Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semi'tü Muhammede'bne'l-Hasani'l-Bağdâdiyye, yekûlü: Semi'tü Ca'ferani'l-Huldiyye, yekûlü: Semi'tü'l-Ma'meriyye, yekûlü: Haddesenâ Ahmedü'bnü Ebi'l-Havâriyyi, kâle: Haddesenâ Ebû Süleymân, yekûlü.
Ebû Süleyman'ın sözü, yine başka adamlar vasıtasıyla Ahmed b. Ebi'l-Havârî'den geliyor.
Küllü amelin leyse lehû sevâbün fi'd-dünyâ, leyse lehû cezâün fi'l-âhireti. "Dünyada sevabı olmayan bir amelin, âhirette bir mükâfatı yoktur."
Sanıyorum bu sözü ile şunu kastediyor; dinin emirleri, insanın hem dünyasını mâmur eder hem âhiretini mâmur eder. Dünyada bir faydası yoksa âhirette de bir mükâfatı yoktur. Dinî emirlerin dünyada da faydası vardır, sadece âhirete yönelik değildir.
Düşünelim. Mesela içki; çok basit, klasik, herkesin bildiği misal. Dinimiz içkiyi yasak kılmış. İçki yasak olduğu için kişi sıhhî bakımdan da kurtulmuş oluyor, âhirette de mükâfatı alıyor. Nikâhı helal kılmış, zinayı yasaklamış. Aile yuvası kurulacak, aile yuvası kurma dışında bir şey yapılmayacak. Aile yuvası kurmak faydalı, ötekisi zararlı. Helal kazancı meşru kılmış. "Doğru sözlü tüccar, peygamberlerle beraber mahşer gününde Arş'ın gölgesinde gölgelenecek." diye müjdeler var. Başka türlü kazançları yasaklamış.
İslâm'ın emirleri, insan sevap kazansın diyedir. Ama dünyada da âhirette de faydası vardır. Dünyada bir faydası yoksa âhirette de bir şey değildir. İki taraflıdır, ikisine de faydası vardır demek.
Haddesenâ Abdullahü'bnü'l-Hüseyni's-Sûfiyyü; haddesenâ Muhammedü'bnü Abdillah, haddesenâ Sehlü'bnü Ali, haddesenâ Ebû İmrân el-Cessâs, kâle: Semi'tü Ebâ Süleymâne, yekûlü: İzâ câe'l-kalbü ve atişe safâ ve rakka; ve izâ şebia ve reviye amiye.
Burada başka bir rivayet zinciri ile, birkaç isim zikrediyor.
Abdullah b. Hüseyin es-Sûfî, Sülemî'ye rivayet etmiş. O da Muhammed b. Abdillah'tan almış. İsfahanlı, sarrafmış. Nişabur'da oturmuş. Zahid kimseymiş. Güzel yaşamı olan bir kimseymiş. Verâ sahibiymiş. Çok hayır sahibiymiş. Mücâbü'd-da've, duası makbul bir insanmış. Gözünü kaldırıp 40 sene gökyüzüne bakmamış. Nişabur'dan Irak'a doğru 272 senesinde hicret etmiş. Zühdiyat konusunda çok kitap yazmış. Tekrar Nişabur'a 292'de dönmüş, oraya yerleşmiş, ölünceye kadar orada kalmış. Ölüm tarihi de şudur." diyor. Demek ki duası makbul bir zât Sülemî'ye rivayet etmiş. O da Selh b. Ali'den duymuş, O da Hz. Ali Efendimiz'in mevlâsı, yani azatlı kölelerindenmiş. Receb'in başında ölmüş, 287 senesinde. O da Ebû İmran el-Cessas'tan duymuş.
O da kimmiş?
Mûse'bni Îsâ Ebû İmran el-Cessâs, min mütekaddimi eshâbi Ahmedi'bni Hanbel. Ahmed b. Hanbel'in arkadaşlarının ilklerindenmiş."Takvâ sahibi, verâ sahibi bir kimse idi." Mütehalliyen zâhiden. "Maldan mülkten kendisini sıyırmış, dünyaya metelik vermeyen zahid bir kimse idi."
Ahmed b. Hanbel'den duyduğu şeyleri ancak konuşur, anlatır, nakledermiş. Bir de bu, Ebû Süleyman ed-Dârânî'den duyduklarını anlatırmış. Yani her lafı da rivayet etmezmiş. Ebû Süleyman, bu mübarek zâtın güvendiği bir kimse imiş. Demiş ki Ebû Süleyman;
İzâ cae'l-kalbü. "İnsanın kalbi, yani gönlü."
Kalp dediğimiz şey; şurada tık tık atan şey değildir. Bu kuşta da, manda da, insanda da vardır. Ölüde de vardır ama atmaz. Kalp dediğimiz şey; mekânı burası olan, gönül denilen şeydir. Gönül, elle tutulmaz, gözle görülmez, çarşıdan alınmaz, mendile konulmaz, ondan tatlı şey olmaz. Gönül dediğimiz şeyin mekânı şu yürek dediğimiz yer, kalp deyince onu anlayacağız. Diyor ki Ebû Süleyman;
İzâ câe'l-kalbü. "İnsanın gönlü acıkınca." Ve atışe. "Susadı mı." Safâ ve rakka. İnsanın gönlü "Sâfileşir, incelir."
O zaman duyguları güzelleşir, kafası berraklaşır, hissiyatı genişler.
Ne zaman?
Karnı aç olduğu ve susuz olduğu zaman.
Ve izâ şebia ve reviye. "Karnını doyurup da, suya da kandı mı." Amiye. "O zaman insanın kalbi körleşir."
Duyguları, o zaman uyuklamaya başlar. Sohbet dinleyemez, namaz kılamaz.
Neden?
Karnı tok da ondan. Aç olsa, bak uyur mu?
"Gönül acıktığı, susadığı zaman sâfileşir, incelir; doyduğu, suya kandığı zaman da körleşir." diyor.
Buradan şunu görüyoruz; -hadîs-i şerîflerde vardır zaten- insanın aşırı yemesi, bir kere insanı azgınlaştırır. Yani o zaman nefis dizginlenemez hale gelir. Adam oturduğu zaman bir kuzuyu yiyor. Tamam! Bu adamı gel de sen namaz kılmaya çek, söz dinlet, Allah'ın emrini tuttur. Dinlemez, nefsine hâkim olamaz.
Neden?
Çok yiyor da ondan! Oturduğu zaman şu kadar pilav yiyor, bu kadar tepsi sıyırıyor, vesaire.
Aç olduğu zaman gerçekleri görebilir, düşünebilir ve istenilen yola girebilir. Bu bir genel kaidedir. Onun için erbâb-ı tasavvuf Ramazan'ın dışında da çok çok oruç tutar. Tasavvufî eğitimin yoğun olarak yapıldığı halvet çalışmasında da her gün oruçlu olunur. Îtikafta da her gün oruçlu olunur.
Neden?
Oruç, insanı incelttiği, kalbi sâfileştirdiği, sâfi olunca da gerçekleri görmesi mümkün olduğu için. Cam kirli olduğu zaman içerisi dışarısı görünmez, silinip sâfileştiği zaman görünür. Onun gibi.
Semi'tü Ebe'l-Fereci'l-Versâniyye, yekûlü: Semi'tü Ebe't-Tayyib el-Akkiyye, yekûlü: Kâle Ahmedü'bnü Ebi'l-Havâriyyi, kultü lî Ebî Süleymâne:
Diyor ki Ahmed b. Ebi'l-Havârî;
"Ebû Süleyman'a dedim ki." Salleytü salâten fî halvetin fe-vecedtü lehâ lezzeten. Fe-kâle eyyü şey'in lezzeke minhâ? Kultü: Haysü lem yerenî ehadün. Fekâle: İnneke le-daîfün, haysü hatara bi-kalbike zikru'l-halki.
Ahmed b. Ebi'l-Havârî, bundan hadis sözlerini rivayet eden, o da mutasavvıf, meşhur. İleride, bu kitabın bir yerinde muhakkak onun da hayatı gelir. O, Ebû Süleyman'a -talebesi durumunda demek ki- demiş ki;
Salleytü salâten. "Bir namaz kıldım." Fî halvetin. "Hiç kimsenin olmadığı tenha bir yerde." Fe-vecedtü lehâ lezzeten. "Ve bu namazdan zevk aldım, tat duydum."
Kimse yok.
Sormuş ona Ebû Süleyman;
Eyyü şey'in lezzeke minhâ? "Bu namazdan bu zevki almana ne sebeple oldu? Ne sana bu lezzeti verdi?"
Cevaben demiş ki;
Kultü: Haysü lem yerenî ehadün. "Çünkü hiç kimse görmedi beni ya, ondan lezzet duydum."
Diyor ki;
İnneke le-daîfün. "Sen zayıf bir adammışsın be, zayıfsın sen."
Neden?
Haysü hatara bi-kalbike zikru'l-halki. "Çünkü gönlüne Allah'tan gayrının, mahlûkatın düşüncesi düşmüş."
Madem namaz kılıyordun, "Başkası beni görmüyor." diye düşünüp lezzet duyuyorsun, başkasını düşünüyorsun. Hâlbuki, hiç onu düşünmeyecektin; konsantre olup, sırf Allah'ı, Allah'ın huzurunda olduğunu düşünecektin. Oradan lezzet alsaydın, tamam. "Ama madem ki kimse görmedi diye başka kimseyi düşündün, hatırından geçirdin, demek ki sen zayıfsın." diyor.
Ne ince şeyler!.. Bu kişilerin kendilerini kontrollerinde ne kadar dirayetleri, incelikleri var.
Ve bi-isnâdihî, kâle Ahmedü. Yine aynı rivayet zinciri ile Ahmed b. Ebi'l-Havârî demiş ki;
Seeltü Ebâ Süleymâne, fe-kultü lehû. "Ebû Süleyman'a bir soru sordum ve ona dedim ki." İzâ haraceti'ş-şehavâtü mine'l-kalbi eyyü ismin yekau aleyhi? Zahidün? Verîün? Mâ zâ? Kâle: İzâ selâ ani'ş-şehavâti fe-hüve râdın.
İzâ haraceti'ş-şehavâtü mine'l-kalbi. "İnsanın gönlünden bu arzular giderse."
Artık şehevâtı düşünmüyor, öyle şeyler hatırına gelmiyor, gönlünden bunlar çıktı, böyle gittiği zaman.
Eyyü ismin yekau aleyhi. "Bu gönle ne sıfat verilir?"
Şehvetleri hiç düşünmeyen, içinden sürüp atmış gönül. Zahid midir? Veri' midir? Verâ sahibi mi diyeceğiz, zühd sahibi mi diyeceğiz bu gönle?
Mâ zâ? "Bunun ismi ne?"
Hiç şehvet düşünemeyen gönlün sıfatı ne?
Kâle: İzâ selâ ani'ş-şehavâti. "Şehvetlerden kendisi kurtulmuş, sıyrılmışsa." Fe-hüve râdın. "Razı nefistir."
Kendi arzuları yok; Allah ne takdir ederse onun mukadderâtına razı. "Onun sıfatı, razılık sıfatıdır." diye söylemiş, böyle tavsif etmiş.
Ahberanâ Aliyyinü'bnü Ebî Omere'l-Belhiyyu, kâle: Haddesenâ Muhammedü'bnü Aliyyi'bni el-Kâsımi, kâle: Haddesene'l-Hasenü'bnü Ubeydillâhi'l-Kattânu; haddesenâ Ahmedü'bnü Ebi'l-Havârîyyi, kâle: Kâle Ebû Süleymâne:
Yine başka bir rivayet zinciri ile, haber Sülemî'ye, Ahmed b. Ebi'l-Havârî'ye geliyor. Ebû Süleyman dedi ki;
İc'al mâ talebte mine'd-dünyâ felem tazfer bihi bi-menzileti mâ lem yehtur bi-bâlike, ve lem tatlubhu.
İc'al. "Yap, kıl." Mâ talebte mine'd-dünyâ fe-lem tazfer. "Dünyalıktan, isteyip de eline geçmeyen şeyi." Bihî bi-menzileti mâ lem yehtur bi-bâlike. "Kalbine hiç gelmemiş hale getir." Ve lem tatlub. "Hiç istememişsin, hiç gönlüne doğmamış gibi bir hale getir."
Burada neyi demek istiyor?
Sen dünyalıktan bir şey istemişsin. Mesela; "Yâ Rabbi, bir hayırlı eş ver, evleneyim. Bir ev ver de şu kiradan kurtulayım. Bir araba ver de ayağım yerden kesilsin." Dua etmişsin ve olmamış. Allah münasip görmemiş o anda vermeyi, vermemiş.
"Bunu, sanki hiç söylememişsin, hiç kalbine gelmemiş, hiç istememişsin gibi yap. Sil aklından. Dert etme." demek istiyor.
Çoğu zaman insan dert ediyor. İstediği şeyi olmadığı zaman içine dert ediyor. "Allah niye vermedi? Hadi verse ya." diyor. Tabii, vermediğinin üzerinde fazla durduğu zaman, çeşitli rahatsızlıklar başlar.
"Allah niye vermedi?"
Vermemeyi uygun görmüş, ondan vermedi, daha ne istiyorsun? Hani Allah'ın kaderine razı olacaktın?
Vermediğini düşünmesi, yavaş yavaş kadere razı olmama durumuna itebilir. Sonra, o Allah'a arz etti;
"Şunu ver yâ Rabbi!" dedi, vermedi.
"Bir bildiği vardır Rabbımın. Ben hayırlıysa istedim." Demek ki vermedi; müsterih olması lazım. Israr eder de alırsa belki iyi olmayacak.
Nitekim Peygamber Efendimiz'in zamanında Sa'lebe isminde bir şahıs vardı, Resûlullah'a geldi, dedi ki;
"Yâ Resûlallah, evde çok fakirlik çekiyorum, başım fakirlikten dertte, dua et de zengin olayım." Peygamber Efendimiz;
"Yâ Sa'lebe, şükrünü eda edebildiğin az bir mal, senin için çok maldan daha hayırlıdır. Benden zenginlik isteme." dedi.
Gitti, bir müddet sonra geldi;
"Yâ Resûlallah, ben bu yoksulluğa dayanamıyorum, sen peygambersin, bana dua et de zengin olayım." dedi.
"Yâ Sa'lebe, öyle zenginlik yaramaz. Sen şükrünü eda edebildiğin elindeki malla iktifâ et, o senin için daha hayırlıdır."
Yine gitti, bir zaman sonra yine geldi.
"Dayanamayacağım yâ Resûlallah, dua et zengin olayım." dedi.
Efendimiz;
"Yâ Rabbi, Sa'lebe'nin istediğini kendisine ver." dedi.
Sa'lebe'nin koyunları doğurmaya, develeri yavrulamaya başladı. Her seferinde de zenginliyor; satsa para edecek, çoğalıyor, sürüsü çoğalıyor. Peygamber Efendimiz'in mescidine gelmemeye başladı, teklemeye başladı.
Nerede Sa'lebe?
"Sürüsü biraz çoğaldı da, onlarla meşgul oluyor yâ Resûlallah. Onun için gelemiyor."
"Yazık oldu Sa'lebe'ye! Yazık oldu Sa'lebe'ye!" dedi.
Sonra Peygamber Efendimiz'in mescidine daha seyrek gelmeye başladı. Sonra cumaları gelmemeye başladı.
"Nerede Sa'lebe?"
"Yâ Resûlallah, sürüleri o kadar arttı, öyle bereketlendi ki buralarda beslemek mümkün olmadığından yaylalara çıkıyor. Cuma namazına gelemiyor."
"Yazık oldu Sa'lebe'ye!" dedi Peygamber Efendimiz.
Yani zenginliyor ama memnun olmuyor. Çünkü zenginlik insanı ibadetten, namazdan niyazdan ayırıyorsa, hayır değil; şer!
Sonra zekât âyeti indi.
Huz min emvâlihim sadakaten. "Ey Resûlüm, bu mü'minlerin zenginlerinden, mallarını temizleyecek, fakirin hakkını al. Zekât olarak bir vergi al onlardan." diye zekât âyeti inince, her yere haber gittiği gibi Sa'lebe'ye de haber gitti.
"Hadi, senin bu kadar sürülerin, develerin, koyunların var; ver bakalım, şu kadardan şu kadar, şu kadardan şu kadar."
Veremedi Sa'lebe. Hâlbuki, Resûlullah'ın duasıyla sürüsü arttığı halde, zekât miktarı hayvanı veremedi. Geldiler dediler ki;
"Yâ Resûlallah, biz tebliğ ettik ama Sa'lebe zekât malını çıkartıp vermedi, bize de biraz ağır konuştu."
"Tamam, ona bir daha gitmeyin." dedi, darıldı Peygamber Efendimiz.
Bir daha hiç gitmediler, hiç zekât istemediler. Çünkü vermedi, kabul etmedi diye. O da getirmedi, getirmedi…
Sonra Peygamber Efendimiz âhirete irtihal etti. Ebû Bekr-i Sıddîk zamanında geldi, pişman oldu. Anladı Resûlullah'ın darıldığını. İş işten de geçti tabii. Dedi ki;
"Yâ Emîre'l-mü'minîn, ben zekâtımı vermek istiyorum."
Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz'in bir sözünü hatırlıyorum. Efendimiz vefat edince bazı cahil kabileler isyan etmişlerdi, demişlerdi ki;
"Namaz kılalım, oruç tutalım ama bizden zekât isteme."
"Yok! Resûlullah zamanında nasıl yapıyorsanız, öyle olacak. Bunu değiştirirseniz sizinle harp ederim! Zekâtı aynı miktarda yine vereceksiniz!" dedi. Yani zekâtı almak için savaşıyor gibi görünür.
Şimdi Avrupalılar İslâm tarihini incelese, "Bak bak; İslâm halifesi, işte 'İbadet edelim, namaz kılalım, oruç tutalım.' diyorlar, 'Yok, illa zekât da, yani koyun, keçi, deve, onu da vereceksin.' diyor, bak nasıl mal taraftarı!" sanır değil mi? Herkes karşısındakini kendisi gibi bilirmiş. Avrupalı'nın yorumu böyle olur. Yani Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz maldan –zekatı almaktan-vazgeçmiyor gibi düşünür. Ama öyle değil! Neden öyle değil?
Sa'lebe olayı gösteriyor. Peygamber Efendimiz'e sen vermek istedin, almadı. O istediği zaman sen vermedin, o da sana darıldı.
"Resûlullah'ın almadığını ben senden nasıl alırım?! Almam senin zekâtını!" diyor.
Ötekilere "Harp ederim ha!" diyor.
Allah'ın emirlerinde tercih yok, "Şunu yaparız, şunu yapmam." yok! İlle vereceksin!" diyor. Ama bunun durumunu özel olarak kafasına yerleştirdiği için Resûlullah buna darıldı, bunun zekâtını almıyor.
"Resûlullah'ın almadığı zekâtı ben senden nasıl alırım?! Almıyorum!.."
Hz. Ömer zamanında da alınmadı, ötekiler zamanında da alınmadı. Öldü gitti adam. Yazık oldu. Madem ki Resûlullah'ın "Yazık oldu!" dediği, yazık oldu! Mal yaramadı yani.
Bunu nereden açtık?
Buradaki bir konudan açtık. Bir şey istedin, olmadı mı, onun peşine düşme artık; hiç düşünmemiş, hiç istememiş gibi ol, sil kafandan. Demek ki hayırlı olmadığından Allah vermedi. Kafana takma. Hani bu mal istedi, zenginlik istedi, yaramadı; helak oldu, mahvoldu. Böyle de olabilir, başka sebeple de olabilir. "Verirse verirdi, vermedi; kafana takma artık, sil kafandan onu, gönlüne dert etme." diyor Ebû Süleyman hazretleri. Kendisinin bu fikri, bir tecrübeye dayanıyor.
Haddesenâ Ahmedü'bnü Muhammedi'bni Zekeriyyâ; haddesenâ Ahmedü'bnü Muhammedi'bni Abdilvehhâb; haddesenâ Muhammedü'bnü'l-Abbâsi'bni'd-Direfsi; haddesenâ Muhammedü'bnü Ebi'l-Havâriyyi; kâle: Semi'tü Ebâ Süleymâne, yekûlü.
Başka kişilerden gelen rivayete göre, yine Ahmed b. Ebi'l-Havârî dedi ki; "Ebû Süleyman hazretlerinin şöyle dediğini duydum."
El-iyâlü yud'ifûne yakîne sâhibi'l-yakîn. Li-ennehû izâ kâne vahdehû, fe-câe, feriha; ve izâ kâne lehû iyâlün, fecâû talebe lehüm. Ve izâ câe't-talebü fe-kad daufe'l-yakînu.
Demiş ki Ebû Süleyman;
El-iyâl. "Aile fertleri, hanım, çoluk çocuk, ev bark." Yud'ifûne yakîne sâhibi'l-yakîn. "Yakîn sahibinin yakînini zayıflatır."
Yakîn ne demek?
Şeksiz, sağlam iman demek.
"Yakîn" kelimesini de karıştırıyorlar. Ben burada kelimeler üzerinde çok izahat veriyorum, bunları iyice not edin. "Yakîn"in Arapça'da bir başka mânası vardır, Türkçe'de bir başka mânası vardır. Arapça'da yakîn ne demek?
Şeksiz şüphesiz inanmak, bilmek demek. Yani tereddüt yok, şek yok, öyle inanmak.
İlme'l-yakîn. Ayne'l-yakîn. Hakka'l-yakîn diyoruz. Bu yakîn diye, 'î'si uzundur.
Bir de Türkçe'de yakın var. "Şu ev uzak, şu ev yakın." Buraya mesafesi az, mânasında. Bu yakın Türkçe, ötekisi yakîn Arapça. Sağlam, şeksiz tereddütsüz iman demek. Bunu bazıları bilmiyor.
Mesela, "O adamı yakînen tanıyorum ne demek?"
Sanıyor ki "Yakından tanıyorum." diyor. Hayır. "Yakînen tanıyorum." demek; "O adamı şeksiz şüphesiz, içini dışını tam biliyorum." demek. Yakînen, bu demek. Yoksa yakından tanıyorum; tanımın yakından uzağından yaklaşsan ne olacak, kalbini bilemedikten sonra? İstersen kalbine kulağını koy, yaklaştın da ne olacak? Şu kadar mesafe var, bu kadar mesafe var, istersen kulağını koy. Adamın kalbini mi karıştıracaksın, zihninden geçeni mi bileceksin? Uzaktan tanımak, yakından tanımak, öyle değil. "Yakînen tanıyorum, şeksiz şüphesiz onun dürüst olduğunu veya şöyle olduğunu, böyle olduğunu biliyorum." demek.
Yakîn kelimesi bir Arapça'da, bir Türkçe'de var. Bazen başka başka dillerde böyle harfleri aynı olan kelimeler vardır. Bir misal daha vereyim, perçinlensin.
Şehr kelimesi. Şehir, Şehr, ŞHR harfi. Şehr, Farsça'da "il" veya "ilçe", "belde" demek. Yani insanların oturduğu yer mânasına; Şehir. İstanbul şehri, Edirne şehri, Tahran şehri gibi. Arapça'da ise "ay" demek. Şehr-i Ramazan, Şehr-i Receb, Şehr-i Muharrem. Burada "ay" demek. İkisi de şehr ama Farsça'da "il", "belde" demek, Arapça'da "ay", "otuz günlük zaman birimi" demek. Görüyorsunuz harfleri aynı, farklı kelimeler.
Her dilde böyledir.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.