Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ebû Abdirrahman es-Sülemî rahmetullah aleyh'in -cennet mekân- Tabakâtü's-sûfiyye isimli eserinde 101. sayfanın altıncı paragrafına elhamdülillah ulaşmışız.Eserin beşte biri okunmuş oldu.
Allah'ın bu salih, sevgili ve mübarek kullarının hayatlarını okumak, hadîs-i şerîfte faydası, sevabı sabit olan bir husustur. Salihlerin anıldığı yere rahmet iner. Mânevî bir hava oluşur, dinleyenlerde güzel haller meydana gelir. Onların halleriyle, dinleyenlerin de hallenmesi mümkün olur. Allahu Teâlâ şefaatlerine nail eylesin.
Ve bi-hâze'l-isnâdi kâle Ahmed. "Aynı rivayet silsilesiyle Ahmed bize şöyle dedi." diyor.
O rivayet ve zincir kimlerden ibaretmiş?
Ahberanâ Ebû Ca'fer Muhammedü'bnü Ahmedi'bni Sa'îd er-Râzî kâle haddesenâ Ebu'l Fadlı el- Abbasi'bnü Hamza haddesenâ Ahmedü'bnü Ebi'l-Havârî
Kâle Ahmed diye devam ettiğine göre demek ki bu rivayet zinciri aynı. Terceme-i hâlini okuduğumuz şahıs, Ahmed b. Ebü'l-Havârî'dir. Hicrî 230 senesinde vefat etmiş olan, Dımaşk yani Şam ahalisinden Ebû Süleyman-ı Dârânî ile onun sohbetinde bulunarak yetişmiş olan, babasının ismi Meymûn, kendi ismi Ahmed, künyesi Ebu'l Hasen olan zâttır.
Alâmeti hubbi'llahi tâ'ati'llah ve kıyle hubbi zikru'llah fe-izâ ehabba'llahu'l-abdü ehabbehû ve lâ yestetî'u'l-abde en yuhiba'llâh hattâ yekûne'l-ibtidâü mine'l-lâhi bi'l-hubbi lehû ve zâlike hıyne arafe minhü'l-ictihâde fî merdâtihi.
Alâmeti hubbi'llahi tâ'ati'llah. "Allah'ı sevmenin alameti, Allah'a mutî bir kul olmaktır."
İtaat edici bir kul olmaktır; emrini tutan bir kul olmaktır; ibadetinde, taatinde vazifelerini yapan bir kul olmaktır. Seviyorsa böyle yapar.
Kıyle hubbi zikru'llah yani alâmet-i hubbillah, hubbi zikrillah demek.
Bir de şöyle rivayet edilmiş:
"Allah'ı sevmenin alameti, Allah'ın zikrini sevmektir."
Seviyormuş!
Allah'ı gerçekten seviyorsa demek ki Allah'ı seve seve zikredecek. Allah'ın zikrini sevmiyor; bucak bucak kaçıyor, tembelleşiyor, istemiyor, yapmıyor, yapamıyor, vakit bulamıyor, kaytarıyor, kaçırıyor. O zaman Allah'ı tam sevmiyor, sevgisi az ki yapamıyor.
Fe-izâ ehabba'llahu'l-abde ehabbehû. "Allah kulu severse kul da o zaman Allah'ı sevebilir."
Kul durup dururken Allah'ı sevemiyor; o da kolay değil.
O bir nimet. O nimet de kolay ele geçmiyor.
Ne zaman ele geçiyor? Nasıl ele geçiyor?
Allah kulu sevdiği zaman kulda Allah'a karşı bir sevgi hasıl olur.
Ve lâ yestetî'u'l- abdü en yuhibba'llah. "Kul Allah'ı sevmeye müstaid olamaz, Allah'ı sevmeyi beceremez, takat getiremez."
Hattâ yekûne'l-ibtidâe mina'l-lahi bi'l-hubbi lehu. "Başlangıç Allah'tan olmadıkça kulun Allah'ı sevmesi mümkün olmaz. Kul buna muktedir olamaz."
Sevmenin başlangıcı bi'l-hubbi lehû "o kulu sevmek" suretiyle gerçekleşir. Başlangıç Allah'tan olmadıkça kul, Allah'ı sevme nimetine eremez. Nasip olamaz.
Bu haydutlar, bu kafirler, bu anarşistler, bu zındıklar, bu kötü insanlar, bu dinsizler, bu imansızlar Allah'ı sevmiyor. Allah'ın yolunu, Kur'ân-ı Kerîm'i, namazı, ezanı, dindarı sevmiyor.
Neden?
Allah onları sevmiyor da ondan. Allah sevmediği için sevmeye güç yetiremiyorlar. Bir insan Allah'ı sevebiliyorsa Allah ona büyük bir imkan vermiş, büyük bir nimet vermiş. Ama bu konuda bize bir anahtar veriyor:
Ve zâlike hıyne arafe minhü'l-ictihâde fî merdâtihi.
Allah'ın kulu sevmesi de çok önemli. Bunun altını çizerek gönlünüze yerleştirin, defterinize yazın, kafanıza yerleştirin; çok önemli bir şey.
Ahmet b. el-Havârî'nin bu son cümlesi işin tam püf noktasını gösteren bir husustur.
Ne diyor?
Ve zalike bu, Allah'ın kulu sevmesi de hıyne, "Şu zamandır:"
Arafe minhü'l-ictihâde fî merdâtihi. "Allah rızasını kazanmak için onda bir çalışma gördüğü zaman."
Kul Allah'ın rızasını kazanmak için bir içtihat, çalışma, bir ceht sarf etme hâline başladığı zaman Allah kulunu sever. Allah kulunu sevdikten sonra da kulun gönlünde Allah sevgisi ışığı yanar, meşalesi yanar; o zaman kul da Allah'ı sevmeye başlar.
Demek ki ne olacak, kul ne yapacak?
Allah'ın rızasını kazanmak konusunda içtihat edecek.
İçtihat edecek ne demek burada?
Ceht edecek, çırpınacak, uğraşacak.
Millet sabahleyin kalkıyor, ırgat gibi koşuyor; beş kilometre on kilometre on beş kilometre nefes nefese. Eşofmanı giyiyor. Kadıköy'de açtıkları yollarda temiz havalı yerlerde şakaklarından ter dökülüyor. Adama para versen; "Bu akşam bende çalış." desen koşmaz. "Senin paran başına çalınsın; ben zenginim, istemem." der. Ama orada koşuyor.
Neden?
"Spor yapacağım da vücudum gelişecek, sıhhatli olacağım veya kondisyonumu koruyacağım veyahut pazularım kuvvetli olacak." der.
Seksen kilo, yüz kilo, iki yüz kilo ağır yükleri kaldırıyor; tekrar tekrar nefes nefese kalıyor.
Bunlar neden?
Bunlar da içtihattır; ceht sarf etmedir.
Ama nereye?
Havaya, boşa ve batıla ceht sarf etmedir.
Bizim köylü dayılardan bir tanesi güzel söylemiş: Böyle koşan bir kardeşimize yakınımıza, akrabamıza; "Ulen," demiş (köylü ifadesiyle) "Böyle koşacağına bir fakirin tarlasında çalış da gayretini ona sarf et." demiş; "Gayretin böyle boş yere havaya gideceğine fakirin tarlasını kaz, tarlayı adam et!"
Kul ne yapacak?
Allah'ın rızasını kazanmakta içtihat edecek. Gözünün önüne gelecek; bu fani dünya için, boş ham hayaller için; "Vücut yapacağım, kondisyonumu koruyacağım, kuvvetli olacağım. -bodybuilding mi diyorlar İngilizce'de- halter kaldıracağım, onu yapacağım, bunu yapacağım. Erkek mecmualarında kat kat pazularımın resmi çıkacak" bilmem ne diye...
Ne olacak, sonu ne?
Evet, İslâm'da güçlü kuvvetli olmak, sıhhatini korumak var; ama asıl gayret Allah'ın rızasını kazanmak olacak. O halde bu sözlerden -Allah şefaatlerine erdirsin- Ahmet b. el-Havârî hazretlerinin nasihatlerinden payımızı alıyoruz.
Biz Allah'ın rızasını kazanmakta ehl-i dünyanın ter döktüğü gibi ter dökeceğiz, koşturacağız ki Allah bizden razı olsun. Allah'ın razı olacağı işleri yapmakta biz koşturacağız ki Allah'tan bize bir sevgi hasıl olsun. Ondan sonra da bizim gönlümüzde aşkullah muhabbetullah ateşi yanacak da biz de iyi bir insan olacağız veya iyi insanlar zümresine kabul edileceğiz. Önce koşturacağız, gayret sarf edeceğiz; iyi niyetimizi ispat edeceğiz.
Çok güzel. Bunu hiç hatırınızdan çıkarmayınız!
Ve zâlike hıyne arafe minhü'l-ictihâde fî merdâtihi.
Allah'ın kulu sevmesi de nasıl olur?
Allah'ın, kulun Allah rızasını kazanma konusunda ceht sarf etmesini görmesinden sonra olur; "Bu kulum benim için, benim rızamı kazanmak için her şeyi yapıyor; tamam."
İngiltere'de adamın birisi bakmış ki Hıristiyanlık boş.
Demiş ki;
"Aman, saçma sapan, asılsız bir şey bu, hak dini değil; ben hak hangisi ise onu arayacağım, bulacağım" demiş; sormuş soruşturmuş, kendi bildiğince istişareler yapmış.
"Sen madem böyle olur olmaz itikada razı olamıyorsun, gönlün kabul edemiyor, mantığın reddediyor. Hindistan'da çok mantıklı bir din var; Budizm. Buda isminde bir şahıs fakirlere acımış. İşte Budizm diye bir şey ortaya koymuş; mantıklı şöyle böyle... Sen o dine gir." demişler.
O da düşünmüş, incelemiş. "Budizm mantıklı, makul prensipleri olan bir inanç" diye malını mülkünü satmış, İngiltere ile alakasını kesmiş. Bir araba almış; çölleri geçecek, binlerce kilometre yol gidecek, Türkiye'yi, İran'ı, Afganistan'ı, Pakistan'ı geçicek, Hindistan'a varacak. Türkiye'ye gelmiş. Türkiye'de üç defa rüyada; "Hak din İslâm'dır." demişler. "Hindistan'a gitmene gerek yok. Müslüman ol."
Peş peşe üç defa görmüş, bir defa görse neyse ne. Sonunda müslüman olmuş. Bunu bizim bir kardeşimiz tanıyor. Meşhur bir şahıs, gazetelerde ismi geçen bir kardeşimiz, herkes tanıyor. İngiltere'de tahsil yapmıştı; tanıdığı bir kimse. Neden İngiltere'de araştırma yaptığı zaman "Hak din İslâm'dır." diye rüya görmedi de Türkiye ye geldiği zaman "Hak yol İslâm'dır." diye rüya gördü?
Çünkü ve zâlike hıyne arafe minhü'l-ictihâde fî merdâtihi cümlesinde olduğu gibi Allah onun kendi rızasını kazanmak için büyük bir gayret içine girdiğini gördü. O gayretinin makbul bir gayret olduğunu ispat etti. Niyetinin halis olduğunu o zaman gösterdi. Doğrudan doğruya orada göstermedi; ortaya bir içtihat, bir gayret, bir emek çıktıktan sonra gösterdi.
Güzel bir misal!
Bu üç defa "rüyada görmek" deyince Medîne-i Münevvere'de evvelki hafta okudum; "Nurettin Mahmut Zengi" isimli bir atabek var. Selahattin Eyyûbiler zamanında yaşamış.
O şahıs bir gece rüyasında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i görüyor. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem iki adam gösteriyor; "Bu iki melundan beni kurtar" diyor.
Allah Allah, bu iki mel'undan nasıl kurtaracak? Hayırdır inşallah; uykudan uyanıyor heyecanlanıyor. Yine yatıyor, yine rüyada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i görüyor. Yine bu iki şahsı gösteriyor; "Şu iki melun heriften beni kurtar."
Allah Allah, bir kere daha yatıyor. Üçüncüsünde yine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in "Bu adamlardan beni kurtar!" dediğini görüyor. Kalkıyor, oturuyor.
Çok akıllı, güngörmüş, tecrübeli bir veziri varmış; onu çağırıyor; "Ben böyle üç sefer rüya gördüm; yatıp uyanıyorum, uyuyorum yine aynı şeyleri görüyorum." diyor.
Veziri; "Çare yok sultanım, derhal bugün Medine'ye yola çıkacaksın." diyor.
Kıymetli elemanlarından bir müfreze topluyor. Atlarla süratle Medine'ye harekete geçiyor. Mümkün olduğu kadar hızlı, az dinlenip çok yol alarak on beş, on altı günde Suriye'den Medîne-i Münevvere'ye geliyor.
Şimdi ne yapacağız?
Veziri; "Sultanım, sizin gelmeniz dolayısıyla Medine ahalisine hediye vermek istediğinizi, herkesle tanışmak istediğinizi söylersiniz." diyor.
Medine o zaman küçük bir yer, şimdiki gibi değil. Kalesi var, mahdut evleri var; çok fazla büyük bir yer değil. Tarihte öyle idi; çünkü suyu ve gıdası az, sıcağı çok. Orası kalabalık toplayacak bir durum arz etmiyordu; eski şartları zordu.
"Olur." diyor; yanında çok para ve hediye getirmiş, herkesi bir bir önünden geçirtiyor. Herkese dikkatlice bakıyor, para veriyor; tamam.
Vezir soruyor, diyor ki;
"Rüyada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in gösterdiği o iki şahıs bunların arasında var mıydı?"
"Yoktu, görmedim."
O zaman diyor ki;
"Medine'de olup da benim huzuruma gelmeyen kimse kaldı mı? Herkesi görmek istiyorum."
"Yok efendim." diyorlar.
"Gelmemiş hiç kimse kalmasın, herkesi görmek istiyorum."
Çok ısrar edince; "Fas tarafından, Afrika'dan gelmiş iki tane derviş var. Aman ne cömertler ne cömertler; herkese paralar verirler. Her gün Bâkî kabristanına giderler; ölüleri ziyaret edip dualar ederler. Kimseden hediye kabul etmezler, kimseyle konuşmazlar. Harem-i şerîf'te türbe-i saadete de yakın bir ev tuttular; gece gündüz evlerinde; namaz vakitlerinde camide böyle iki kimse var."
"Çağırın onları." diyor.
Adamlar gelmek istemiyor.
"Biz padişahların yanına gitmeyiz. Hediye filan da kabul etmeyiz, ihtiyacımız da yoktur." diyorlar.
"Çağırın" diyor. Yaka paça tutup getiriyorlar.
Vezir soruyor:
"Nasıl sultanım?"
"Tamam, bunlar rüyada gördüğüm iki kişi."
Bu ikisinin evini arıyorlar, hiçbir şey yok.
"Siz kimsiniz?" diyorlar.
"Biz mağrib diyarından yani Fas tarafından gelmiş iki dervişiz. İşte burada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in şehrinde kalıyoruz."
Zorluyorlar, bir şey çıkmıyor. Evi bir daha, kılı kırk yararak ince bir şekilde arayınca, döşemenin örtüsünün altında bir tünel kazdıklarını görüyorlar. Caddenin altından Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in türbesine doğru tünel kazmışlar. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e suikast edecekler; naaş-ı şerîfini alacaklar, kaçıracaklar; niyetleri buymuş. Her gün kazdıkları toprağı torbalara koyuyorlarmış, Baki Kabristanlığı'na götürüp "Mezar ziyaret ediyoruz." görünümüyle oraya döküyorlarmış. Kazdıkları tünelin toprağını da öyle yapıyorlarmış.
Bunun üzerine sıkı bir sorgudan sonra söylüyorlar:
"Biz Hıristiyan papazız, Peygamberiniz'in vücudunu oradan çalıp çıkarıp götürmek istedik." diye. Orada hemen boyunları vuruluyor.
Üç defa rüyada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in göstermesi. Buradan bu iki hikâyeyi hatırladım.
Bu iyi kalsın hatırınızda; Allah kulu sevmedikçe kul Allah'ı sevmeye muktedir olamaz, takat getiremez, sevemez. Allah'ın sevgisi kuldan evvel, O'nda hâsıl olmadıkça, ilk seven Allah olmadıkça kulun Allah'ı sevmesi; aşkullah, muhabbetullah, şevkullah, gayretullah olamaz.
Bu da nasıl olur?
Ve zâlike hıyne arafe minhü'l-ictihâde fî merdâtihî. "Allah, kulun kendi rızasını kazanma hususunda azmini, gayretini, içtihadını, çalışmasını gördüğü zaman sever."
Ve bi-hâze'l-isnâdi kâle Ahmed. "Aynı râvilerle gelen bir başka rivayette Ahmet b. el-Havârî buyurdu ki:"
Men lem ya'rif nefsehû fe-hüve min dînihî fî gurûrin. "Nefsini bilmeyen insan, dininde aldanma içindedir."
Bir kimse nefsini bilmiyorsa o, dini konuda aldanma içindedir.
Demek ki dindarlığın özünü kavramak, gerçek müslüman olmak, iyi Müslümanlığı yapacak bir kıvamı yakalayabilmek ne ile mümkün oluyormuş? Burada çok mühim bir şey daha öğreniyoruz.
Kişinin nefsini bilmesi ile oluyormuş.
Çok meşhur bir söz var:
Men arafe nefsehû fe-kad arafe rabbehû. "Kim nefsini bilirse Rabbini bilir."
Nefsini bilmediği için burada da dini bilmesi mümkün değildir. Demek ki anahtar, en önemli iş nefsini bilmek.
Nefis nedir?
Bunu İslâm dini anlatıyor. Başka dinlerde bu konuda güzel bir bilgi yok. Rivayetler belki muhafaza edilememiş, belki öğretilmemiş. İnsana "nefis" diye bir düşmanı olduğunu İslâm öğretiyor ve İslâm'da da nefsin ne olduğunu, nasıl bir düşman olduğunu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz söylüyor. Ve onun nasıl terbiye edileceğini tasavvuf ilmi öğretiyor.
İnsan kravatlı, ütülü pantolonlu, boyalı ayakkabılı, sinekkaydı traşlı, yüksek tahsilli, Avrupa'da ihtisas yapmış, parası var. Otomobili, fiyakası, saltanatı var. Debdebesi var; ama adam olmaz.
Neden?
Nefsini ıslah etmemişse perdenin arkasında ne hıyanetler çevirir, ne günahlar işler, ne haramlar yer, ne zulümler yapar! Nefsi ıslah olmamıştır. O dış boyasını kazıdığın zaman altından ne çirkef şeyler çıkar; perdeyi kaldırdığın zaman neler görülür.
İşte görüyorsunuz. Gazetelerde okuyorsunuz. Yüksek mevkilere çıkmış, müdür olmuş, bakan olmuş, başkan olmuş ıvır olmuş zıvır olmuş, ama nefis terbiyesi olmadığı için gazetelere düşmüş, hapislere düşecek belki daha başka şeyler olacak. Bu nefsin nasıl bir düşman olduğunu anlıyorsunuz.
A'dâ adüvvüke nefsüke'lletî beyne cenbeyke.
A'dâ adüvvüke. "En azılı düşmanın." Nefsike. "Senin kendi nefsindir." Elletî beyne cenbeyke. "İşte şu iki omzun arasında, iki yanın arasında, vücudunda yer almış olan nefsindir."
İnsana günahı işlettiren o, çalışmaları gevşettiren o, ibadetlerden yan çizdirten o, şehvetlere daldırtan o, Allah yolundan alıkoyan o. Bu nefsi iyi tanımak lazım. Bu nefsin mahiyetini bilmek lazım. Bu nefse ne kadar imkan verilmesi gerektiğini bilmek lazım. Nerede dizginlerinin çekilmesi gerektiğini bilmek lazım; bu nefsi terbiye etmek lazım ki insan, dinini bilsin.
Nefsi bilmiyorsa, nefsinin ne kadar azılı bir düşman olduğunu bilmiyorsa ve nefsi ile ilgili bir mânevî terbiye çalışması görmemişse o kimse nedir?
Men lem ya'rif nefsehû fe-hüve min dînihî fî gurûrin."Nefsini bilmeyen kişi, dininde bir aldanma içindedir."
"Bir şey yapıyorum." zanneder; ama kendini aldatır. Aldanma içindedir. Nefsi ıslah olmadan olmaz. Tarih boyunca İslâm tarihinde ne kadar büyük salih, velî, mübarek kul varsa hepsi nefis terbiyesi görmüş insanlardır.
Tarihî şahsiyetlerde ne kadar hatalı, ne kadar tenkit edilen şahıs varsa nefsi direk gibi azılı azgın olan insanlardır. O nefis azgın olduğu zaman dokuz mahalleye zararı dokunur. Mevkî yükseldikçe zararı artar. Hele bir de devlet başında, hükümdar, padişah, vezir, paşa, emir, komutan, başkan olursa; o direk gibi nefisle, zalim nefisle, o kafa ile o yanlış mantıkla, o çirkin duygularla zararı çok daha fazla olur. Kaplanın kanatlısı gibi olur. Kaplan kanatlı olsa istediği yere uçsa nereye kaçacaksın?
Çok güzel!
Ahmed b. el-Havârî'nin bu sözünü de hiç unutmayın!
Men lem ya'rif nefsehû fe-hüve min dînihî fî gurûrin. Hüsnü hat halinde levha olarak yazdırın herkes duvara assın.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.