Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Şöyle buyurmuş Ahmed ibni Havari;
Me'btelellâhu abden bi şey'in eşadde mine'l gafleti ve'l kasve "Allah cc bir kulu gafletten ve kasvetten daha kötü bir şeyle müptela kılmamıştır, musibete uğratmamıştır."
"Gafletten ve kasvetten daha büyük bir musibet, bela olmaz."
Gaflet nedir? Kasvet nedir?
Onları bilmek lazım. Bir kelime ile ifade ediliyor; ama o kelimeler için saatlerce konuşulabilir.
Gaflet; "gafil olmak" demek, "farkına varmamak, bilememek, anlayamamak" demek.
Kul gafil olursa; neden gafil olur?
En büyük gaflet; Allah'ın o kulu her zaman, her yerde gördüğünü bilmemektir.
Allah zü'l-celâl hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de ne buyuruyor?
Ve hüve me'akumeynemâküntüm. "Her nerede olursanız olun o sizinle beraberdir."
Burada, orada, şurada; gecede, gündüzde; evde, çarşıda, pazarda, dükkanda; yalnızken, kalabalıkta; yurt içinde, yurt dışında; dostların arasında, tanımayan insanların arasında. Nerede olursanız olun...
Ve hüve me'akumeynemâküntüm.
Allah'ın seni gördüğünü bilmiyorsan, ondan gafilsin. Allah'ın senin yanında olduğundan gafilsin… Müthiş bir şey bu!
Yanında onu gören birileri var; ya cam açık veya gizli kamera var. Ne yaptığını görüyor. Adam da kendini yalnız sanıyor; olmadık işler yapıyor. Soyunuyor giyiniyor vesaire…
Ne kadar fena değil mi?
Eyvah, gizli kameranın farkında değil; abuk sabuk konuşuyor. Gizli kameranın farkında değil; yapılmayacak şeyleri yapıyor. Herkesin kendisine kıs kıs güldüğünün, ekranda seyrettiğinin farkında değil; burada maskara oluyor. Onun gibi en büyük gaflet bu!
Allah'ın kulu olduğunu bilen bir insanın her zamanda, her mekanda Allah'a karşı görevleri var. Edep meallâh, "Allah'a karşı kulluk edepleri" var. Buna 'edep meallah' diyoruz. Onu daima takınması lazım. Derece derece başka edepler var. "Edep mea'r-Resûl, edep mea'l-Kur'ân, edep mea'l- ihvân, edep mea'l-halk, edep meal vesaire vesaire... Yapması gereken çeşitli şeyler var. İnsan gafil olunca bilmiyor. Gafletin sahne halinde hatırda kalacak misali nedir?
Adam yolun bir tarafından öbür tarafına konuşa konuşa gidiyor. Oradan da bütün hızıyla hızlı bir araba geliyor. Veya tren yolunun üstünde sohbete dalmış, tren çuhçuhçuh geliyor. İşte gaflet, felaket! Yaklaşan felaketin farkında değil. Karşıdan bir adam onun bu durumunu görüyor. Veya çocuk yolda oynuyor, gelen otomobilin farkında değil. Hemen birisi fedakarca cup diye atlıyor; çocuğu kucakladığı gibi öbür tarafa zor atıyor; hemen yanından vız diye araba geçiyor. Çocuk gaflette idi; ötekisi onu kurtardı. Gaflet bu.
O halde Allah'ın bir kula verdiği en büyük musibet, bela; gaflet. Tabi iptilâ demek; "imtihan olarak Allah'ın verdiği bir şey" demek. Hayatımızın her şeyi bir imtihandır. Hepimiz imtihandayız. Allah bize para verdiyse imtihandayız, fakirlik verdiyse imtihandayız, sıhhat verdiyse imtihandayız, hastalık verdiyse imtihandayız. Her hal ve her durum; "Bakalım kul bu durum karşısında ne yapacak?" diye Allah tarafından bir imtihandır. Onun için hastalıklar, musibetler, belalar hepsi birer imtihandır.
Elin birisi geldi, sana sataştı. İnsanların; "Allah beni bununla imtihan ediyor." demesi, bunları bilmesi lazım.
"En büyük bela; birincisi gaflet, ikincisi kasvet."
Kasvet ne demek?
Kasvet de "katılık, sertlik" demek. Mesela taşın sertliği bir katılıktır. Taş sert, pamuk yumuşaktır.
İnsanda kasvet nedir?
"Kalbin katılığı, gönlün katılığıdır." Gönlü sert; gönlü duygulanmıyor, gönlü yumuşamıyor, gözü yaşarmıyor; işte bu kasvettir. Bu da korkunç bir beladır. Çünkü öteki nasihati anladı; ağladı, tövbe etti, düzeldi. Berikisinin kalbi katı; söz tesir etmedi, gönlü yumuşamadı. Günahında devam etti. Çok fena; duygulanmıyor, gözü yaşarmıyor, yumuşamıyor, değişmiyor.
Isıt ısıt ısıt, uğraş uğraş uğraş, anlat anlat anlat; kellim kellim lâ yenfa' demişler Araplar; "Konuş konuş fayda vermez."
Fayda vermiyor. İşte kasvetli kalp, bu kalp.
Ve innemine'l-hicârati ve mâyeşşakkaku fe-seyahricuminhümmâ'. "Taşın bile güzeli, makbulü vardır. Arasından su çıkanı, pınarlar fışkıranı vardır."
Ama bu kalpler kasvetli oldu mu, karardı mı, katılaştı mı taştan da fenadır. Taştan katı bir kalp; taştan da kötü, sapık bir insanı sembolize eder. Onun için Allah bizi gafletten kurtarsın. Gafil olup işin mahiyetini bilmemek, gelen tehlikelerden haberdar olmamak, kendisini görenden, bilenden haberdar olmamak durumundan kurtarsın.
Bir de Allah kalbin katılığından, laf anlamazlıktan, duygulanmamaktan, ağlayamamaktan hislenmemekten, hassas olmamaktan korusun; bunlar iki büyük şiddetli beladır!
Dokuzuncu paragraf:
Ve bi-hâze'l-isnâdikâleAhmed. "Aynı râviler rivayet etmiş ki Ahmed b. el-Havârî şöyle buyurmuş:"
Fi'r-ribâtıve'l-gazvini'me'l-müsterâhu. İzâmelle'l-abdümine'l-ibâdetiistirâha ilâ ğayrima'sıyetin.
Fi'r-ribâtıve'l-gazvi. "Ribatta ve cihatta, gazâda." Ni'me'l-müsterâhu. "Bunlarda ne güzel bir istirahat vardır." İzâmelle'l-abdümine'l-ibâdeti. "Kul ibadetten bıktığı zaman; kendisine bir melal, yorgunluk, gevşeklik geldiği zaman." İstirâha ilâ ğayrima'sıyetin. "O zaman günah olmayan bir başka yerde çalışmasını değiştirir de orada sükun bulur, istirahat eder."
Bu mübareklerin yaşadığı devirde dindar bir insanın yaptığı şey, ilme sarılmaktı; hadis öğrenmek, tefsir öğrenmek, fıkıh öğrenmek, çeşitli ilimlerde çalışmalar yapmaktı. Sonra gecesini gündüzüne katarak ibadet etmekti. Vakitlerini boş geçirmiyorlardı. Hayatın bir imtihan olduğunu biliyorlardı ve daima namazda niyazda, ibadette, zikirde vakit geçiriyorlardı.
Sonra İslâm'ın hudutlarına gidip Çin'e gidip Türkistan'a, Hindistan'a, diyar-ı Rûm'a, Afrika'ya gidip kafirlerin müslümanlarla komşu olduğu hudutlara gidip orada oturuyorlar; savaş olursa cihat ediyor; savaş olmazsa bekçilik yapıyorlardı.
Bekçisiz olmuyor. Biz de artık bugün Türkiye'de bekçilik dönemine geleceğiz. Evlerde, köylerde, mahallelerde bekçilik sistemi kuracağız. Kendi kendimize bekçilik sistemi kurmamız gerekiyor; başka çare yok. Bu bekleme yerlerine, bekleme işlemine 'murabata' derler. Beklenilen yerlere de 'rıbat' derler.
Rıbat, hudutta olan, yüksek duvarlı kale gibi bir yerdir. Bunun içinde Allah rızası için ölmeyi göze almış insanlar otururlar; otel gibi odaları vardır. Çünkü yatacaklar, kalkacaklar. Koğuşları vardır. Yatarlar, ibadet ederler, boş zamanlarda ilim öğrenirler, bekçilik yaparlar. Ama esas itibariyle askeri bir fonksiyonu vardır; hududu beklemek, düşman gelirse çarpışmak veya düşmana hücum etmek. Buralara "rıbat kaleleri, hudut kaleleri" derler. Buralarda, rıbatta oturan kimselere de 'murabıt' derler. Murabıt, "mücahit" demek gibi. Ama mücahit fiilen savaşın içinde çarpışan insandır. Murabıt; "savaş varsa savaşan, yoksa kalede bekçilik yapan insan" demektir. Gözcü gibi savaş olursa çarpışır.
Bunların hepsi çok sevaptır. Mesela Allah yolunda cihat etmek. Ölürse şehit, kalırsa gazi oluyor. Büyük sevap kazanmaya sebep oluyor. Hudutlarda murabıtlık yapmak da savaş olmasa bile bekçilikten dolayı Allah rızası için gözleri uyanık şekilde, uykusuz kalıp müslümanları beklediği için; "Cehennem ateşi onun gözüne değmeyecektir." diye bildiriliyor, müjdeleniyor. O da çok sevap. Çünkü murabıt, orada nöbet tutuyor. Hududun bu tarafında müslümanlar huzur içinde yaşıyorlar; uyuyorlar, ziraat yapıyorlar, ticaret yapıyorlar, ilim öğreniyorlar. Ülkenin içi emniyette oluyor.
Bu sevaplı işlerin hepsi iyi, güzel.
Şimdi anlayalım sözünü; ne diyor?
"Rıbatta yani hudutlarda gidip bekçilik yapmakta, gaza etmekte, gazilik etmekte, -bekçilik veya savaş- murabıtlık veya gazilikte ni'me'l-müsterâh ne güzel bir istirahat vardır. Ne güzel bir istirahattır!"
Onu dinlenme görüyor. Çünkü her zaman savaşılmaz; savaş, az olan bir olaydır. Çok olan, devamlı olan bir şey değil. İnsan, her gün sabah akşam, günde iki üç defa yemek yiyor; ama her gün savaş olmuyor. Savaş her zaman olan bir şey değil; onun için orayı "bir istirahat yeri" olarak görüyor.
"Ne iyi bir istirahat yeri." diyor.
Hudut kalelerinde mücahitliği, murabıtlığı "masum bir dinlenme" olarak görüyor. "Günah olmayan bir dinlenme; eh, yapabilir." diyor. Mübarek adamlar. Meselelere bakışlarına bak!
Bu sözünde de rıbatlık, murabıtlık denilen şeyin ne olduğunu öğrenmiş olduk. İslâmî sosyal yaşantının nasıl olduğunu gördük. Allah'ın rızasını kazanmak için müslümanların ne gibi faaliyetlerde bulunmuş olduğunu bu vesile ile öğrenmiş olduk.
Bugün biz hepimiz bir işe koşmuşuz, hudutlar boş kalmış. "Asker yapıyor, polis yapıyor." diyoruz. Ama şimdi polis ve askerin de yetmediği görülüyor.
Almanya'da bizim bir arkadaş vardı. "Babası vefat etmiş." diye duyduk, gittik. On beş yirmi dönüm bir arazi almışlar. Bir grup halinde oraya yerleşmişler. Kapıda bizi tabancalı bir genç karşıladı. Elinde telsiz, belinde bir tabanca var:
"Bu ne hal?" dedik.
"Müslümanlar, diyâr-ı küfürde bekçisiz durmaz." diyor.
Almanya diyâr-ı küfür, İslâm diyarı olmadığından nöbetçi koyuyorlarmış, usulleri öyle imiş. Kendi arazilerinin kapısında bizi öyle karşıladılar. İçeriye telsizle haber verdiler; "Es'ad Hoca geldi." dediler. Bizi içeriye öyle aldılar. Hoşuma da gitti.
"Diyâr-ı küfürde insanın bekçisiz silahsız dolaşması caiz olmaz." dediği hatırımda.
Tedbir almak gerekiyor.
Onuncu paragraf:
Ve bi-hâze'l-isnâdikâleAhmed:
"Aynı râvilerden gelen bilgiye göre Ahmet b. el-Havârî demiş ki:"
İnna'llaheizâehabbekavmenefâdehümfi'l-yakazative'l-menâmi li-ennehümtalebûerdâhüfi'l- yakazative'l-menâm.
"Allah bir kavmi sevdi mi."
Burada kavimden maksat "milliyet" değil; Kürt, Türk ,Acem, Çerkez filan değil. "İnsan grubu" demek. Mesela mutasavvıflar bir gruptur. Hatta bunlar kendilerine "el- kavm" derler; "bizim taife yani bizim grup" demek.
Tasavvuf kitabında; "Kavm bu konuda şöyle yapardı." dediler mi maksat; "Biz mutasavvıflar böyle yaparız." demektir.
İnna'llaheizâehabbekavmen. "Allah bir grup insanı sevdi mi."
Ne yapar?
Efâdehüm. "Onlara faide, mâna anlama kabiliyeti verir." Fi'l-yakazative'l-menâmi. "Uyanıklıkta da uykuda da."
Onlara faide verir.
Efâdehum demek; "Onlara ifade eder, yani faide ihsan eder." demek.
"Onları faydalandırır; uykuları da boşa gitmez, uyanıklıkları da boş geçmez."
Neden?
Li-ennehümtalebûerdâhüfi'l-yakazative'l-menâm. "Çünkü o insanlar, uykuda da, uyanıklıkta da Allah'ın rızasını istemişlerdi."
"Allah onlara uykuda da, uyanıklıkta da faydalar bahşeder durur."
"Uyudular; fayda kesilsin dursun, musluğu kapat." değil. "Uykuda da faydalandırır, uyanıklıkta da faydalandırır; sevap verir, ecir verir, mükâfât verir, maddî mânevî nimetler verir. Çünkü onlar uyanıklıklarında da, uyuduklarında da Allah'ın rızasını istediler."
Bir insan uykuda Allah'ın rızasını nasıl ister?
Niyetle ister.
Mesela adam diyor ki;
"Şu anda uyumalıyım."
"Neden uyuyacaksın?"
"Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu vakitte uyumayı severmiş; ta ki 'Gece ibadetine kalksın.' diye. Biraz uyuyayım da gece ibadetine dinç kalkayım."
Bu uykuları ne niyetle oluyor?
Allah rızasını kazanmak niyetiyle oluyor. Onun için Allah, bu mübarek insanlar uykularını bile Allah rızası için uyudukları için -kavim burada yine mutasavvıflar anlaşılıyor- Allah'ın rızasını arayarak uyudukları için, Allah rızasını kazanmak için uyudukları için uyurken bile onları faydalandırır.
Mesela yemek yiyor; "Niçin yiyorsun?"
"İbadete kuvvet olsun!" diye. "Nefsi kuvvetlensin." diye değil.
Şimdi biz ne yapıyoruz?
Harem-i Şerîf'te Mısırlı birisine; lokum kutusunu uzattık, "Buyur." dedik. Lup bir tane kocaman lokumu ağzına attı. Beğendi, kutuyu aldı. Biz de bir şey demedik. "Alabilirsin, arkadaşlarına verirsin." dedik.
Gözümüzün ucuyla takip ediyoruz. Bir tane attı, arkasından bir tane daha attı, bir tane daha attı; direğin arkasını dolandı, orada atıştırıyor. Lokum bu; insanı havalara uçurur. Kulaklarından ateş çıkmaya başlar; ağzından, dilinden alevler dışarıya çıkmaya başlar. Koca kutudakileri yemeye başladı.
Bunu karikatürize ederek niçin söylüyorum?
Millet aşırı yiyor; güçleniyor, kuvvetleniyor. İçeride enerji var; bu sefer "Ne yapacağım?" diyor, nereye çatacağını bilemiyor, nefsini dizginleyemiyor. Artık frenler tutmuyor; illa bir şeyler yapacak, olmaz!
Aşırı enerji aldığı için bunalım başlıyor, günaha meyil fazlalaşıyor, nefsine hakim olamıyor.
Ne kadar yemek yiyorsun?
"Valla evvelallah önüme bir kuzu koysalar; hepsinin kemiklerini sıyırır bir tarafa yığarım, bitiririm."
İnsanın ihtiyacı bu kadar değil ki, daha az; ama çok yiyor.
Neden?
Alışmış. Annesi küçüklükten arkasından koşturarak yedirmeye alıştırmış:
"Hadi oğlum, aç ağzını. Hadi oğlum, aslanım bir kaşık daha al, şunu sıyır."
Çocuk kaçıyor annesi kovalıyor, çocuk kaçıyor annesi kovalıyor. Çocuk küçüklükten ihtiyaç fazlasını yemeye alışıyor. Büyüdüğü zaman bir tabak, iki tabak, üç tabak, beş tabak bana mısın demiyor, yiyor.
Ye ama nerede kullanacaksın?
Günahta. Günaha gidiyor; ondan sonra kendisini tutamıyor. Halbuki yemeği yemese nefsi zayıflayacak; o zaman nefsânî, şehvânî arzuları duraklayacak.
Bu mübarekler niçin yiyor?
"İbadete kuvvet olsun." diye yiyorlar.
Niçin uyuyorlar?
"İbadete kuvvet olsun." diye uyuyorlar.
"Her şeyi Allah'ın rızasını düşünerek yaptıkları için Allah, onlara faydaları, nimetleri, sevapları uyuyorken de, uyanıkken de veriyor."
Nimetleri "Uyudu." diye kesilmez.
Ve bi-hâze'l-isnâdikâleAhmed. "Aynı râvilerden Ahmed b. el-Havârî şöyle buyurdu:"
Külle mertefe'atmenziletü'l-kalbi kâneti'l-ukûbetuileyhiesra'a. "Kalbin makamı yükseldikçe ona olan ikaplar, cezalar daha süratlenir."
Söz şunu gösteriyor ki insanın mâneviyat hayatında, tasavvufî hayatında -kalp dediğimiz şu tık tık atan yürek değil; kalp dediğimiz gönül- gönlü nurlanır, aydınlanır. İnsan tasavvufta ilerler, derecesi yükselir. Allah'ın iyi bir kulu durumuna gelir; güzel bir takım haller müşahede etmeye başlar.
"Bu yükselme oldukça, kalp yükseldikçe, gönül kaliteli bir gönül haline geldikçe ona, cezalar daha çok gelir, imtihanlar daha çok olur." demek; Allahua'lem. "Çeşitli cezalar, musibetler gelir." demek; bir mânası bu, böyle anlıyorum.
Bir de şu olabilir; "Gönül seviyesi, mânevî derecesi yüksek olan bir insanın cezası, hata yaptığı zaman ,cezası daha çabuk gelir."
Öbür tarafta bütün ömrü boyunca günahtadır; içiyordur, çalıyordur çırpıyordur. Bir şey olmaz. Bu tarafta küçücük bir hatada başına felaketler yağar.
Neden olduğunu bilmiyoruz; ama Allah, kulun iyi bir seviyeden sonra kötü bir günah seviyesine düşmesini istemediğinden hemen cezalandırıyor.
Öteki kâfiri hemen cezalandırmıyor; gafletten uyandırmıyor. Herifin başı bile ağrımıyor.
Diyor ki;
"Allah bana cezamı vermiyor!"
"Olsaydı vermez miydi?" demek istiyor.
Vermediğini görüyor; "Demek ki yok." diyor. Halbuki cezayı verse yola gelecek. Allah ceza vermiyor ki tamamen beter olsun.
"Uyansın, tevbekâr olsun, bir daha edepsizlik yapmasın." diye müslümana cezayı veriyor; bu mânada olabilir; Allahua'lem.
Sayfanın son sözünü okuyalım:
Ve bi-hâze'l-isnâdikâleAhmed. "Yine Ahmed b. Ebu'l-Havârî aynı şahısların, bize bu kitabı yazan şahıslara kadar getirdiklerine göre şöyle diyor:"
İnnemâkerihe'l-enbiyâü'l-mevte li-inkıtâ'i'z-zikri anhüm. "'Zikirleri kesilecek.' diye, Peygamberler ölümden hoşlanmadılar, ölümü istemediler."
"Ölümden korkmaları, ölümü istememeleri başka bir sebepten değil; 'Zikrimiz bitecek, ibadetimiz sona erecek.' diyedir." tarzında bir izahta bulunmuş oluyor.
Bu konu hakkında hadîs-i şerîfler var:
Bir hadîs-i şerifte; mü'min kulun genel bir tabiatı olarak ölümü istemediği bildiriliyor. Mü'min kul ölümden korkuyor, çekiniyor; "ne olduğunu bilmediği bir olay, zor bir olay" diye çekiniyor.
Onun için "Allah'ın da onun canını almayı çok sevdiği halde, en çok onda tereddüt ettiğini" Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz; bildiriyor.
Allahu Teâlâ hazretleri şöyle buyurur:
"'Ölümden korktuğu için, onu üzmeyeyim.' diye, bir mü'min kulumun canını almaya o kadar tereddüt ederim ki." diye çok tereddüt ettiğini bildirir.
Demek ki, ölümün soğukluğundan dolayı bir korku var.
Ama bu korku, bu ürküntü nedendir?
Peygamberlerde de varsa insan olmaktandır.
Dolayısıyla ölümün halleri geldiği zaman bir telaş belirmişse nedendir?
Zikirleri kesilecek olduğundandır; izahını böyle yapıyor.
Allah bu mübareklerin bu güzel ilimlerinden bizleri faydalandırsın. Bizi de yolunda böyle güzel edeplere sahip bir şekilde kulluk ederek, ibadet ederek yürüyen, huzuruna sevdiğine razı olarak gelenlerden eylesin.
Biz bunları bir hikâye olarak okumuyoruz. "Öğrenelim, tasavvufun inceliklerini tatbikî olarak yaşamış insanların davranışlarında görelim; biz de kendimize çeki düzen verelim." diye okuyoruz. Allah bu ilimlerden bizi faydalandırsın.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.