Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ve bihî kâle, süile Ma'rûfün; mâ alâmetü'l-evliyâ. "Mârûf-i Kerhî'ye 'Evliyâullahın alâmetleri nedir?' diye soruldu."
Fe-kâle selâsetün. "Enbiyânın üç tane alâmeti vardır:" Hümûmuhüm li'llâh. "Üzüntüleri, tasaları Allah içindir; nefisleri için, dünya için değil. Üzüntüleri, tasaları, dertleri, sıkıntıları Allah içindir."
Ve şuğlühüm fîhi. "Meşguliyetleri Allah iledir."
Ve ferârühüm ileyhi. "Firarları, kaçışları Allah'adır."
İnsandan, dünyadan, mâsivâdan kaçıyor.
Nereye?
Allah'a!
"Kaçışları Allah'a, meşguliyetleri Allah ile dertleri tasaları Allah için Allah olan kimsedir."
"Evliyâullahın hali, vasıfları budur." diye söylüyor.
Ve bihî kâle. "Aynı rivayet zinciri ile" Kâle Ma'rûfün. "Mârûf-i Kerhî dedi ki:"
Bunların hepsini yazmak lazım; bunlar iki kelime ile tercüme ederek geçiştirilecek şeyler değil. Bunlar bir ömrün, büyük bir velînin ömür boyu kazandığı tecrübenin damıtılmış iksiridir.
Sözlerin her birisi üzerinde insanın bir vaaz tertip eder şekilde konuşması lazım. Tabi biz israf ediyoruz. İnsan bir şeyi bol buldu mu harcar; burada cevher çok olduğu için biz söyleyip geçiyoruz.
Halbuki bir tanesinin üzerinde durup konuşmamız lazım. Hocamız cennetmekân (Mehmed Zahid Kotku) öyle yapardı. Evvelki haftadan başladığı hutbe konusunu bu hafta da, öteki hafta da devam ettirirdi. Altı hafta, yedi hafta aynı konuyu devam ettirirdi. Konu bitmezdi; çünkü konu derin.
Derin konuyu anlata anlata bitirirdi, hutbede aslan gibi, başkomutan gibi bangır bangır bağırdığı zaman hutbe hop iner hop kalkardı; kimse o halim selim insanın yüzüne bakamazdı. Herkes günahını, suçunu anlardı. "Bu söz bana" diye "gık" diyecek hâli kalmazdı. Herkes nefsine levm ederdi, bu sefer herkes Allah'ın yoluna girmeye arzu duyardı, gözleri yaşla dolardı.
"Mârûf-i Kerhî buyurdu ki:" Leyse li'l-ârifi ni'metün ve hüve fî külli ni'metin. "Ârif için bir nimet yoktur." Ve hüve fî külli ni'metin. "O her nimetin içinde olduğu halde."
Tabi bu, sözün kelime olarak Türkçe'ye dönüştürülmesi. Ama mefhumu ne? Ne demek istiyor? Bu sözü söyleyen Mârûf-i Kerhî neyi kastediyor?
Ârif, "yüksek seviyeli sûfî" demek. Dervişlerin yüksek seviyelisi ârif, her nimetin içinde olduğu halde bir nimeti yoktur.
"Hiçbir nimet, ârifi tatmin etmez; o Allah'ı ister. Ne türlü nimetin içinde olursa olsun gönlü sükun bulmaz, karar bulmaz, rahat etmez, huzur duymaz. Allah'ı ister."
Bu mânaya olabilir.
"Her nimetin içinde olsa bile ârifin bir nimeti yoktur."
Bu mânaya olabilir.
"Nimeti görmez, nimetlerle oyalanmaz, mün'im-i mükrimi, Rabbini bulmaya gayret sarf eder.
Semi'tü Ebe'l-Fethi'l-Kavvâs ez-Zâhid yekûlü: Semi'tü Ebâ Amrini'l-Buzûriyye, yekûlü: Kâle Ma'rûfün. "Müellif Ebu'l-Feth Gavvâs ez-Zahid'den duymuş; o da Ebû Amr el-Büzûrî'den duymuş. Mârûfi'l-Kerhî hazretleri şöyle buyurmuş:"
Kulûbü't-tâhirîne tüşrahu bi't-takvâ ve tüzhirü bi'l-birri ve kulûbü'l-füccâri tuzlimü bi'l-fücûr ve ta'mâ bi-sûi'n-niyye.
Kulûbü't-tâhirîne. "Tahir, temiz, pak kulların gönülleri." Tüşrahu bi't-takvâ. "Takva ile ferahlanır, münşerih olur; geniş bir gönül olur."
Hoş bir gönül olur; takvâ sıfatına sahip oldukları için muttaki kul oldukları için gönülleri münşerih olur, sıkı gönül olmaz, açık ferah hoş gönüllü olurlar.
Ve tüzhirü bi'l-birri. "Ve iyilikle ışık saçarlar, etrafı aydınlatırlar." Ve kulûbü'l-füccâr. "Fâcir kimselerin gönülleri ise." Tuzlimü bi'l-fücûr. "Fâcirlerin gönülleri fısk-ü fücûrdan dolayı kapkara kesilir." Ve ta'mâ bi-sûi'n-niyye. "Kötü niyetlerinden dolayı da körleşir."
"Fâcir insanların gönülleri, yaptıkları günahlardan dolayı kararıp körleşir. Kötü niyetlerinden dolayı fâcirlerin gönülleri, basiretleri kör olur. Ama tâhir, pâk, ârif, yüksek, kâmil insanların da takvâ sayesinde gönülleri ferah, fahur, açık, aydınlık olur ve iyilik yaptıkları, iyilik sahibi oldukları için de nurlu, pırıl pırıl parlak olurlar."
Demek ki takvâyı şiar edinirse insanın gönlü hoş olur.
E lem neşrah leke sadrak? "Biz senin gönlünü hoş etmedik mi, genişletmedik mi?"
O İnşirah suresindeki gibi gönlü hoş, içi rahat olur ve yaptıkları iyilikler sebebi ile gönülleri pırıl pırıl, nurlu olur. Ama fâsık ve fâcirlerin gönülleri günahlarından dolayı kapkara olur, bir de kötü niyetler besledikleri için gönül gözü kör olur.
Ve bihî kâle Ma'rûfün. "Aynı rivayet zinciri ile Mârûf'un şöyle dediğini naklediyor:"
İzâ erâda'llâhu bi-abdin hayran fetaha aleyhi bâbe'l-ameli ve ağlaka anhü babe'l-fetreti ve'l-kesel. "Allah bir kulun hayrını murat etti mi ona a'mâlü's-sâlihayı işlemeyi nasip eder ve tembellik, takatsizlik, fetret kapısını ona kapatır."
"Tâkatim yok hocam, hiç ibadet etmek istemiyorum, ayağa kalkmaya tâkatim yok, yastıktan başımı kaldıramıyorum, uykuyu çok seviyorum vesaire..."
Demek ki Allah onun hayrını murat etmiyor:
"Allah bir kulun hayrını murat etti mi onda tembellik kalmaz, fetret hali kalmaz." diyor.
Hâtemüni'l-Esam hazretleri
Hâtemüni'l-Esam adında yeni bir şahsa geçiyor. Bu kitapta on birinci terceme-i hâldir, on tanesini bitirdik, on birinciye geldik.
Ve minhüm Hâtemüni'l-Esammü. "Bu evliyâullahtan bir tanesi de Hâtem-ü Esam'dır."
Esamm "sağır" demek. Bir tanesi de Sağır Hâtem'dir.
"Kör Ali, Topal Ahmet" diyoruz. "Sağır Hâtem". Bu mübareğin lakabı "sağır." Sağır Hâtem'dir.
Ve hüve Hâtemü'bnü Unvân. "Babasının adı Unvan, kendisinin adı Hâtem'dir, Hâtem b. Unvan'dır." Ve yükâlü Hâtemü'bnü Yûsuf. "Babasının adı Yusuf" diye de geçmiş. "Yusuf oğlu Hâtem" diye de geçmiş.
Ve yukâlü Hâtemü'bnü Unvâne'ebni Yûsuf el-esammü. "Bazıları da demişler ki 'Hayır, babasının adı Unvan, dedesinin adı Yusuf'tur.'"
"Yusuf oğlu Unvan oğlu Hâtem."
Bu olabilir; isimler bazen dedeye nispet edilir, bu bizim Osmanlı sahasında da görülüyor, herhalde doğrusu parantez içindeki olsa gerek.
Ve künyetühû Ebû Abdurrahman. "Hâtem-i Esam'ın künyesi de aynen Sülemî gibiymiş, yani kitabın müellifiyle künyedaş, künyeleri aynıymış." Ve hüve min küdemâ-i meşâyih-i Horâsân. "Hâtem-i Esam hazretleri, Horasan meşâyihinin eskilerindendir."
Min ehl-i Belh. "Belh ahalisinden idi."
Belh kimin şehri idi?
İbrahim b. Edhem'in şehri idi; daha sonra Mevlânâ hazretlerinin doğduğu şehir. Belh'i gidip görmek lazım.
Sahibe Şakîka'bne İbrahime. "Şakîk-i Belhî'yi görmüş, onunla sohbeti olmuş, yani ona mürid olmuş."
O da Belh'li.
Ve kâne üstâzü Ahmete'bne Hadraveyhi. "Hâtem-i Esam, Ahmet b. Hadaraveyh'in de hocası idi." Ve hüve mevlen li'l-Müsenne'bni Yahye'l-muharibî. "Bu Hâtem-i Esam hazretleri, Müsenna b. Yahya el-Muharibî'nin mevlası idi."
Bir beldeye fatihler, ordular, İslâm orduları geldiği zaman oranın ahalisi müslüman oluyor ve ahaliden bazı kimseler bazılarına intisap ediyorlar, bağlanıyorlar.
"O onun mevlası." deniliyor, yani "onun mevlası" oluyor. Bu köle mânasına da gelmiyor. Demek ki Hâtem-i Esam, Müsenna b. Yahya el-Muharibî'nin mevlası imiş; demek ki Arap asıllı değilmiş.
Ve lehû ibnü yükâlü lehû Haşnâmü'bnü Hâtem. "Haşnam b. Hâtem adında bir de oğlu vardı."
Haş burada bizim "hoş" dediğimiz kelimedir, yani "iyi adlı" hoşnam "adı güzel." Bazı soyadlar var ya bilmem ne Adıgüzel, bu hoşnam da "Adıgüzel" demek. "Adıgüzel" adında bir oğlu varmış. Bizim "hoş" dediğimiz kelimeye o devirde, harekesi üssündü yani, ötre değildi, haş derlerdi, uzun değildi. "Hoooş" diye vav var diye uzun okunmazdı. Vezinde o vav'a itibar edilmezdi, haş okunurdu. Demek ki bir oğlunun adını öğrenmiş olduk; babasının, dedesinin adını öğrenmiş olduk, Belh'li olduğunu anlamış olduk.
Künyesi nedir?
Sülemî ile aynı olduğunu hatırımızda tutabiliriz inşallah.
Mâte bi-vâşecerde inde ribâtin yükâlü lehû re'sü serûnd alâ cebelin fevka vâşecerd senete seb'in ve selâsîne ve mieteyn. "Vaşacer'de ölmüş. -Aşağıda Vaşecerd hakkında bilgi var.- Maveraünnehir şehirlerinden bir şehirdi. Vaşecerd, köylerinden bir köydü."
Nahve Tirmîz. "Tirmiz şehrine yakın bir yerdeydi." Ve hiye meşhûratün bi-Zağferân. "Safran yetiştirmesiyle tanınmıştı."
Bizde safran nerede çıkar?
Bir zamanlar Safranbolu'da çıkarmış. "Safran" kıymetli bir maddedir. Sarıdır; zerdelere filan konuluyor, renk veriyor, güzel kokusu da vardır. Zağferân ve safran dediğimiz şey hem sarı rengi hem güzel, kendine mahsus kokusuyla aranan, kıymetli bir baharattır. Bizim Safranbolu'da yetişirdi, Vaşecert'te de yetişirmiş; Tirmiz'e yakın bir yer. Tirmiz şimdi Özbekistan'da.
Yuhmelü minhâ ilâ sâiri'l-âfâki. "Orada zağferan çıkarmış, etrafa dağıtılırmış."
"O Vaşecert'de Re's-ü serûnd denilen Ribat'ın yanında ölmüş.
Re'sü serûnd alâ cebelin fevka vâşecerd. "Vaşecerd köyünün yukarısındaki Re'sü serûnd denilen tepe üzerindeki bir Ribat'ta ölmüş."
Senete seb'îne ve selâsîne ve mieteyn. "237 senesinde ölmüş."
Ribat ne demektir?
Ribat; "Allah yolunda hudut bekçiliği yapan insanların hudutlara inşa edilmiş olan karelerde, müstahkem mevkilerine" denir.
Burada dikkat edersek bir tepenin üzerinde olunca müstahkem olacak, düşman saldıramayacak, orada düşmanı göğüsleyecekler, gelmesini engelleyecekler. Yani "hudut karakol" gibi. Öyle bir Ribat'ta ölmüş.
Tirmiz, Semerkant'ın doğusunda şimdiki Özbekistan'da bir yer. İmâm-ı Tirmizî; büyük hadis alimi orada yetişmiş. İmam Buhârî de o civarda. Horasan, böyle büyük alimlerin yetiştiği bir yer. Bu zât da oradaki Vaşecert köyünün yukarısındaki Ribat'ın orada 237 senesinde vefat etmiş.
Dervişler bu Ribat'larda beklerlerdi.
Neden?
Kahraman oldukları için hudutlarda beklemek sevap olduğu için. Onlar hudutta ellerinde silah, beklerler de arkalarındakiler emniyetle yaşarlar. Mesela şimdi köylerde bekçi koymak lazım artık. Her yerde bir kısmının uyuması lazım, ötekilerin nöbet tutması lazım.
Neden?
Asayiş! İş başa düşüyor; başka çaresi kalmıyor. Eskiden bu böyle otomatik olarak halloluyormuş. Ama kim beklermiş, paralı askerler mi?
Hayır! Allah rızası için derviş oraya gidermiş, yatar kalkarmış, fırsatı bulursa cihat edermiş, düşmanı beklermiş. Cihat edip de ölürse şehit oluyor, kalırsa gazi oluyor; murabıt olarak Ribat'ta beklerse o da çok sevap.
"Allah rızası için Ribat'ta bekleyen, nöbet tutan kimsenin gözüne cehennem ateşi değmeyecek." buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Hudutta beklemek çok önemli. Düşmanın gelmesini engellemek için, düşmanı görmek için, görüp tedbir almak için beklemek çok sevap. Demek ki murakıp imiş aynı zamanda; o sevabı kaçırmamak için huduttaki kalede duruyormuş.
Aşağıda Vaşecert'te zağferanların arasında dursa ya. Hayır, yukarıda kalede duruyor. Demek ki o sevabı kolluyor.
Demin de söylediğim gibi hakikî sûfî ahdine vefalıdır, istemeden verir, bir iyilik görmeden sever, metheder. Bir taraftan da canını İslâm'ın, müslümanların hizmetine tahsis eder. Ama şimdi canı tahsis etmek de yetmiyor.
Neden?
Adamın ağır topunun menzili on kilometre; buradan nişan alıyor, bir gülle sallıyor, senin apartmanını yerle bir ediyor. Senin elinde bir tüfek var, bir kurşun atıyorsun, yedi yüz metre gidiyor, iki yüz metre gidiyor.
Biz Konya'da tüfekleri aldık, yetmiş metre öteye taşları diktik, mermilerin içinde saçma varmış ama taşları hiç deviremedik. Kaç kişi attı. Güm güm ata ata benim şuram çürüdü, gevşek tuttum herhalde.
Olmaz! Düşman çok uzaktan su kuyruğunda beklediğini görüyor, nişan alıyor. Tamam, üç tanesini öldürdüm, oradan kah kah gülüyor. Bu zavallılar hainin uzaktan dürbünle bakıp gördüğünü, o kadar uzaktan mermi sallayacağını bilmiyorlar, bir şey yapamıyorlar.
Hani "Ermeniler Akdam'a girdi." diyorlar.
Neden?
Azeriler korkak olduğundan mı?
Hayır, teknolojik gerilikten; bu devirde insan gümbür gümbür gidiyor.
Fatih İstanbul'u nasıl aldı?
Kahramanlıkla, imanla beraber teknolojik tedbirleri aldığı için fethetti. Yoksa gemileri karadan yürütmeseydi, Rumeli hisarını yapmasaydı, büyük topları dökmeseydi, her türlü tedbiri almasaydı Avrupalılar Tuna'dan, Çanakkale'den, karadan yardıma geleceklerdi. İlk önce Edirne'ye kadar o araziyi aldı, ondan sonra buraya Rumeli Hisarı'nı dikti, Anadolu Hisarı'nın karşısına geçen gemileri batırdı; ondan sonra "Bu surlar başka türlü yıkılmaz." diye büyük toplar döktürdü.
Şimdi adamlar para veriyorlar, bizim ecdadın yıktığı surları bize tamir ettiriyorlar. "Kaleler tamir oluyor." diye bizim hoşumuza gidiyor. Ama heriflerin niyetleri başka; "Yıktığınız gibi tamir edin." diyor. Ben olsam tamir etmem; öyle dursun. Birisi kalsın, tamir edersin de ötekiler yıkık dursun.
Dedem yıkmış; yıkmasında bir sebep vardır diye böyle bırakmak lazım. Bana kalsa öyle yaparım.
"Unesco parasını veriyor, Amerika parasını veriyor, Rum veriyor." diyor.
Fener patrikhanesini ihya edecek; "İstanbul müstakil bir şehir olsun." diyecek, "İstanbul'un surları şöyleydi, böyleydi." diyecek. Bizans'ı ihya etmeye çalışıyor, ben onun niyetini anlıyorum. Çok net olarak herkes anlıyor ama cebine parayı koyan dilsiz kesiliyor. Cebine para konuldu mu -yan cebime koy- sorulduğu zaman dili falan kalmıyor, itirazı kalmıyor. Yani adamlar şu anda parayla, harple yapılamayan şeyleri yapıyorlar. Çünkü dünya ehli insanlar hâkim oldu, rüşvet geçiyor.
Müslümana rüşvet geçmezdi. Müslüman rüşvetle iş yapmaz.
"Rüşvet alan da veren de cehennemde" olduğundan müslümanın yapmadığı bir şeydir.
Şimdi Müslümanlık yok, İslâm ahlâkı yok; rüşvet var. Adam rüşvetle memleketi satıyor, her şeyi yapıyor; rüşvetle katili idamdan kurtarıyor, hapisten çıkarıyor, mazlumu deliğe tıkıyor, öldürtüyor.
Bunların karşısında kim duracak? Kim hakkı temsil edecek? Kim hakkı isteyecek?
Tabii er kişi lazım, yiğit lazım, fetâ lazım! Hz. Ali gibi fütüvvet erbabı lazım. Sûfî lazım.
Ve esnede'l-hadîs. "Hadis de rivayet etmiş."
Bayağı usulüne uygun hadis rivayeti işi de var; Hâtem-i Esam hazretleri "muhaddis" sıfatını alacak o sevaplı işi de yapmış.
Ahberenâ Ebu'l-Huseyn Muhammedü'bnü Muhammedi'bni Ahmede'l-müezzinü. "Müellif 'Bize bu Muhammed oğlu Ahmet oğlu Muhammet oğlu Muhammet müezzin Muhammed haber verdi.' diyor."
Haddesenâ Muhammedü'bnü'l-Huseyini'bni Ali. "O; 'Bize Ali oğlu Hüseyin oğlu Muhammed haber verdi.' diye söylemiş." Bu, hafızmış; Curcan'da yaşamış, hadis tarihinde bilinen bir kimse.
Haddesenâ Muhammedü'bnü Hüseynü'bnü Aleveyh. "Ona da Alaveyh oğlu Hüseyin oğlu Muhammed tahdîs eylemiş, hadisi rivayet etmiş."
Haddesenâ Yahye'bnü Hâris. "Ona da Yahya b. Hâris hadis rivayet etmiş."
Haddesenâ Hâtemü'bnü Unvâne'l-Esammü. "Ona da bizim Hâtem-i Esam söylemiş." O ona, o ona, o ona… Müellifimize kadar gelmiş.
O hadîs-i şerîf neymiş bakalım.
Hâtem-i Esam da ne demiş?
Haddesenâ Saîdü'bnü Abdillâhi'l-Mâhiyânî.
Hâtem-i Esam'dan bu tahdîs eylemiş.
Haddesenâ İbrahîmü'bnü Tahmân. "Ona da İbrahim b. Tahman rivayet etmiş."
"Horasan'lı, Herat'lı, Nişabur'da yaşamış olan şahıs, tâbiînden pek çok kimseleri görmüş onlardan hadisi almış. Bağdat'a gelmiş, orada hadis rivayet etmiş, sonra Mekke'ye gitmiş, sonra da ömrünün sonuna kadar oturmuş. Horasan hadisçilerinin en asillerinden birisiydi. En güvenilirlerden, ilmi en geniş olanlarından idi, Mekke-i Mükerreme'de 63 senesinde öldü." diyor.
Bu Hâtem-i Esam'ın kendisine hadisi rivayet ettiği kimsenin hadisi aldığı kimse İbrahim b. Tahman. O da Nişabur'da.
Haddesenâ Mâlikü ani'z-Zühriyye. Burada "Malik" dediği, Malikî mezhebinin kurucusu Malik b. Enes. 93 senesinde doğdu ve 179 senesinde vefat etti, Bakî kabristanına gömüldü.
İmâm-ı Mâlik hazretlerinin kabri nerede?
Bakî kabristanında ama şimdi ne türbe var, ne bir şey var; dümdüz toprak. Türbeleri, mürbeleri bu adamlar şey yaptığı için.
Ani'z-Zühriyye. "İmâm-ı Mâlik de Zührî'den almış."
Zührî kimdir?
Muhammedü'bnü Müslimü'bnü Ubeydullahi'bni Abdullahi'bni Şihâbi'bnü Abdullahi'bni Hârisi'bni Zühre, el-Kureyşî. "Kureyş kabilesinden Benî Zühre oğullarından, künyesi Ebû Bekir.
Büyük alimlerden birisi, Hicaz'ın büyük alimi; "Benim içime bir bilgi geldi mi onu hiç unuttuğum yoktur." dermiş.
İmâm-ı Zührî çok cömertmiş.
Kâne min esha'n-nâsi. "İnsanların en cömerdi idi." Takiyyen. "Takvâ ehli idi." Mâlehû fi'n-nâsi nazîrun. "İnsanların arasında emsali yoktur."
İmâm-ı Zührî böyle bir kimse idi, hatırınızda kalsın.
Mâte senete erbaîn ışrîne ve mie. "124 senesinde vefat etti."
İmâm-ı Âzam'dan önce.
An Enesin. "O da Enes radıyallahu anh'ten rivayet etti:"
Enne'n-nebiyye sallallahu aleyhi ve sellem, kâle. "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu hadîs-i şerîfte buyurdu ki:"
Salli salâte't-duhâ fe-innehâ salâtü'l-ebrâr ve sellim izâ dehalte beytek yeksür hayru beytik.
Peygamber Edendimiz buyurmuş ki; Salli salâte'd-duhâ. "Duhâ namazını kıl." Fe-innehâ salâtü'l-ebrâr. "Çünkü bu ebrâr'ın namazıdır; duhâ vakti namaz, ebrâr'ın namazıdır." Ve sellim izâ dehalte beytek. "Evine girdiğin zaman selam ver." Yeksür hayru beytik. "Evinin bereketi, hayrı çok olur."
İçeride kimse olmasa bile selam ver. Kapıyı açtın, evde hiç kimse yok, evde insan varsa es-selâmü aleyküm dersin, tamam. Evde hiç kimse olmasa bile es-selâmü aleynâ ve alâ ibâdi'llâhi's-sâlihîn diyeceksiniz, eve yine selam vererek gireceksiniz; bunu bu hadîs-i şerîfte tavsiye etmiş oluyor.
Duhâ namazı nedir?
Duhâ vakti; güneşin ufuktan yükselip parlaklığını kazandığı, bakılamayacak hale geldiği zamandır. "Aşağı yukarı gündüzün dörtte biri geçtiği zamandır." demişler. Güneşin doğduğu zamandan güneşin battığı zamanı dörde bölersek dörtte birinin geçtiği zamandır; tam ortasında. Öğle olduğuna göre demek ki sabahla akşam arası öğle ile sabahın tam ortası duhâ oluyor.
Duhâ vakti aşağı yukarı ne zamandır?
Sabahla öğlenin ortası.
Duhâ namazı ne zamana kadar kılınabilir?
Öğle namazı vaktine 45 dakika kalıncaya kadar kılınabilir. Duhâ namazı dört rekat, sekiz rekat, on iki rekat kılınabilir.
"Dört rekat kılmaya müdavim olanları Allah muhsinîn zümresine yazar." diye hadîs-i şerîfler var.
Tabii bu salâtü'd-duhâ, salât ü işrak'tan başkadır. Salât ü işrak güneş doğduğu zaman yaklaşık yarım saat geçtikten sonra kılınan namazdır. Çünkü -açıktaysan- güneşin doğduğu tarafa baktığın zaman güneşi görürsün ama kırmızı portakal gibi görürüsün; gözünü almaz, göz alıcı durumda değildir. Ufuktan birazcık yükselmiştir; o zaman işrak vaktidir. Güneş Şark'tan doğduğu için ona İşrak vakti derler; o zaman bir namaz kılınır.
"İnsan sabah namazından sonra camide oturup ibadet edip de İşrak namazını kılarsa o gün bir hac ve umre sevabı kazanır."
Hasen hadistir, İmâm-ı Tirmizî rivayet etmiştir, İmâm-ı Ebû Dâvud da Peygamberimiz'in böyle yaptığını, âdetinin bu olduğunu bildiriyor.
Kimseyi ayıplamak yok da yalnız insanların hallerini anlatmak için söylüyorum:
Her sabah İskenderpaşa'da hocamızın tesis ettiği üzere, sünnet-i seniyyeyi icra ettirdiği üzere sabah namazından sonra Yâsin Sûresi okunur, Evrâd-ı şerîfe okunur ve İşrak namazı kılınır. Ama ondan evvel ben duaya oturduğum zaman sabah namazı kılındıktan sonra;
Neveytü'l-i'tikâfe bi-hâze'l-mescid. "Bu mescitte bir müddet ibadet için oturmaya, itikâfa niyet ettim diyorum."
İmtisâlen bi-hadîs-i nebiyyinâ. "Peygamberimiz'in şu hadisine sarılarak yapıyorum." diyorum.
Ellezî kâle fîhi. "Ki o peygamber hadîs-i şerîfinde şöyle buyurdu:"
Men salle'l-fecre fî cemâatin. "Kim sabah namazını camide cemaatle kılarsa"
Evinde değil, camide.
Sümme kâde. "Sonra oturur" Yezküru'llâhe. "Allah'ın zikriyle meşgul olursa..."
Sabah namazından sonra oturdu; güneş doğuncaya kadar zikirle, Kur'an'la, ilimle, irfanla meşgul oldu.
Hattâ tatlua'ş-şems. "Güneş doğuncaya kadar -böyle oturdu.-" Sümme sallâ rek'ateyn. "Sonra kalkıp da iki rekât namaz kılarsa..." Kânet lehû "Böyle yapması onun için." Ke-ecri haccetin ve umretin tâmmetin tâmmetin tâmme. " Tam bir hac ve umre yapmış gibi, tam bir hac ve umre yapmış gibi, tam bir hac ve umre yapmış gibi sevap kazanır." diye Peygamberimiz üç defa "tam" sözcüğünü kullanmış.
Revâhü't-tirmiziyye an-Enesi radıyallahu anhü ve hasene. "Bu hadîs-i şerîfi İmâm-ı Tirmizî rivayet etmiştir ve 'hasen hadistir.' demiştir." diyorum.
Bazı yerlerde de başka sekiz on rivayeti de söylüyorum. Adam dinliyor; ondan sonra pabucunu alıp gidiyor. Ne diyelim tabii işi var; ama insan bu kadar kârı gördükten sonra oturur. Bir hac ve umre sevabı varsa, hadis de "hasen" ise yani "zayıf hadis" değil, şu değil, bu değil, tamam.
Nereye gidiyorsun?
Pabucunu alıp gidiyor. Tabii kimseyi ayıplamak yok; farzı kıldı mı kimse ayıplanmaz, farzı kıldı mı sünnetini evinde kılmak için de gidebilir ama insan bu hadisi duyduktan sonra uyması lazım; hâdis-i şerîfin bereketinden faydalanmaya çalışması lazım.
Allah duyduğunu anlayıp anladığını uygulayanlardan eylesin.
Bazısı duyuyor, anlamıyor.
"Tam ne dedi?"
"Vallahi bilmem."
Hoşuma gidiyor; evliyâullahın büyüklerinden birisi, birine bir söz söylemiş.
"Haa?" demiş, "Anlayamadım, bir daha tekrar etsene."
"Bir daha tekrar eder miyim? Ben ilkini söylediğime pişmanım." demiş.
Lafı söyler söylemez anlaması lazım.
Niçin yaşıyoruz?
Allah'ın rızasını kazanmak için.
Allah'ın rızası nerede?
Her yerde harıl harıl onu arıyor: Allah'a nasıl mûtî kul olunur, kalp nasıl temizlenir, muhabbet nasıl kazanılır? Akılları fikirleri âhireti kazanmak için.
Millete söylüyorsun; "iyi güzel pekâlâ", sonra pabucunu alıp gidiyor; "Hadi Allah'a ısmarladık."
Sonra nereye gidiyor?
Mühim bir şeye gitse ne âlâ ama her zaman böyle olmuyor.
Sallü salâte'd-duhâ. "Duhâ namazını kıl."
Çünkü bu ebrâr'ın yani iyi kulların namazıdır; öğle ile sabah arasında bu namazı kılmak itiyadı, iyi kulların itiyadıdır; tabii Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem tavsiye ettiği için...
Ve sellim izâ dehalte beytek. "Evine girdiğin zaman da selam ver; velev ki kimse olmasa bile."
Yeksür hayru beytike. "Böyle yaparsan evinin hayrı çok olur."
Câmiü's-Sağîr'de müellif;
"Aşağıda buna benzer bir başka hadîs-i şerîf de vardır." diyor.
Demek ki bu Hâtem-i Esam hazretleri böyle rivayet zincirini de zikrederek hadis rivayet etmiş, hadisçiler zümresine de dâhil olmuş bir kimse. Onlar bunu; hadis öğrenmeyi, hadis rivayet etmek suretiyle o müjdeleri almayı bir bereket sayarlardı. Âhirette o sevaba ermeyi düşünürlerdi.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.