Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
105. sayfasına geldik. Elimizde bir baskısı var.
Terâcim-i ahvâlin 13.sü olan Ahmed b. Hadraveyh'in hayatına gelmiştik. Ahmed b. Hadraveyh Belh şehrindendir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Efendimiz'in doğup da oradan Anadolu'ya geldiği şehirdir.
Tabi Mevlânâ Hazretleri bu zât-ı muhteremden çok sonra doğmuş; ama şehir aynı şehir. Künyesi Ebû Hâmid'dir. Künyesi de İmam Gazzâlî'nin künyesine benziyor. Horasan'ın en büyük şeyhlerinden birisidir. Ebû Türab en-Nakşebî, Hâtem-i Esam gibi büyük zâtlarla beraber bulunmak şerefine ermiş, onların sohbetlerinden istifade etmiştir. Ebû Yezid Bistâmî hazretlerini de ziyaret edip görmüş, kendisi ile muarefesi ve görüşmeleri olmuştur. Tasavvuftaki fütüvvet neş'esinin mümessillerindendir. Nişâbûr şehrine gitmiş; Ebu Hafs Nişâbûrî'yi de görmüştür.
240 hicrî senesi, yani Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin hicretinden 240 kamerî sene geçtiği zaman vefat etmiş.
105. sayfanın 9. paragrafından devam ediyoruz. Bu eserin Arapçası'nı da okuyoruz; çünkü ilmî bir eserdir, kayda alınıyor, kardeşlerimiz not tutuyorlar. Dinleyen kardeşlerimizin bir kısmı Arapça'yı bilen ve İlahiyat'a devam eden kimseler; onun için Arapça'sı ile ilgili bilgileri de veriyoruz.
9. Paragraf
Kâle ve kâle Ahmedü.
Birinci kâle dediği senet daha önce geçmiş olduğundan o senedin sonundaki şahıstır.
Senet şöyle:
Ebû Abdirrahman es-Sülemî, Mansur b. Abdullah'tan işitmiş; o da Muhammed b. Hâmid et-Tirmizî'den işitmiş; o da aynı senetle Ahmed b. Hadraveyh'ten nakletmiş.
Ve kâle Ahmedü. "Ahmet b. Hadraveyh şöyle buyurdu:"
Men hademe'l-fukarâ ükrime bi-selâseti eşyâ: et-Tevâdu' ve hüsni'l-edeb ve sehâveti'n-nefs.
Bu sözünde Ahmet b. Hadraveyh hazretleri buyuruyor ki:
Men hademe'l-fukarâ. "Kim fukaraya hizmet ederse."
Bugünkü Türkçemiz'de fukarâ; "malı, mülkü, parası olmayan, yoksul kimse" mânasına geliyor; ama burada o mânada değil, "derviş" demek. "Tasavvuf yoluna girmiş olan kimseler" demektir.
Âyet-i kerîmede geçiyor, Kur'ân-ı Kerîm'de var.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Entümü'l-fukarâü ila'llâh. "Ey insanlar! Hepiniz Allah'a muhtaçsınız, Allah'a sonsuz ihtiyacınız var; her bakımdan, her yönden, her hususta, her yerde, her şeyde sonsuz muhtaçlarsınız. Allah size muhtaç değildir. Allahu Teâlâ hazretleri sizlerin ibadetinize, taatinize muhtaç değil."
Sizin yaptığınız hayrâta hasenâta muhtaç değil. Sizin yaptığınız cihada muhtaç değil. Dilerse dinini başka kimselerde de teyit ve takviye eder. Dilerse hükmünü istediği başka bir usulle icra eder.
İnnemâ emrühû izâ erâde şey'en en yekûle lehû kün fe-yekûn. "Bir şeyi murad ettiği zaman, O'nun emr-i sübhânîsi -kün -demektir."
Kün Arapça "ol!" mânasına geliyor. Ol der; fe-yekûn "O şey de olur." Çünkü o âlemlerin Rabbi'dir, kâinatın mutasarrıfıdır.
Her şey O'nundur; hüküm O'nundur, mülk O'nundur. O halde Allah'ın celle celâlühû ve amme nevâlühû ve lâ ilâhe gayrüh bizim ibadet ve taatimize ihtiyacı yok.
İmam Kurtubî hazretleri Tefsîr-i Kurtubî'de rivayet etmiş:
"Yeryüzünün bütün insanları, cinler, bütün varlıklar hepsi Allahu Teâlâ hazretlerine asi olsa, hiç söz dinlemese, hep kâfir, hep müşrik, hep mücrim, hep günahkâr olsa, Allahu Teâlâ hazretlerinin azametinden bir zerre noksanlaşmaz. İzzetinden, celâlinden bir zerre eksilmez. Buna mukabil kâinatın varlıklarının hepsi gayet mûtî olsalar, hepsi Allahu Teâlâ hazretlerine gece gündüz durmadan ibadet etseler, Allahu Teâlâ hazretlerinin azametine bir zerre ilave olmaz. Âlemlerden müstağnîdir. Mahlukâtına ihtiyacı yoktur. Hiçbir şeye ihtiyacı yoktur." diyor.
Ama muhtaç olanlar sizsiniz.
Entümü'l-fukarâu ilallâh. "Ey insanlar! Muhtaç olanlar sizsiniz; Allah değil!
Vallâhu hüve'l-ganiyyü'l-hamîd. "Allahu Teâlâ hazretleri ganî olandır, müstağnî olandır, hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır. Hamde layık olandır."
O halde biz hepimiz esas itibariyle insanlar olduğumuz için fukarayız. Hepimiz fakiriz; çünkü hepimiz muhtacız.
Arapça'da fukara, "muhtaçlar" demek; fakir, "muhtaç" demek.
Hepimiz Allah'a muhtacız; hepimiz Allah'ın yaratmasına muhtacız, hepimiz Allah'ın nimet vermesine muhtacız, hepimiz Allah'ın ihtiyaçlarımızı karşılamasına muhtacız, hiçbirimiz bunun dışında değiliz. Fakat Horasan'da bu zât-ı muhteremin yaşadığı Nişâbûr şehrinde, Belh şehrinde, diğer şehirlerde o zaman yayılmış olan İslâmî yaşayış, anlayış, zihniyet içinde bir zümre var ki onlar Allahu Teâlâ hazretlerine giden takvâ yolunu seçmişler, muttakiyâne yaşıyorlar. Ömürlerini Allahu Teâlâ hazretlerinin rızasını kazanmakla, gayret etmekle geçirmeye azmetmişler.
Dünya metaına iltifatları yok. Dünya işleri ile ilişkileri yok. Mârifetullahın peşindeler. Gayeleri Allah'ı bilmek, Allah'ı tanımak, Allah tarafından sevilmek… Herhalde biraz dünyaya metelik vermedikleri için olsa gerek ki ellerine geçeni de sağa sola cömertlikle verdiklerinden de olabilir, bunlara fukara denmiş.
Farsça'da bizim derviş dediğimiz kelime de aynı mânaya geliyor; kapı kapı dolaşıp da bir şeyler isteyen, "dilenen" demek. Araplar "derviş" kelimesini Farsça'dan alıp kullanırlar; hatta derâviş diye cem'ini yaparlar.
Derâviş'i; "dervişler" mânasına kullanırlar. Fakat asıl fukara kelimesini kullanırlar.
Mesela şeyh efendi eseri yazar, eserinin sonunda imzasını atarken veya mektup yazar, mektubun sonunda imzasını atarken der ki;
Ene el-fakîr ila'llâh. "Ben Allah'a muhtaç falancayım."
Veya,
Ene hâdimü'l-fukarâ. "Ben fakirlerin hizmetçisiyim."
"Dervişlerin başında, onların ihtiyaçlarına koşturan insanım; onlara hizmet eden şahısım." demek.
Demek ki burada Ahmet b. Hadraveyh hazretlerinin men hademe'l-fukarâ dediği;
"Kim tasavvuf erbabı dervişlere hizmet ederse..."
Ükrime bi-selâseti eşyâ. "Kendisine Allah tarafından üç şey ikram olunur. Üç ikrama mazhar olur."
Tabi burada "hizmet" kelimesini de açıklamamız lazım. Gümüşhaneli Ahmed Ziyâüddin Efendimiz hazretleri Câmiu'l-usûl isimli büyük tasavvufi eserinde, mühim eserinde buyuruyor ki;
"Bütün tarikatleri inceledim. Hepsinin kendine göre özelliği var, hususî prensipleri var, hususî kararları var. Ama hepsinde 'hizmet etmeyi' müşterek bir prensip gördüm."
Bütün tarikatlerin esasının, bünyesinin birisi, bir direği hizmettir. Tasavvuf yolunun, tarikat yolunun umdelerinden, en önemlilerinden, her tarikatte mutlaka bulunan bir umdedir. İnsan hizmet edecek; derviş, tasavvuf erbabı hizmet edecek.
Kime hizmet edecek?
Herkese, her şeye hizmet edecek.
Başta Rabbine hizmet edecek; ibadetini güzel yapacak ama başka insanlara da hizmet edecek.
Kanadı kırık kuşlara, hasta, uyuz, yaralı hayvanlara dahi hizmet etmeyi prensipleri içine almışlardır.
Demek ki bütün tasavvuf yollarında hizmet, Allah'ın rızasını kazanmak için esaslardan birisidir. Önemli bir esastır.
Mesela İbrahim b. Edhem hazretleri Belh'te, -yine bu zâtın şehrinde idi, biliyorsunuz, Belhli idi.- İbrahim b. Edhem hazretleri gündüzleri çalışırmış, nafakasını temin edermiş, kazanç sağlarmış. Akşama kadar hizmet ederek, hamallık yaparak, daha başka bir iş yaparak para kazanırmış. Kazandığı paralarla yiyecek, içecek alırmış, arkadaşlarıyla kaldığı tekkeye, hangaha gelirmiş; gece fukaraya hizmet ediyor, dervişlere faydası oluyor, onlara ikramda bulunuyor.
"Kim dervişlere hizmet ederse üç vasıf kendisine ikram olunur."
İkram eden kim?
Allahu Teâlâ hazretleri...
Allah verir, ikram eder.
Birincisi, et-tevâdu' tevazudur.
Dervişlere hizmet eden kimsede kibir, gurur, kendini beğenmişlik kalmaz. Hizmet etmek, insanda bir tevazu meydana getirir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri bazen kalkar, sahabe-i kirâma bizzat hizmet ederdi. Tabi onlar o hizmetten mest olurdu. Yaptırmak istemeseler bile Efendimiz bazen kendi eliyle, tek tek hepsine ikramda bulunurdu.
Bir defa yabancı bir şahıs, Peygamber Efendimiz'in meclis-i saadetine gelmiş ve kendisini sormuş.
"İşte Resûlullah şuradadır." demişler.
Meclise girmiş, bakmış ki baş köşe yok, büyük bir minder yok, belirli bir yer yok, herkes oturmuş. Bir şahıs da dolaşıyor, oturanlara bir şeyler veriyor. Etrafına bakınmış, teşhis edememiş, meclise sormuş:
Men seyyidü'l-kavm? "Bu kavmin efendisi kimdir?"
Hani baş köşede değil, tahtta oturmamış, bir alameti yok; giyiminde, kuşamında, oturuşunda, kalkışında bir fark yok.
Efendimiz hizmet ederken, bir şeyler verirken başını kaldırmış:
Seyyidü'l-kavmi hâdimühüm. demiş. "Bu kavmin senin aradığın başkanı, efendisi, peygamberi şu anda onlara hizmet edendir" demiş.
"Benim." demek istemiş.
Bu söz aynı zamanda oradan gelerek;
"Kim bir kavme hizmet ederse yükselir." mânasına da kullanılıyor.
O da doğrudur; elbette hizmet eden hizmet bulur, izzet eden izzet bulur. Büyüklerine hürmet eden bir kimse, zamanı gelince o hürmete mazhar olur. Gençler tarafından sevilir, sayılır. Bu da doğru tabi, o mâna da yanlış değil.
Demek ki Peygamber Efendimiz'in o ahlâk-ı peygamberîyesinde, tasavvuf yolunda da aynen devam ettirilmiş.
Bir kimse bir tekkeye, bir tasavvuf topluluğuna gider, onların hizmetinde bulunursa; -mesela bulaşıklarını yıkar, yemeğini pişirir, tekkenin diğer işlerini yapar.- Mevlevîlik tarikatinde çile üç yıl sürermiş. Üç yıl, "kırk gün" değil. Ondan sonra da derviş "dede" sıfatına sahip olurmuş.
Hizmet eden şahıs, birincisi tevazuya sahip olur, mütevazı bir kimse olur. Tevazu huyu içine yerleşir. Allah ona o sıfatı verir. Tevazu, Allah'ın sevdiği bir sıfattır; Allah celle celâlühû mütevazı kullarını sever.
Men tevâda'a rafe'ahu'llah. "Allah, mütevazı kulunu yükseltir."
Ve men tekebbera....? "Buna mukabil kibirlenen, büyüklenen kulu da aşağı indirir, alaşağı eder.
O kibirleniyor, büyükleniyor, azametleniyor, tavır takınıyor burnu havada geziyor ama ,bu da mânevî bakımdan ikram olarak, hizmet edildiği zaman Allah tarafından insana ihsan olunuyor. Bir insan hizmet ehli oldu mu sonunda tevazu sıfatına eriyor, erişiyor.
İkincisi:
Ve hüsnü'l-edeb. "Kendisine güzel bir edep nasip olur."
Tabii o "fukara" dediği, "derviş" dediği insanların içinde, kalp gözü açılmış, ilm-i ledünne vakıf kimseler var. Onların oturuşundan, kalkışından, ilminden, irfanından, sofradan nasıl kalkılır, nasıl dua edilir
Geçen de bir vesile ile kitaplarda okuduğumuzu nakletmiştik.
Bazı kitaplarda cömertlik üç mertebede anlatılıyor. Birisi;
Sehâvetü'l-mâl. "Elindeki malından, mülkünden, parasından sağa sola ikram eder."
Bu kimseye "cömert" denir. Elması varsa yarım elmayı kendisi alır, yarısını ötekine verir. Yanında güzel koku varsa ona ikram eder, buna ikram eder. Varlığından, malından birisine bir şey veriyor. Buna "mal cömertliği" denir. Malı var, zenginliği var, parası var, biraz bir şeyleri var; o olan şeyini veriyor. Buna sehâvetü'l-mâl derler.
İkincisi, ten cömertliğidir. Ten cömertliği; "insanın bedenen cömert olması, insanların hizmetine koşması" demek…
Elinde yük olan bir ihtiyar adam veya kadın gördü; hemen gidiyor, yükünü elinden alıyor; "Ben taşıyayım." diyor. "Müsaade buyurun." diyor, taşıyıveriyor, bedenen hizmet yapıyor. Veya bir kimseyi gördü; koluna giriyor, gideceği yere götürüyor, geleceği yere getiriyor.
Tanıdığımız kimseler var Arabistan'da, filan alimin yanından hiç ayrılmıyor. Onun gözü hiç görmediği için koluna giriyor, işlerini görüyor; eline su döküveriyor, havlusunu tutuyor, oturtuyor, kaldırıyor. Bu da bedenen yapılan bir hizmet, adı da "ten cömertliği."
Ten, Farsça'da "vücut" yani "beden" demek. Bedeni yapılı, güçlü kuvvetli, iri yarı insana da Farsça'da tenûment derler.
Üçüncü cömertlik de, can cömertliğidir.
"Mal cömertliği, ten cömertliği ve can cömertliği."
Can cömertliği; icabında hak yoluna canını vermektir. O da şehitlerin hâli olmuş oluyor.
Allah'ın rızasını kazanmak için çıkarıp zekâtını vermek, sadakasını vermek, hayrını hasenâtını yapmak güzel, hoş bir şey, Allah kabul etsin. Mesela şu camiyi yaptırandan, bu yeri verenden Allah razı olsun. Hizmeti geçenlerden, küçük küçük bağışlarda bulunanlardan Allah razı olsun.
Bunlar küçük küçük birikiyor, bir hayır meydana geliyor. İnsan genç olursa, gayretli olursa, atik olursa yaşlılara, alimlere, kâmillere, fâzıllara, ana babasına, konu komşusuna yardım eder. Bu da "ten cömertliği," bu da güzel ama bazen de öyle oluyor ki canını veriyor. Tabi bu en güzeli; en büyük fedakarlığı o yapmış oluyor. Çünkü insanın candan daha kıymetli varlığı yok. En kıymetli varlığı canıdır. Biz de onun için karşımızdaki birisini çok seviyorsak "canım" diye hitap ediyoruz.
Sahabe-i kirâm Peygamber Efendimiz'e;
"Anam babam sana feda olsun yâ Resûlallah!" demişler.
"Canım sana feda olsun!" demişler.
Burada dediği sehâvetü'n-nefs.
Atik insan olur; nefsî cömertliği, bedenî hizmeti yapacak bir insan haline gelir.
Demek ki fakirlerin arasına girip tekkeye girip dervişlere hizmet etti mi bir insan tevazu sahibi olur, edep öğrenir, tarikatin âdâbını, ince esrârını, erkânını öğrenir. Bir de hizmet ehli, pervane gibi, ateş gibi bir insan olur, herkesin duasını alır. Aksakallıların duasını alır:
"Berhudar ol evladım, Allah razı olsun evladım, maşallah Allah seni iki cihanda aziz etsin evladım, su gibi aziz ol evladım!"
Bu gibi duaları alır, muradına erer.
Onuncu paragraf
Kâle ve kâle Ahmedü. "Yine aynı râvîler rivayet ettiler ki Ahmed b. Hadraveyh'in bir başka sözü de şöyle:"
Et-tarîku vâdihun ve'l-hakku lâihun ve'd-dâ'î kad esma'a fe-me't-tehayyiru ba'de hâzâ illâ mine'l-amâ.
Biz bu kitabı niye okuyoruz?
Bu şahıslar çok konuşan insanlar değil. Bu evliyâullah, bu ulemâ az konuşur; ama her sözü bir atasözü gibidir, çok kıymetlidir. Hayatının zübdesidir, hayat tecrübesinin özüdür, hulâsasıdır. "Madem bu büyükler evliyâ olarak tanınmışlar, madem tasavvuf yolunun büyüklerindenmiş, bunların sözlerinden, nasihatlerinden istifade edelim." diye bu kitabı okuyoruz.
Bakalım bu sefer ne buyurmuş?
Et-tarîku vâdihun. "Yol âşikârdır."
Yol, belli.
Ve'l-hakku lâihun. "Hak da görünür." Ve'd-dâ'î kad esma'a. "Dua eden kimse de işittirir."
Madem dua etti, "İşittirdi." demektir. Söylediğini kime göre söylediyse "Ona işittirdi." demektir.
Fe-me't-tehayyiru ba'de hâzâ illâ mine'l-amâ. "Bundan sonra hâlâ hayrette kalmak, hâlâ hayranlıkta, şaşkınlıkta kalmak körlüktendir, başka bir şeyden değil."
Demek istiyor ki;
Allahu Teâlâ hazretlerine dua eden bir kul var; elbette Allah onun duasını duydu. Yol hak yol, belli yol. "Bundan sonra hâlâ ne yapacağını şaşırıp da mütehayyir kalmak, yalpalamak körlüktendir."
Yol belli olunca insan şaşırır mı?
Hak âşikâr olunca insan şaşırır mı?
Dua ettiği zaman, Allah duaya icabet etmeyecek mi?
Kur'ân-ı Kerîm'de duyurmadı mı?
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve kâle rabbüküm üd'ûnî estecib leküm. "Bana dua edin, ben de sizin duanıza icabet ederim, icabet edeceğim, dua edeni muradına erdiririm." diye vaad etmedi mi?
Vaad etti.
"O halde bundan sonra hâlâ yalpalamak, şaşırmak, mütehayyir kalmak, şaşkın kalmak mânevî bakımdan gönül gözünün açık olmamasındandır. Körlüktendir."
Demek ki insan sakin olmalı, biraz sabırlı olmalı, beklemeli, Allahu Teâlâ hazretlerinin duaları kabul ettiğini bilip duaları kabul edici olduğunu bilip dua etmeli. Kendisini her şeyden Allahu Teâlâ hazretleri kurtarır, duasına icabet eder.
Allahu Teâlâ hazretleri, tevekkül edenin yâri yaveri olur; onu bırakmaz. Bir kul, bu imkânlar elindeyken hala mütehayyirse hala şaşkınsa "kör" demektir. Kör olmasa böyle olmayacaktı.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.