Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Onuncu terceme-i hâl, biyografi bilgileri, Ma'rûf el-Kerhî hazretlerine ait.
Kerhî, "kef" ve "hı" harfi.
Ve minhüm Ma'rûfunu'l-Kerhiyy. "O, evliyâullah mutasavvıflardan birisi de şudur;" Ma'rûfini'l-Kerhiyyu. "Bağdat'ın Kerh mahallesinden, Ma'rûf isimli şahıs." Hüve Ebû Mahfûzin. "Bu, Ebû Mahfuz idi."
Künyesi "Ebû Mahfuz" imiş.
Belki oğlu olduğundan "Mahfuz" adında, bazen de oğlu olmadan bu ismi veriyorlar, öyle de olabilir.
Ma'rûfi'bnü Feyrûze. Babasının adı Feyruz'muş. Feyruz oğlu Ma'rûf, Ma'rûf b. Feyruz.
İranlılar Feyruz demezler, Firuz derler. Fakat Arapça'ya geçince Feyruz diye harekelemiş. Aslında Feyruz kelimesi Farsça'dır ama Arapça'ya geçmiştir. Farsça'sı "p" harfiyledir, fasih olanı, aslı Pîrûz'dur. "P" harfi Arapça'da olmadığı için "p" yerine "f"yi kullanmış, Firuz, Feyruz telaffuz etmişler. Pîrûz, Feyruz olmuş. Babasının ismi Feyruz'muş.
Semi'tü Muhammede'bne Ya'kûb el-Esam.
"Emniyetli, güvenilen bir kimseymiş. 247 senesinde dünyaya gelmiş. 346 senesinin Rebiülevvel ayının içinde Nişabur'da ölmüş."
Sülemî de Nişaburlu. Onlar "Neysabur" diyorlar, "Nişepur" diyemiyorlar, "p" harfi yok. "P", "b" oluyor. "Nî" demiyorlar, "Neysâbur" diyorlar. Farsça'sı, aslı Nîşapur. Nişapur'da bundan duymuş, Sülemî. Kitabı yazan bilgiyi bundan almış. Bu güvenilen bir adammış.
Yekûlü semi'tü Zekeriyye'bne Yahye'bni Esed. "O da Zekeriya b. Yahya b. Esed'den duymuş."
Bu da Merv şehrinden bir kişiymiş. Bağdat'a yerleşmiş. Birçok kimseden hadis alıp nakletmiş, birisi de Ma'rûf-i Kerhî olmak üzere. Ondan da pek çok kimseler bu bilgileri rivayet eylemişler. Güvenilen bir kimseymiş.
Kâne sıketen lâ be'se bihî. "Mahzuru olmayan, güvenilen bir kimse." Tuvuffiye yevme'l-hamîs. Perşembe günü ölmüş. Li-sitte halevne min Rebîi'l-âhir. Rebîülâhir ayının sonuna altı gün kala, 270 senesinde vefat etmiş.
Muhammed b. Yakub el-Esam, Zekeriya b. Yahya b. Esed'ten işitmiş, o Ma'rûf'tan nakleden bir kimse.
Yekûlü Ma'rûfi'bnü Feyrûze Ebû Mahfûzini'l-Kerhiyyü. Feyruz oğlu Ma'rûf, künyesi Ebû Mahfuz, nisbesi Kerhiyyü.
Ve yukâlü Ma'rûfi'bnü'l-Feyrûzan. Feyruzan oğlu. "Firuzan oğlu Ma'rûf" da denilir. Feyruz, Feyruzan, ikisi aynı kelime demek ama sonuna elif-nun gelmiş. baba ismi demek ki Feyruzan diye de tespit edilmiş. Firuzan bizim Türkçe'de de kullanılıyor, bazı kimseler bu ismi koyuyorlar.
Semi'tü ceddî. "Ben dedemden işittim." İsmâîle'bne Nuceyd. Bu, Sülemî'nin dedesi. Yekûlü semi'tü Ebâ Abbâsini's-Serrâc. O da Ebû Abbas-ı Serrac'tan işitmiş. Bu şahıs da Horasan'ın meşhur şeyhlerindenmiş. Müsned ve Tarih isimli eseri varmış. "Bize Zahid Yusuf b. Ömer haber verdi." diyor Sülemî. Haddesenâ Ubeydullâhi'bnü Ca'ferini's-Sağâniyyü; haddesenâ Omerü'bnü Vâsıl, kâle: Kâle Sehli'bnü Abdullah: Ahbaranî Muhammedi'bnü Sevvâr an Ma'rûfi'bni Aliyyini'l-Kerhiyyi'z-Zâhid.
Burada da "Ali" diye geçti. Bu isimlerle gelen rivayette, bunlar hakkında da her biri için aşağıda bilgiler var.
Yusuf b. Ömer ez-Zâhid kimmiş?
300 senesinin Zilhiccesinde doğmuş.
Kâne mücâbe'd-da've. "Duası makbul bir adamdı." Sâlihan zâhiden sâdıkan. "Salihti, zahiddi, sadıktı, doğru sözlüydü."
Salih, iyi; zahid, dünyaya meyletmeyen, gönlünden onu çıkarmış, âhirete rağbet eden; sadık, özü sözü doğru bir kimseymiş.
Sikaten me'mûnen. "Güvenilen, kendisine itimat edilen bir kimseydi." Yüşârü ileyhi bi'l-hayri ve's-salâhi fî vaktihî. "Zamanında iyilik ve doğruluk konusunda, hayırlılık konusunda kendisi şöhretli bir kimseydi."
Parmakla işaret olunan, gösterilen bir kimse idi. "Bu adam var ya, çok doğrudur, çok iyidir." diye, herkesin itimadını kazanmış bir kimseydi.
Ellefe cüz'en fî fedâili Muaviyete'bni Ebî Süfyan. "Ebû Süfyan oğlu Muaviye radıyallâhu anh'ın faziletine dair kitap yazmıştı."
Bunu niçin yazıyor?
Muaviye radıyallâhu anh vahiy kâtibiydi, Peygamber Efendimiz'in yanındaydı, ashabındandı. Ama oğlu Yezid zamanında, Peygamber Efendimiz'in torunu Hz. Hüseyin onun emriyle öldürülmüştü. Yezid'e kızıldığı için Muaviye'ye de, onun babası diye kızılıyor ve düşmanlık besleniyor. Demek ki Ebû Süfyan'ın oğlu Muaviye üzerine kitap yazıyor ki; sahabe üzerine kimse dil uzatmasın, söz söylemesin, bu gibi fitneleri diline takıp da günahlara girmesin diye düşünen bir kimse.
Bu önemli bir meseledir. Hz. Ali'yi sevenler, Alevîler, Bektaşîler, bu gibi inceliklere dikkat etmeyen bazı kimseler, açar ağzını yumar gözünü, aleyhte konuşur. Aleyhte konuşuyor ama sahabi, Peygamber Efendimiz'in de;
"Ashabımın aleyhinde konuşarak beni üzmeyin." diye nasihati var.
"Benim ashabım yıldızlar gibidir." diye medhi var.
Onun için ashab olmak şerefi dolayısıyla, Peygamber Efendimiz'i görmüş insan olmak dolayısıyla, onun duasını almış, onun meclislerine devam etmiş bir kimse olmak dolayısıyla, onların aleyhinde konuşmak uygun olmuyor. Zaten kendisinin değil, asıl büyük suç oğlunun. Ama kendisinin de tenkit edilen tarafları var.
Bir; saltanat usûlünü getirmiş olması. Yani yerine oğlunu getirmiş olması, saltanatı getirmiş olması. Bu bir hata olmuş oluyor. Çünkü ondan önce müslümanlar başlarına halifeleri bu saltanat usûlü ile tayin etmiyorlardı. Bu onu getirdi. Şûrâ meselesini ve İslâmî bir usulle başkan seçme meselesini iptal etmesi, kendisi aleyhine bir hata.
Sonra, Hz. Ali Efendimiz ile mücadele etmesi de doğru bir şey değil. Hz. Ali Efendimiz'in Aşere-i Mübeşşere'den olduğunu biliyoruz. Peygamber Efendimiz'in kızı Fâtımatü'z-Zehrâ ile evlenmiş. Oradaki o hadiseler bakımından yapılanlar doğru değil. Bazı hataları olabilir. Ama hatalı da olsa, bazı hareketleri alimler tarafından doğru görülmese bile, sahabe olduğundan, biz radıyallâhu anh deyip aleyhinde söz söylemeyiz. Ama Ehl-i Sünnet'in dışındakiler, çok çatarlar, çok ağır sözler söylerler.
Onun için bu kişi öyle bir kitap yazmış ki bu hataya düşülmesin, edep muhafaza edilsin diye düşünmüş oluyor. Herhalde o bakımdan böyle yapmış oluyor.
Zahidliği ile tanınmış, zamanında çok itimat toplamış, sevilmiş olan bu zât kimden işitti?
Sülemî, Bağdat'ta bu bilgileri bu şahıstan işitti. O da Ubeydullahi'bnü Ca'fer es-Sağanî'den işitti.
Bu kimmiş?
Sağâniyyu. "Sağaniyyân isimli şehre, yani Maverâünnehir'de, Ceyhun'da bir şehre mensup kimse." demek.
Onlara kendi lügatleriyle Çeğaniyan da denilir. Arapça'da "ç" harfi de yoktur, "p" harfi gibi.
"Ç" harfi ile olan kelimelerin Arapça'ya girmesi hangi harfle olur?
"Sad"la olur.
Mesela, "Çin" diyemiyorlar, ne diyorlar?
Sîn.
Utlübü'l-ilme velev bi-Sîn.
Çeğaniyan diyemiyorlar, "ç" harfini söylemiyor. Sağaniyan, bu "sad" biraz "ç"ye benziyor diye öyle telaffuz edebilmişler. Bunu da bilin.
Umumiyetle "ç" harfi, Arapça'ya giren bir kelimede sad ile ifade edilir diye böyle hatırınızda kalsın.
Çeğaniyan da diyormuş bu beldeye.
Ve kad urribet. "Araplaştırılmış, yani Arap diline sokulmuş." Ahracat kesîran mine'l-ulemâ. "Bu şehir pek çok faziletli insan, alim yetiştirmiş, çıkarmıştır." Velâkinnî lem a'sür alâ tercemeti li'l-ünsûb."Bu adamın hayatı hakkında bir bilgi bulamadım." diyor, Nureddin b. Şureybe. Çok mübarek bir adam. Her tarafa alta malûmat yazmış ama Çeğanî hakkında bir bilgi bulamamış.
Haddesenâ Ömerü'bnü Vâsıl. Ona da Ömer b. Vâsıl bildirmiş.
Bağdat'a yerleşmiş bir adammış bu. Allah rahmet eylesin. Ondan Sehl b. Abdullah et-Tüsterî bilgi alıp nakletmiş. Târihu Bağdâd'ta hakkında bilgi varmış.
Kâle Sehlü'bnü Abdillah. "Sehl b. Abdullah et-Tüsterî dedi ki." diyor, o da. Ahberanî Muhammedi'bni Sevvâr. "Muhammed b. Sevvar bana haber verdi."
O da kimmiş?
Şeyhun kadîmun. "Sehl b. Abdullah et-Tüsterî'nin eski, yaşlı şeyhi idi ve dayısıydı, akrabasıydı."
Tüsterî, meşhur bir şahıs, ona söylemiş oluyor dayısı.
An Ma'rûfi'bnü Aliyyeni'l-Kerhiyyi'z-Zâhid.
Sülemî hazretleri bu kadar bilgiyi niçin verdi?
Ma'rûf-ı Kerhî'nin babasının adının onlar tarafındaki rivayette Ali diye söylenmiş olduğunu göstermek için. Demek ki Feyruz, Feyruzan ve Ali diye geçmiş. Mümkündür, Ali Feyruzan olabilir. Feyruzan ismi Farsça olduğu için Arap dostları ona "O ismi bırak şu ismi al." demişlerdir.
Bazıları da "Hocam ismimi beğenmiyorum, İslâmî bir isim söyler misiniz?" diye bize soruyorlar. Öyle bir şey olabilir.
Ve hüve min cülleti'l-meşâyih ve kudemâihim. "Ma'rûf hazretleri; şeyhlerin, meşâyihin çok büyüklerinden ve en evvel gelenlerinden, ilk devir adamlarından, mübareklerinden idi." Ve'l-mezkûrîne bi'l-verai ve'l-fütüvve. "İleri derece de takvâsı, şüpheliden bile kaçınan ahlâkı ve fütüvveti ile tanınmış bir kimse idi."
Fütüvvet, tasavvufta bir sıfattır. Aslında kelime olarak mânası, fetâlık demek. Fetâ, yiğit-yiğitlik demek.
Tasavvuf erbabı mert ve yiğit, er kişilerdir. Dönek, sözüne güvenilmez, korkak, cimri, pinti, nekes değil. Nasıl? Yiğit kişilerdi.
Fütüvvet ile ve ileri derecede takvâ ile tanınmış kimselerden biri idi, Ma'rûf hazretleri.
Kâne üstâze Seriyyeni's-Sakatî. "Seriyy-i Sakatî hazretlerinin hocası idi."
Hâlbuki onu daha önce zikretti, daha önceki okuduğumuz sayfalar arasında Seriyy-i Sakatî hazretleri geçti. Hocasını daha sonra zikrediyor. Demek ki Sülemî hazretleri sıralamasında yaş ve tarih sırasını ölçüsünü pek iyi uygulamamış. Talebeyi önce zikrediyor, hocasını daha sonraya getirdi burada. Garip!
Sâhibe Davud et-Tâiyye. "Davud et-Tâî isimli şeyh ile de ahbaplığı, arkadaşlığı ve ondan bilgi alması vardır." Davudü'bnü Nasîr –veya Nusayr- Ebû Süleymân et-Tâî, el-âlimü'r-rabbânî, ehâdi'l-a'lâm.
Çok büyük zâtlardan birisidir.
el-Kûfî, ez-Zâhid. Kufe'de oturmuş. Şeğğale nefsehû bi'l-ilm. Kendi nefsini ilimle meşgul etmiş daima, bu Davud-u Tâî hazretleri. Ve'l-fıkhı. Fıkıhla meşgul etmiş. Ve gayrihî mine'l-ulûm. "İslâmî ilimlerden diğerleriyle meşgul olmuş.
"Ben zahidim." deyip tesbih çekmeye, kenara çekilip namaz kılmaya değil, kendini ilme vermiş. Alim.
Kâne yahtelifü ilâ Ebî Hanîfe. Davud-u Taî hazretleri Ebû Hanife hazretleriyle de görüşürmüş, ona da gider gelirmiş. Sümme tezehhede. Bu bilgileri, bu ilimleri öğrendikten, zahir ilimlerini aldıktan sonra zühd ve tasavvuf yoluna sapmış. Ve eğraka kütübehû fi'l-Furât. "Kitaplarının hepsini götürüp Fırat nehrine atmış."
Bu da, zahir ilimleri ile tatmin olmadığının bir göstergesi. Okudu okudu, yazdı çizdi, sonra götürüp kitapların hepsini Fırat'a atmış.
Mâte senete hamsin ve sittîne ve mie. "165 senesinde vefat etti."
Ebû Hanife hazretleri ne zaman vefat etmişti?
150 senesinde.
Demek ki ondan 15 sene sonra vefat etmiş.
Ma'rûf hazretleri, Seriyy-i Sakatî'nin üstadı idi. Davud-u Tâî ile görüşmüş bir kimse idi. Bu Davud-u Tâî de dipnotta anlattığı üzere muhterem bir kimse idi.
Kabruhû bi-Bağdâde zâhirîn. "Kabri Bağdat'ta, meydandadır. Görülen, bilinen, ziyaret edilen bir kabirdir."
Ben fakir de, Bağdat'a gittiğimiz zaman ziyaret ettim.
Yüsteşfâ bihî. "Bu kabirden şifa umulurdu, şifa bulunurdu."
Mübareğin kabri, türbesi şifalı idi.
Yüteberrekü bi-ziyâretihî. "Onu ziyaretle teberrük olunurdu, bereket talep edilirdi, bereketlenilirdi."
Semi'tü Ebe'l-Hasene'bne Miksem el-Mükrie bi-Bağdâde, yekûlü: Semi'tü Ebâ Aliyyini's-Saffâr, yekûlü: Semi'tü İbrahime'bne'l-Cezerî, yekûlü: Kabru Ma'rûfi et-tiryâkü'l-mücerrabü.
Ebu'l-Hasen Miksem el-Mükrî ,Sülemî hazretlerine Bağdat'ta söylemiş.
Mükrî, Kur'ân-ı Kerîm'i çok iyi bilen, kuvvetli hafız demek. O da Ebû Ali es-Saffar'dan duymuş. Bu, gramerci bir adammış. Meşhur el-Kâmil kitabını yazan Müberred'in ahbabı, arkadaşı imiş.
Kâne sikaten. Güvenilen bir kimseymiş. Sâme erbaîn ve semânîne ramadân. 84 ramazan oruç tutmuş.
İnsan kaç yaşında oruç tutmaya başlar?
84 Ramazan oruç tutmuş, orucu bırakmamış, ihtiyarlığında da çocukluğunda da.
Vülide senete seb'in ve erbaîne ve mieteyn. 247 senesinde doğmuş ve perşembe sabahı seher vaktinde, Muharrem ayının son on günü içinde, 341 senesinde vefat etmiş, bu gramerci Saffar.
O da İbrahim b. Cezerî'den duymuş. O İbrahim b. Cezerî diyor ki;
Kabru Ma'rûfin. "Ma'rûf hazretlerinin türbesi." et-Tiryâkü'l-mücerrabü. "Tecrübe edilmiş, şifası ispat olunmuş bir ilaçtı."
Tiryak, ilaç demek. Zehire, hastalığa karşı olan ilaca "tiryak" derler. Bu hususta şöhret bulmuş ve tecrübe edilmiş ki hakikaten öyle oluyor, öyle bir türbesi, kabri varmış.
Ve kâne Ma'rûfen esleme alâ yedi Aliyyi'bni'l-Musâ er-Rıdâ. Ma'rûfu'l-Kerhî hazretleri Musa Rıza'nın oğlu Ali huzurunda, onun vasıtasıyla İslâm'a girmiş.
Müslüman oluşu, o mübarek zâtın elinden olmuş. Hz. Hüseyin Efendimiz'in evladından, "on iki imamlar" diyoruz, onlardan birisinin eliyle müslüman olmuş. Halife Me'mun bile bu mübarek imamı, Hz. Ali Efendimiz'in evladına tazim ve hürmet eder, yüceltirmiş ve ona "Sen halife ol." diye ahdetmiş, ondan söz almış.
Mâte mesmûmen senete selâse ve mieteyn. 203 senesinde zehirlenerek öldürülmüş. Malesef zehirlenerek şehit edilmiş.
Aliyyi'bnü'l-Musâi'bnü Ca'feri'bnü Muhammedi'bnü Aliyyi'bnü el-Hüseyni'bnü Aliyyi'bnü Ebû Tâlib el-Hâşimî.
Ma'rûf bu zâtın elinden müslüman olmuş.
Ve kâne ba'de İslâmihî yahcubuhû; fe'zdehame'ş-şîatü yevmen alâ bâbi Aliyyi'bni Musâ, fe-keserû adlüa Ma'rûfin fe-mâte. Ve düfine bi-Bağdâde. "İslâm'ından sonra onun perdedârlığını, yani hâcipliğini yapardı."
O yanında müslüman olduğu zâta, Hz. Ali Efendimiz'in evladının perdedârlığını, hashâcipliğini yapardı.
Şia, yani Şiiler bir gün çok kalabalık olarak Ali İbnü'l-Musa'nın kapısına geldiler. Fe-keserû adlüa Ma'rûf. "Ma'rûf da orada teşrifatçı, hashâcip. Öyle izdihamla geldiler ki izdihamdan, sıkıştırmadan ayakları kırıldı."
O Hz. Ali Efendimiz'in torununu ziyaret edelim diye, öyle korkunç bir izdihamla geldiler ki; onun kemiklerini kırdılar.
Fe-mâte düfine bi-Bağdâd. "Bağdat'ta öyle vefat etti."
Ma'rûf'un vefatı, izdihamdan, sıkışarak ve kemikleri kırılarak olmuş.
Ve esnede'l-hadîs. Hadis de rivayet etmiştir bu zât-ı muhterem.
Ahbarenâ Ebu'l-Hüseyn Aliyyü'bnü'l-Hasani'bni Ca'fer el-Hâfızü'l-Attâr.
Sülemî'ye, bu Ebu'l-Hüseyin el-Attar rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz'in gazaları, seferleriyle ilgili bilgileri çok kuvvetli olan bir adammış. Aklından bunları anlatırmış. Zayıf olarak tanınıyor. Hadis vâz ettiği hakkında da rivayet var. 298 senesinde doğmuş. Safer ayının beşinde çarşamba günü, 376'da vefat etmiş.
Bu şahıs Sülemî hazretlerine rivayet ediyor. Bi-Bağdâd. "Bağdat'ta." O da;
Haddesenâ Ahmedi'bnü'l-Hasane'l-Mükrî. "Bu zât bana rivayet etti." Debîs. "Güvenilen bir kimse değildir." diyor, onun hakkında da. Haddesenâ Nâsrü'bnü Dâvûd. Ona da Nasır b. Davud'un rivayet ettiği kayıtlı. Bu, buraya güvenilen bir kimse olarak yazılmış.
O da, Halef b. Hişam'dan rivayet etmiş. Ehl-i Sünnet ashabındanmış. Hadîs-i şerîfe vâkıf bir kimse imiş. Ahmed b. Hanbel onun hakkında "Güvenilen bir kimse idi." demiş. Bağdat'ta vefat etmiş. Bu şahıs diyor ki;
Semi'tü Ma'rûfeni'l-Kerhiyye, yekûl. "Ma'rûf-i Kerhî bana şöyle dedi." diye duydum. Ma'rûf-i Kerhî'den hadis rivayet ediyor.
Allahümme inne nevâsînâ bi-yedike, lem tümelliknâ minhâ şey'a. Fe-iz fealte zâlike binâ, fe-kün ente veliyyünâ. Vehdinâ ilâ sevâi's-sebîl. Fe-seeltühû, fe-kâle: Haddesenî Bekrü'bnü Huneys, kâle: Haddesenâ Süfyânü's-Sevriyyü, an Ebi'z-Zübeyr, an Câbir; enne'n-Nebiyye sallallahu aleyhi ve sellem kâne yed'û bi-hâze'd-duâ'.
Bu rivayet zinciri ile Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin şöyle dua ettiğini, Ma'rûf, bir hadis rivayetçisi olarak yukarıda ismi geçen alimlere, aşağıda ismi geçen alimlerden alarak rivayet etmiş. Mânasını şöyle anlamaya çalışalım.
Allahümme inne nevâsînâ bi-yedike. "Yâ Rabbi, iplerimiz senin elinde."
Nevâsi, saçın öndeki sarkık yerleri, alındaki perçemler demek. Bir insanı orasından tutup götürürler, saçından tutup götürdün mü, o zaman kaçamaz. Dizginleri, ipleri demek.
"Bizim saçlarımızın perçemleri, dizginlerimiz elinde yâ Rabbi, ne istersen onu yaparsın!"
Lem tümelliknâ minhâ şey'a. "Sen bize ondan bir şey vermedin."
Bizim gücümüz kuvvetimiz yok, bütün güç kuvvet sende.
Fe-iz fealte zâlike binâ. "Eğer bize bunu yapmışsan, yani biraz bize bir hareket etme imkânı, bir şey yapabilme kabiliyeti, fırsatı bahşettiysen." Fe-kün ente veliyyünâ. "Sen bizim velîmiz ol, sahibimiz ol." Vehdinâ ilâ sevâi's-sebîl. "Ve bizi doğru yola ilet."
"Ya Rabbi! Bizim iplerimiz senin elinde. Sen bize bu iplerden hiçbir şey vermedin, bizim iktidarımız yok. Ama eğer bize biraz bir iktidar verdiysen, sen bizim hâmimiz, velîmiz ol ve bizi doğru yola sevket yâ Rabbi!" diye dua etti Peygamber Efendimiz, diye Cabir radıyallâhu anh'ten rivayetle Ma'rûf bu hadisi almış ve öbür tarafa doğru rivayetle, Sülemî'ye kadar rivayet etmiş oluyor.
Bunları niçin yapıyordu müellif?
Bir kişinin hadis toplayıp da, hadis ilmiyle de meşgul olduğunu göstermek için. Çünkü o devirde Kur'an herkes tarafından biliniyor. Alimlik, hadis rivayet etmek. Hadislere dayanmak, hadislerin ne olduğunu bilen, onları inceleyen, onlardan bilgisini alan bir kimse olmak ve hadisleri de tam "Şundan işittim, şundan işittim..." diye rivayet zinciri ile söylemek arzusu var o zaman. Moda bu. Bu böyle olmadı mı, havadan bir şey söyledi mi, kimse kabul etmez. Ancak nereden duyduğunu nakledecek ki kabul etsinler.
Bu ilim havası içinde, bu zât da hadisle ilgilenmiştir. Nitekim, "Şu hadisi de şuradan alıp bu tarafa nakletmiştir." diye, buna bir şeref olarak söylüyor. Hadisle meşgul olan sûfîler varsa, onun böyle bir meşguliyetini söyleyerek, onun şerefli, alim bir kimse olduğunu söylemiş oluyor.
Ahberanâ Abdullahi'bnü Osmane'bni Ca'fer, kâle: Haddesenâ Ahmedü'bnü Abdillahi'bni Süleymân; haddesenâ ebî, kâle: Kâle Muhammedi'bnü Nasr, semi'tü Ma'rûfen yekûlü: Mâ eksere's-sâlihîn ve ekalle's-sâdikîn fi's-sâlihîn.
Bu rivayet zinciri ile Ma'rûf hazretlerinin sözlerini söylemeye başladı.
Neydi müellifimizin terceme-i hâl yazmakta, kitap yazmakta metodu?
Kişinin ismini, künyesini, nereli olduğunu, babasının, dedesinin adını söyler, ne zaman doğup ne zaman öldüğünü tespit etmeye çalışır, ondan sonra hadis rivayet eden bir kimse ise bundan bir örnek verir, ondan sonra o kişinin hadis değil, kendi sözlerinden, güzel sözlerinden sözler nakleder. Müellifin yaptığı her terceme-i hal de bu şekilde. Yani bir kimsenin hayatını alıp da, derin derin her yönüyle inceleyen bir kitap yazmıyor. Adeta bir antoloji veya bir toplama yapmış bu kitabında. Meşhur şahısların hayatı hakkında birkaç satır bilgi, naklettiği hadislerden bir örnek ve birkaç tane sözü bir toplama yapmış oluyor. Hafif bir eser yapmış oluyor.
Hâlbuki, her şeyini yazsa, mesela keşke bize İbrahim b. Edhem hazretlerinin nesi var nesi yoksa, her şeyini, kendisinin zamanında bildiği bütün şeyleri toplasaydı, İbrahim b. Edhem'le ilgili bir cilt bıraksaydı. Ma'rûf-ı Kerhî ile ilgili bir cilt bıraksaydı. Yapabilirdi bu alimler, o devirde imkânları vardı. Fakat Tabakâtu's-sûfiyye yazıyor, yani mutasavvıflarla ilgili antoloji gibi bir eser yazıyor. Onun için bilgiler aynı standartlarda, kısa örnekler halinde.
Ma'rûf-ı Kerhî hazretlerinin sözüne geldik. Bakalım ne demiş? Tabii, kendisinin kafa yapısı, zihniyeti, gönül yapısı hakkında bilgi verecek sözleridir.
Mâ eksere's-sâlihîn. "Salihler ne kadar çok." diyor.
Demek ki zamanında salih insanlar çok.
Mâ eksere veya eksir bihî, Arapça'da bir ef'âl-i taaccüptür. Bir şeyi taaccüp etmek, hayret etmek, beğenmek mânasında kullandıkları zaman bu sîgada söylerler.
Mâ eksere's-sâlihîn. "Salihler ne kadar çok." Ve ekalle's-sâdıkîne fi's-sâlihîn. "Ama salihlerin içinde sadıklar ne kadar az."
Salihlerin sayısı ne kadar çok ama salihlerin içinde sadıklar ne kadar az.
Demek ki salih görünüşlü insanlar çok. Sarık var, cübbe var, tavır var, tekke var, dervişlik var, vesaire var; salihler çok görünüyor. Ama içlerinde sadık, doğru sözlü, doğru özlü olanlar, gerçek olanlar ne kadar az!
Bu bir genel derttir, üzüntüdür, üzülmemiz gereken bir noktadır. Ekseriyet keyif, eğlence, zevk, maddiyat peşine koşar da, Allah'ın istediği, güzel, fedakârca kulluğu yapan insanlar genellikle azdır. Ama bu sürülere, büyük kalabalıklara iyiler hâkim olursa, onları yine çoban olarak, yönetici olarak iyi yola sevk ederler. Ama bu kötüler galip gelir de, cemiyete hâkim olurlarsa, o zaman salihleri, dindarları inim inim inletirler. Maalesef hakiki dindar olmak nefsi, şeytanı yenmeyi gerektiriyor, kolay değil.
"Salihler ne kadar çok ama salihlerin sadıkları, doğru sözlü, doğru özlüleri ne kadar az." Diyor.
Ma'rûf-ı Kerhî ki 165 senesinde vefat etmiş, Peygamber Efendimiz'den sonraki ikinci asırda, her şeyin çok güzel olduğu devirde, kuvvetli ilim olan devirde.
Biz şimdi ne diyelim!
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.