Eûzubillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğı li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedeni’l Mustafa ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebi’ahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-cezâ.
Emma bâ’d.
Aziz ve muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir alimin Ebû Abdirrahman es-Sülemî hazretlerinin yazmış olduğu çok değerli mümtaz bir kitap olan Tabakâtu’s-sûfiyye kitabını okuyoruz. Tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış böyle bir eser meydana getirmiş ve bu eseri çok kıymetli bir Mısırlı profesör de neşre hazırlamış. Çok güzel ilaveler dipnotlar, açıklamalar yaparak. Bu Türk dilimize henüz tercüme edilmemiş olan bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en kıymetli şahısların sözlerini, fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
80. sayfanın 18. paragrafına ulaştık. Ebû Süleyman ed-Dârânî hazretlerinin hayatını ve sözlerinin yazıldığı kısmı okuyoruz. Buradan devam edeceğiz.
سمعت أحمدَ بنَ عليِّ بنِ جعفر، يقولُ: قال أبو سليمانَ: “ آخرُ أقدامِ الزاهدينَ أولُ أقدامِ المتوكِّلين
Kâle’ş-Şeyh es-Sülemî: Semi’tü Ahmede’bne Aliyyi’bni Ca’fer, yekûlü: Kâle Ebû Süleymân: Âhiru akdâmi’z-zâhidîne evvelü akdâmi’l-mütevekkilîn.
“Ahmed b. Ali b. Cafer’den işittim.” diyor, müellif Sülemî hazretleri. O da dedi ki; Ebû Süleyman ed-Dârânî şöyle söyledi.”
Arada daha birçok isimlerin olması lazım, kestirmeden rivayet senedinin sonunu söylemiş.
Ebû Süleyman hazretleri şöyle buyurmuş;
Âhiru akdâmi’z-zahidîn. “Zühd sahibi ve böylece zahid sıfatına ulaşmış, yaşayışı zâhidâne olan mü’minlerin seyr u sulûklerinde -ilerlemeleri, makamlara geçmeleri, derece derece yükselmeleri var müritlerin. Zahidler adımlarını atıyorlar, atıyorlar, atıyorlar, bir menzile varıyorlar- en son ulaşabildikleri menzil, en son adımlarının bastığı yer, yani ulaşabilecekleri en son mertebe, mânevî makam.” Evvelü akdâmi’l-mütevekkilîn. “Mütevekkil kulların adımlarının ilkidir.”
Ötekiler ömür boyu uğraşıp adım atmışlar, ilerlemişler, yükselmişler bir noktaya varmışlar. Bir seviye, bir çizgi tutturmuşlar, bir puan kazanmışlar, bir seviyeye ulaşmışlar.
Bu nedir?
Mütevekkillerin makamının en aşağı tabakasıdır.
Bu sözden rahatlıkla anlaşılan şudur ki; Tevekkül makamı -mütevekkillerin makamı- zühd makamından daha üstündür.
Zühd nedir, biraz açıklayalım.
Bunların hepsi Kur’ân-ı Kerîm’den gelme tabirler, Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden çıkartılmış mânalardır. Zühd; bir şeye rağbet etmemek, rağbetli olmamak, istekli olmamak, istememek, gönlü çekmemek, arzu etmemek demektir. Eğer bir insan dünyanın süslü ve gösterişli şeylerine kapılmayabiliyorsa, rağbet etmeyebiliyorsa ki zordur, bu kimseye “zahid” derler. Yani dünyaya metelik vermiyor, aldırmıyor.
Kolay değildir. Dünyanın zevki, sefası, keyfi, havası çoktur ve nefis onları ister, insanın canı çeker. Karşıda birisi baklava, kaymaklı kadayıf yerken, insan orada yutkunmadan duramaz. Çünkü tatlıdır, hoştur. Canı çeker. Fâni dünya hoştur ama dünyanın zevklerine daldı mı işi harap olur. İnsan onları elde edeceğim diye koşturduğu zaman, yanlış yollara girer, yanlış yerlere batar, yanlış işler yapar. Hele ömrünü sırf bu dünyasının zevklerini ve keyiflerini sağlamaya sarf etmişse, gayretini o tarafa yöneltmişse; bu adam ehl-i dünya demektir. Yani bu hayatı istiyor ve gününü gün etmeye çalışıyor. Buna ehl-i dünya derler.
Zahid; ehl-i dünya olmayan, dünyaya rağbet etmeyen insan demek. Güzel bir şey bu. Bu kadar süsü var, ziyneti var, önüne süslenip, allanıp, pullanıp dizilmiş, çıkmış olsa bile, kaş göz işareti yapıyor ama kandıramıyor.
İyi, güzel!
Fakat bundan daha yüksek olan makam; Allahu Teâlâ hazretlerine dayanmak, O’nu vekil edinmek, O’na sığınmak, O’ndan istemek, O’ndan beklemek, O’nun dostluğuna güvenmek, O’na tevekkül etmek makamıdır.
Kur’ân-ı Kerîm’de âyet-i kerîmeler var.
وَمَن يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّـهِ فَهُوَ حَسْبُهُ
Ve men yetevekkel ale’llâhi ve hüve hasbühû. “Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona kâfi gelir, yeter.”[1]
Allah, kendisine sığınanı mahrum, yardımsız, yardımcısız, ortada bırakmaz demektir.
Ama bu elle tutulan bir şey değil. Kolayca anlaşılan bir şey değil. Tatbik edildiği zaman, mü’min kimsenin uygulama sonunda sezdiği, gördüğü şeylerdir. Bazı insanlar buna inanmaz. Allah’a inancı zayıf olduğundan, tevekkülü, bağlılığı zayıf olduğundan; tevekkülü de zayıftır veya hiç yoktur. “Neme lazım” der, “Ne olur ne olmaz, ya şöyleyse ya böyleyse…” Tevekkülü yoktur.
“Allah’a tevekkül edenin yâveri Hakk’dır.” dediğine göre şair, ki o hadîs-i şerîften, âyet-i kerîmeden alınmadır; bir insanın yârı, yâveri, muîni Allah olursa; onun sırtını kim yere getirebilir, kim yenebilir, kim ona zarar verebilir?
Cümle cihan halkı toplansa, Allah’ın koruduğu bir kimseye zarar veremez.
O bakımdan, tevekkül çok sağlam bir tutamaktır. Dinde çok önemli bir duygudur. Ve bu duyguyu yakalamış ve Rabbine dost olduğunu anlayıp bağlanmış olan bir insana Allah çok büyük yardım eder. Onun için zahidlik makamı da, o duygular, o düşünceler de güzel; ama orada yürüyüp, yürüyüp, varacağı en yüksek nokta mütevekkiller makamının en aşağı çizgisidir ki onlar daha kim bilir nerelere yükseliyorlar…
و به قال أبو سليمان: “ من لَطائِفِ المعاريضِ قولُه تعالى: “ أَلاَ لِلهِ الدِّينُ الخَالِصُ “ ؛ تهديدٌ بلُطْفٍ “
Ve bihî kâle Ebû Süleymân: Min letâifi’l-meârîdi kavluhû teâlâ: “Elâ li’llâhi’d-dînü’l-hâlis.” Tehdîdün bi-lutfin.
Zümer sûresindeki bir âyet-i kerîmeye atıfta bulunuyor Ebû Süleyman hazretleri, buyuruyor ki;
“İnsanoğluna sunulan mâruzâtın en incelerinden, yani insanın muhatap olduğu ahkâmın ve ifadelerin en incelerinden birisi de Allahu Teâlâ hazretlerinin şu âyet-i kerîmesidir;”
Elâ li’llâhi’d-dînü’l-hâlis.
Elâ edât-ı tembihtir. Uyarmak, dikkati çekmek için kullanılan bir edattır. Elâ demek, “Şişt, aklını başına topla, uyuma, dikkat et, gözünü aç, iyi dinle.” gibi bir mâna ifade ediyor Arapça’da.
Elâ. “Dikkat et, aklını başına topla, iyi anla ve kavra, gözünü aç ve kaçırma bu mânayı ki.” Li’llâhi’d-dînü’l-hâlis. “Halis din, Allah-u Teâlâ hazretlerinindir.” Tehdîdün bi-lutfin. “Burada lütufla bir tehdit vardır. Allah tarafından kula bir tehdit vardır.”
Altında “Ey kul, dindarlığını, kulluğunu halis yaparsan yap; ama yapmazsan görürsün!” mânası yatıyor.
“Sırf Allah rızası için kulluk yapmazsan, halin harap olur ha!” diye, bir aba altında sopanın ucu görünüyor.
“Eğer hâlisâne Allah’a kulluk etmezsen, o zaman da başına çok cezalar yağar, Allah’ın kahrına, gazabına uğrarsın.” demek.
Hâlis ne demek?
Katıksız, sâfi, içine başka hiç bir şey karışmamış olan demek.
“Hâlis olan dindarlık, Allah’a yapılan dindarlık olmalıdır, katıksız olmalıdır. Allah'a kulluk, hâlisâne olmalıdır. Allah’a ibadet için yapılan fiillerin, işlerin, hareketlerin niyetine başka duygular karışmamalıdır. Hâlis, katıksız, som altın gibi olmalıdır. ‘Karışırsa, ha o zaman karışmam.’ diye, lütufla bir tehdit var bu âyet-i kerîmede.” diyor. Kul ihlâslı olacak, ihlâslı olmadığı zaman da işin fena olduğunu bilecek.
İhlâs, en önemli şeylerden biridir ve insan Allah ‘ın kabul etmesini istiyorsa yaptığı şeyi daima ihlâslı yapmaya mecburdur.
Bir fıkra geçmişti.
Adamın birisi:
“Yalnız başıma namaz kıldım, çok memnun oldum.” diyor.
Diyor ki;
“Niye öyle memnun oldun?”
“Çünkü beni kimse görmedi.”
“O zaman sen zayıf bir insanmışsın. Çünkü Allah’a kulluk makamında aklına mahlûkat gelmiş. Sen namaz kılıyordun, ne diye mahlûkatı düşünüyordun, onu bile düşünmek zayıflıktır.” diyor.
Bir de ibadeti bir maksat için yapmak var. “Ben şurada namaz kılayım da, birisi görsün de, beni işe alsın. Veyahut şu orucu tutayım da, üç kilo, beş kilo zayıflayayım” Hâlis değil, o zaman niyetin içinde başka şeyler var.
Hâlis olmayan ibadeti Allah kabul etmiyor.
“Ben, ortakların en hayırlısıyım.” diyor. Ama bu sözde de bir ince ikaz var; “Bir kimse bir işi hem benim için hem de bir başkası için yaparsa onu kabul etmem, hepsini ortağa veririm.” diyor. Bu “reddederim!” demek, o da tehdit.
Onun için, insanın bütün ibadetleri, her şeyi Allah rızası için olacak. İnsan, bunları yaparken kalbindeki niyetinin hâlis olmasına çok dikkat edecek. Çok ince bir şey.
Adam hep ön safta namaz kılarken, birgün en arkada kaldım diye utanmış;
“Eyvah! Beni buralarda görürlerse ayıplarlar!” demiş. Kendi kendisinin bu duygusunu da yine kendisi yakalıyor, diyor ki;
“Vay, sen halktan korkuyorsun. Demek ki sen bunca yıl ön safta namaz kılmayı, halktan korktuğun için yapmışsın. Allah için yapmamışsın.”
Hadi, o kadar yıllık namazı ödüyor. İhlâsa bak!
Demek ki arka safta namaz kılarken halktan korkuyor, halkın beğenmemesinden korkuyor. Ön safta kıldığı zaman halkın beğeneceğini biliyor. “Ne dindar adam be! Hep birinci safta, hep imamın arkasında namaz kılıyor.” diye beğenilmekten hoşlanıyor. Bunların hepsi yanlış duygu. Bunları yakaladığı zaman, bu duygularla yapmış olduğunun farkına vardığı, sezdiği için veya kendisini öyle itham ettiği için bütün namazlarını tekrar ödüyor. İnsanın amellerini böyle yoklaması lazım.
Bizim bir arkadaş anlattı. Tabii anlatması da gıybet oluyor. Hiç anlatmaması lazım ama anlattı. Birisinin yanında sormuş, demiş;
“Mehmed Zahid hocamızı tanır mıydınız?”
O da demiş ki;
“Evet, tanırdım. Ben camisine gittim. Bana konuşma yaptırdı.”
Demek istiyor ki;
“Bana konuşma yaptırttı. Ben ne adamım be!”
[Mehmed Zahid] Hocamız herkese konuşma yaptırırdı. Geleni mihraba geçirirdi. İmam-Hatip talebesini bile, o kâmil olduğundan değil, onu bile geçirirdi. “Buyur, namazı sen kıldır.” derdi, işaret ederdi, cübbeyi ona giydirirdi. Bizi konuştururdu, kendisi dinlerdi. Kontrol için, imtihan için olabilir. Başkalarına “Hutbeye çık.” derdi. O büyük alim olmadığı halde, böyle şeyler yapabilirdi.
Bir senesinde [Mehmed Zahid] Hocamız için sempozyum yaptık. “Hocamızı tanıyanlar hatıralarını anlatsın.” dedik. Herkes bir şey anlattı. Sonra birisi dedi ki;
“Hocam, herkes kendisini anlattı. ‘Hocamız beni çok severdi. Bizim evimize çok gelirdi. Bir de beni şöyle yapardı…’”
Mehmed Âkif’in bir sözü var;
Hepimiz, kendimizin bağrı yanık âşıkıyız.
Herkes kendi kendisini gizli gizli beğeniyor, beğenilmesini istiyor veya beğendirmeye çalışıyor. Bu güzel bir şey değil! İşte bu duyguları yakalayıp bunlardan arınmak lazım, ibadeti sırf Allah için yapabilmek lazım.
Hz. Ali savaşıyor, öldürecek, yüzüne tükürünce bırakıyor.
“Neden bıraktın?” diyor.
“Şimdiye kadar seni Allah rızası için öldürecektim, düşmansın, harp ediyoruz diye. Şimdi yüzüme tükürdün diye sana kızdım. Şimdi hıncımdan öldüreceğim, Allah rızası için yapmayacağım, kızgınlığımdan yapacağım. Ondan bıraktım.”
Bunlar işte büyük insanların büyük jestleri. İşte tasavvuf bu! Tasavvuf başka bir şey değil. Ahlâkını düzeltebiliyor musun, kontrol edebiliyor musun? Yaptığın işi Allah rızası için yapabiliyor musun? Yoksa sarığı herkes sarabilir, cübbeyi herkes giyebilir, çarşıdan gider alır. Ama davranışın nasıl?
Adama soru soruyorlar, adam gıybet ediyor. Sağı solu gıybet ediyor. İslâm’da gıybet haram. Haram işi yapıyorsun, bir de ortaya “Hocayım.” diye çıkmışsın. hem de etrafına toplanan insanlara örnek oluyorsun. Böyle mi örnek olacaksın sen?
Gıybeti şıp diye kesmek lazım, yaptırmamak lazım. Peygamber Efendimiz;
“Gıybet eden insanlara yardımcı olun. Gıybet edenleri engelleyin, orada durmayın, kalkın gidin!” diyor.
Senin meclisinde, sen gıybete müsaade edersen senin kendi terbiyen noksan. Başkasını nasıl terbiye edeceksin? Kendin gıybetin haram olduğunu bilirsin, tilki gibi ama kendini kontrol edemiyorsun gıybetten, kurtarmıyorsun. Demek ki olmadı.
Ben bunları niçin söylüyorum? İsim vermeden söylüyorum.
Hepimiz yaptığımız amellerin, ibadetlerin, taatlerin ne maksatla yapıldığını iyice kontrol etmeliyiz. Aldığı, verdiği, sadakası, hayrı, hasenâtı, haccı, umresi, her şey Allah rızası için olmalı. Bazısı diyor ki;
“Hac yaptığın zaman, ‘Hacıyım’ deme. ‘Ben hacıyım, hacca gittim.’ Söyleme, ne diye hacı diye ad koyuyorsun” Doğru görmüyorlar. “Sen haccı Allah rızası için yaptın.” diyorlar.
Onun için bizim de maksadımız hep Allah’ın rızasını kazanmak. Bu ince şeyleri öğrenelim. Dindarlığın hâlis olması lazım. Allah’a yapılan dindarlık, kulluk ancak hâlisâne yapılır. O halde, her yaptığımız işin hâlis, som, katıksız, tertemiz, pırıl pırıl bir niyetle olmasına dikkat etmemiz lazım. İşin içine başka niyetler, arzular karıştı mı, o zaman onu temizlemek gerekiyor.
و به قال أبو سليمانَ: “ لكل شيءٍ مَهْرٌ، و مَهْر الجنة تركَ الدنيا بما فيها “
Ve bihî kâle Ebû Süleymân: Li-külli şey’in mehrun ve mehru’l-cenneti terke’d-dünya bimâ fîhâ.
Aynı rivayet yoluyla, Ebû Süleyman ed-Dârânî hazretleri bir sözünde buyurmuş ki;
Li-külli şey’in mehrun. “Her şeyin mehri vardır.”
Nikâhta kadına mehir, mehr-i müeccel, mehr-i muaccel veriliyor, damat tarafından mehir veriliyor. Biz “mihir” diyoruz. Mihir değildir, ‘i’ harfiyle değil, ‘e’ harfiyledir; mehr, mehir’dir.
“Her şeyin mehri, bedeli, karşılığı vardır. Cennetin mehri, bedeli, karşılığı da dünyayı terk etmektir.”
Ama nasıl?
Terke’d-dünyâ bimâ fîhâ. “İçinde ne varsa, her şeyiyle şu dünyayı terk etmektir.”
Cenneti kazanmanın yolu, bedeli, karşılığı budur. Kadınla evleneceksin, nikâhın bedeli mehir veriyorsun; cenneti istiyorsun, cennetin bedeli dünyayı terk etmektir.
Geçtiğimiz derslerde hep anlattık. Dünya deyince enlemiyle, boylamıyla, kıtalarıyla, okyanuslarıyla milletin aklına yer küresi geliyor. Arapça’da bunun adı ard’dır. Elif, re, dad. Semâvâti ve’l-ard diyoruz ya, semalar ve arz, bunun Arapça’daki adı budur. Dünya deyince, Arapça’da bu akla gelmez. Bizim Türkiye’de aklımıza gelen o haritalı yerküresi değildir.
Dünyayı terk etmek de, füzeye atlayıp, dünyayı tek edip Ay’a, Merih’e gitmek değildir.
Dünya nedir?
İçinde yaşadığımız hayat, şu andaki halimiz, yaşam, yaşamımız.
Âhiret nedir?
Bundan sonraki yaşamımız.
Şimdi biz neredeyiz?
Dünyadayız. Yani şu anda ki yaşamımızı yaşıyoruz.
Öldükten sonra nereye gideceğiz?
Öteki hayat başlıyor, öteki hayata, ukbâya, âhirete gideceğiz.
Millet bunu bir mekândan bir mekâna gitmek gibi anlıyor. İşin aslı öyle değil.
Dünyayı terk etmek nedir?
İnsanın şu içinde yaşadığı dünyayı, bu hayatı terk etmesi intihar etmek, ölmek demek değil. Gönlünden bu hayatın emellerini, gayelerini, hedeflerini çıkartmak, öbür hayatın gayelerini oraya yerleştirmektir. Asıl olan budur.
Bu dünyada insan ne istiyor?
Zengin olmak, mal mülk sahibi olmak, mevki makam sahibi olmak, başkan olmak ister. Bu dünya hayatı, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde anlatılan şeyler. Malın, mülkün, evladın, iyâlin, kavmin, kabilenin, etrafındaki avânesinin, yardımcılarının, mevkiinin, makamının çok olması...Bunların hepsi dünyadadır. Gaye bunlar değildir.
Bir insanın etrafında bazı dostları olur. Bir insanın elbette malı mülkü olur. Bir insanın elbette bu dünya hayatı içinde yaşıyorken sahip olduğu birtakım şeyler vardır. Dünyayı terk etmek bunların hepsini elden çıkartıp da, varlıksız, çırılçıplak, tam yoksul bir insan olmak demek değildir.
Öyle olsaydı, Peygamber Efendimiz öyle olurdu. Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz öyle olurdu. Osmân-ı Zinnûreyn Efendimiz öyle olurdu. Onlar ideal müslümanlar. Onlar öyle değiller. Beş parasız, malsız, mülksüz, çıplak insan değiller.
Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz zengin. Osmân-ı Zinnûreyn Efendimiz çok zengin. Peygamberlerden bazıları da öyle. Tabii onlar da bizim için örnektir. Süleyman aleyhisselâm padişah, Davud aleyhisselâm padişah. Musa aleyhisselâm ordu sahibi. Zaten Firavun’un sarayında yetişmiş. İbrahim aleyhisselâm, Eyüb aleyhisselâm’ın malı, mülkü, sürüleri, ovaları, tarlaları olduğunu biliyoruz.
Demek ki bunlara sahip olmamak değil! Bunların gönlüne girmemesi, hedef olmaması, insanı Allah’a iyi kulluktan alıkoymaması, engellememesi; esas olan budur. Dünyanın zevklerinin, mallarının, mülklerinin insanın hareketlerini mıknatıs gibi etkileyip istikametini saptırmaması demek oluyor.
Bunlar olabilir. Hiç ona aldırmayacak. Zaten bunları helalinden kazanmış olacak. Bunları Allah yolunda ve âhiret uğrunda harcayabilecek. Harcayamıyor. Dükkânından çıkıp namazını kılamıyor, cumaya gelemiyor, zekâtını vermiyor, hacca gidemiyor. Allah ne emrettiyse, hiçbirini yapamıyor. Demek ki bu dünyanın albenisine kapılmış kalmış. Öbür hayatın işlerini yapamıyor. İşte bundan sıyrılması lazım. Sıyrılması, terk-i dünya’dır. Sıyrılmaması veya sevmesi, hubb-u dünya’dır. Hubb-u dünya bütün hataların başıdır.
Bu öyle bir yaygın hastalıktır ki tabiî hale gelmiştir. Herkes bu hastalığa tutulmuştur. Herkes para, evlilik, mal, mülk, mevki, makam ister. Tarihte, bunları şöyle elinin tersiyle itip de Allah’ın yolunda merdâne yürüyebilen, olmuş. Ama bu devirde çok az. Parası için ihtiyar kadını öldürüyorlar. Bileziği için kadının kolunu kesiyorlar, öldürüyorlar. Altın dişi için mezarı açıp kafatasını çıkartıyorlar. Miras için birbirlerine giriyorlar. Köyün merası için harp ediyorlar.
Yani hep nedir?
Çok ufak şeyler için, beş para etmez ve bir gün elinden çıkıp gidecek şeyler için mücadele ile geçiyor bu dünya hayatı. Bunlardan sıyrılıp da Allah’a kulluk eden insanlar, sahâbe-i kirâm gibi insanlar, o evliyâullah gibi insanlar nerede?
Var!
Var ama çok az.
Peygamber Efendimiz mal istemiş, Ebû Bekir es-Sıddîk hepsini vermiş. Ömerü’l-Fâruk yarısını verebilmiş. Osmân-ı Zinnûreyn Şam’dan gelen develeriyle, mallarıyla, mülkleriyle beraber verebilmiş. Tek başına bir orduyu, askerleri teçhiz edebilmiş. Büyük miktarlar verebilmiş. Bunlara çok ihtiyaç var. Paraya, pula çok ihtiyaç var.
Para pul istemek de o kadar zor ki!
Ben Ankara’da vakıf işleri, hayır hasenât diye bir-iki dükkânı dolaşayım dedim. Baktım, benim yapacağım iş değil. Perişan oluyor insan. Kendisi için istemiyor ama giriyorsun adamın dükkânına, ticarethânesine, meseleyi anlatacaksın, “Camiye yardım, kursa yardım.” Diyeceksin. Ama ne kadar zor, fevkalade zor!
Onsuz da olmuyor. Cami onunla yapılıyor, tamir onunla yapılıyor, fakirler onunla doyuruluyor, cihat için malzeme onunla oluyor.
Ali İzzet Begoviç gelmiş müslümanların bir toplantısına;
“Benim istediğim silahları bana verin, Yugoslavya’yı, Sancak’ı, Bosna’yı, Hersek'i size fethedeyim. Şu kadar milyon veya milyar verirseniz olur bu iş.” demiş.
Veremiyor müslümanlar, parayı çıkartamıyorlar. Para olmayınca; adam bir şehre 1500 tane mermi atıyor. Bom bom bom bom. Nasıl karşı koyacaksın?
Yarın öbür gün Balkanlar’da harp olursa, biz harbe girersek; senin tabancan var, babandan hatıra kalma, içine bir tane kurşun alır, dan, dan, dan... bitti. Sonra ne yapacaksın?
Adamlar füze makineleri getirmiş, 20-25 tane alıyor, hepsini fırlatıyor, bir şehri yakıp yıkıyor! İlerleyemiyorsun. Ağaca da takır takır makineli tüfeği tuttuğu zaman, mermiler ağacı kesiyor, ağaç devriliyor. Silah, bomba, malzeme, teçhizat… Uğraş babam uğraş!..
Kum olsa biter, deniz olsa kurur. Nereden gelecek, nasıl yapılacak bunlar?
Yapılır. Yapmış eskiler. Bunu yapmaya gücü kuvveti var İslâm âleminin. Suudi Arabistan’ın kumlarının altı petrol, zengin. Kuveyt zengin. Daha başka İslâm ülkeleri var, hepsi birleşseler. Kimisinin nüfusu var, kalabalık. Mesela Türkiye’nin 55 milyon, 60 milyon. İran’ın o kadar, Mısır’ın o kadar. Endonezya’nın, Malezya’nın, Pakistan’ın, Hindistan’ın nüfusu daha fazla. Afrika’nın birçok yerindeki ülkelerin nüfusu var. Çok kalabalığız. Kalabalığız ama karınca veya koyun veya sinek veya kuş sürüsü gibi, yani tesirli bir kalabalık değil!
Adamlar müslümanları her yerde zarara uğratabiliyorlar. Bunlar, kesenin ağzını açarak, çalışarak, fabrikalar kurarak, birlik ve beraberlik için okullar, eğitimler yaparak oluyor.
Mesela bir yürüyüş yapılıyor, bilmem nereden bilmem nereye kadar bir sürü insan toplanıyor. Öbür tarafta Başbağlar’da gariban, fukaracık kardeşlerimiz vefat etmiş. Nasıl gömülmüş, kaç kişi gitmiş cenazesine, belli değil. Müslümanların hiç haberi yok! Yani, soğuyor insanlar.
Gariban, mazlum, zavallı… Düşünebiliyor musunuz; hanımlarının, çocuklarının gözü önünde öldürülmek ne demek? Veya o kadınların halinden anlayabiliyor musunuz ki gözünün önünde evladı veya kocası öldürülüyor? Hani nerede müslümanların yardımı? Kaç gün ortada kalmışlar; kimse bakmamış, çadırı yok, imkânı yok. Bir ziyarete gidip de halini hatırını soran yok. Veya oturup kalkıp, “Bunu niye yaptınız? Kim yaptı? Niçin yaptı?” diye araştıran yok. Veya kim yapmışsa, onu yapan zümrenin etrafında tanıdık insanlardan; “Bu da insanlığa sığmaz!” diyecek hiçbir insan yok mu yani?
Her şey dünyayı terk etmekle oluyor. Dünyayı Allah için terk edeceksin. Harcayacaksın, sarf edeceksin, vereceksin ve fakirlikten korkmayacaksın. “Aman ben bunları kaybetmeyeyim.” diye titremeyeceksin. Ama bunu yapamıyor müslümanlar. Onun için başlarına her şey geliyor.
و به قال أبو سليمانَ: “ لكلّ شيءٍ حِلْيةٌ، و حِلْيةُ الصدق الخشوع “
Ve bihî kâle Ebû Süleymân: Li-külli şey’in hılyetün ve hılyetü’s-sıdkı el-huşû’.
Ve bihi kâle Ebû Süleymân. “Aynı rivayet zinciriyle yine Ebû Süleyman dedi ki.” Li-külli şey’in hılyetün. “Her şeyin bir süsü, ziyneti vardır.” Ve hılyetü’s-sıdkı el-huşû’ “Sıdkın, sadâkatin süsü de, ziyneti de huşûdur.”
Huşû, baş eğmek demek. İnsanın Allah duygusuyla, Allah sevgisiyle, âhiret korkusuyla, Allah’ın hükmü karşısında boynunu büküp eğilmesi, mutî olması, itaatkâr olması, tam boyun verip, tam teslim olup dediğini yapacak bir halde olması demek.
“Ben dervişim, ben iyi kulum.” diyor, sıdk u sadâkat iddiasında bulunuyor. “Dürüst, has, hakiki müslümanım.” diyor.
Hakiki müslüman ise bu işin güzelliği ancak huşû ile, tam teslimiyetle, tam kullukla olur. “Dervişim” diyor. Dervişsen, tam teslim ol! “Kulum” diyor. Kulsan tam teslim ol, tam itaat et, tam boyun ver! Kendi bildiğine gidince, tam teslim olmayınca olmuyor yani.
و به قال أبو سليمانَ: “ إذا تركَ الحكيمُ الدنيا، فقد استنارَ بنور الحِكْمةِ “
Ve bihî kâle Ebû Süleymân: İzâ terake’l-hakîmu’d-dünyâ fe-kad istenâra bi-nûri’l-hikmeti.
Ve bihi kâle Ebû Süleymân. “Yine aynı rivayet üzerine Ebû Süleyman dedi ki.” İzâ terake’l-hakîmu’d-dünyâ. “Hikmet sahibi insan, yaptığı her şeyi sağlam yapan, şeriatin ahkâmına göre yapan, düşüne taşına yapan, Allah’ın rızasına uygun yapan, bilgece yapan hikmet sahibi bir kimse, dünyayı terk ettiği zaman. Fe-kad istenâra. “Aydınlanır, nurlanır.” Bi-nûri’l-hikmeti. “Hikmetin nuruyla o zaman aydınlanır.”
İnsan dünyayı terk ettiği zaman; ilâhî bilgeliği, evliyâlığı, peygamberlere verilen o mübarek hikmet denilen mânevî bilgeliği elde eder, onun nuruyla o zaman aydınlanır. Dünyayı severek, dünyaya dalarak, dünyanın işindeyken, dünyayı kollamaya, toplamaya çalışarak, bu hayatı hayat etmeye çalışarak, keyfine bakarak olmaz. Onları terk ederek olur.
Allah-u Teâlâ hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz’in sevgisine, şefaatine iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz’in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve âhiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i alâ da Peygamber Efendimiz’e cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene’ım eylesin.