Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
108. sayfasına gelmiştik.
Terceme-i hâli anlatılan alim, sûfî şahıs da 14. biyografi sahibi Yahya İbn Muâz'ini'r-Râzî idi. Onun baş sayfasından başlamıştık; biraz açıklayalım. Yahya İbn Muâz er-Râzî; ismi Yahya, babasının adı Muaz; Râzî, "Rey şehrinden" demek. Rey şehrinin mensubuna Reyyî denmiyor, Râzî deniliyor. Biraz kıyas dışı, alışılmışın dışında… Rey şehri de bugünkü Tahran'ın kenarında olan bir şehir. Eskiden Tahran yokmuş, Rey varmış ve oradan çok büyük alimler yetişmiş. Bu mübarek, büyük, meşhur şahıs da oralı… Bu zât, bütün kitaplarda, tasavvuf kitaplarında adı geçen, sözleri geçen bir büyük zâttır.
Bunun hakkında bilgiler biraz geçmişti, kısaca özetleyelim. Tasavvufun derin âşinası, tasavvufu yaşayan ve o konuda başkalarına bilgi de veren büyük bir zât. Bilhassa havf ve recâ hallerinden recâ hali, yani Allah'tan ümidini kuvvetli tutmak, o neşe, şevk ve neşât üzere yaşamak üzerine temayüz etmiş. Vasfı bu…
Allah'a ümidi sağlam, havf u korkusundan ziyade, sevgisi ve ümidi galip bir kimse. O konuyu iyi bilen bir kimse, o konuda güzel sözleri var. İlerde sözleri gelecek. Hakikaten edip bir şahıs... Söylediği her sözü tartarak söylüyor ve çok güzel söylüyor. Her birisi kelâm-ı kibar, atasözü gibi kıymetli.
Bunlar üç kardeş imişler; Yahya, İsmail ve İbrahim. Ortancası Yahya. İbrahim, Nişâbûr şehrine giderken vefat etmiş. Hepsi de zahid, alim, muttakî ve kıymetli insanlarmış. Tanınmış kimselermiş. Bu, Horasan'ın Neysâbûr şehrinde yaşamış ve hicrî 258 senesinde orada vefat etmiş. Bu bilgileri okumuştuk; ama bütün olsun diye bir daha tekrar etmiş oluyoruz.
258 senesi, hicrî sene; yani Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in Medine-i Münevvere'ye hicretinin üzerinden 258 sene geçmiş. Hem de bu seneler şemsî sene değil, güneş senesi değil; kamerî sene. Yani 354 gün.
Kamerî sene olunca ne olur?
Otuz üç senede bir sene fark eder, şemsî seneye göre tam tutmaz. Ayarları farklıdır. Hem de on gün şemsî seneden eksik olduğundan, mesela ramazan ayı senenin her mevsiminde gelir. On gün geriye gele gele otuz üç senede bütün seneyi dolaşır. Böylece insanın ömrü varsa yazın da ramazan görür. Sıcaklarda, harman zamanında, tepesinde güneş, beynini kaynatıyorken de ramazan yaşamış olur. Kışın zemheride, kısa saatlerde de oruç tutmuş olabilir. Değişir çünkü.
Allah böyle nasip etmiş. O da güzel! Ramazan ayı bütün mevsimlere misafir oluyor, hepsini şereflendiriyor. Bu da bir başka güzellik… Sabit olması bir güzellik; bizim şimdi kullandığımız takvimde maaşlar belli, mevsimler belli, yaz belli, kış belli, hangi ayın yaz ayı, hangi ayın kış ayı olduğu belli. O takvimde de hepsi dönüyor; seneyi teşrif ediyor, her tarafı şereflendiriyor. O da güzel! Ama bizim İslâmî takvimimiz "kamerî takvim." İslâm kitaplarında verilen tarihler hep kamerî takvimdir. Onun ayrı hesabı vardır, cetvelleri vardır. Tarih kurumu koca kitap çıkarmıştır, cetvelleri yayınlamıştır. 258 senesi hangi miladî seneye gelir, hangi ayının hangi günü miladî senenin hangi ayının hangi gününe denk düşer, cetvellerde böyle hesaplanmıştır. Faik Reşit Unat'ın böyle bir kitabı vardır. Öyle hesaplanacak.
Efendimiz'in hicretinden 258 sene sonra vefat etmiş bu, Rey şehirli ama Nişabur'da yaşamış ve ölmüş olan zât-ı muhterem; vaiz, alim, sûfî, edip bir mübarek zât. Tabii, Araplar Nişapur diyemez, p harfi yoktur onlarda. Onun için onlar Neysâbûr diyorlar. Doğrusu Nişapur. Şâpûr, Sasaniler'in hükümdarlarının birisinin adı. Şehir ismini oradan almış.
Bu zât, hadis de rivayet etmiş. Hadis rivayet etmek büyük şeref olduğundan, bu kitabı yazan şahıs birisinin hayatını anlatırken, eğer hadisle meşgul olmuşsa, "Bu, hadis de rivayet etmiştir." diyor. Bir hadisini falan rivayet ediyor. Burada karşımıza iki tane rivayet gelecek. Okuyalım.
Bu alimin özelliği neydi?
Bu alim her şeyi senetli söyler, ispatlı söyler. Bir sözü nereden aldı ise onu isim isim sayar. Eskiden âdet böyle idi. Biz şimdi kürsüye çıkıyoruz, -bu zamane insanları- konuşuyoruz, elimize kalem alıyoruz, gazetede, mecmuada yazı yazıyoruz, söylüyoruz; ama onlar öyle söylemezlerdi. Onlar, bu sözü Peygamber Efendimiz'den kim işitmiş, o kime söylemiş, o kime söylemiş, o kime söylemiş, o kime söylemiş, kendisine gelen haberi kimlerden duyduğunu belirtir, kaynağını gösterirdi. Hadis için de böyle, diğer konular için de böyle idi. Tabii bu çok bilimsel bir usul, kıymetli bir şey. Onun için onun rivayet zincirini okuyalım:
Haddesanâ Muhammedü'bnü Ahmede'bni'l-Haseni "Hasan oğlu Ahmed oğlu Muhammed bize söyledi." Kâle haddesenâ Aliyyü'bnü Muhammedini'l-Ezraku "Ona da Muhammed oğlu Ali el-Ezrak söyledi." Haddesenâ Muhammedü'bnü Abdik "Ona da Abdik oğlu Muhammed söylemiş." Abdik ismini ben yeni bir isim sanıyordum. Karadenizli bazı kardeşlerimizin ismi vardı. Abdik ismi ta eski zamanlarda varmış demek ki. Bu râvî de güvenilen bir adammış.
Kâle semi'tü Yahye'bne Muâzini'r-Râziyye İşte bu güvenilir şahıs Abdik oğlu Muhammed; "Ben Muaz'ın oğlu Yahya er-Râzî'den duydum." demiş. el-Vâiz Vaazla şöhret bulmuş olan Yahye'bne Muâz'ini'r-Râzî'den ben kendim işittim.
Yezkuru an Hamdâne'bni Îsâ el-Belhiyyi "Belhli İsa oğlu Hamdan'dan anlatıyor." Ani'z- Zibrikân O da Zibrikan isimli alimden, o da ani'ş-Şa‘bî Şa'bî isimli alimden, o da an İbn Abbâs Abbas'ın oğlu Abdullah'tan, Abdullah İbn Abbas'tan duymuş ki;
Kâle't-takvâ keremü'l-huluki ve tîbu'l-mat'ami.
Söz İbn Abbas'la bitti. İbn Abbas dedi ki; kâle İbnu Abbâs. Onun sözü olmuş oluyor, böyle olunca bu Peygamber Efendimiz'in sözü değil, sahabeden birisinin sözü… Bazı alimler, hadis tabirinin içine Peygamber Efendimiz'in sözlerini de alırlar, sahabenin kelamını da alırlar. Onu da sayarlar, onun için buraya onu koymuş.
et-Takvâ Kur'ân-ı Kerîm'de Allah'ın bize, "Takvâ ehli olun, takvâya sımsıkı sarılın, muttakî kul olun." diye nice nice âyette tavsiye ettiği bir hal, bir vasıf var: takvâ.
Mesela ne buyuruyor?
Bismillâhirrahmânirrahîm
Yâ eyyühellezîne âmenu'ttekullâhe ve'l-tenzur nefsun mâ kaddemet liğadin ve'ttekullâhe innallâhe habîrun bi-mâ ta'melûn. Ve yahut Yâ eyyühellezîne âmenu'ttekullâhe hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entüm müslimûn. Bu takvâ tavsiyesi, Allah'tan korkun sözü, Kur'ân-ı Kerîm'de nice nice âyet-i kerîmede, kaç yerde geçiyor. Çok tavsiye ettiği bir şey… Şuraya getireceğim sözü: Hepimizin takvâyı öğrenmesi lazım. Hepimizin takvâlı insan olmamız lazım. Neden?
Allah emrediyor. Allah takvâlı olmamızı emrediyor. Ama bu takvâ nedir?
Falanca adam takvâ ehli bir insandır. Ne yaparmış yani, nasıl bir insanmış? Bunu da iyi bilmek lazım, bu bir ihtiyaç… Madem Allah emretmiş, Allah'ın emrettiği bir kul olabilmek için ne istediğini de bilmemiz lazım. Onun için biz dedik ki takvâ üzerinde bir bilimsel çalışma yapılsa, bir güzel çalışma yapılsa. Müslümanlar bu devirde her şeyin ilmî olanını, bilimsel olanını tercih ediyor. Onu okusalar da takvânın ne olduğunu güzelce anlasalar…
Erzurum'dan bir üniversiteli asistan kardeşimiz takvâ üzerine doktora yapmış. "İyi tamam, getir." dedik. Onu bastırdık. Takvânın ne olduğunu açıklayan, izah eden bir kitap. Güzel!
"Hocam, ben o kitabı okuyamam; kürsüye çıkmışsın, sen bana kısaca anlatıver." diyecek olursanız, "Zaten biliyorum; ama bir de sen söyle." diyecek olursanız; takvâ, esas itibariyle "sakınmak, korunmak" demek. Vikâye kökünden geliyor. Vikâye "korumak" demek.
Neden korunuyor insan?
Kendisinin başına gelebilecek tehlikeden korunuyor. Muhtemel bir tehlikeden korunan insana "takvâlı insan" derler, "muttakî insan" derler. Bu muttakî insanın korunduğu tehlike ne olabilir?
Mesela bazı âyetlerde buyuruyor ki;
Ve't-teku'n-nâr. Cehennem ateşinden korun. Bu tehlike, cehenneme düşmek olabilir.
Bazı âyetlerde buyruluyor ki;
İttekullâh Allah'tan korkun, sakının. Allah'tan korkmamız ve elbette tir tir titrememiz lazım. Hesaba çekecek; ya mükâfat verecek, ya ceza verecek.
Mâliki yevmi'd-dîn.
Ne demek?
"Din gününün sahibi" demek değil işte! Herkes öyle tercüme ediyor. Tercümelere bakıyorsunuz, "din gününün sahibi." Her günün sahibi Allah! Ne demek "din gününün sahibi?" Nasıl tercüme edilir?
"İnsanın yaptığının karşılığını göreceği günün sahibi." Din, Arapça'da "karşılık, mukabele" demek; mükâfat veya ceza, her neyse...
Kemâ tedînü tüdân. "Sen nasıl bir şey yaparsan, ona göre bir muamele görürsün." diyor Arap.
Fe-mâ yükezzibüke ba'dü bi'd-dîn. "Kim inanmıyor dine?" Ne demek burada?
"Allah'ın âhirette insanlara ceza vereceğine kim inanmıyor?" demek. Bunu bilmeden, "din gününün sahibi" diyorlar. Öyle değil. Yani bir gün gelecek; hepimiz, bütün yaratıklar, bütün insanlar Allah'ın divanında duracaklar, hesapları görülecek, bu dünyada ettiklerinin karşılığını görecekler.
Fe-men ya‘mel miskâle zerratin hayran yerah. Ve-men ya‘mel miskâle zerratin şerran yerah.
Hani güneş camdan vurduğu zaman havada uçuşan zerreler var ya, o zerrenin ne kadar ağırlığı vardır?
Gel tart bakalım. O kadar bir iyilik yapan onun mükâfatını görecek. O kadarcık bir kötülük yapmış olan da âhirette onun cezasını görecek. Bir hesap! İşte Allah bu korkunç, ince, uzun ve derin hesabın görüleceği günün sahibi.
Fatiha'da denmiş oluyor ki; "Ey bu mükâfatı, cezayı verecek Rabbim! O günde huzuruna geleceğim. Biz ancak sana ibadet ederiz, ancak senin sözünü dinleriz, ancak senden yardım isteriz. Sen âlemlerin Rabbi'sin, Rahman'sın, Rahîm'sin. Bize yardım et de sevdiğin kul olalım, sevdiğin yolda yürüyelim. Şu evvelki ümmetlerden misaller var; sapıtmışlar, şaşırmışlar. Onların yoluna bizi uğratma. Biz doğru bir insan olalım, sevdiğin bir kul olalım."
Takvâ, ve't-tekullâh Allah'tan sakınmak. Tabii sakınacağız. Çünkü huzuruna çıkacağız, sorguya çekileceğiz. Hz. Ömer radıyallâhu anh, bir arkadaşı ile sözleşmiş;
"Hangimiz önce ölürse öldüğü yerden, âhiret âleminden geride kalanın rüyasına girsin, halini bildirsin. Tamam mı?"
"Eh, Allah nasip ederse tamam, olur." demiş.
Hz. Ömer o şahıstan önce ölmüş. Bu arkadaşı da "Hz. Ömer'e âhirette ne oldu?" diye her gece merakla yatıyor, bekliyor, rüyada Hz. Ömer'i görmüyormuş. Nihayet on beş gün mü geçmiş, bir zaman sonra rüyasında Hz. Ömer radıyallâhu anh'ı hamamdan çıkmış gibi terlemiş, yanakları kırmızı kırmızı olmuş bir vaziyette görmüş.
"Yâ Ömer! Bu ne haldir? Hani sözleşmiştik? Niye rüyama çabuk gelmedin?" demiş.
Hz. Ömer radıyallâhu anh; "Hesabım daha yeni bitti. Rabbim bana rahmeyledi. İşte onun için ancak bu gece rüyana gelebildim." demiş.
Hz. Ömer gibi sahabeden, aşere-i mübeşşereden, hayatında cennetle müjdelenmiş bir insan, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in türbesine gömülmek şerefine ermiş bir insan bu kadar hesap çekerse biz Allah'tan korkmayacak mıyız? O sahabe, o Peygamber Efendimiz'in müjdesine mazhar olmuş insan bu kadar. Allah'ın hesabı da seridir. Allahu Teâlâ hazretleri Serîu'l-hisâb'dır. Serîu'l-hisâb'a rağmen o kadar terleme oluyorsa, elbette korkacağız.
Takvâ Allah'tan korkmaktır, Allah'ın cezasından korkmaktır, cehennemden korkmaktır, sû-i hâtimeye uğramaktan korkmaktır; sakınmak, çekinmektir. Tabii herkesin bir meseleyi anlatış tarzı vardır, yaklaşması vardır. Karşı tarafın anlayacağı tarzda anlatması vardır.
Hz. Ömer, Übey b. Ka‘b'a -radıyallâhu anhüm ecmain- "Takvâ nedir?" diye sormuş. O da demiş ki: "Yâ Ömer! Sen hayatında hiç dikenli bir tarlada yürümedin mi?"
"Yürüdüm."
"Ne yaptın?"
"Dikenler elbiseye takılmasın diye paçalarımı sıvadım. Bastığım yere de dikkatle bastım ki dikenler ayaklarıma batıp kanatmasın. Hem ayağım kanamasın, hem elbisem yırtılmasın diye dikkatli bastım, ihtiyatlı yürüdüm."
"İşte takvâ budur." demiş.
Güzel bir anlatım... İnsan diken batmasın, elbise yırtılmasın diye ihtimam gösterdiği gibi, hayatta öyle yürüyecek. Diken nedir bu hayatta?
Günahlar, haramlar… Haramlara bulaşmayacak, günahlara yanaşmayacak. Bastığı yere ihtiyatlı basacak, çürük yere basmayacak. Allah'ın yolunda öyle yürüyecek, rızasına erecek. İbn Abbas radıyallâhu anhümâ burada nasıl tarif etmiş?
İbn Abbas genç sahabi. Delikanlı idi. Peygamber Efendimiz'in amcasının oğlu, bazen onu devesinin arkasına alırdı. Diyor ki; et-Takvâ keremü'l-huluki. "Takvâ ahlakının asil olmasıdır. İnsanın huylarının güzel olmasıdır." bir.
İkincisi; Ve tîbü'l-mat'ami. "Yemeğin de iyi olmasıdır."
Ne demek istiyor?
"Helal lokma yemektir." demek istiyor. Burada takvâ ehli insanın ana sıfatlarını saymış oldu.
Takvâ ehli insan nasıldır?
İyi huyludur. Huyları asildir. Cimri değildir, pinti değildir, sinirli değildir, tembel değildir, aldatıcı değildir, yalancı değildir; her şeyi güzel. Huyu güzeldir, bir. İkincisi, yediği lokma helaldir. Lokmanın helal olması çok önemli…
Büyükler çok dikkat etmişler bu noktaya. Biz de ne kadar dikkat etsek kaçınması çok zor olan bir devirdeyiz. Haram lokma yemeyeceksin, faiz yemeyeceksin, başkasının hakkını yemeyeceksin. Çok zor. Lokma helal olsun diye düşünmek takvâdır. Huylarım güzel olsun, kötü bir şey yapmayayım, kimseyi incitmeyeyim diye düşünmek takvâdır, demek oluyor.
Bu İbn Abbas'ın sözü, kendi sözü. Sahabe sözü olmuş oldu. İbn Abbas da;
Semi'tü resûllallah sallallahu aleyhi ve sellem yekûlü deseydi ya da kâle resûlullah deseydi, o zaman Peygamber Efendimiz'in hadisi olurdu. Öyle değil. İbn Abbas'ın sözü. O da kıymetli, neden kıymetli? Sahabe sözü bizim için önemli.
Bu sahabî de Peygamber Efendimiz'in yeğeni, amcasının oğlu, yakını. Hem de alim olarak tanınmış. Tefsiri de çok iyi bilirmiş. Peygamber Efendimiz'in yanında yetişmiş, onu görmüş. Gençliğinden itibaren tertemiz yetişmiş. Kur'ân'ı Kerîm'i de çok iyi bilirmiş. Birisi bu gence, İbn Abbas radıyâllahu anhümâ'ya bir soru sormuş. "Şu mesele nasıldır?" demiş. O da, "Bu meseleyi sormadan ölseydin, imanın belki zedelenirdi. Tam yerinde sordun. Ben bu meseleyi biliyorum, şöyle şöyledir." diye cevap vermiş. Yani başkalarının bilmediği derin mânaları bilen, kritik konuları iyi, derinlemesine bilen bir alim.
Takvâyı böyle tarif etmiş. Biz de istifade edelim. Yani huyumuzu düzeltmeye çalışacağız. Her huyumuz güzel olacak, yiyeceğimiz lokmanın da helal olmasına dikkat edeceğiz.
Ahberene'l-Hüseynü'bnü Ahmede'bni Esedini'l-Herevî. Herevî "Heratlı" demek. Afganistan'da Herat var ya… Oralar Müslümanlar tarafından fethedilmişti. Çok eski İslâm şehri. Yazar, "Heratlı Esed oğlu Ahmed oğlu Hüseyin bize haber verdi." diyor.
Kâle haddesenâ Muhammedü'bnü Aliyyi'bni'l-Hüseyni'l-Belhî. Belh şehri. Mevlânâ'nın şehri. "Belhli Hüseyin oğlu Ali oğlu Muhammed söyledi."
Haddesenâ Nasrü'bnü'l-Hâris. "Ona da Haris oğlu Nasır söyledi."
Haddesenâ Yahye'bnü Muâz. "O da Yahya İbn Muâz er-Râzî'den" duymuş.
Haddesenâ İsmetü'bnü Âsım. "Yahya İbn Muâz da Asım oğlu İsmet'ten" duymuş.
Haddesenâ Sâdânü'l-Halîmî. "O da Sâdân el-Halîmî'den" duymuş.
Haddesenâ İbn Cüreyc. "O da İbn Cüreyc'den" işitmiş.
An Ebi'z-Zübeyr. "O da Ebû Zübeyr'den" almış.
An Câbir sahabeye geldi. Kâle, o da diyor ki; Kâne Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dâime't-tefekkür, tavîle'l-ahzân, kalîle'd-dahik illâ en yebtesim.
Cabir İbn Abdillah el-Ensârî. Ensardandır bu sahabi. O rivayet etmiş ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kâne, idi. Dâime't-tefekkür, devamlı tefekkür halinde idi; çok düşünen, çok mütefekkir. Devamlı zihnini çalıştıran, işleten, tefekkürü devamlı olan kimse idi. Tavîle'l-ahzân, hüzünleri, mahzunlukları uzun olan kimse idi. Kalîle'd-dahik, az gülen bir kimse idi. Çokça mahzun dururdu. Gülüşü az olan bir kimse idi. Çok düşünen, hüzünlü hali çok olan, uzun olan, gülmesi az olan bir kimse idi.
İllâ en yebtesim, "Gülmesi de ancak mütebessim olmak şeklinde idi." Kahkaha ile gülmezdi, gülmemişti. Ancak mütebessim dururdu, o kadar. Efendimiz'in hali bize örnektir. Bizim de öyle olmamız lazım. Nasıl olmamız lazım?
Çok düşünmemiz lazım. Âhireti, sevabı günahı düşünüp, "Acaba cehenneme düşer miyim?" diye korkarak, "Acaba cenneti elden kaçırır mıyım?" diye endişelenerek mahzun olmamız lazım.
Küçükken birisi fazla güldü mü büyüklerimiz bize derlerdi ki; "Mübarek çocuk, sıratı geçtin de mi gülüyorsun? Ne böyle kah kah, sıratı mı geçtin?" İnsanlar sıratı geçince güleceklermiş. O zaman tam gülecekler. Haklı olarak gülecekler, "elhamdülillah cehennemden geçtik, cennete geldik" diye. İşte asıl gülmek yeri orası. Yoksa bu dünyada sıratı geçtik de mi güleceğiz yani?
Düşünülecek ne kadar şey var.
"İyi bile daha iyinin düşmanıdır." derler. İyi, daha iyinin düşmanıdır. Çünkü onun yanında aşağıda kalıyor. Onu kıskandığından, rekabetten ona düşman olur. Bir de düşünün kötünün iyiye, daha iyiye ne kadar düşman olduğunu.
Niye güleceğiz?
Allah'ın nimetleri… Tamam, Allah'ın nimetlerine hamd ü senâlar olsun; ama sadece benim mutlu olmam yetmiyor. Ben istiyorum ki cümle cihan halkı mutlu olsun. Hiç kimse kimseye zarar vermesin. Günlük güneşlik, tatlı olsun her taraf. Ben istiyorum ki harbe, darba, silaha, öldürmeye harcanan paralar, insanların mutluluğuna harcansın.
Ne istiyoruz?
Biz her şeyin hoş olmasını, güzel olmasını, kimsenin hakkının yenmemesini, her tarafın güllerle donatılmasını istiyoruz.
"Peygamber Efendimiz dâime't-tefekkür; çok mütefekkir, devamlı tefekkür edici idi. Hüzünleri uzun olan bir kimse idi. Boynu bükük, yüzü mahzun idi. Ve az gülen, ancak tebessüm eden bir kimse idi." diye o hadisi rivayet ediyor. Yahya İbn Muâz er-Râzî'nin rivayet ettiği bir hadis bu.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.