edebe riayet etmek lazım. Çünkü nasıl dünyadaki büyük zâtların huzurunda hürmetkâr oturuluyorsa onların hepsinden çok daha fazla Allah u Teâlâ hazretlerinin huzurunda edebe riayet etmek lazım.
“Ve bihî gâle.”
"Aynı rivayet zinciriyle müellif Sülemî’ye kadar gelen haberde:"
“Suile Ebû Yezîde an-dereceti'l-ârif, fe-gâle leyse hunâke derecetun bel a'lâ fâideti'l-ârifi vucûdu ma'rûfihî.”
“Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine ‘Ârifin derecesi nedir, nasıldır mertebesi, mevkii, makamı, hâli, şânı nasıldır?' diye soruldu.”
O da cevaben buyurdu ki:
"Leyse hunâke derecetun”
"O makamda öyle bir mevki, derece bahis konusu değildir."
Ârif olmuşsa insan, irfana ermişse, mârifetullahı hâsıl etmişse, Allah'ı bilen bir insan hâline gelmişse;
“Bel a'lâ fâideti'l-ârifi”
"Ârifin en yüksek duygusu…"
Fâide burada "içinde duyduğu mâna" demek.
“Vucûdu ma'rûfihî.”
"Bildiği, mârufu olan Allah u Teâlâ hazretleri, mâbudu ve mârufu olan Allah u Teâlâ hazretlerinin varlığıdır."
Yani Onu hisseder, başka bir şey hissetmez. Orada mevki, makam, rütbe, şan, hal, sıfat yok olur. Ârif irfân-ı hakîkîye erdi mi sadece mârufunun yani Rabbinin varlığını hisseder; başka bir şey hissetmez. Bu başka şeyin düşünüldüğü, konuşulduğu bir hal değildir. O mertebede bir O vardır; başka bir şey yoktur.
“Gâle ve gâle Ebû Yezîde.”
"Yine aynı râvî Ebû Yezîd-i Bistâmî'nin şöyle dediğini rivâyet etmiş."
“el-Âbidu ya'buduhû bi'l-hâli ve'l-a‘rifu'l-vâsılu ya'buduhû fi'l-hâli.”
Tabii bu sözlerin inceliklerini anlamak için o halleri yaşamak lazım. Ama hiç olmazsa Arapça'yı biraz iyi bilmek lazım. Çünkü çok ince sözler söylüyorlar, mânalar çok derin. Bâyezîd-i Bistâmî demiş ki:
"Âbid Allah'a hal ile birtakım hâller ve tavırlar ile ibadet eder. Ama Allah'a vasıl olmuş olan ârif kul Allah'a hal içinde, güzel bir hal ile ibadet eder."
Bu sözden maksat ne olabilir diye düşünelim.
Bir âbid var; ibadet ediyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor, tesbih çekiyor, vazifelerini yapıyor, Allah'ın emirlerini yerine getiriyor. Tasavvufta en yüksek mertebe âbidin değildir. Âbid aşağı mertebededir, daha yükseldiği zaman zahid olur. Daha yükseldiği zaman ârif olur. Daha yükseldiği zaman âşık olur. Yani tasavvufun mertebelerinin yükseği âriflerin makamıdır. Âbidlik makamı daha aşağıdadır. Ârif denildiği zaman adeta ibadetleri şeklen yerine getiren ama henüz kalbi, gönlü çok nurlanıp da tam irfâna erememiş kimse kastediliyor. Henüz batınını nurlandıramamış, kalp gözünü tam açamamış, tam maksûda erişememiş, olgunlaşamamış kimse kastediliyor.
Âbid Allah'a hal ile ibadet eder. Yani şeklen, zâhirdeki şekillere, usullere, tarzlara göre ibadet yapar. İşte, el pençe divan durur, boynunu büker, vesaire. Ama Allah'a vasıl olmuş, maksuda ermiş, olgunlaşmış, vâsıl-ı ilallâh Allah'a ulaşma makamına yükselmiş olan ârif kul ise Allah'a hal içinde ibadet eder. Hal ile şekil ile değil de güzel bir hâle bürünmüş olarak ibadet eder.
Yani şöyle diyebiliriz: "Birisi şeklen ibadet eder, birisi duyarak; hissede hissede, tadını çıkara çıkara, o hâli yaşaya yaşaya, zevkini tada tada ibadet eder."
“Gâle ve suile Ebû Yezîde, bi-mâzâ yusteânu ale'l-ibadeti, fe-gâle bi-l-lâhi in kunte ta‘rifuhû.”
"Yine Ebû Yezîd-i Bistâmî hazretlerine birisi sormuş ki:"
Tabii öyle sıradan insanlar değiller; tasavvufta ilerlemiş, dinî bilgileri yüksek insanlar. Sorular ince, cevaplar da onlara göre ince, hassas ve yüksek. Birisi sormuş ki:
“Bi-mâzâ yusteânu ale'l ibâdeti”
"Allah'a kulluk ve ibadet yapmaya ne yardımcı olabilir?"
"Neye mazhar olursa insan ibadeti kolay yapar? İbadeti kolay yapmanın destekçisi ne olabilir? Nereden destek alır? İnsan güzel ibadet etmeye ne ile kudret bulur?" gibi bir soru sormuş.
Yani hepimiz ibadet ediyoruz da, güzel ibadeti nasıl yapabiliriz? Ne yapmak, hangi sebeplere tevessül etmek lazım ki yaptığımız ibadet makbul ve güzel bir ibadet olsun. "Acaba bunun levâzımâtı, tedârikâtı, esbâbı nedir? Neleri yaparsak güzel ibadet etme durumuna yükselebiliriz?" diye sormuşlar.
Bu soruyu size sorulmuş gibi bir düşünün; cevabını kendi içinizde arayın. Bakalım Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin cevabı nasıl? Diyor ki:
“Fe-gâle bi'llâhi”
"Allah ile."
Güzel olmasının tedârikâtı yine Allah'tandır, Allah yardım ederse olur.
“İn kunte te'rifuhû”
"Eğer sen Allah'ı biliyorsan."
Eğer sen Allah'ı bilmiş, tanımış, irfâna ermişsen, mârifetullaha sahip olmuşsan o zaman Allah'la, Allah'ın desteğiyle, yardımıyla ibadeti güzel yaparsın. Onun için namazda da;
“İyyâke ne'budu ve iyyâke nesteıyn.”
"Yâ Rabbi! Ancak sana ibadet ederiz, ancak senden yardım isteriz." diyoruz.
İbadete kuvvet de, ibadeti zevkle yapmak da, ibadetin esrarına âşinâ olmak da O’ndandır. İbadetin tadını kavramak da, onu ihlâsla, makbul, güzel bir tarzda yapabilmek de O’nun tevfîkiyledir, irşâdıyladır, işaretiyledir. O’nun verdiği ihsanât ve ikrâmât ile mânevî haller ve duygular iledir. Her şey Allah'tandır.
Onun için biz, geçen hafta da yeri geldi söyledik; halvete, itikâfa girildiği zaman ilk başta;
“Lâ fâile illâ hû”yu öğretiyoruz.
Kalp dersinde ilk önce o mâna tefekkür ediliyor.
“Yef'alu'llâhu mâ yeşâ’ ve yehkumu mâ yurîd, Lâ fâile illâ hû.” manası iyice hazmettiriliyor.
İbadetin güzel yapılması, tadına vararak yapılması da yine Allah'tan gelen yardımla olur. İbadeti de tatlı ve güzel, âlâ ve hoş bir tarzda yapabilir.
O halde yine Allah'tan isteyeceğiz:
"Yâ Rabbi! Şu ibadeti güzel yapmamda bana yardım eyle!"
Hacca giderken ne diyoruz?
"Yâ Rabbi! Senin rızan için beyt-i şerîfini ziyaret etmeye, haccetmeye niyet ettim.
“Fe yessirhu lî” “Bu haccı benden kabul eyle, bana kolaylaştır.” diyoruz.
Ve Peygamber Efendimiz'in bize öğrettiği;
“Ve eınnî alâ edâ-i zikrike ve şukrike ve husni ibâdetike” diye duamız var.
Yani "Seni zikretmekte, sana şükretmekte, sana güzel ibadet etmekte bize yardım et yâ Rabbi!" diyoruz.
Tabi bu da yardımın O’ndan geldiğini gösteren bir dua. Burada da sorana o mânayı anlatmış oluyor. Yani yardım Allah'tan gelecek.
“Eınnî.”
"Bana yardım eyle"
“Alâ edâi zikrike.”
"Senin zikrini güzel edâ etmek hususunda"
“Ve şukrike.”
"Ve verdiğin nimetlere güzel şükretmek hususunda"
“Ve husni ibâdetike.”
"Ve ibadetini güzel edâ etmek hususunda bana yardım eyle."
Dua böyle. Demek ki ibadetin güzel bir vecih ile yapılabilmesinin yardımı da yine Allah'tan gelecek; O’ndan istenecek.
“Gâle ve gâle Ebû Yezîd.”
“Yine aynı râvî rivayet etmiş ki, Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri şöyle buyurmuş:"
“Ednâ mâ yecibu ale'l-ârifi en-yehebe lehû mâ gad mellekehû.”
“Ednâ mâ yecibu ale'l-ârif”
"Ârif olana, yüksek seviyeli sûfîye, müslümana gereken şeylerin en aşağısı; ilki, en evvel, en başta geleni."
“En yehebe lehû”
"Allah'a bağışlamasıdır."
“Mâ gad mellekehû.”
"Allah'ın kendisini sahip kıldığı her şeyi, Allah'ın verdiği her şeyi Allah'a bağışlamasıdır."
Yani ârifliğin ilk vazifesi, ârifin yapacağı ilk şey, Allah kendisine ne vermişse Allah'ın verdiği her şeyi Allah'a bağışlaması.
Allah bize ne vermiş?
Akıl vermiş, güç kuvvet, mal mülk, ilim imkân vermiş. Bunları hep Allah veriyor.
Bizim bunları tekrar Allah'a bağışlamamız ne demek olabilir?
Kul Allah'a bir şey veremez. Çünkü mal, varlık zaten Allah'ın.
Bu ne demek olabilir?
Allah'ın verdiği bütün gücü, kuvveti, imkânı, ilmi vesaireyi Allah yoluna sarf etmesi lazım.
"Yâ Rabbi! Sen bana kuvvet mi verdin? Kalkayım sana ibadet edeyim. Yâ Rabbi! Sen bana akıl, fikir, ilim mi verdin? Bu ilmi senin dinine yardımcı olmak için kullanayım. İnsanların arasına gireyim; onları senin dinine çağırayım, irşat edeyim, doğru yola çekmeye çalışayım. Emr-i mâruf yapayım, nehy-i münker yapayım. Ya Rabbi! Sen bana mal-mülk mü verdin? Tamam, senin rızanı kazanmak için ben bunları fukarâya dağıtayım, cihada harcayayım; İslâm'ın gelişmesi için, hayrât u hasenâta harcayayım." diye Allah'ın kendisine nasip ettiği, vermiş olduğu her şeyi Allah yoluna, Allah'a hîbe etmesi, Allah yoluna vermesi gerekir. Ârifin yapacağı ilk iş, en aşağı mertebesi bu. Tabii ondan sonra artık ne yapması gerekiyorsa yapacak. En kıymetli varlığı da canıdır; icabında canını bile Allah yolunda feda edecek.
“Gâle men iddea'l-cem'a bi-ibtilâi'l-hakki yahtâcu en yulzime nefsehû ılele'l-ubûdiyye.”
"Bir kimse Hakk'ın iptilâsı ile beraber olmak iddiasında ise o zaman nefsini kulluğun esbâbına bağlamaya muhtaç olur."
İptilâ; Allah'ın, kulu bir şeye müptela kılması demek. Allah kullarını imtihan etmek için onlara çeşitli şeyler gönderir. Hastalık verir, başına bir olay getirir, bir sıkıntıya sokar, bir kimseyle karşılaştırır... Böyle Hakk'ın müptela kılmasıyla cem iddiasında olan bir kimse nefsini kulluğun ön esbabı, illetleri, sebepleri nelerse onlara sarmak zorundadır. Yani kulluk neyi gerektiriyorsa o esbâba tevessül edip gereklerini yapmaya sımsıkı sarılması icap eder.
Allah u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âlâ’da Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'im eylesin.