Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve kurie beyne yedeyye Ahmede'bni Hadraveyh kavlu'llâhi azze ve celle: "Fe-firrû ila'llâh" fe-kâle a'lemehüm bi-hâzâ ennehû hayru meferrin."
Elinde kitap olanlar şeddeyi silsinler; ve kurie beyne yedeyye demiş orada yedeyyenin şeddesiz, beyne yedey olması lazım, muzaf olarak öyle olması lazım. Matbaalarda buna benzer yanlışlıklar daima oluyor.Beyne yedey Ahmede’bni Hadreveyh diye okunması lazım.
Ahmet b. Hadraveyh'in huzurunda fe-firrû ila'llah âyet-i kerîmesi okunmuş. Zariyat suresinin 51. âyet-i kerîmesidir.
Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerîm'de şu şu anlatılan sebeplerden dolayı;
Fefirrû ilallâh. "Allahu Teâlâ hazretlerine kaçın; onun tarafına, onun yönüne, onun yanına kaçın." buyuruluyor.
Fe-kâle. "Bunun üzerine Ahmed b. Hadraveyh dedi ki." A'lemehüm bi-hâzâ. "Allahu Teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîme ile bildirdi ki." Ennehû hayru meferrin. "Allahu Teâlâ, kaçılacak yerlerin en hayırlısıdır."
İnsan bir şeyden korktu mu kaçar.
Nereye kaçar?
Evi varsa evine kaçar, düşman kalabalıksa kalenin içine kaçar, sağlam bir yere kaçar. "Kaçılacak yerlerin en hayırlısı Allahu Teâlâ hazretleridir."
Fefirrû ila'llah.
Âyet-i kerimede; "Allah'a firar ediniz." buyuruyor.
O halde bütün korktuklarından kaçacak delik arayanlar, bütün insanlar nereye sığınmalı, nereye kaçmalı?
Allahu Teâlâ hazretlerine.
"Aman yâ Rabbi!", "Sana sığındım yâ Rabbi!", "Sana iltica ediyorum yâ Rabbi!", "Sen koru yâ Rabbi!", "Sen beni hıfz u himaye eyle, vikâye eyle yâ Rabbi!" demeli.
"Çünkü bu âyet-i kerîme ile Allah, kendisinin en hayırlı kaçma yeri olduğunu bildiriyor." demiş, Ahmet b. Hadraveyh.
Tabi Allah duayı kabul ediyor, kendisine iltica edeni koruyor, kendisine sığınanı tehlikelerden emin kılıyor. Yalnız bunun bir evveliyatı var. Evveliyatı şöyle:
Bir insan genişlik, ferahlık, zenginlik, sıhhat, rahatlık zamanında Allah'ı hatırlıyor muydu, o zaman da Allah'a sığınıyor muydu? O zaman da camiye geliyor muydu? O zaman da "Aman yâ Rabbi!" diyor muydu?
Evet, diyordu.
Dara düştüğü zaman Allah dedi mi Allah onun imdadına yetişir. Ama genişlik, zenginlik, sıhhat, rahatlık zamanında Allah'ı anmazken, hatırına getirmezken; "Aman yâ Rabbi!" demezken, Allah'a sığınmazken başına bir felaket geldiğinde; "Aman yâ Rabbi!" derse Allah o zaman onun duasına icabet etmez.
Hadis-i şerîfte böyle bildiriliyor, neden?
Allah'ı unuttuğu için o belayı Allah ona verdi de ondan. O, ceza olarak geldi, kalkmaz. Ama iyi zamanında Allah'ı unutmamışsa o zaman kötü ve dar duruma düştüğü zaman Allah ona yardım eder.
O halde mü'minler olarak sizler ve bizler genişlik, bolluk, rahatlık zamanımızda, neşeli zamanımızda, hiçbir sıkıntı ve üzüntünün olmadığı zamanımızda Allahu Teâlâ hazretlerine olan kulluğumuzu daha güzel yapmaya gayret etmeliyiz.
"Yâ Rabbi! Sen bana bu nimetleri verdin, hiç liyakatim yok, ben bunların nesine layığım? İhsân ettin, çok şükür yâ Rabbi, elhamdülillah yâ Rabbi!" diyerek, nimetlerine şükrederek, Allahu Teâlâ hazretlerinin kendisine verdiği rahatlığa, ferahlığa hamd u senalar ederek kulluk yaparsa o zaman Allahu Teâlâ hazretleri nimetlerini arttırır; dara düştüğü zaman da ona yardım eder. Ama böyle olmadığı zaman yardım gelmiyor.
Kendisine yardım gelmeyen insan bu kaideyi bilsin!
Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri böyle bildiriyor:
Kâle ve kâle Ahmedü. "Aynı râvilerden Ahmet b. Hadraveyh'in şöyle dediğini rivayet ettiler:"
Hakîkatü'l-mârifeti: el-Mahabbetü lehû bi'l-kalbi ve'z-zikrü lehû bi'l-lisâni ve kat'u'l-himmeti an külli şey'in sivâh."
Hakîkatü'l-mârifeti. "Marifetin hakikati."
Burada mârifeti elif lam'lı olarak kullandığı için bu özel, malum bir mârifet demek.
Nedir bu mârifet?
Mârifetullah.
Mârifet, aslında kelime olarak arafe kökünden geliyor, "bilmek" demek. Mârifet, "bilgi" demek; masdar-ı mîmî.
Her şeyin bir mârifeti vardır. Bir marangozun da, bir kuyumcunun da, bir demircinin de mârifeti vardır. Bir bilgisi, bir hüneri vardır.Marifet bilgi demek, Mârifetin çoğulu maârif diye geliyor. Maârif; "marifetler."
Eskiden Milli Eğitim Bakanlığı'nın adı da "Maarif Vekâleti" idi. "Çeşitli bilgilerin, görgülerin öğretildiği müesseseleri idare eden vekâlet" demekti.
Ama burada el-mârife denmiş. Arapça'da el takısı, "malum" anlamını katar. İngilizce'deki the Fransızca'daki la ,Almanca'daki der, die, das gibi harf-i tarif'tir.
Belli bir şey, hangisi?
Mârifetullah, "Allah'ı bilmek."
Malum, çeşitli şeyler biliyoruz. Dünyada öğreniyoruz, tahsil görüyoruz. Hepimiz bir meslekte temayüz ediyoruz. Çeşitli diplomalar alıyoruz, ihtisaslar yapıyoruz. Bunların hepsi mârifettir, birer bilgidir. Ama bizim asıl bilmemiz gereken, Yaratanımız'ı bilmektir. Zaten onun için yaratılmışız.
Bazı arifler; ve mâ halaktü'l-cinne ve'l-inse illâ li-ya'büdûn âyet-i kerîmesindeki li-ya'büdûn ibaresini uzun izahtan sonra li-ya'rifûn diye tefsir etmişlerdir:
"Ben insanları ve cinleri 'Bilineyim.' diye, 'Kullarım beni bilsinler, tanısınlar.' diye yarattım. Onları 'Gafil olmasınlar, cahil kalmasınlar, benden uzak durmasınlar, yaratanlarını bilsinler, nimetleri vereni bulsunlar.' diye imtihan olarak gönderdim. 'Bakalım bulacaklar mı?' diye yarattım."
Asıl mârifet, hayatın en mühim işi mârifetullahtır, Allah'ı bilmektir. Fakat insanlar hep kıyıda, kenarda dolaşıyor da işin özüne yaklaşmıyor. Çeşitli bilgileri öğreniyor da asıl bilmesi gereken bilgiden uzak duruyor. On parmağında on tane hüner var, hatta yirmi tane hüner var. Üç tane lisan biliyor, beş tane lisan biliyor .
Benim bir hocam vardı, kendisi Alman'dı; Arapça, Farsça, Türkçe, Almanca, Fransızca, İspanyolca, İngilizce, Yunanca, Latince, Rusça bilirdi. On tane parmağım doldu. Bu kadar bilgiyi öğrendi ama hani Allah bilgisi?
Hani mârifetullah, hani Rabbi'ni bilmek, hani bu kâinata niçin geldiğinin, bu dünyaya neden geldiğinin esrarını çözmek.
Onu öğrenmedi; kalktı gitti. Avrupa'da merasimle gömdüler, olsun! On tane, yirmi tane lisan bildi. Ama Allah'ı bilmedikten sonra kıymeti yok.
Bilgilerin en üstünü mârifetullahtır. Fukara zümresi yani derviş zümresi mârifetullahın peşinde olan zümredir. Tasavvufun iki gayesi vardır;
Birincisi mârifetullah, yani "Allah'ı bilme yolu, mesleği."
İkincisi tezkiyei'n-nefs. "Nefsini terbiye etmek."
"Allah sevsin." diye kendine çeki düzen vermek, nefsini ıslah etmek. Kötü huyları atıp iyi huylar almak.
İki esaslı gaye var:
Birincisi, Allah'ı bilmek.
Dervişler bununla uğraşıyorlar; ama bu bilgi de kolay ele geçmiyor, Allah herkese kolayca vermiyor.
Ahmet b. Hadraveyh; "mârifetullahın tam kendisi, hakikati" diye bir şey söylüyor. Kendisi büyük bir şeyh, büyük bir alim, tarihe geçmiş bir şahıs.
"Mârifetin hakikati" diyor, "üç şey" sayıyor:
"Mârifetullahın, Allah'ı bilmenin hakikati üç şeyde tezahür eder, üç şeyde belli olur:"
el-Muhabbetü lehû bi'l-kalbi. "Kalbiyle O'nu sevmek."
Lehû, "O'nu, Allah'ı sevmek."
Sen ârif misin, mârifetullaha sahip bir kimse misin, onun hakikatini anlamış mısın?
Bir, kalbinde Allah sevgisi olacak.
Erbab-ı tasavvuf indinde hatta Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinde ve hadîs-i şerîflerde "kalp" kelimesi geçtiği zaman bu kalp, "göğsümüzdeki et parçası" değildir. O et parçasıyla alakası olan mânevî varlığımız, yani gönlümüzdür.
Et parçasına ne diyoruz?
"Yürek" diyoruz.
Yüreğimizdeki o mânevî varlığımıza Türkçe'de "gönül" diyoruz. Arapça'da yüreğe de "kalp" diyorlar, gönüle de "kalp" diyorlar. Biz Türkçe'de ayırmışız; Arapça'da ayrılmamış.
Arapça'da "kalp" kelimesi hem "yürek" mânasına geliyor, hem de "gönül" mânasına geliyor.
Avcı bıldırcını vurdu, evde yoldular, pişirecekler. Karnı yarıldığında onun küçücük bir yüreği çıkacak. Kalbü't-tayr "kuşun kalbi" çıktı. Bir bu.
Bir de "gönül" demektir. İnsanın bilgi bilen varlığıdır, imana muhatap olan tarafıdır.
Onun için âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:
Lehüm kulûbün lâ yefkahûne bihâ. " O gafillerin, o cahillerin, o kâfirlerin kalpleri var ama onunla fıkıh etmiyorlar yani anlamıyorlar, sezemiyorlar."
Demek ki anlama, sezme, fekahet merkeziymiş. Gönlü ile Allah'ı sevecek.
Bir insanın mârifetullah sahibi olup olmadığını anlamak için üç kriter var:
Bir; kalbiyle, gönlüyle Allah'ı sevecek.İçi Allah sevgisi ile tutuşmuş bir kimse olacak.
Yunus Emre'nin divanını baştan sona hevesle, dikkatle okuyorsunuz. Bakıyorsunuz, dönüyor dolaşıyor muhabbetullah'tan bahsediyor.
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini açıyorsunuz. Mesnevî'sini okuyorsunuz. Başından sonuna muhabbetullah, muhabbetullah, muhabbetullah...
Eşrefoğlu Rûmî hazretlerinin divanını, Müzekki'n-nüfûs'unu, ilahilerini alıyorsunuz;
Ey Allah'ım beni senden ayırma.
Beni senin cemâlinden ayırma.
Balığın canı su içre diridir.
İlâhî, balığı gölden ayırma.
Ona bakıyorsunuz, o da muhabbetullah.
İbrahim Hakkı-ı Erzurumî hazretlerine bakıyorsunuz; o da muhabbetullah.
Demek ki mârifet erbabının içi Allah sevgisiyle dolu oluyor. İçinde muhabbetullah cûşa gelmiş, içini yakmış, kavurmuş, ciğerini kebap etmiş oluyor. Bu, bir.
İkincisi:
Ve'z-zikru lehû bi'l-lisân. "Diliyle de O'nu anmak, zikretmek." O'nu dediği yine Allah.
Kalbiyle O'nu sevecek; diliyle Allah'ı söyleyecek, Allah'ı anacak. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in hayatını inceleyin, hadîs-i şerîflerini inceleyin, gününü nasıl geçirdiğine bakın. Her anı dua ve zikirdir:
Camiye girerken şöyle dua ediyor, oturduğu zaman böyle dua ediyor, kalktığı zaman şöyle dua ediyor, çıkarken böyle dua ediyor, yeni elbise giydiği zaman şöyle dua ediyor, kendisine turfanda bir meyve geldiği zaman böyle dua ediyor, ağzına alırken şöyle dua ediyor, yemeği bitirdiği zaman böyle dua ediyor, y atağına yatarken şöyle dua ediyor; uykuda, arada uyandığı zaman böyle dua ediyor. Soyunurken şöyle dua ediyor, giyinirken böyle diyor. Helâya girerken şöyle diyor, çıkarken böyle diyor.
Görüyoruz ki Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem her anında zikrullaha gark olmuş durumda. Her anında niyaz halinde, müracaat halinde, zikir halinde. Allahu Teâlâ hazretleri hiç hatırından çıkmıyor ki. Daima dilinde, içinde, her halinde...
İşte böyle olacak. Tabi Efendimiz bizim üsve-i hasenemiz, örneğimiz.
Mârifetullahın hakikati, O'nu gönlüyle sevmektir, diliyle zikretmektir.
Ve kat'ul-himmeti an külli şey'in sivâhü.
Sivâhu, "Allah'tan gayri" mâsivallah.
"İnsanın O'ndan gayrı her şeyden himmetini kesmesidir."
Himmet nedir?
"Bir şeyi elde etmeye koşuşmak, çalışmak" demek; "Bir şeyi yapmaya çalışmak, gayret etmek" demek.
Ârif insan gayretini, çalışmasını Allah'tan gayrı her şeyden kesecek. Hakikaten ârif kulların bütün çalışmalarının gayesinin, amacının, hedefinin hep Allahu Teâlâ hazretleri olduğunu görürüz. Vermesi Allah içindir, alması Allah içindir. Uyuması Allah içindir, uyanması Allah içindir. Söylemesi Allah içindir, susması Allah içindir. Sabrı Allah içindir, celâllenmesi Allah içindir. Sevmesi Allah içindir, kızması Allah içindir. Mârifetullahın üç esasını öğrenmiş olduk.
Tabi öğrenmek ne demek?
"Biz de böyle yapmaya çalışalım." demek.
Ne yapacağız?
Gönlümüzden Allah'ı sevmeye gayret edeceğiz, dilimizle Allah'ı zikre devam edeceğiz. Allah'tan gayrı şeyden alakayı, himmeti döndürüp Allahu Teâlâ hazretlerinin yoluna hürmeti sarf edeceğiz. O'nun rızasını elde etmeye gayret sarf edeceğiz.
Bu herkesin şu anda başarabileceği bir şey değil. Belki Allahu Teâlâ hazretleri kuluna mârifetullahı ihsan ederse, kul bu hale kendiliğinden geliyor ya da bu halleri yapa yapa mârifetullah öyle hâsıl oluyor. Tabi ikincisi daha doğru; çünkü büyüklerimiz şöyle demişler:
Ez-zikru bi't-tezekküri. "Allah'ı zikretme hâli zorlayarak, zikir yaparak başlar.
Taklîden başlar; tahkike gider.
Çocuk namaz kılmaya yedi yaşında başlar; on yaşında kılmazsa zorlanır. "Kılsın." diye tazyik edilir; ama namazın hakikatine kırk yaşında erer, elli yaşında erer. Allahu ekber dediği zaman gözlerinden yaş boşanması yedi yaşında olmaz, sonra olur.
Demek ki taklîden başlıyor, tahkike eriyor.
Demek ki biz de "seviyor" gibi yapacağız, seven insanın hâlini taklit edeceğiz, sevenlerin yolunda yürüyeceğiz, sevenlerin yaptıklarını yapacağız, yavaş yavaş sevgi hâsıl olacak.
Zikredeceğiz. Velev şuuru çok yüksek, derin olmasa bile zikrede zikrede o tezekkür, o zorlama ile zikir, sonunda zikr-i hakikî haline gelecek.
Ve başka şeylerden himmetimizi, gayretimizi döndürüp Allah yoluna, Allah rızasına doğru çalışmalarımızı yönlendirmeye çalışacağız.
Mesela ne yapıyoruz?
On tane gazete alıyoruz. "Memleketin hâlini müzakere edelim." diye hepsini mütalaa ediyoruz. Sonra üniversiteye gidiyoruz, fakülte bitiriyoruz, ihtisas yapıyoruz, araştırma yapıyoruz, kütüphaneleri karıştırıyoruz.
Kur'ân-ı Kerîm, ulûm-ı şer'iyye, mârifetullahla ilgili çalışmalar olmuyor.
Ne zaman?
İleride bir zaman olur, inşallah olur, ileride belki olur... Hep ileriye atıyoruz.
Cemaatin, toplumun, cemiyetin münevverlerinin, sizlerin, bizlerin şanımız, hâlimiz ne oluyor?
Başka şeylerle uğraşmak…
Halbuki ömrümüzün kısa bir zaman sonra sona ereceğini bilsek belki bir takım lüzumsuz şeyleri eleyip lüzumlu olan şeylere kendimizi daha çok vereceğiz, daha çabuk vereceğiz. Onu geç anlıyoruz. Onu yaşlılar anlıyor, bu sefer yaşlı da diyor ki;
Leyte'ş-şebâbü yeûdü yevmen. "Keşke şu gençlik bir geri gelse!"
O, gençliği kaçırmış, gençliği istiyor. Gençlik, gençliğin içinde gençliğin kıymetini bilmiyor.
O halde ne yapacağız?
Himmetimizi Allah'ı bilmek, mârifetullaha ermek tarafına, bu bilgilere, bu gayretlere doğru sarf edeceğiz ki yapılacak işler çok. Çalışmak lazım. Çalışılarak elde edilecek işler çok.
13. paragrafı da okuyalım.
Kâle ve kâle Ahmedü. "Yine aynı râviler rivayet ettiler ki Ahmet b. Hadraveyh hazretleri şöyle buyurmuş:
el-Kulûbü ev'ıyetün fe-ize'mteleet mine'l-hakkı azheret ziyâdete envârihâ ale'l-cevârih [ve ize'mteleet mine'l-bâtılı azheret ziyâdete zulmetihâ aleʼl-cevârih]
Dikkat ederseniz ikinci cümle köşeli parantez içine alınmış. Bu demektir ki "Kitabı yazan böyle bir cümle sarf etmiş olmalı; ama benim istifade ettiğim yerde yok, muhtemelen bu böyle olacak, ben böyle tahmin ediyorum." O ifade bu mânaya geliyor.
Ahmet b. Hadraveyh hazretleri kaddesa'llâhu sırrahu'l-azîz şöyle buyuruyor:
el-Kulûbü ev'ıyetün. "Kalpler, gönüller çanak çömlek gibi, kaplar gibidir."
Kap kacak, çanak çömlek gibi, mutfak eşyası gibi içine bir şey konulan eşyalara viâ' derler. Cem'i ev'ıye geliyor. Kalp, "İçine bir şey konacak kap kacak gibidir."
Fe-ize'mteleet mine'l-hakkı. "İçi boş olan kalp hak ile dolarsa."
Azheret ziyâdete envârihâ ale'l-cevârih. "Nurlarının fazlalıklarını âzâ ve cevarihe taşırır. Oralarda izhar eder."
İnsanın gönlü Hak ile dolduğu zaman, azaları da nurlanır, azalarına da akseder. Tabi Hak, Cenâb-ı Hakk'ın esmâ-i hüsnâ'sından biridir. Aynı zamanda "batıl ile değil de hak ile dolduğu zaman" yani "dinen, Allah indinde makbul olan, güzel olan şeylerle dolduğu zaman" demek olabilir. Bir de "insanın gönlüne Cenâb-ı Hak tecellî ettiği zaman" demek olabilir. "Esmâ-i hüsnâ'sından birisi de 'Hak' olan Rabbüʼl-âlemîn kalbe gönle geldiği, yerleştiği zaman" demek. O zaman onun nuraniyeti âzâlara akseder; sakalı nurlu olur, yüzü nurlu olur, eli nurlu olur, her işi, her şeyi nurlu olur. Bu nuraniyet, hakkaniyet ,âzâ ve cevârihine akseder.
Ve ize'mteleet mine'l-bâtılı azheret ziyâdete zulmetihâ ale'l-cevârih.
-Köşeli parantez içindeki, ilave cümle-
"Batıl ile dolduğu zaman."
Gönül bir kaptı, içi boştu, hak ile dolduğu zaman âzâlara nurlar akseder; ama batıl ile dolduğu zaman zulmetinin fazlalığı âzâlara da sirayet eder, azalar da kapkara olur. Adamın yüzü nursuzlaşır, hâli tatsızlaşır, uzaktan bakan;
"Aman yâ Rabbi! Allah korusun, Allah şerrinden emin eylesin, ne biçim herif-i nâşerîf!" diye bakışından belli olur.
Kalbinin zulmeti âzâsına akseder. el-Hak gerçekten, bunun böyle olduğu malumdur.
Hatta Kur'ân-ı Kerîm'de, Fetih Suresi'nin son âyet-i kerîmesinde şöyle buyruluyor:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Muhammedün Resûlullah. "Muhammed-i Mustafa, Allah'ın gönderdiği bir elçidir. Resûlullah'tır." Ve'llezîne me'ahû. "Onun yanındaki mübarekler, sahabesi." Eşiddâü ale'l-küffâri. "Kâfirlere karşı pehlivandır, şiddetlidir, serttir." Ruhamâü beynehüm. "Kendi aralarında şefkatli, merhametli, sevgili ve muhabbetlidir." Terâhüm rukke'an süccedâ. "Onlara baktığın zaman daima namazda; rükûda, secdede görürsün. İbadet ehli insanlardır." Yebteğûne fadlen mine'llâhi ve rıdvânâ. "Onları; Allah'ın ikrâmâtını, fazlını, keremini ve rızasını kazanmak için ibadette görürsün. İbadet ediyor olarak görürsün."
Sîmâhüm. "Alametleri vardır." Fî vücûhihim. "Yüzlerinde."
Bu isim cümlesidir:
Bu âyet-i kerîmeden anlıyoruz ki: İnsan ehl-i secde ise, ehl-i ibâdet ise yüzüne ibadeti akseder ve yüzünde alamet belirir.
Sîmâhüm fî vücûhihim min eseri's-sücûd. "Secdenin izi, emaresi olarak yüzlerinde alametleri, işaretleri, pırıltıları vardır."
Zâlike meselühüm fi't-tevrâh. "Allahu Teâlâ hazretleri, Tevrat'ta Ümmet-i Muhammed'e Musa aleyhisselam'a ve kavmine işte böyle bildirmiştir:"
Okurken burada durulması lazım, durmayı yanlış yapıyorlar.
Sîmâhüm fî vücûhihim min eseri's-sücûd. Zalike meselühüm fi't-Tevrâti ve meselühüm fi'l-İncîl diye vav-ı atıf gibi öbür tarafa geçiyorlar, olmuyor.
Zâlike meselühüm fi't-Tevrâh. "Allahu Teâlâ hazretleri, Ümmet-i Muhammed'i Tevrat'ta Musa aleyhisselam'a ve kavmine işte böyle anlattı:"
Tevrat'ta bu cümle var:
"İleride bir peygamber gelecek. O benim Habîb-i Edîbim, Muhammed-i Mustafa'm olacak. Onun etrafında Allah'ın fazlını, rızasını kazanmak için gece gündüz ibadet eden mübarek sahabesi olacak. Sahabesinin yüzlerinde yaptıkları ibadetlerden, secdelerden nurlar pırıl pırıl parlayacak." diyor.
Allah, Tevrat'ta Musa aleyhisselam'ın kavmine bizleri böyle anlatıyor. Peygamber Efendimiz gelmeden, doğmadan Musa aleyhisselam'a ve İsa aleyhisselam'a müjdesi veriliyor.
Bütün peygamberlerden ahit alınıyor:
"Ümmetinizden bazı kimseler, sizin ümmetinize bağlı olarak, ananevî olarak yaşaya yaşaya onun dünyaya gönderildiği zamana gelirse ona tâbi olacak." diye hepsinden ahd u mîsak alınmıştır.
Afrika'ya bir peygamber gönderilmiştir, Amerika'ya bir peygamber gönderilmiştir. Onun ümmeti yüzyıllardır orada yaşamıştır. Peygamber Efendimiz çağrı yaptığı zaman "O onu duyduğunda tâbi olsun." diye onun peygamberine, onun kitabına Allah bu ahd u mîsakı almıştır, bu haberi vermiştir.
Tevrat'ta ve İncil'de Peygamber Efendimiz ile ilgili müjdeler vardır. Kur'ân-ı Kerîm'de âyet-i kerîmeler bunu bildiriyor. Tabi bizimle ilgili olan nokta şu:
Sîmâhüm fî vücûhihim min eseri's-sücûd.
"Hz. Muhammed'in etrafındaki o mübarek insanların yüzlerinde, secdeden hâsıl olmuş pırıltılar, izler, emareler vardır." buyuruyor Allahu Teâlâ hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'deki ayetlerinde.
Buradan ne anlıyoruz?
Secde her ne kadar maddî bir hareket ise de bir ibadetin tezahürü olduğundan, insanın yüzüne nuraniyet veriyor. Gören gözler o nuraniyeti; "Bu adam abid bir insandır, bu adam dürüst bir insandır, bu melek gibi bir insandır." diye görünüşünden anlıyor.
Ahmet b. Hadraveyh kaddesallahu sırrahu'l-azîz hazretleri burada ne diyor?
"Kalpler kap kacak gibidir; içi boştur, hakla dolarsa âzâ ve cevârihe hakkın nurları zâhir olur, sirayet eder. Her tarafı pırıl pırıl olur. Batıl ile dolarsa şirkle, küfürle dolarsa zulmeti âzâlara akseder. O adamın yüzüne bakıldığı zaman berbat olduğu belli olur."
Erbabı bakar, anlar:
Osman-ı zinnûreyn Efendimiz radıyallahu anh halife iken, emîrü'l-mü'minîn iken birisi kendisini ziyarete geldi. O kimseye şöyle baktı;
"Senin gözlerinde zina izleri gördüm." dedi.
Adam şöyle bir sarsıldı, şaşırdı ve utandı. Şaşkınlığından söylediği cümle şu:
"Yâ emire'l-mü'minîn! Peygamberlik kesilmedi mi yoksa?"
Peygamberlik kesildi ama evliyâlık devam ediyor. Peygamber Efendimiz âhirete irtihal etti ama cennetlik aşere-i mübeşşereden Osman-ı zinnûreyn Efendimiz keramet gösteriyor. Bakışıyla o kimsenin gözünde zina izi olduğunu ona ihtar etti.
"Senin gözünde zina alameti görüyorum." dedi.
Ne olmuş?
O şahıs, Hz. Osman'ın ziyaretine gelirken yolda açık bir kapıdan içeri bakmış.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.