Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ve bihî kâle Hâtemün:
en-Nasîhatü li'l-halki, izâ raeyte insânen fi'l-haseneti en tehussehû aleyhâ ve izâ raeytehû fî ma'siyetin en terhamehû.
Sözler, aynı rivayet zinciriyle yukarıdan beri böyle geliyor. Müellifimiz Ebû Abdirahman es-Sülemî, Ebû Ali'den işitmiş. Ebû Ali'nin ismi Said b. Ahmed el-Gavsî; o da babasından işitmiş; o da Muhammed b. Abd'den işitmiş; o da dayısı Muhammed b. Zeyd'den işitmiş; o da hâmili Beddah'tan işitmiş. O da Hâtem-i Esam'a naklediyor. Aynı rivayet zinciri ile Hâtem-i Esam şöyle buyurmuş:
en-Nasîhatü li'l-halki. "Nasihat halk içindir, insanların hepsi içindir."
İyisi, kötüsü, hepsi içindir. Arapça'da "nasihat" demek, bizdeki gibi "birini karşısına alıp da parmağını sallaya sallaya öğüt vermek demek" değildir.
Nasihat, Arapça'da "Samimi duygular beslemektir, hâlis niyetli olmaktır; iyi niyetli olmak, iyiliğini istemek demektir. Ona karşı tavrında, duygularında samimi olmak demektir, ihlâslı olmak" demektir.
İnsan, bütün mahlukâta karşı samimi duygulara, iyi niyete sahip olacak; onların iyiliğini isteyecek.
İzâ ra'eyte insânen bi'l-haseneti. "Bir insanı iyilik yapmakta ve iyi halde görürsen." En tehussehû aleyhâ. "Onu teşvik edersin."
"Aman devam et, daha fazlasını yap, pek güzel." filan diye teşvik etmektir. Bu; ona karşı samimi duyguların, ihlâsın, iyiliğini istemenin gereğidir.
Günahta görürsen" yine ona karşı iyi duygular içinde olacaksın.
Ona kızacaksın demiyor. Ahirette yaptığı günah kadar büyük cezalar çekecek diye acımak. İşte bu Müslümanın kârıdır, işidir, vasfıdır. Biz de böyle duygular var. Hadisi şerif de vardır bu hususta. Çünkü insan günahkâra kızarsa veya daha başka tavırlar takınırsa zararlı oluyor. Nasıl zararlı oluyor? Eğer onun yaptığı günahı başkalarını anlatıp da şöyle yapmış böyle yapmış falan derse gıybetini etmiş olur. Eğer onun yaptığı günaha yapsın canım diye müsamaha ederse, küçümserse günaha girmiş olur. Birisi gıybet diğeri de razı olursa aynı işlemiş gibi müşterek olmuş olur, ortak olmuş olur. Yapsın canım ben olsaydım ben de yapardım falan dedi mi ortak olmuş olur. Ayıplarsa “Ve in ayyerahû” "vay utanmaz arlanmaz öyle şey yapılır mı ya! Öyle yapmış ha" diye ayıplarsa o zaman “übtiliye bihî” Allah onu o günaha müptela kılar. Sen misin ayıplayan, küçümseyen, ben olsaydım yapmazdım diyen? Bakalım sen olsaydın yapmayacak mıydın diye onu o günaha düşürür. Onun için ayıplamaya gelmez çünkü sonunda Allah seni de o günahı işlettirme durumuna düşürür. Onu ayıpladığın için, ben olsaydım yapmazdım diye düşündüğün için o günaha düşürür seni. O yüzden ayıplamaya gelmez, razı olmaya da gelmez. Yapsın canım kuldur yapar tövbe eder falan demek olmaz. O zaman günahına ortak olmuş olur. Lafını sağa sola söylemeye de gelmez. Falanca şöyle yapmış, böyle yapmış diye yaymaya da gelmez. O zaman gıybet olur dedikodu olur. O da günah. Bir şey kalıyor; acımak, dua etmek.
en-Nasîhatü li'l halki. "Halka karşı nasihat, yani iyi duygular beslemek."
İyi duygular beslemek, sadece halka karşı değildir.
Hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
Li'llâhi. "Allah'a karşı da iyi duygular besleyecek, samimi olacak." Ve li-resûlihî. "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e karşı iyi duygular besleyecek." Ve li-kitâbihî. Kur'ân-ı Kerîm'e karşı samimi bağlılığı, hâlis duyguları olacak." Ve li-eimmeti'l-müslimîn. "Müslümanların yöneticilerine karşı da iyi duygular besleyecek." Ve li-âmmetihim. "Hepsi için iyi duygular besleyecek."
Halk için ahali için de iyi duygular besleyecek.
Allah'a karşı nasihat, yani iyi duygular beslemek nasıl olur?
O'nun emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmak, O'na kulluğu güzel yapmak tarzında olur.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e karşı nasihat nasıl olur?
O'nun sünnet-i seniyyesine uymak, buyruğunu tutmak, ümmetini sevmek, kendisini sevmek, salât ü selam getirmek, ümmete hizmet etmekle olur.
Kitabullah'a, Kur'an'a karşı nasihat nasıl olur?
Kur'ân-ı Kerîm'i karşısına alıp da ona öğüt verme durumu yok.
Ona karşı samimi duygu nasıl olacak?
Onun ahkâmını öğrenmek, onu ezberlemek, bellemek, uygulamak ve ona tâbi olmakla olur.
Müslümanların ümerâsına, rüesâsına, yöneticilerine karşı samimiyet nasıl olur?
Dua etmek, doğru yola gelmesine çalışmak, iyi işler yapıyorsa destekçi olmak, kötü işler yapıyorsa dua etmek ve yaptırmamaya, engellemeye gayret etmek tarzında olur.
Umumi ahali için nasihat nasıl olur?
İyilerin, iyiliklerini yapmalarında onlara destek olmak, teşvik etmek; kötülerine de acımak, merhamet etmek.
Müslüman böyle, tasavvuf bu işte, ama biz umumiyetle öyle yapmıyoruz. Yöneticilere kızmak, atıp tutmak -yani benim bile, şahsen ayıplıyorum kendimi- yaptığımız şeyler.
Demek ki yapmayacağız, dua edeceğiz vesaire.
Sonra günahkârlara da kızıyoruz. Vay edepsiz, çıplak geziyor! Plajda şunların yaptıklarına bak! Vay edepsiz, içki içiyor!
Ne yapacağız?
Acıyacağız, onlar için yüreğimiz yanacak. Kızmakla acımak arasında insanda davranış değişir. Kızan bir insan kaşlarını çatar, arada kavga çıkar. Fiilen bugün Türkiye'de günahkârlarla dindarlar arasında bir çekişme oluyor, düşmanlık oluyor. Halbuki acısa o zaman Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yunus Emre ile o zamanın insanları arasındaki gibi olacak.
Mevlânâ hazretlerine papazlar bile hürmet ediyorlarmış. Cenazesinde hepsi ağlamış.
Neden?
Günahkâra razı değil, günaha teşvik etmiyor, ama acıyor. Acıyınca insan acıdığı kimseye yaklaşır. Yaklaştı mı kızan bir insanın yaklaşımı gibi olmaz. Bakışı bile değişmiş olur. O bakış karşı tarafa müspet tesir eder.
Kaşları çatıp bakmak başka türlü tesir eder, merhametle acıyarak bakmak başka türlü tesir eder.
Kızarak söz söylemek, bakmak başka türlü olur. "Bana bak, kafanı kırarım, çekil oradan!" bilmem ne tarzında olur. Sesin tonu değişir.
Acıyarak oldu mu "Aziz kardeşim, canım ciğerim, yapma etme, kendini mahvediyorsun." filan tarzında olur. Onun tesiri başka olur.
Bunları iyi öğrenelim. Tasavvuf bunları öğrenmekle ve uygulamakla olur. "Şekil değil." diyoruz.
Demin dua ederken aklıma geldi. Burası tekke ya, burada tasavvufî bir kitap da okuyoruz, şeyhlik müridlik de var; biz de bu kılık kıyafete uygun giyinsek. Cübbe ile sarıkla, hatta Nakşî tarikatinin sarığının belli bir şekli var, dört parça oluyor. Yukarısı dört dilim dikilerek yapılıyor; bu dört terki temsil ediyor:
Terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.
Onun etrafına sarık sarılıyor. Cübbe olursa sarık olursa mistik ve tarihî bir hava da olur. Fena da olmaz. Şekil de güzel, öz de güzel. Onların hepsini inşaallah yapmaya çalışalım.
12. paragraf
Ve bihî kâle Hâtemün. "Yine aynı rivayet zinciri ile Hâtem-i Esam hazretleri buyurdu ki."
Acibtü mimmen ya'melü bi't-tâati ve yekûlü: İnnî a'melühû ibtiğâe merdâti'llâh. Sümme terâhü ebeden sâhitan 'ala'llâhi râdden li-hükmihî e türîdü en türdiyehû ve leste bi-râdin anhü? Keyfe yerdâ anke ve ente lem terda anhu?"
Acibe fiili min ile kullanılır. "Ben filanca kimseye şaştım." deriz. Biz filanca kimseye derken ismin -e hâliyle tümlecini kullanırız. Araplar -den haliyle kullanıyor. "Filanca kimseye şaştım." demiyor da, "Filanca kimseden şaştım." tarzında söylüyor.
Bize ters, ama ben bunu size niçin söylüyorum?
Eğer bir Arapça cümle kuracaksanız, Türk mantığıyla kurarsanız o zaman Arapça cümle bozuk olur. Arapların bunu söylerken min takısını kullandığını, -den takısıyla kullandığını, ismin -den hâlini kullandığını bilmeniz lazım.
Acibtü mimmen ya'melü bi't-tâati. "İbadet ve taat işleyen insana şaşarım." diyor.
"İnsandan şaşarım." tarzında söylüyor; ama Arapçası tam tercüme edilirse "Öyle insana şaşarım." olur.
Ya'melü bi't-tâati. "-Evet- ibadet ve taatinde, Allah'a mûtî, ibadetini taatini yapıyor." Ve yekûlü innî a'melühû ibtiğâe merdâti'llâh. "'Ben bu güzel ibadet ve taatleri Allah'ın rızasını kazanmak için yapıyorum.' diyor." Sümme terâhü ebeden sâhitan alallâh. "Daima onu Allah'a kızgın görürsün."
Nasıl kızıyor?
Râdden li-hükmihî. "Kaza ve kaderinin hükmünü kabul edemiyor."
Allah'ın mukadderatını kabul edemiyor. Ona karşı reaksiyonu var, onu kabullenemiyor.
"Her ibadet ve taatimi Allah'ın rızasını kazanmak için yapıyorum." diyen bir insan ama bir taraftan da Allah'ın hükmüne razı olma huyuna sahip olamamış. Allah'ın mukadderatını kabullenemiyor, kızıyor;
"Niye bu böyle oldu, Allah niye bunu bana takdir etti, niye başıma bu bela, bu ceza, bu durum geldi?" diyor.
"İşte böyle bir insana şaşarım." diyor.
E türîdü en türdiyehû ve leste bi-râdin anhü!
Ona; "Hey şaşkın!" diye hitap ediyor.
Sen onu kendinden razı etmeye çalışıyorsun ama ve leste bi-râdin anhü "Sen ondan razı değilken onu nasıl razı etmeye çalışıyorsun?"
Sen ondan razı olacaksın ki o senden razı olsun. Sen hükmüne itiraz ediyorsun, mukadderatını beğenmiyorsun; bu gibi hususlarda teslimiyetin yok, kadere teslimiyetin yok. Bir taraftan da; "Ben onu razı etmeye çalışıyorum." diyorsun.
Olur mu?
Keyfe yerdâ anke ve ente lem terda anhü? "Sen ondan razı olmamışken, o senden nasıl razı olsun?"
Evvela sen ondan razı ol bakalım.
Kul nasıl razı olacak?
Kadere razı olarak, kadere itiraz etmeyerek... "Kader böyledir." diye onu engin bir olgunlukla karşılayarak...
Tabi kader bazen tatlı olur bazen acı olur. Acısına tatlısına hayrihî ve şerrihî mina'llâhi Teâlâ. Hepsi Allah'tan; senin hoşuna giden de gitmeyen de Allah'tan. Kaderin hepsini, "Allah'ın kaderi" diye sevebilecek duruma gelirsen, Allah'ın kaderine razı olma durumuna gelirsen o zaman Allah da senden razı olur.
"Yoksa Allah'ın kaderine kızıp dururken 'Allah'ı razı edecek ameller yapıyorum.' diyen insana şaşarım ben!" diyor.
Sen ondan razı olmazken O senden nasıl razı olsun?
Duygular karşılıklı olur.
Hadîs-i kudsîde; Ene indî abdin zannî bî buyuruyor.
Kulun durumuna göre Allah'ın kuluna muamelesi. Kul Allah'ı seviyorsa Allah kulu seviyor. Kul Allah'tan razı ise Allah kuldan razı...
O zaman bizim duygularımız ona karşı iyi değilse kulluğumuz iyi değilse demek ki O'nun da bize karşı durumu bizimki gibi. O zaman iyi değil.
O halde ne yapmamız lazım?
Kendi durumumuzu düzeltmemiz lazım. Tabi en zor işlerden biridir. Kaza ve kadere rızâ ve teslimiyet. Tasavvufta buna "rızâ makamı" derler. Kul bu makama erdi mi, bu huya sahip oldu mu, orada istikrar kesp etti mi yüksek bir makam elde etmiş olur.
Eşkıya evliyâullahtan birisinin yolunu kesmiş. Önünde çocuklarını öldürmeye başlamış. Eşkıya ya, haydut ya herif, herhalde "Çıkar paranı." dedi, o da "Param yok." dedi. Bir çocuğunu kesiyorken, kendisi de bir kenarda duruyormuş. Eşkıyanın dikkatini çekmiş:
"Yahu sen ne biçim, ne katı kalpli babasın! Ben senin çocuğunu kesiyorum; hiçbir şey demiyorsun. Ne itiraz ediyorsun, ne feryat ediyorsun, ne de zıplayıp karşıma çıkıyorsun." demiş.
Adam; "Allah'ın kaderi, Allah'ın takdiri olarak böyle oluyor. Ben nasıl ona karşı geleyim?" demiş.
Eşkıyanın eli ayağı kesilmiş:
"Yahu bu sözü önceden söyleseydin, bu çocuklarını öldürmezdim." demiş.
O da;
"Allah'ın kaderi; bunlar ölecekti, öbürleri kalacaktı!" demiş.
Bir başka meşhur hikâye var, her zaman anlatırım:
Bir dervişi yanlışlıkla suçlamışlar, asmaya götürüyorlar. Kendi kendine sormuş; "Sen eskiden hep Allah'a razı olmaktan, kaderine razı olmaktan bahsederdin. Şimdi ise bak haksız yere başını kesmek için cellâda götürüyorlar. Kafanı kesecekler, ama suçsuzsun. Seni itham ediyorlar, haksız yere öldürecekler. Buna da razı mısın?" demiş. "E ne yapalım? Demek ki ömrüm burada bitecek, âhirete göçeceğiz." diye düşünmüş. Razı, bir itirazı yok. Cellâdın önüne kadar geldiği zaman bir haber gelmiş. "Durun yanlışlık var, bu adam casus filan değil, suçu yok, salıverin." Salıvermişler, kurtulmuş. O mübarek zât diyor ki;
"Vallahi ölümden halâsıma değil, o andaki ihlâsıma seviniyorum."
Ölümden kurtulduğuma, ölümden döndüğüme, kafamın kesilmemesine değil, o anda kendi kendime; "Kafan kesilecek, şu anda da Allah'ın takdirine razı mısın bakalım?" diye sorduğumda, "Razıyım." diye içimden bir müspet duygu bulmama seviniyorum. "Ya razı olmasaydım!"
"Böyle şey de olmaz canım. Böyle kaza, böyle kader mi olur?" gibi bir ters duygu olsaydı, o zaman imtihanı kaybedecekti.
Demek ki kazandı, ama imtihan sorusu zor, kolay değil.
Kaza ve kadere iman. Rızâ isteyen bir cümle bu.
13. paragraf
Ve bihî kâle Hâtemün. "Hâtem-i Esam yine aynı rivayet zinciri ile bize gelen bilgiye göre şöyle buyurmuş:"
İzâ emerte'n-nâse bi'l-hayri. "Ey beni dinleyen kişi! İnsanlara 'hayrı yap' diye emrettiğin zaman." Fe-kün ente evlâ bihî ve ehakka. "Sen o hayrı yapmaya en layık ol, en evvel yapan kimse ol, o işi en doğru yapan kişi sen ol."
"Söylediğini yap, nasihatini evvela kendin tut." demek istiyor.
Va'mel bimâ te'mür. "Emrettiğinle sen amel eyle, emrettiğini sen kendin yap."
Başkasına yapma dediğini yapma!
Ve kezâ bimâ tenhâ. "'Harama bakma!' diyorsun, sen de bakma."
"Namazı, gece namazını bırakma!" diyorsun, sen de gece namazını bırakma veya "Yatarken abdestli yat!" diyorsun, sen de abdestli yat, sen de gece namazına kalk. Emrettiğini uygula." diyor.
Bu da önemli hususlardan birisidir. İnsanların çoğu nasihati kolayca yapar. Herkes nasihat edebilir; gevezelik kolaydır, nasihat etmek kolaydır.
en-Nasîhatü sehlün ve müşkülü kabûlühâ. "Öğüt vermek kolay, kabul etmek zordur."
Herkes öğüt verir.
Onun için ne yapacağız?
Söylediğimiz şeyi önce kendimiz tutacağız; bunu tavsiye ediyor.
İnsan bu tavsiyeyi tutmazsa ne olur?
O zaman insan günahkâr durumuna düşer Bunun hakkında âyetler var.
E te'mürûne'n-nâse bi'l-birri ve tensevne enfüseküm ve entüm tetlûne'l-kitâb. E felâ ta'kılûn." buyruluyor.
E te'mürûne'n-nâse bi'l-birri. "İnsanlara iyiliği emrederdiniz de." Ve tensevne enfüseküm. "O söz kendinize hiç tesir etmezdi, söylediğinizi kendiniz yapmazdınız." Ve entüm tetlûne'l-kitâb. "Allah'ın indirdiği Tevrat'ı okuyup dururken, başkalarına söyleyip kendiniz yapmazdınız." E felâ ta'kılûn "Aklınız yok mu, bunun ne kadar kötü bir durum olduğunu hiç akletmez misiniz?"
Kur'ân-ı Kerîm benî İsrail'e, i'tap yollu hitapta bulunuyor.
Onun için ne yapmamız lazım?
Nasihatimizi evvela kendimiz uygulayan kişi olmamız lazım. Bu çok önemli bir noktadır. Hepimiz bunu yapmaya gayret edelim, başta ben...
Ve bihî kâle Hâtemün. Yine aynı râvîlerden gelen habere göre Hâtem-i Esam şöyle buyurmuş:
el-Cihâdü selâsetün: Cihâdün fî sırrıke mea'ş-şeytâni hattâ teksirahû ve cihâdün fi'l-alâniyeti, fî edâi'l-ferâidi hattâ tüeddîhâ, kemâ emera'llâh ve cihâdün me'a a'dâi'llâhi fî gazvi'l-İslâm.
Hâtem-i Esam; "Cihat üç çeşittir." diyor.
Bir:
Cihâdün fî sırrıke mea'ş-şeytâni hattâ teksirahû. "İçinde, kimsenin görmediği iç âleminde, Allah'ın bildiği o iç dünyanda şeytanla cihat etmek."
Onu kırıncaya kadar, onu mağlup edinceye kadar, o şeytanı ve ordusunu kırıp geçirinceye kadar içinde şeytanla mücadele…
Bu birinci cihat; önce bunu saydı.
İki:
Ve cihâdün fi'l-alâniyeti. "Âşikâre cihat."
Ötekisi sırrî; içten, gizli, içinde bir cihat.
Âşikâre cihat nedir?
Fî edâi'l-ferâidi hattâ tüeddîhâ. "Allah'ın emrettiği farizaları yapmak konusunda cihat."
"Namaza gelecektin, niye gelmedin? Sabah namazına kalkacaktın, niye kalkmadın? Yatsı namazında niye televizyonun başından ayrılamadın?" vesaire.
Yapılması gereken şeylerin yapılması, yasaklanmış şeylerden insanın kendisini koruması; bu da bir cihat. Çünkü insanın kendisini yenmesi, nefsini yenmesi kolay değil. Zahirde bunu da yapacaksın. İçinde şeytanı ve ordusunu yeneceksin, zahirde de tembelliğini yenip yapman gereken aksiyonları, faaliyetleri, ibadetleri ve taatleri ihmalsiz yapacaksın.
Birinci söylediği ne?
Şeytanla, içinde savaş.
İkinci söylediği ne?
Allah'ın emirlerini, ibadet ve taatleri yapmak için zahirdeki yapman gereken vazifelerini ihmal etmeyip onları yapmak.
Bir insan öyle alışmamışsa, namaz kılmıyor. İyi bir aileden, ama alışmamış. Namazı alacalı bulacalı; ihmalkâr veya kusurlu veya cumadan cumaya geliyor veya bayramdan bayrama geliyor. İtirazı yok, tamam, müslüman. Namazın kılınması gerektiğini biliyor, ama vazgeçemiyor. Alışmamışsa kolay değil.
İçkiye alışmış, bırakması kolay değil. Kumara alışmış; her seferinde ağlar, zırlar, pişman olur, tevbe eder, "Bir daha yapmayacağım." der, yine gider kumar oynar, yine bir tarla satar, yine bir ev satar, yine çoluk çocuğu ağlatır, yine hanımı ağlatır.
Neden kolay değil?
O da bir mücadele; insanın nefsini yenmesi, bu ibadet ve taatleri yapması da bir mücadele.
Görüyorsunuz ki İslâm bir bakıma çok kolay. Yapılması gerekli şeyleri insan hemen öğreniveriyor. Bir bakıma da zor; yapması, uygulaması zor… Önce insanın kendisini yenmesi lazım ki yapabilsin. İşte bunları yenmeyi öğrenmeliyiz.
Ve bihî kâle Hâtemün. "Aynı râvilerden gelen habere göre Hâtem-i Esam hazretleri yine şöyle buyurmuş:"
eş-Şehvetü selâsetün: Şehvetün fi'l-ekl şehvetün fi'l-kelâmi ve şehvetün fi'n-nazari fa'hfazi'l-ekle bi's-sikati ve'l-lisâne bi's-sıdkı ve'n-nazara bi'l-'ibreti."
Şehvet de üç çeşittir.
Şehvet; "insanın iştihası, şiddetli arzusu" demek… Üç çeşit arzu vardır. Şehvet deyince hemen bizim aklımıza gelen seksüel arzular; o değil.
Üç çeşit arzu vardır:
Birincisi;
Şehvetün fi'l-ekl. "Yemekte arzu."
Bir kuzu olsa bitirecek. Karnı acıkmış, yemek yemek istiyor. Sabah yedi, öğlen yemek istiyor. Öğlen yedi, akşam yemek istiyor. Yoldan geçerken kırmızı elmaları gördü. Uzanıyor, koparıyor, yiyor. Tarlada havucu gördü. Başkasının havucunu çekiyor, çeşmede yıkayıp yiyor.
Bunları neden yapıyor?
İçinde yeme arzusu var, ondan.
İkincisi;
Şehvetün fi'l-kelâm. "Konuşmada arzu."
Sus be adam! Susmaz; ne mümkün. Konuşma arzusu var, isteği var. Susmaz; illa konuşacak.
Sabahtan akşama seni mi dinleyeceğiz?
Susmaz, konuşma arzusu var. Yeme de bir arzu, konuşma da bir arzu.
Ve şehvetün bi'n-nazar. "Bakış da bir arzu."
Ya bakma o tarafa! Yok, dönüp dönüp bakar; bir daha bakar, bir daha bakar.
Bakışta şehvet, yemekte şehvet, konuşmada şehvet…
Nasihate geçiyor, diyor ki:
Fa'hfazi'l-ekle bi's-sika. "Yemekteki şehvetinde, kendini günaha düşmekten Allah'a dayanıp güvenerek koru."
"Açım, şu elmayı koparıp yiyeyim." vesaire diye harama sapma.
Allah senin rızkını verecek, Allah'a güven!
es-Sika "güvenmek" demek. Veya filanca adam "sikadır" demek, "Güvenilir insandır." demek. Peltek se ile kaf ile "güvenilir insan" demek.
Allah'a güvenerek haram lokma yemekten kendini koruyabilirsin. İçinden ne kadar kuvvetli arzu gelirse gelsin;
"Uzat elini, alıver şunu, yutuver şunu!"
Öyle şey yok!
Nasıl yapacak?
"Allah bana helalinden gönderir, Allah beni yarattığına göre tayin edip yazdığına göre ben haramdan almayayım." diyecek.
"Yeme hususundaki şehvetini Allah'a tevekkül ve güven duygusuyla önle." demiş oluyor.
Ve'l-lisâne bi's-sıdk. "Konuşma konusundaki arzun ve şehvetini doğrulukla kontrol altında tut."
Her sözün doğru olsun. Doğru olmayan sözü söylemeyerek, sözünün doğru olması konusunda titiz davranarak lisanındaki konuşma arzunu, şehvetini böylece engelle, kontrol altında tut.
Hakikaten biz bunu, çok gezdiğimiz için muhtelif toplantılarda görürüz. Mesela büyük zâtlarla oturulur. Onların huzuru ve sükutundan bile istifade edilir; çünkü orada mânevî füyuzât dağıtılır. Ama bazı insanlar bir mevzu açar, ötekisi bir başka mevzu açar, olmadık bir soru sorar, lüzumsuz bir konuyu açar; meclisin ruhaniyetini, tadını, seviyesini düşürür. Konuşma be adam, sus!
Biliyorsunuz sükut da ibadettir. İnsanın mülahazalarla lüzumsuz konuşmadan kendisini tutması, sükut, ibadettir. Birçok insan bunun bir ibadet olduğunu, sevap olduğunu bilmez. Biz öğreneceğiz, bileceğiz, hatırımızda tutacağız, lüzumsuz konuşmayacağız. Doğru konuşma prensibine çok sıkı riayet ederek, konuşmadaki şehvetimizi engelleyeceğiz.
Herkeste bir konuşma arzusu vardır. Bazıları diyebilir ki;
"Hocam, benim canım hiç konuşmak istemez, hem de bir kalabalığın karşısına çıktım mı utanırım."
Doğru, ama utanmadığı yerde de insanlar kolay kolay frenlenmiyor.
Bir arkadaşın evine gittik, kahvaltı ediyoruz. Çocuğu boyuna konuşuyor. Büyükler var, sofrada küçük çocuk konuşuyor. Babası da;
"Amcası bak, benim oğlum ne güzel konuşuyor!" diyor.
Misafirlerden biri diyor ki;
"Tamam, çocuğuna şimdiye kadar konuşmayı öğretmişsin, bundan sonra sükutu öğret."
Şimdiye kadar konuşmayı öğretmişsin; konuşmayı öğrenmek kolay, sükutu öğrenmek zor.
Üçüncü şehvet neydi?
Bakış.
Ve'n-nazara bi'l-ibre.
Nazar konusundaki, bakış konusundaki şehveti nasıl engelleyecek?
Baktığı yere ibret nazarıyla bakarak. Bakışı ibret olmak şeklinde, ibret olmayan bakışı yapmamak şeklinde; ancak ibret olan bir bakışla bakmak şeklinde o arzusunu engelleyecek.
Demek ki bu mübarekler insanın cinsel şehvetini o kadar def etmişler ki burada onu bahis konusu bile etmedi. Onu söylemedi bile. Bizim için gayet normal gelen yemedeki, konuşmadaki, bakıştaki şiddetli arzuları kesmenin üzerinde duruyor. Ötekini hiç söylemiyor. Zaten dervişin onu hiç yapmayacağını düşünüyor. Fakat bugün zamanımızın insanları en çok bundan günaha giriyor. Derviş de olsa, müslüman da olsa… Çünkü çevre bozuk, çünkü maalesef yayınlar çok müstehcen. Maalesef televizyonlar, filmler fevkalade muzır, fevkalade zararlı.
Onun için tabi öteki şehvet kudurmuş durumda oluyor ve birçok insan muazzam günahlar, haramlar içinde mahvoluyorlar. Tabi acıyacağız, engellenmesi için çalışacağız, bu duruma düşmemeye gayret edeceğiz.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.