Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Allah'ın selamı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Rabbim Teâlâ ve Tekaddes hazretleri sizleri hem dünyada hem âhirette bahtiyar eyleyip iki cihan saadetine nail eylesin, cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin.
Kâle ve kâle Ahmedü. "Aynı râviler Ahmed b. Hadraveyh'in şöyle dediğini de nakletmişler:"
Fi'l-hurriyyeti temâmü'l-ubûdiyyeti ve fî tahkîki'l-ubûdiyye temâmu'l-hurriyyeti. "Hürriyette tam kulluk vardır. Ve insan tam kulluğu elde etmek durumuna geldi mi hürriyeti tamamen eline geçer."
Hür ne demek?
"Bağımlı olmamak." demek. Herhangi bir şekilde birisine bağımlı olan kimseye "hür" diyemiyoruz; "esir" diyoruz. Onun esiri. İnsan bazen paranın esiri olur, bazen dünyanın, bazen makamın esiri olur vesaire. Bir esaret, bir bağımlılık olur.
Hürriyet, kulluğun tam olmasıdır. Bir insan bir başka yere bağlıysa kulluğu tam yapamaz.
Kulluğun tamamı hürriyettedir.
Ve ubûdiyeti insan. "İnsan Allah'a olan kulluğunu güzel yaparsa hürriyeti tam olarak elde eder."
Allah'a tam kul olursa o zaman başka bir kimseye eyvallah etmez. Hiç kimseye boyun bükmez, hiç bir şeye aldırmaz. Hiçbir şey onu iyi bir insan olmaktan, Allah'a iyi bir kulluk yapmaktan döndüremez. Para teklif ederler, reddeder; mevki, makam, şöhret hepsini elinin tersiyle iter; çünkü bağlı değil, hür.
Onun için bu tasavvuf büyüklerine ahrâr derler.
Ahrâr "hürler" demek. Mesela Ubeydullah Ahrâr var. Bazısı da var, zengin veya mevki sahibi; başkasının esiri değil ama ya dünyanın esiri ya makamının esiri, ya falancaya bağlı, filancının maiyetinde. Bunlar bir çeşit bağımlılık, esaret olmuş oluyor.
İnsan tam kul olduğu zaman hiçbir yere bağlanmaz; tam hür olur. Ve hürriyet gerçek kulluktadır. Onun için Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî diyor ki;
Ey oğul! Bağlarını kopar, tam hür ol!
Ne zamana kadar sim-ü zerrin esiri olacaksın?
Sim, "gümüş" zer, "altın."
Çend bâşî bend-i sîm u bend-i zer
Bend bügsîr âzad bâş ey püser
"Daha ne kadar paranın, pulun, altının, gümüşün esiri olacaksın. Ey oğulcuğum, ey yiğit! Kopar şu bağlarını, hür ol!" diyor.
Demek ki hürriyet bu gibi bağlardan kendisini sıyırabilmektedir. İnsan bunlara bağlı oldu mu, hesap yaptı mı -şuradan kazancım gelecek, şuradan maaşım gidecek; şöyle yapacağım, böyle yapacağım- o zaman kulluğu da tam yapamıyor.
Kâle ve kâle Ahmedü. "Yine aynı râviler Ahmed b.Hadraveyh'in şöyle dediğini rivayet ettiler:"
Lâ yetimmü muâşeretü mütedâddîne fî dîni ev fî dünyâ. "İki zıt şey dinde de dünyada da bir araya gelmez. İkisinin bir arada bulunması; muâşereti, dostluğu, ahbaplığı mümkün olmaz."
Ahmet ibnü Hadraveyh hazretlerinin bu sözden kasdı şudur Allahualem;
İnsanoğlu diyor ki; "Ne şiş yansın, ne kebap." Ne yardan geçiyor ne serden. Ne dünya zevklerinden vazgeçiyor ne de cenneti gözden çıkarıyor.
Olmaz!
İkisi birbirine zıt. Ya o; ya o.
"İkisini birden yapmaya çalışacağım!"
Mümkün değil!
Büyükler; "İkisini birden götürmeye çalıştım; olmadı. Bir tanesini bıraktım, ötekisine yüklendim; zaman muradıma eriştim." diyor.
Dinde de dünyada da iki zıttı bir araya toplamak mümkün değildir.
İçtimâi zıddeyn. "İki zıddı bir araya getirmek" mümkün değildir.
Kapı ya açıktır ya kapalıdır. Hem açık hem kapalı olmaz. Dünyada zıttın içtimâı aklen mümkün değildir; dinde de böyledir. O halde zıtlardan âhiretin için, Allah rızası için uygun olanı alacaksın. Olmayanla uğraşmayacaksın; boşuna uğraşma olur.
Olmuyor işte; mantık ortaya koymuş bu işi; bu böyle olmaz.
Bize dünya mı lazım, âhiret mi?
Âhiret lazım.
Cennet mi lazım, dünyada zevk-u sefâ mı?
Cennet lazım.
O halde insan âhireti, cenneti tercih etmeli.
Kulların rızası mı lazım Allah'ın rızası mı?
Allah'ın rızası lazım.
O halde Allah'ı tercih edip cenneti, âhireti tercih edip öyle bayrak açıp gitmek lazım. Ötekini de hesaba kattı mı ikisi bir arada olmaz.
Büyükler, sûfîler bunu çok denemişlerdir, böyle olduğunu görmüşlerdir. Onun için bize nasihat ediyor:
"İki zıttı bir araya toplayacağım, diye uğraşma; mümkün olmaz! Ya odur ya odur. Toplayayım derken ötekisini, asıl elde etmen gerekeni kaybedersin. Onun için âhiretine faydası olanı, dini bakımdan doğru olanı tercih et!" demek istiyor.
İbrahim aleyhisselam'ın da kendisine Halîlullah seçilmesinin sebebini sormuşlar: "Neden Allah seni Halîlullah seçti; Allah'ın dostu sıfatını nasıl kazandın?"
"Önüme iki iş çıktığı zaman daima Allah rızası için olanı tercih ettim." demiş.
Sem'itü Ebâ Bekrin Muhammede'bne Abdillah er-Raziyye, kâle semitü Muhammede'bne'l-Fadl, yekûlü: "İstakrada Ahmedü'bnü Hadraveyhi min ricâlün miete elfi dirhem. Fe-kâle lehü'r-racülü eleyse entümü'z-zühâdü fi'd-dünyâ ma tasnaü bi-hâzihi'd-derâhim? Kâle eşterî bihâ lükmeten fe-edauhâ fi femi mü'minin, ve lâ ecterie en es'ele sevâbehû mine'llâhi Teâlâ! Kâle lime kâle lienne'd-dünyâ küllehâ lâ tezinü ınde'llâhi cenâha baudah. Ve mâ mietü elfi dirheme fi'd-dünyâ min cenâhi beûdah? Lev ehaztehâ fe-talebte bihâ şey'en, me'llezî tu'ta bihâ? Ve'd-dünyâ küllehâ lehâ hâze'l-kadr.
"Ebû Bekir'den işittim."
Ebû Bekir'in ismi neymiş?
Muhammede'bni Abdillah. "Abdullah oğlu Muhammed."
"Ebû Bekir künyeli şahıstan işittim."
er-Râzî, "Rey şehrinden."
Râzî, nerenin künyesi, nereye nisbet? Rey şehrinin nisbesi. Belh şehrinin nisbesi Belhî. Medine şehrinin nisbesi, ism-i nisbeti Medenî. Mekke şehrinin nisbesi Mekkî. Bursa şehrinin Bursevî. Konya şehrinin Konevî. Rey şehrinin Reyyî gelmiyor, Râzî geliyor; bu istisnadır. Zaten, "İsm-i nisbetler semâîdir." derler; "Kaideye her zaman uymaz." demektir.
Râzî ne demek?
"Rey şehrinden" demek.
Rey şehri neresidir?
Bugünkü Tahran'ın kenarında kalmış bir yerdir.
"Bu, Tahranlı Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah'tan işitmiş."
O zaman Tahran yoktu; Rey şehri vardı. Hatta meşhur müfessir çok büyük bir tefsir kitabı yazmış olan Fahrettin er-Râzî var; Tefsîr-i Kebîr'in sahibi. O da Rey şehrinden. Sonra meşhur kimyager Ebû Bekir Muhammed er-Râzî var; Avrupalılardan önce kimyevi bir çok şeyi bulmuş, büyük bir şahıs.
Kâle semi'tü Muhammede'bne'l-Fadl. "Bu da Muhammed b. Fadl'dan duymuş."
Muhammed b. Fadl'ın ismi daha önce birkaç yerde geçti; Ahmet b. Hadraveyh'in muasırı; onu görmüş birisi.
Yekûlü istakrada Ahmedü'bnü Hadraveyhi min racülin miete elfi dirhem. "Ahmet b. Hadraveyh bir adamdan yüz bin dirhem para istemiş."
İstakrada ne demek?
"Borç istemek" demek.
İstikraz.
Terceme-i hâli anlatılan bu sûfî, o şehrin zenginlerinden birisine gitmiş; "Bana yüz bin dirhem borç ver." demiş.
Ödeyecek; borç istiyor.
Fe-kâle lehü'r-racülü. "O adam Ahmed b. Hadraveyh'e demiş ki:"
E leyse entümü'z-zühhâdü fi'd-dünyâ. "Siz -sûfî tabakası- dünyayı reddetmiş kimseler, zahidler değil misiniz?" diye sormuş.
Mâ tasnaü bi-hâzihi'd-derâhim "Bu paraları, dirhemleri ne yapacaksın?" diye sormuş.
Dinar; "Altın, para, dirhem, gümüş para." demek. Tabi miktarları bölgeden bölgeye, asırdan asıra değişmiştir.
Kâle eşterî bihâ lükmeten. "Ben bu yüz bin dirhemle bir lokma alacağım, yiyecek alacağım." Fe-edauhâ fî femi mü'minin. "Bir müminin ağzına bu lokmayı koyacağım." Ve lâ ecterî en-es'ele sevâbehû mine'llâhi Teâlâ. "Ve Allah'tan bunun sevabını isteme cüretkârlığını da yapmayacağım. Allah'tan yaptığım işin sevabını istemek cüretkârlığını da yapmadan yüz bin dirhemle lokma alacağım, bir mü'minin ağzına koyacağım." Kâle lime? "O şahıs; 'Bir hayır yapıyorsun da niye Allah'tan sevap istemiyorsun?' diye sordu." Kâle li-enne'd-dünyâ küllehâ lâ tezinü ınde'l-lâhi cenâha baûda? "Çünkü dünya Allah indinde bir sivrisineğin kanadı kadar değer taşımıyor."
O kadar bile bir ağırlığı yok.
Bir hadise işaret var:
"Allah indinde şu dünya hayatının bir sivrisineğin kanadı kadar bile kıymeti yok. Bu dünyanın içindeki varlıkların; mevki, makam, para, mücevher vesairenin bir sivrisineğin kanadı kadar değeri, ağırlığı yok."
Ve mâ mietü elfi dirheme fi'd-dünyâ min-cenâhi baûda? "Allah indinde dünyanın bu kadar sivrisineğin kanadı kadar bile kıymeti yokken yüz bin dirhemin ne kıymeti var?"
"Ben bu kadar az bir miktar için ne diye bir ücret, karşılık, sevap isteyeyim?" demek istiyor.
Lev ehaztehâ fe-talebte bihâ şey'en. "Bu yüz bin dirhemi alsan da bundan bir şey istesen." Me'llezî tu'tâ bihâ. "Onun karşılığında sana verecek olan nedir?"
Burada biha daki ba'ya ba-i mukâbele derler. "Birisini verip yerine mukabeleten bir şey almak."
Zaten dünyanın hepsi bir sivrisinek kanadı etmiyor. Yüz bin dirhem nedir ki ondan alınan şeyin bir kıymeti olsun.
Ve'd-dünyâ küllehâ lehâ haza'l-kadrü. "İşte dünyanın hepsinin kıymeti bu kadar."
Demek ki adamcağızın parası yok.
Zengin olsaydı da parası olmazdı.
Neden?
Çünkü verirlerdi; para yanlarında durmazdı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinden gelen rivayetlerden biliyoruz ki sabah geleni akşama bırakmazdı, akşam geleni sabaha çıkarmazdı, dağıtırdı, biriktirmezdi. Bunlar da tam Peygamber Efendimiz'in yolunda gittikleri için para tutmazlar, paraları olmaz. Ama duyuyor ki fakir var; aç, yoksul, dul, yetim, ihtiyaç sahibi var. Yardım yapmak istiyor.
Ne yapar?
Gider borç alır; bir sevap da beklemeden yardımı yapar.
Niye sevap beklemiyor?
"Dünyanın tamamı bir sivrisinek kadar etmiyor ki benim bunun içinden aldığım bu kadarcık paranın ne kıymeti olsun?" diyor.
Parası olsa ondan istemeyecek, borç almayacak. Parası olsa hayrı doğrudan doğruya yapacak, parası yok. Ama hayır yapılacak yer var. Gidiyor birinden borç istiyor, hayrı yapıyor. Bu mübareklerin mantıkları böyle.
Semi'tü Mansûre'bne Abdillâhi yekûlü: Semi'tü Muhammede'bni Hâmidini't-Tirmizî, yekûlü kâle Ahmedü'bnü Hadraveyh. "Ben Mansur b. Abdullah'dan işittim. O da 'Muhammed b. Hâmid et-Tirmizî'den işittim.' dedi. O da Ahmed b.Hadraveyh'in şöyle söylediğini nakletti:"
es-Sabru zâdü'l-mudtarrîn ve'r-rıdâ derecetü'l-ârifîn. "Sabır, sıkışmış insanların azığıdır."
Gıdasıdır, yol azığıdır.
Sıkıntıya girmiş ne yapacak?
Onun çaresi sabretmektir.
Ve'r-rıdâ derecetü'l-ârifîn. "Rıza makamı ise âriflerin derecesidir."
Sabır, sıkışmış insanın azığıdır; onunla vaziyeti idare edecek, işine devam edecek.
Ne yapsın?
Allah'tan bir musibet gelmiş.
Musibet geldikten sonra yapılacak ne var?
İnsanın çocuğu öldü, gemisi battı, hastalık geldi.
Yapacak ne var?
"Sabır; sıkışmış, muztar kalmış insanın azığıdır. Ama rıza; âriflerin mertebesidir, makamıdır."
Şunu demek istiyor:
Sıkıştığın zaman sabredebilirsin. Zaten sıkışık insanların işi bu; yapacak başka bir şey yok. Ama o sıkışık zamanında, Allah'tan gelen o hale rağmen razı olabiliyor musun? "İşte o âriflik" demek istiyor.
Bunun bir misalini zaman zaman anlatırım; burada da yeri gelmişken söyleyeyim. Böyle büyük zâtlardan böyle düşünceler içinde yaşayan çok büyük sûfiler var. Bunları sözlerinden tanıyoruz; kıyısından köşesinden, anahtar deliğinden bakarak büyüklüğünü anlıyoruz. Şehir şehir geziyor; görüyorsunuz.
"Sırf sevap kazanayım." diye, bir alimi görmek için başka bir şehre gidiyor. Bir şehirde yakalıyorlar; "Sen casussun; onun için geldin değil mi? Keselim bunu." diyorlar, cellada götürüyorlar, kesecekler.
Şimdi düşünün; yakalanmış olan bir adam eli kelepçeli, bağlı. Kafası kesilmeye götürülüyor; ölecek. İnsan nasıl korkar, heyecanlanır, nasıl duygular içinde olur. "Ben yapmadım bir suçum yok." diye feryat eder; içi allak bullak olur.
Bu öyle değil. Kendi kendine soruyor:
"Ey nefsim! Sen eskiden 'Allah'a her halükârda razı olmak' diye rıza makamından dem vururdun.
Bolluk da gelse, darlık da gelse, iyilik de gelse, kötülük de gelse her halükârda Allah'ın kaderine rıza gösterme.hali
"Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler"sözünü söyleten duygu. Sen böyle derdin, şimdi bak seni yanlış yere yakaladılar, haksız yere götürüyorlar, nâhak yere öldürecekler. Bu halde de rıza makamında mısın? Bundan da hoşnut ve memnun musun?"
Nefsinde itiraz yok.
"Ya olur mu? Hakikaten hiç kabahatimiz yokken şuraya masum masum gelmişken haksız yere yakalandık, heba olacağız, öleceğiz. Suçu başkası işlemiş." diye bir ses gelmiyor içinden.
Belki şöyle diyor:
"Ne yapalım ömrümüz bu kadarmış; Allah iman selâmetliği versin, ömür imtihanı bitecek demek ki. Âhirete gideceğim."
Nefsinde itiraz yok.
Düşünün; bu adamların, bu muhteşem büyük insanların ölüme giderken ki halleri bile böyle. Her an kendilerini nasıl da kontrol ediyor, nefislerini takip ediyorlar?
"Bakalım bir şey var mı, ne haber, bunun hali ne oluyor." diye her zaman yokluyor.
"Söyle bakalım nefsim! Bu hale de razı mısın?"
Nefsinde itiraz yok; teslim olmuş. Celladın yanına kadar gidiyor.
Birileri bağırıyor; "Hey! Yanlışlık olmuş. Bu adamın suçu yokmuş, casus değilmiş; salıverin."
Ve neticede cellâttan dönüyor, suçsuz olduğu anlaşılıyor. Ellerini çözüyorlar, "Haydi git, masummuşsun." diye salıveriyorlar. Okuduğum zaman da çok tesir etmişti bana; diyor ki;
"Vallahi, ölümden halâsıma değil o andaki ihlâsıma seviniyorum."
"Ölümden kurtulduğuma sevinmiyorum, o anda nefsimden bir itiraz gelmedi. Rıza halini nefsim hazmetmiş.
O rıza halinde olmama, ihlasıma memnunum." diyor.
Bu zâtların dünyaları bu işte. Tasavvuf da bu. Nefse hâkim olmak, duygularına hâkim olmak, Allah'a teslim olmak. Kaderine razı olmak. Sabır; sıkışan insanların hali. Sabrın da sevabı var ama sabırdan daha yüksek bir hal var; razı olabiliyor musun? Sabır var ama memnun olunmayan bir şeye sabır. Razı olmak da var mı? "Bu da hoş." diyebiliyor musun?
Hoştur bana senden gelen.
Ya gonca gül yahut diken.
Ya hıl'atü yahut kefen.
Lütfun da hoş, kahrın da hoş.
Lütfun da hoş. Baklava, börek, kaymak, çörek. Zevk, sefa, güneş, sümbüller, güller, bülbül sesleri; bu güzel. Ama bir de öbür taraf; ölmek kalmak, yaralanmak, hastalık, sıkıntı var.
Eyyûb aleyhisselam'ın başına gelmiş. Çoluk çocuğu ölmüş; malları bitmiş, vücudu hastalanmış. Şehirden çıkarmışlar; etrafına kimse gelmez olmuş, mezbelede yatıp kalkıyormuş. Şehirliler; "Hastalık bize de bulaşır." diye şehirden de çıkarmış.
Bu durumlarda sabretmek ve razı olmak kolay mı?
Allah'tan afiyet isteriz; iyilik, hoşnutluk isteriz. Ancak bizim pek hoşumuza gitmeyen haller başımıza geldiği zaman da metanetimizi bozmayacak bir eğitim görmeliyiz; böyle bir hâle sahip olmalıyız. Nefislerimiz o halde olmalı.
Yoksa el bebek gül bebek, balayı günlerinde her şey güzeldir. Hadi bakalım o kadıncağız ihtiyarladıktan sonra da sen yine ona aynı sevgiyi, vefayı göster.
Kâle ve kâle Ahmedü men sabera alâ sabrihî fehüve's-sâbirü lâ men sabera ve şekâ.
Burada yine Ahmed b. Hadraveyh'in sabırla ilgili bir sözü var. Bu kitabın bize çok faydası var. Neden? "Biz dervişiz." diye kendimize ad koymuşuz. Sarık sarıyoruz, cüppe giyiyoruz. Dervişlik laf değil; takke, cüppe, sarık, hırka değil; hal, söz, hareket, düşünce, gönlüne hakim olmak, nefsini yenmek. Dervişlik bu. Diyor ki;
Men sabera alâ sabrihî fe-hüve sâbirun. "Sabrı üzerine sabreden kimse sabırlıdır." Lâ men sabera ve şek. "Sabredip de şikayet eden sabırlı değildir."
Sabrediyor ama gelene de bin bir türlü şikâyet ediyor; "Karnım ağrıyor, burnum sızlıyor, öldüm, dirildim, mahvoldum."
Nerede kaldı senin sabrın?
Şikâyet etti mi o sabredici değildir. Sabredecek; sabrı üzerine de sabredecek yani sabrını şikâyetle delmeyecek, bozmayacak, heder etmeyecek.
Yüz beşinci sayfadan da bir şey okuyalım, geçelim:
Ve bi-isnâdihî kâle Ahmed, küntü fî tarîki Mekke. Fe-vakaat rıclî fî şikâli fe-küntü emşî fersahaynı ve hüve müteallikun bihâ. Fe-raânî ba'du'n-nâs fe-nezeahû annî, sümme defaanî. Fe-kadimtü Bistâme, fe'btedee İbni Ebû Yezîd, fe-kâle el-hâlü'llezî verade aleyke fî tarîki Mekke, keyfe kâne hukmüke mea'llâhi fîhâ. Kultü eradte ellâ yekûne lî fi ihtiyârihî ihtiyârun. Fe-kâle lî: Yâ Fudûliyyi! Kadi'hterte külle şey'in haysü kânet leke irâde.
Küntü fî tarîki Mekke. "Ahmed b.Hadraveyh bir hatırasını anlatıyor; 'Mekke yolunda idim.'"
Demek ki Horasan'dan yavaş yavaş hacca gidiyordu.
Fe-vakaat rıclî fî şikâli. "Ayağım dikene düştü."
Şikâl "bukağı; ayak bağı, bağ" mânasına geliyor.
"Ayağım bir şikâle düştü."
Bazen böyle tilkiyi, hayvanı yakalamak için tuzak kurarlar; ondan sonra tak yakalanır. Allahu a'lem, herhalde öyle bir şey.
Fe-küntü emşî fersahayni "İki merhale yani iki günlük yol."
Bir fersah; "Bir günlük yol." demektir Altı saatlik, otuz küsur kilometredir. Bir günde ancak o kadar yürüyebilirlerdi. İki günlük yolu o şekilde yürümüş.
Fe-küntü emşakini ve hüve allikum bihâ "Ayaklarıma bu bağ takılı olduğu halde iki fersah yürüdüm."
Altmış yetmiş küsur kilometre, iki günlük yolu onunla yürümüş
Fe-raânî ba'dü'n-nâs. "İnsanlardan birisi beni gördü." Fe-nezeahû annî "Bunu benden çıkardı."
Demek ki yalnız gidiyordu.
Sümme defaanî "Sonra beni salıverdi." Fe-kadimtü Bistâm "Bistam şehrine vardım." Fe'btedenî Ebû Yezîd. "Ebû Yezid Bistâmî beni karşıladı." Fe-kâle el-hâlü'l-lezî verade aleyke fî tarîkı Mekke. "Mekke yolunda iken başına gelen." Keyfe kâne hukmüke maa'llâhi fîhâ. "Bu haldeyken Allah'a karşı senin hükmün, içindeki düşüncen nasıldı?"
Kultü eradde. Burada hareke yanlış olabilir veya soru da sormuş olabilir.
Ellâ yekûne lî fi ihtiyârihî ihtiyâr. "Sen bu soruyla Allah'ın sana nasip ettiği, senin için ihtiyar ettiği şeye karşı senin kendiliğinden bir ihtiyarının olmamasını mı kastediyorsun? Bu soruyu onun için mi sordun?" demek istiyor olabilir.
Veya kendisi;
"Madem Allah ayağıma böyle bir şeyin gelmesini nasip etmiş, böyle seçmiş, ihtiyarı bu. Ben de başka bir şey ihtiyar etmedim. Allah'ın hükmüne razı oldum." demiş de olabilir ama bu övünme gibi olur. Dervişâne bir övünme olur.
"Allah'ın bana takdir ettiği şeyi ben kabul ettim. Onun üzerine kendim başka bir arzu ortaya koyamadım. Madem ayağıma bukağı yapıştı, değiştirmedim." demiş olabilir.
Fe-kâle lî yâ fuzûliyyu Ebû Yezîd el Bistâmi. "'Yâ Fuzûlî! Ey boş iş yapan adam! Boşuna uğraşan, boşa kürek çeken adam!' demiş." Kad'ihterte külle şey'in. "Her şeyi seçmiş oldun." Haysü kânet leke irâde. "Zaten sen bir şey istediğin zaman bir şeyi seçmiş oldun. Hiç iraden olmayacaktı, boş olacaktı."
"Hiçbir şey ihtiyar etmemek de, bir ihtiyar etmek, bir tercih olduğuna göre, senin şahsen bir benliğin var, bir tercihin var. Demek ki yine senin ihtiyarın var. Halbuki müridin hiç ihtiyarı olmayacaktı; tam teslim olacaktın. Sen böyle bir şey ihtiyar etmekle, iraden olmasıyla bir şey seçmiş oldun. Ey Fuzûlî! Boşuna kürek çekmişsin." demek istiyor; hatasını biraz önüne koymuş oluyor.
Bu söz üzerine aynı konuda bir başkasının sözünü hatırladım. Bu Şazelî tarikatinin büyükleri; "Allah'a tam teslim olmak ve Allahın hükmü ve iradesi karşısında kendisi bir özel irade ortaya koymamak" fikrini çok işlerler ve bunun üzerinde çok çalışırlar, kendilerini zorlarlar. Onlardan birisine demişler ki;
"Bir şey ihtiyar et!"
"İhtiyar etmem!"
Ne demek?
Seçmek; "Şu daha hayırlıdır." diye tercih etmek.
"Hiçbir şey ihtiyar etmem!"
"Seç bir şey!"
"Seçmem, eğer çok zorlarsanız; hiçbir şeyi seçmemeyi tercih ederim!" demiş.
Ahmet b. Hadraveyh'e Ey Fuzûlî diye hitap ediyor. "Ey boş iş yapan, fuzuli iş yapan!" diye hitap ediyor.
Allah şefaatlerine erdirsin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.