Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ahbarenâ Abdullah, haddesenâ Ahmed, haddesenâ ebî; haddesenâ Yûsufu'bnü Musâ; ahberenâ İbnü Hubeyk, kâle: Semi'tü İbrahime'l-Bekkâ', yekûlü: Semi'tü Ma'rûfeni'l-Kerhî, Bu rivayet zinciri ile Ma'rûfu'l-Kerhî'nin şöyle dediğini duymuş râvi. yekûlü: İzâ erâde'llâhü bi-abdin hayran, feteha aleyhi bâbe'l-amel ve ağlaka anhü bâbe'l-cedel. Ve izâ erâde'llâhü bi-abdin şerren, ağlaka anhü bâbe'l-amel ve feteha aleyhi bâbe'l-cedel.
Buyurmuş ki Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri;
İzâ erade'llâhü bi-abdin hayran. "Allah bir kulunun hayrını murat etti mi."
O hayra ersin, iyi bir hale gelsin, makamı yüksek olsun, kârlı durumda olsun, iyi durumda olsun diye bir kulunun iyiliğini hayrını istedi mi Allah, ne yapar?
Feteha aleyhi bâbe'l-amel. "Ona iş yapma kapısını açar."
Çalışan, iş yapan bir insan yapar.
Ve ağlaka anhü bâbe'l-cedel. "Ve ona mücadele kapısını, cedel kapısını kapatır."
Burada "Amel kapısını açar, cedel kapısını kapatır." diyor. "Amel" ne demek, "cedel" ne demek, üzerine biraz düşünelim.
Amel, aslında iş demek. İş yapan kimseye de biz "amele" diyoruz. Münazarayla, çekişmeyle, çatışmayla, "Yok, öyle değil de böyle." Dır dır dır. Vır vır vır. İşte bu cedel oluyor. Demek istiyor ki:
"Allah bir kulunun hayrını isterse, onu faydalı işler yapan bir kimse haline getirir, boş sözlerle uğraştırmaz."
Adam, başı önünde, işinde Allah'ın sevabını kazanacak, hayırlı bir şekilde ömrünü geçirir, laklakiyâtla vakit geçirmez. Allah bir insanın hayrını murat etti mi, laklakiyâtla vaktini geçirttirmez, iş yaptırtır. Ne işi bu? Âhirete yarayan işler yaptırır. Ömrü hayırlı ve verimli geçer.
Ama aksine;
Ve izâ erâde'llâhü bi-abdin şerren. "Bir kulun da kahrolmasını, şerre uğramasını, kötü olmasını, kötülüğünü murat ederse Allah." Ağlaka anhü bâbe'l-amel. "İş yapma kapısını ona kapatır." Ve feteha aleyhi bâbe'l-cedel. "Lafazanlık, gevezelik, mücadele kapısını ona açar."
"Az laf, çok iş!" diye yazıyor bazı işyerlerinde. Yani "Lafı bırak, işe bak!" demek istiyor. Demek ki böyle!
Allah bir insanın hayrını murat ederse, o insan ömrünü Allah'ın rızasına uygun çalışmalarla verimli olarak geçirir. Sağ ile, sol ile, ceng ü cidal ile, lafazanlıkla, gevezelikle vakit öldürmez. Ama bir insanın da şerrini murat ederse Allah, onun hiçbir iş yaptığını görmezsin, lafazanlıkla, gevezelikle, lâf-ı güzafla vaktini geçirdiğini görürsün. Buradan çıkan ders nedir?
Tabii bunlar, çok net olarak, şaşırtanın da, hidayete erdirenin de, dalâlete düşürenin de, verenin de, alanın da Allah olduğunu biliyorlar. "Allah ona çalışma kapısını açıyor. Allah ona cedel kapısını kapatıyor." diye söylüyor.
Bizim bundan çıkartacağımız ders nedir?
"Biz de lafı bırakalım, ömrümüzü hayırlı verimli faaliyetle geçirelim. Lafazanlıkla bir şey olmaz. Fiilen çalışalım. Eğer böyle yapmıyorsak, demek ki yanlış yoldayız. Yani iş yok, laf var. Lafa gelince bir küfe laf, işe gelince bir zerre iş yok, bir verim yok. Böyle olmaması lazım!
Ve bi-hâze'l-isnâdi, semi'tü Ma'rûfen ve kultü lehû evsınî, yekûlü.
Aynı şahıslardan Sülemî'ye kadar gelen bilgilere göre, en son şahıs kimdi bu rivayet zincirinde?
İbrahim el-Bekka.
Bekka ne demek?
Çok ağlayan, gözü yaşlı demek. İbrahim el-Bekka, "çok ağlayan İbrahim", o rivayet etmiş. Ma'rûf'tan ötekisine, o ötekisine, o ötekisine, Sülemî'ye kadar gelmiş.
"Az laf, çok iş." sözünü rivayet eden Ma'rûf'tan, rivayet zinciri ile aynı şahıslardan Sülemî'ye kadar geliyor.
Semi'tü Ma'rûfen ve kultü lehû evsınî, yekûlü. "Ben Ma'rûf'a ‘Bana nasihatte bulun.' demiştim. O da bana şöyle söyledi, işte ben bu kulaklarla onu işittim." diyor.
Ma'rûf-ı Kerhî, İbrahim el-Bekka'a, çok ağlayan İbrahim'e "Bana nasihat et." dediği zaman neler nasihat etmiş, dinleyelim, anlayalım.
Tevekkel ale'llâh hattâ yekûne hüve muallimeke ve mü'niseke ve mevdea şekvâke, fe-inne'n-nâse lâ yenfeûneke ve lâ yedurrûneke.
Tevekkel ale'llâh. "Allah'a dayan, Allah'a güven, Allah'a sarıl. " Hattâ yekûne hüve muallimeke.
"Senin hocan, muallimin, sana bilgileri öğreten Allah olsun." Ve mü'niseke. "Kendisiyle ünsiyet ettiğin, düşüp kalktığın, yakının O olsun." Ve mevdea şekvâke. "Şikayetini arz ettiğin makamın sahibi O olsun."
Derdini Allah'a aç, yardımını Allah'tan iste, Allah senin öğreticin olsun, Allah senin enîsin, yârin olsun. Ona öylece tevekkül et, bu şekilde tevekkül et.
Fe-inne'n-nâse lâ yenfeûneke ve lâ yedurrûneke. "Çünkü insanlar sana ne fayda sağlayabilirler ne de zarar verebilirler."
"Sen Allah'a dayanmaya bak. Allah'a sarıl, Allah'a dayan, Allah'a güven. Hocan, muallimin O olsun. Ünsiyet ettiğin, yâr-ı gâr-i gamgüsarın O olsun. Derdini açıp da söylediğin, şikâyetini arz ettiğin yer O olsun. Böyle samimi bir şekilde Allah'a dayan. Çünkü insanlar sana ne fayda sağlar ne zarar getirirler. Onlarda bir şey yok. Asıl sen Allah'a sarıl." demiş oluyor.
88.sayfada 5.konuya geldik,
Ve ahberanâ Abdullah; haddesenâ Ahmed; haddesenâ Ebî, haddesenâ Hâşimü'bnü Ebî Abdillah; haddesenâ Ebû Zekeriyya el-Hammâl. "Bu rivayet zinciri ile Ma'rûf hakkında Ebû Zekeriya el-Hammal şöyle dedi." Kâle: Bâle Ma'rûfun ale'ş-şattı. "Kuytu kenara küçük abdesti için abdest bozmaya gitti." Sümme teyemmeme. "Sonra hemen orada teyemmüm abdesti aldı."
Abdest bozduğu yerde, kanalın kenarından gelecek suyun yanına, abdest alacak ama hemen orada abdest bozduğu yerde kumla teyemmüm abdesti aldı.
Fekîle lehû. "Ona denildi ki." Yâ Ebâ Mahfûz! "Ey Mahfuz'un babası, ey Ebû Mahfuz!"
"Ma'rûf" demiyorlar, künyesiyle hitap ediyorlar. Araplar'da ismiyle hitap etmek, yaşıt insanların, büyük insanların işidir. Künyesiyle hitap etmek şereftir, karşısındakine itibar etmek demektir.
el-Mâu minke karîbün. "Su hemen yakınında, biraz ileride. Şattülarap var, nehir var, orada abdest alabilirsin, ne diye teyemmüm alıyorsun, üç beş adım gittikten sonra abdest alabilirsin, su sana yakındır?" dediler.
Dedi ki cevabında;
Fekâle: Leallî la ebluğuhû. "Ne mâlum, belki de oraya yetişemem!"
"Belki oraya yetişemem, belki ömrüm tükeniverir, belki ecel gelir." diye orada teyemmüm aldı Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri.
Bu nedir?
Buna kısar-ı emel derler. Bunun zıddına tûl-i emel derler.
İnsan çok yaşayacağını sanınca gevşer, hemen öleceğini düşününce her işini ciddi yapar.
Abdest bozduğu yerden abdest alacağı yere kadar belki gidemem diye, hayatının o kadar devam edeceğinden bile ümidi yok, teyemmüm alıyor ki, abdestsiz ölmeyeyim, abdestsiz göçmeyeyim diye…
Anlatabiliyor muyum titizliği?
Böyle, görün!
Semi'tü Ebâ Bekrin. "Ebû Bekir'den işittim." Muhammede'bni Abdullah.
Ebû Bekir'in adı Muhammed, babasının adı Abdullah. Abdullah oğlu Muhammed Ebû Bekir'den ben işittim."
er-Râzî.
Nereli?
Rey şehrinden.
Rey nerede?
Tahran'da, Tahran'la bitişik şu anda. Şehrin adı "Rey", oraya mensup kişilere reyyi denmiyor; Râzî deniliyor. Enteresan, istisna! Onun için Araplar, "İsm-i nisbeler semâidir, yani kaideye uygun değildir, nasıl işitilmişse öyledir." derler. Râzî demek, Reyli demek, Tahranlı demek. Tahran sonradan oldu.
Sülemî hazretleri Tahranlı Muhammed b. Abdullah Ebû Bekir'den işitmiş.
Yekûlü semi'tü Ebe'l-Abbâs el-Fergânî. Ferganalı Ebu'l-Abbas'tan duymuş, o da.
Fergana da bugün Özbekistan'ın doğusunda olan bir vadidir. Bu vadide çok hafızlar, alimler hâlâ yetişiyor ve Ruslar oraya girdikler zaman çok zulümler yapmışlar, çok müslüman kardeşi kesmişler.
Medine-i Münevvere'de ihtiyar, yaşlı bir amca gördüm. Mescid-i Nebevî'de namaz kılmış, yatsıdan çıkmıştık, Bâkî kabristanının yanındaki duvardan Doğu'ya doğru, havaalanı tarafına doğru hızlı hızlı yürüyorduk. Biz genciz. Yavaş yürüyen bir adamın solundan geçerken, döndük;
es-Selâmu aleyküm dedik. O da;
Aleyküm selam dedi.
"Kimsiniz?" dedi, sordu. Anladık ki Özbekmiş aslı, oralardan gelmiş. Dedi ki;
"Ailem oradan göçtük. Benim evlatlarımı Ruslar öldürdü, şehit ettiler. Biz oradan Afganistan'a geçtik, oradan da Hicaz'a geldik." dedi.
"Allah rahmet eylesin, şefaatçi olsun." dedik.
Biraz ileride arabamıza bindik. Arabamızla uzak yerlerden dolaştık, bir mahalleye gireceğiz, bir arkadaşın evine. O eve gelirken, baktık çok uzak mesafe, orada o adam yürüyor. Biz arabaya atladık, geldi arabamız, arabayla çok uzak bir mesafeye gittik, arkadaşın evine yanaştığımız zaman bu adamı orada yürüyor gördük! "Herhalde, oraya kerâmeten geldi." dedim. Evlatları Ruslar tarafından şehit edilen bir mübarek insan, Medine'de şu an yaşıyor, yaşlı, sekseni geçmiş bir kimseydi.
Fergana işte böyle bir mübarek yer. Fergana vadisi alimlerin, dindarların olduğu bir yer. İşte o Fergânî'den duymuş, oralı bir şahıstan.
Semi'tü el-Cüneyde, yekûlü. O da Cüneyd-i Bağdâdî'den duymuş. Semi'tü Seriyy, yekûlü. O da Seriyy-i Sakatî'den duymuş.
Seriy, Cüneyd'in hocasıydı. Ma'rûf da Serî'nin hocası. Bunları aklınızda yavaş yavaş tutun, bu isimlerle daha çok karşılaşırsınız. Siz daha gençsiniz, daha çok Serî duyarsınız, Cüneyd duyarsınız, Ma'rûf duyarsınız; kimin nesi olduğunu, kimin kimle nasıl alâkası olduğunu, -isimler sizi ürkütmesin- şimdiden hatırınıza yerleştirmeye çalışın, zamanla hepsiyle âşinâ olursunuz.
Semi'tü Ma'rûfeni'l-Kerhiyye, yekûlü. Seriyy-i Sakatî hazretleri, Ma'rûf-ı Kerhî hazretlerinden şöyle dediğini duymuş;
Ğuddû ebsâreküm. "Gözlerinizi kapatın." Bu Kuran-ı Kerimin bir emridir.Kul lilmüminine yeguddu minebsarihim ve yahfezu furucehum.Ey Rasülüm mü’minlere söyle,gözlerini kapatsınlar namuslarını muhafaza etsinler namehreme bakmasınlar.Burda da diyor ki,gözlerinizi kapatın ,Ve lev an şâtin ünsâ. "Koyun bile olsa."
Değil insan, süslü püslü, kırıtarak yürüyen bir hanım değil de dişi bir koyun bile olsa, ondan bile gözünüzü koruyun. Hani mübalağa olsun diye söylerler ya, yani "Adamın evine erkek sinek bile giremez." O kadar kapatmış ki diye şaka yaparlar. Bu da öyle.
Niye bu böyle söylemiş?
İnsanı tasavvuf yolunda yerden yere çalan, mertebesini aşağı düşüren, günahlara daldıran, ekseriyetle gözüdür. Bu devirde de bu gözle işlenen günah çok daha fazla miktardadır.
İş bu devirde öyle bir hale geldi ki sen savunma mevkiindesin; sen oraya bakmayacaksın, buraya bakmayacaksın, gözünü eğeceksin.Aksi takdirde nice nice günahlara girilir sevap kalmaz.
Tabii erkekler böyle yapacak, kadınlar ne yapacak? Kadınlara serbest mi?
Hayır!
Ve kul li'l-mü'minâti yağdudne min ebsârihinne ve yahfazne furûcehünne. "Ey Habibim, erkeklere söylediğin gibi kadınlara da söyle; onlar da gözlerini muhafaza etsinler. Nâmahreme bakmasınlar ve namuslarını payımal etmesinler,korusunlar."
Onlara da bakmak yasağı var.
"İlk bakış normaldir, ikinci bakış şeytandandır." diyor Peygamber Efendimiz, o kadar koruyacak.
Nazar ber kadem, kaidesi vardır. Bakışı ayağı, pabucu üzerinde olacak. Bir mânası bu. Gözü pabucunun ucunda, edepli edepli, mahcup mahcup, hayalı hayalı, utangaç utangaç yürüyecek erkek, sağa sola bakmayacak. Baktı mı, tuzağa tutulur.
en-Nazratü sehmun min sihâmü'ş-şeytân mesnûmun. "Nazar, bakış, şeytanın oklarından zehirli bir oktur."
Baktın mı, zehirli ok saplanır, gidersin.
Nereden nereye saplanır?
Senin bakışından senin gönlüne zehirli ok zıp diye saplanır. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Zehirli ok bu, saplı olan yerde çıkarsan bile, durmasa bile, artık zehri oraya bulaştı mı orayı mahveder.
En iyisi bakmamak. Onun için eskiler bakmamayı sağlamaya çalışmış. İslâm, vukua gelmeden engellemeye çalışmış. Erkeğin-kadının gözlerini korumasını emretmiş,
Sır, insanın gönlü iç içe, derece derece derinleşir, "şuur, alt şuur" diyoruz. Alimler psikolojide alt şuurun da ötesinden bahsediyor. İnsanın bir gönlü, bir ruhu, bir sırrı var, daha gerisinde daha derininde bir hafîsi, bir ahfâsı var. Yani derinlikten derinliğe. Değil zahiri, sathî gönlünü; gönlünün derinliğini bile gaflet uykularından uyanık tutacak. Yani gözü uyumayacak, kalbi uyumayacak, kalbinin derinliğindeki alt şuuru da uyumayacak.
Hakiki vefa, alt şuurunu bile uyanık tutmaktır.
Kime karşı vefa bu?
Allah'a karşı! Allah'a kulluk, Allah'ı tanımak, mârifetullah konusunda gaflete o kadar düşmeyecek ki; tam vefalı bir kul sayılabilmesi için alt şuuru bile uyanık olacak. Değil gözü, değil kalbi, değil şuurunun üstü, alt şuurunun bile uyanık olmasıdır, hakiki vefa budur.
Ve ferâgu'l-hemmi an fudûli'l-âfât. "Afetlerin çokluğundan, duyulan elemden sıyrılmak."
"Olursa olsun, ne yapalım, Allah'ın takdirâtı bunlar." diyecek, eyvallah, hiç aldırmayacak, sarsılmayacak, üzülmeyecek. Bütün alt şuurunun derinliği ile müşahadeye, Allahu Teâlâ hazretlerinin azametini, hikmetlerini görmeye devam. Gaflet uykusu yok, o kadar uyanık olacak yani.
Ve bihî kâle Ma'rûfun: Es-sehâu îsâru mâ yahtâcü ileyhi inde'l-i'sâr.
Ma'rûf hazretleri, bu sözünde de dedi ki;
es-Sehâu. "Cömertlik."
Sahavet dediğimiz, cömertlik dediğimiz şey nedir?
İ'sâru mâ yahtâcü ileyhi indel i'sâr. "İnsanın eli, başı, dara geldiği, sıkıştığı zaman, kendisinin muhtaç olduğu şeyi vermektir."cömertlik.
Yoksa adam zengin, ambarları dolu, karnı şiş, evi barkı, malı mülkü, kesesi kasası dopdolu, her şeyi yerinde; bir fakir geliyor, "Buna bir çuval buğday verin." diyor. Cömertlik bu değil, Ma'rûf hazretleri nazarında, öyle demiyor. Cömertliği şöyle tarif ediyor;
"Kendisinin ihtiyacı olan şeyi, aç mesela şimdi oruçtu, yemek yiyecekti ,kendisinin önünde duruyor şimdi ona muhtaç o sıkışıklık zamanında, zorluk zamanında –bu kendisinin muhtaç olduğunu-verebiliyor musun, cömertlik budur."
Bollukta vermek cömertlik değil, o kolay. Allah sana kırk vermiş, bir tanesini veriyorsun, basit. Çok vermiş, birazcık veriyorsun, basit. Ama senin ihtiyacın varken, hem de sıkışmış durumdayken veriyorsan, cömertlik budur.
Dehr sûresinde nasıl geçiyor?
Ve yut'ımûne't-taame alâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ. İnnemâ nut'ımuküm li-vechi'llâhi lâ nürîdu minküm cezâen ve lâ şükûrâ.
Hz. Ali Efendimiz'in ailesi, kendileri açken, akşam yemek yiyecekken, oruçluyken, kapı çalınıyor. "Allah rızası için, bir şeyiniz varsa verin, açım." diyor adam, sofrasındakileri veriyorlar. Kendileri muhtaç, fazla da yok, verdikleri zaman geride kendilerine kalmıyor, ama veriyorlar. Onun üzerine Allah bu âyet-i kerîme ile onları methediyor. Şanları, cömertlikleri kıyamete kadar Kur'ân-ı Kerîm'de tescil edilmiş oluyor. Cömertlik o!
Verdiği zaman kendisine kalmıyor mu, durumu sıkışık mı, kendisi de muhtaç mı?
Muhtaç. Hadi bakalım, onu ver de göreyim! Yoksa bolken, bollukta bir parçacık vermek, bir şey değil! Çoğumuzun cömertliği öyledir. Kesemizi açarız, paramızı sayarız, en eskisi, sevmediğimiz, az, ne kadar var, beş bin lira, zaten buruşturup atacaksın, parayı sevmiyorsun, onu veriyorsun. Öbür taraftaki mavileri ver bakalım, morları ver göreyim!
Sonuncu sözü
Ve bihî kâle: Kâle raculün li-Ma'rûfin: Mâ şekerte ma'rûfî? Fe-kâle: Kâne ma'rûfuke min ğayri muhtesibin, fe-vekaa inde ğayri şâkirin.
Nükteli sözler de, nüktelerini size anlatmak için biraz bakıyorum.
Aynı rivayet zinciri ile adamın birisi Ma'rûf hazretlerine şu sözü söylemiş;
Mâ şekerte ma'rûfî? "Benim mârufuma şükretmedin."
Muhatabının adı da Ma'rûf, söylediği söz de ma'ruf.
Ma'ruf ne demek?
Emr-i ma'rûf nehy-i münker diyoruz.
Ma'rûf, iyilik demek. Birisi sana bir iyilik yaptı mı, senin de onun iyiliğine karşılık vermen lazım, hiç olmazsa teşekkür etmen lazım. O Ma'rûf'a böyle bir söz söylemiş. "Sen benim ma'rufuma, yaptığım iyiliğe şükretmedin, karşılığı tam vermedin." demiş.
Muhatabı da Ma'rûf-ı Kerhî olduğu için o kelimeyi kullanması bir nükte, belki de bir şaka.
Fe-kâle. Ma'rûf hazretleri de cevap veriyor;
Kâne ma'rûfuke min gayri muhtesibin. "Senin yaptığın iyilik, Allah'tan sevap bekleyerek yapılmış bir iyilik değildi de. " Fe-vekaa inde gayri şâkirin. "Şükredici olmayan bir insana nasip oldu."
"Sen Allah rızası için iyiliğini yapmış olsaydın, senin iyilik yaptığın kişi şükrederdi. Yani iyi bir insana ulaşırdı. Madem şükretmeyen bir insana verilmiş, demek senin yaptığın iyilik de iyilik değilmiş, Allah rızası için değilmiş de ondan karşılık görmemişsin." diye cevap vermiş.
İkisi de ma'rûf kelimesini kullanarak nükte yapıyorlar.
Belki o bir şaka söz söyledi, çünkü Ma'rûf-ı Kerhî bir güzel şeyhken, kendisine bir iyilik yapıldı mı güzel teşekkür eder. Ama böyle şakalı, nükteli bir söz söylemiş. "Benim yaptığım iyiliğe şükretmedin." diyor; o da, "Senin yaptığın iyilik Allah rızası için değilmiş, sen sevabını anlayarak Allah'tan bekleyerek yapmamışsın da onun için şükretmeyen bir insana nasip olmuş senin iyiliğin." diyor.
Hakikaten sözü de doğru Ma'rûf hazretlerinin. İyiliği Allah için yapmışsa, "Sen benim iyiliğime teşekkür etmedin." diye de söyler mi? "İyilik yap, Allah bilir." der, yürür gider. Teşekkür etse ne olacak, etmese ne olacak. Hatta o görmeden cebine koysan, adam cebinde sonradan bulsa, ne olacak yani? Çok kimse yaptığı iyiliği, kendisinin yaptığını bilmesini de istemezmiş.
Doğru. Sen niye benden teşekkür bekliyorsun?
Sen Allah'dan mükâfat bekliyorsan, Allah görüyor, mükâfatını verecek. Ben istersem teşekkür edeyim, istersem etmeyeyim.
"Sen Allah'tan sevabı ümit ederek iyiliği yapmamışsın da, onun için şükretmeyen bir insana nasip olmuş iyiliğin." diyor. Artık ne sebeple söylenmişse ,böyle bir konuşma geçmiş.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.