Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
25.paragraf
Semi'tü Ahmede'bne Aliyyi'bni Ca'fer.
Bu yeni bir şahıs.
Yekûlü: Semi'tül Hasene'bne Alleveyh, yekûlü: Kâle Ebû Yezîd.
Ahmed b. Ali b. Cafer'den duymuş müellif, Ebû Abdirrahman es-Sülemî. O demiş ki; Semi'tü'l-Hasene'bne Alleveyh. "Alleveyh oğlu Hasen'den duydum."
Tabii buradaki Alleyeyh, bizim Alleyeyh demek değil. Hz. Ali’nin sülalesinden olan kimsenin oğlu demek.
O da, "Ebû Yezîd-i Bistâmî hazretlerinin şöyle dediğini duydum." diyor.
el-Ma'rifetü fî zâti'l-hakkı cehlün ve'l-ilmü fî hakîkati'l-ma'rifeti hayratün ve'l-işâretü mine'l-müşîri şirkün fi'l-işâreti. Ve eb'adü'l-halki mine'llâh, ekseruhüm işâreten ileyhi.
Bir insanın sözlerini anlamak için onun hayatı kadar bu işlerin içine girmiş olmak lazım. Tabii, bazı sözlerini bazı kimseler anlayamayabilir. Çok ağır bir kitap okuyoruz. Tasavvuftan en büyük, en meşhur şahısların hayatını okuyoruz. En nükteli sözlerini okuyoruz. Yani bundan daha ötesi yok. Nükteli, esrarlı ve ilm-i ledünden, mârifetullahtan çok ileri bilgileri okuyoruz.
Onun için tabii anlamakta zorluk çekilebilir.
Diyor ki bu sözünde Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri;
el-Ma'rifetü fî zâti'l-hakkı cehlün. "Hakk'ın zâtı hakkında bilgili olduğunu sanmak cahilliktir."
Hatta itikat kitaplarında yazar ki;
el-Aczü an dereki'l-idrâki. "Allah'ın zâtının mahiyetinin anlaşılmayacağını anlamak, o hususta aczini kavramak." İdrâkü. "Allah'ı kavramaktır."
Çünkü Allah'ın mahiyetini anlamaya beşerin tâkati yetmez. Anlayamayacağını anlamak, Allah'ı anlamaktır.
Ve'l-bahsü an vasfi zâtillâhi işrâkü. "Allah'ın zâtını anlatmaya girişmek de şirktir."
Çünkü O'nu kimse anlatamaz, diller O'nu söyleyemez. Kur'an ne söylemişse, Peygamber Efendimiz hadiste ne söylemişse, o kelimelerle kalırız. Yoksa başka şey söyledin mi, o deryada yanlış yönlere gidebilirsin. Söylemek, konuşmak doğru olmaz.
Onun için, el-Ma'rifetü fî zâti'l-hak. "Allah'ın zâtı, kendisi hakkında bilgi iddiasında bulunmak, ‘biliyorum' demek, ‘benim bilgim var' demek, cahilliktir."
Bilmiyor demek ki. Çünkü bilinmeyen, bilinemeyecek varlık Allah. Gözlerin görmediği, insan aklının mahiyetini anlamaya güç yetiremeyeceği varlık Allah, yaratan.
Leyse ke-mislihî şey'ün. "Onun gibi bir başka varlık yok ki anlatsın, ona benzetsin."
Mesela "Okaliptüs ağacı nasıl?" dedik, hiç görmemiş bir kimseye anlatıyoruz, dün. Dedi ki;
"Yaprakları bizim söğüt ağacına benziyor."
Tabii, insan bildiği bir şeyle tarif eder. Ama Allah'a benzeyen hiç başka bir varlık olmadığı için Allah'ı bir şeyle anlatamayız, anlatmak mümkün olmaz. Onun için "Allah'ın zâtından bahsediyorum." demek, cahilliktir.
Ve'l-ilmü fî hakîkati'l-ma'rifeti hayratün. "Mârifetullahın künhü konusunda tam bilgi sahibi olmak hayrettir."
Dermanı kesilmek, şaşırıp kalmaktır, hayran kalmaktır. İşte odur mârifet. Allah'ın idrak edilemeyeceği ve böyle dermanı kesilip hayretler içinde kalıp "Allah Allah" deyip kalmak, işte odur asıl bilgi, Allah bilgisi.
Ve'l-işâretü mine'l-müşîri şirkün fi'l-işâreti. "'Allah şöyledir.' diye bir işaret, bir tevcih, bir söz söylemek." Şirkün. "Şirktir." Ve eb'adü'l-halki mine'llâh. "İnsanların Allah'tan en uzak olanı."
Kimdir?
Şaşıracaksınız cümlenin bitişinden; Ekseruhüm işâreten ileyhi. "Allah'tan en çok bahsedip laf edendir."
Oyuncak mı bu?! Bilinemeyen şeyler, böyle ne ileri geri konuşuyorsun?!
"En çok konuşan, en uzak insandır."
Bilmiyor da ondan konuşuyor, cahil adam. İnsanların Allah'tan en uzak olanı, Allah hakkında işaretli sözler söyleyen insandır. Susacak, çünkü oradaki ilim hayrettir. Hayran, nâçâr, çaresiz kalmaktır, bîtap düşmektir.
Bazıları var, mesela Alevî dedelerinden, Anadolu'da bazı yerlerde gördüğümüz, böyle ümmî adamlardan; ileri geri neler neler söylüyorlar. Bu Bâyezîd-i Bistâmî, evliyâullahın ne kadar meşhur büyük bir kimsesi.
"Allah'tan insanların en uzak olanı, O'nun hakkında en çok söz söyleyendir." diyor. Cahil de ondan konuşuyor, ötekisi susar.
Musa aleyhisselâm ne dedi?
Rabbi erinî enzur ileyk.
"Yâ Rabbi, cemalini göster, göreyim."
Allahu Teâlâ hazretleri, Musa aleyhisselâm'a;
Kâle len terânî. "Göremezsin!" dedi.
Gözler göremez, akıl idrak edemez. Başka bir varlığa benzemediği için tarifi mümkün değil.
Ne yapacak o zaman?
Yanlış bir şey söylemeyeyim diye edeben susacak. Çünkü söylediği söz Allah'ın hoşuna gitmez. Lambur lumbur, yalan yanlış söylediği söz şirk olur, Allah'ın sevmediği bir şey olur. Susacak, edebini muhafaza edecek yani.
Semi'tü Ebe'l-Hüseyni'l-Fârisiyye, yekûlü: Semi'tü'l-Hasene'bne Alleveyh, yekûlü: Süile Ebû Yezîd. "Ebu'l-Hüseyn el-Fârisî'den işittim." diyor Sülemî. O da Hasan b. Alleveyh'ten -yukarıda ismi geçmişti- işittiğini, şöyle dediğini duymuş. O da diyor ki; Süile Ebû Yezîd. "Bâyezîd-i Bistâmî'ye soru soruldu."
Bi-eyyi şey'in vecedte hâzihi'l-ma'rifete? "Bu kadar irfanı, mârifetullahı ne ile buldun yâ Ebû Yezîd?" Fekâle: Bi-batnin câi'in ve bedenin ârin. "Aç bir mide ve çıplak bir beden ile buldum." diyor.
Ne demek istiyor?
Çok oruç tutarak, dünyaya meyletmeyerek, zâhire rağbet etmeyerek, uzun seneler o konuda sebat ederek, öyle elde etmiş. Böyle cevap vermiş.
Çıplak, her şeyden soyunmuş demek. Demek ki bütün bilgilerden, safsatalardan, filozofların, şunun bunun lafından, gevezeliğinden, hepsinden sıyrılmış; tam teslim olmuş, tam fakir ve yokluk içinde, nefsine hiç meyletmemiş, yemek vermemiş, oruç tutmuş; öyle elde etmiş. Nefsine taviz vererek, zahirini süsleyerek, onun bunun lafına bakarak olmuyor demek ki bu iş.
27. paragraf; Ve bi-isnâdihî. "Aynı rivayet zinciri, isnat zinciri ile." Kâle Ebû Yezîd. "Ebû Yezîd şöyle dedi." El-ârifu hemmuhû mâ ye'meluhû ve'z-zâhidü hemmuhû mâ ye'külühû.
Bir tarif yapıyor. Hani demin âbid, zahid, âşık, ârif dedik ya. Diyor ki Bâyezîd-i Bistâmî;
el-Ârifu. "İrfan sahibi, ârif olan sûfî." Hemmuhû."Onun gayreti, isteği, tasası, himmeti. " Mâ ye'meluhû. "Umduğu şeyi elde etmektir."
Ârifin işi, peşine düştüğü şeyi elde etmektir, umduğuna nâil olmaktır.
Ne ümit ediyor?
Allah'ın mârifetine, kurbiyetine, ünsiyetine vâsıl olmayı istiyor. Ârifin himmeti budur. Ama;
Ve'z-zâhidü. "Zahidin." Hemmuhû. "Onun tasası, himmeti, gayreti."
Nedir?
Mâ ye'külühû. "Yediğidir, yediği şeydir."
Neyi yiyeceğim diyedir.
"Ârif, umduğu şeye ulaşmak, gayesine, hedefine varmak için gayret sarf ediyor. Zahid de akşam ne yiyeceğim diye yemek tasasında." diyor.
Ve bi-isnâdihî kâle Ebû Yezîd. "Aynı isnad zinciriyle Ebû Yezîd-i Bistâmî dedi ki." Tûbâ li-men kâne hemmuhû hemmen vâhiden ve lem yeşğal kalbehû bi-mâ reet aynâhu ve semiat üzünâhu.
Bu birinci, yukarıda geçen cümleye biraz destek olacak bir söz.
Tûbâ. "Ne mutlu o kimseye ki, ne hoş o kimse ki." Li-men kâne hemmuhû hemmen vâhide. "Tasası, himmeti, gayreti, uğraşı, tek bir uğraş olana ne mutlu."
Bir tek şeyle uğraşıyor, nedir o?
Mârifetullaha, irfana, Allah'ın rızasına ermek. Ne mutlu böyle tasası tek şey, hedefi tek hedef olan kimseye.
Ve lem yeşğal kalbehû bi-mâ reet aynâhu ve semiat üzünâhu. "Gönlünü, gözünün gördüğü şeylerle, kulağının işittiği şeylerle meşgul etmeyip o tek gayesi için himmet sarf edene ne mutlu."
Demek ki göz ve kulak, aslında bizi meşgul eden, huzurumuzu bozan, gayemizi dağıtan, aklımızı şaşırtan kaynaklar olmuş oluyor. Gözümüzün gördüğüne takılıyoruz. Harama baktıysak günah oluyor. Haram olmayan bir şey olsa merak ediyoruz; "Şu neymiş, bu neymiş…" Aklımız onunla meşgul oluyor, kulağımız duyduğumuz seslerle meşgul oluyor. Hâlbuki asıl gaye bunlar değil.
Ne mutlu gözünün gördüğü, kulağının işittiği ile kalbini meşgul etmeyip himmetini tek bir noktaya teksif edip ona çalışana.
O nedir?
O, Allah'ın rızasını kazanmaktır.
"O tek gayeye yönelebilene ne mutlu!" dedi.
Niyâzî-i Mısrî'nin bir şiiri vardır, güzeldir, uzunca bir şiirdir.
Bir göz ki ânın olmaya ibret nazarında,
Ol sahibinin düşmanıdır, baş üzerinde.
Bir gözde, bakışında ibret alma yoksa, bir göz baktığından ibret alma alışkanlığında değilse; "Bir göz ki ânın olmaya ibret nazarında." Bakışında ibret alma kabiliyeti yoksa, o göz; "Ol sahibinin düşmanıdır, baş üzerinde." sahibinin başı üzerinde düşmanıdır.
Neden?
Bakıyor, ibret almıyor. Günaha bakıyor, adamı günaha sokuyor. Faydası olmayan mâlâyani şeye bakıyor. Adamı Hak'tan meşgul ediyor.
Demek ki "Ne mutlu kalbini gözlerinin gördüğü, kulaklarının işittiği ile meşgul etmeyen, himmetini, gayretini tek noktaya teksif edene." dediği gibi söylemiş oluyor Niyâzî-i Mısrî hazretleri. Uzun şiirdir.
Bir de kulakla ilgili sözü var. Diyor ki; "Bir kulak, işittiklerinden kıssadan hisse çıkartmıyorsa, anlamıyorsa, sen o kulağın deliğine kurşun dök. " "Tıkat onu. O kafada boşuna bir delik." diyor. "Kurşunu eritip dök, tıkansın, işe yaramaz." demek istiyor.
Ve bi-isnâdihî kâle Ebû Yezîde: "Aynı isnad zinciriyle Ebû Yezîd-i Bistâmî dedi ki. " Men arafe'llâhe fe-innehû yezhedü fî külli şey'in yüşğıluhu anhu.
Men arafe'llâh. "Bir kimse Allah'ı bildi mi." Fe-innehû. "O kişi." Yezhedü fî külli şey'in. "Her şeyden müstağni olur, hiçbir şeye aldırmaz duruma gelir." Yüşğıluhû anhu. "Allah'tan kendisini meşgul eden her şeyden müstağni hale gelir."
Bir insan Allah'ı bildi mi, o, Allah bilgisinden, Allah'tan kendisini meşgul eden, alıkoyan her şeyden uzaklaşır, ona metelik vermez, iltifat etmez, yönelmez duruma gelir.
Bu nedendir?
Çünkü Allah bilgisi çok sevimlidir, çok güzeldir, çok yüksektir, çok sevaptır, çok kıymetlidir, tariflere sığmaz lezzete sahiptir. İnsan o tadı tattıktan sonra başka şeyler saman gibi gelir. O hiç tat almaz yani.
Sonuncu paragrafa yaklaştık, bir tane daha varmış. Bi-isnâdihî kâle. "Aynı rivayet zinciriyle dedi ki râvî." Süile Ebû Yezîde ani's-sünneti ve'l-farîdati. Fekâle: es-Sünnetü terkü'd-dünyâ ve'l-farîdatü es-suhbetü mea'l-Mevlâ; li-enne's-sünnete küllehâ tedullü alâ terki'd-dünyâ ve'l-kitâbü küllühû yedüllü alâ suhbeti'l-Mevlâ. Fe-men tealleme es-sünnete ve'l-farîdate fe-kad kemüle.
Ebû Yezîd-i Bistâmî hazretlerine aynı rivayet zinciriyle şöyle sorulduğu bize geliyor, kimdi râvî? Hasan b. Alleveyh idi. Sormuşlar, demişler ki;
Süile Ebû Yezîde ani's-sünneti ve'l-farîdati. Sünnetten ve farzdan sormuşlar. Sünnet nedir, farz nedir diye sormuşlar Bayezîd-i Bistamî'ye. O da cevap vermiş;
es-Sünnetü terkü'd-dünyâ. "Sünnet, dünyayı terk etmektir." Ve'l-farîdatü. "Farz da." es-Suhbetü mea'l-Mevlâ. "Allah ile sohbet etmektir."
"Allah ile sohbet etmektir."
Dünyayı terk etmek, sünnet; Allah ile sohbet etmek, farzdır.
Li-enne's-sünnete küllehâ tedullü alâ terki'd-dünyâ. "Çünkü sünnet-i seniyyeyi baştan sona insan dikkatle okur, mütalaa ederse, hepsinin hülâsası, sünnetten çıkan sonuç; dünyanın beş para etmediği, dünyaya meyletmemek, âhirete rağbet etmek gerektiğidir. Bu anlaşılır." Ve'l-kitâbü küllühû yedullü alâ suhbeti'l-Mevlâ. "Kur'ân-ı Kerîm'i de insan, iz'an ve irfan ile baştan sona okursa, oradan çıkacak husus da; Allah ile insanın sohbet etmesi, onunla dost olması, onunla beraber olması, onun yanında olması, onunla meşgul olması gerektiğidir." Fe-men tealleme es-sünnete ve'l-farîdate. "Kim bu mânada sünneti ve farzı öğrenirse, bu zihniyete ererse." Fe-kad kemüle. "İşte o, kemal ehli olur."
Dünyayı terk edip işi gücü Mevlâ ile meşgul olmak durumuna gelmişse kâmil insan odur.
Sonuncu paragrafa geldik. Ve bi-isnâdihî kâle Ebû Yezîd. Aynı rivayet zinciriyle Hasan b. Alleveyh duymuş, Ebû Yezîd-i Bistâmî'den. Diyor ki; en-Ni'metü ezeliyyetün, yecübü en yekûne lehâ şükrün ezeliyyün.
en-Ni'metü ezeliyyetün. "Nimet ezelîdir, ezeldendir." Yani, çok evveldendir. Yecübü en yekûne lehâ şükrün ezeliyyün. "Onun şükrünün de ezelde olması, ezelî bir şükür olması lazımdır."
Bu sözün mânası nedir?
Allah mahlûkatı yaratmadan evvel takdir etti, mukadderâtı tesbit etti, "Ol!" dedi, her şey oldu. Ama mukadderâtın planına göre oldu. Bir kula Allah ikram ediyorsa, demek ki ezelde ona ikramı takdir etmiş kendisi de, ondan ediyor.
Niye ezelde ona hayrı takdir etmiş, nimeti takdir etmiş?
Demek ki kulun ezelde Allah'a kulluğu güzelmiş, şükrü tammış da ondan öyle. Hani ruhları yarattığı zaman;
E lestü bi-rabbiküm? "Ben sizin rabbiniz değil miyim?" buyurdu.
Kâlû belâ. "Evet, Rabbimizsin yâ Rabbi!" dediler.
Allah'ın bu dünyadaki lütufları oraya dayanıyor.
Peygamber Efendimiz daha Hz. Âdem toprakla su arasında, daha yaratılmamış iken Hz. Muhammed-i Mustafâ'sını yaratacağını bilmiyor muydu Allah? İşin nasıl olacağını bilmiyor muydu?
Demek ki ezelden hepsi. "Nimet ezelî, şükür de ezelî olmak gerekir." diyor veya "Öyledir de ondan." diyor.
Biz nimete ermiyorsak ne yapalım? Bu işi bir yerden düzeltmenin imkanı, çaresi var mı?
Var.
Diyor ki Peygamber Efendimiz;
ed-Duâ yerüddü'l-kadâe, ba'de en yübreme.
"Dua Allah'ın mukadderâtını, kesinleşmiş iken değiştirir. Allah duayı kabul eder. Çünkü duayı kabul etmek de O'nun şânındandır."
Mücîbü'd-da'avât'tır. "Duaları kabul edicidir."
O halde ne yapacağız?
Demek ki daima Allah'a yalvaracağız. "Yâ Rabbi! Aman yâ Rabbi!" diyeceğiz. Başka diyeceğimiz bir şey yok.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin menâkıbı, sözleri burada tamam oldu.
Allah şefaatine erdirsin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.