Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semi'tü Ubeydallâhi'bne Muhammedi'bni Muhammedi'bni Hamdâne'l-Ukberiyye bihâ. Yazar, "Ben bu Hamdan oğlu Muhammed oğlu Muhammed oğlu Ubeydullah'tan, Ukberli olan o şahıstan kendim duydum." diyor.
Kâle semi'tü Ahmede'bni Muhammedini'l-Seriyyi. O da Serî Muhammed oğlu Ahmed'den işitmiş.
Kâle semi'tü Ebâ Muhammedini'l-Eskâbî. O da Ebû Muhammed el-Eskâbî'den işitmiş.
Kâle semi'tü Yahye'bnü Muâz. O da terceme-i hâli anlatılan kimseden işitmiş.
Ben bu sözleri niye okuyorum böyle?
Ecdadımızın ilmi nasıl topladığını, nasıl yazdığını, kitaplarını nasıl meydana getirdiğini iyice bilin diye. Havadan atmak yok. Yunan tarihinde böyle bir şey var mı? Yok. Yunanlı Strabon bir kitap yazmış: Tarih. Ya yalan yazdı ise, ya yanlış gördü ise, ya yanlış duydu ise. Kimden duydu? İmkân yok. Ama benim İslâm tarihindeki ilimlerim böyle. Nereden alındığı belli... İslâm'ın ilme verdiği önem ve ciddiyet anlaşılsın diye okuyorum.
Ne demiş?
Men istefteha bâbe'l-maâşi bi-gayri mefâtîhi'l-akdâri vükile ile'l-mahlûkîn.
Kelime kelime tercümesini yapayım. Diyor ki;
Men istefteha. Kim siftahını yaparsa, açılmasını isterse. Babe'l-maâşi. Yiyecek-içecek, gelir ve kazanç kapısının açılmasını isterse. Bi-gayri mefâtîhi'l-akdâri. Kaderlerin anahtarlarından başka bir şeyle açmak isterse, açılmasını isterse. Vükile ile'l-mahlûkîn. Vükile demek, türike demek.
Mahlukâta bırakılır, terk edilir. Kelimeler böyle. Ama bu sözün izahı ne, ne demek istiyor?
Kim kaderlerin anahtarlarından başka şeylerle rızık kapısının, maaş kapısının açılmasını isterse mahlûkata terk olunur, ona havale olunur. Ne demek?
Mü'minin ana vasfı kadere inanmaktır. Mukadderâta inanmaktır. Çünkü Allah mukadderâtı tayin etmiştir. Biliyoruz, insanın alın yazısı vardır. Öleceği zaman bellidir. Ömrü bellidir, rızkı bellidir.
Kaderin bu kesinliğini, rızkın bu halini bilen bir insan harama sapmaz. Harama el uzatmaz. Telaş etmez. Sakin olur. Allah'tan ister, Allah'tan bekler.
İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn diyoruz zaten. Yalnızca Allah'tan isteriz. Bazı insanlar böyle yapmıyor, o zaman mahlûkâta terk olunur. Hadi bakalım, mahlûkât senin işini görsün. Allah, kadere inanıp Allah'a teslim olan, tevekkül edene ne yapar?
Ve men yetevekkel alallâhi fe-hüve hasbüh. "Kim Allah'a dayanırsa, tevekkül ederse Allah ona yeter." Verir, nasip eder, onu korur. Kim bu sırra, bu anlayışa, bu edebe uygun hareket etmezse mahlûkâta bırakılır. Mahlûkât ne yapacak? Hiçbir şey yapamaz. Zaten o da mahluk. Yaradan Allah. Mahlûkât insana ne fayda verir, ne zarar verir.
Cümle cihan halkı insanın başına toplansa, ömründen bir saniye uzatamaz. Cihanın bütün hekimleri toplansa uzatamaz. Cihanın bütün katilleri insanın başına üşüşse, Allah öldürmedikten sonra onlar öldüremezler. Onlara bir şey olur, yine buna bir şey olmaz. Allah nasip etti mi uçaktan düşer, kurtulur.
Kaderin anahtarı nedir?
Duadır. Allahu Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de buyurur ki;
Üd'ûnî estecib leküm. "Kullarım, bana dua edin, ben duanızı kabul edeceğim, ederim." Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki;
ed-Duâu yeruddü'l-kadâe, ba‘de en yübreme.
Kesinleşmiş hükm-ü ilâhîyi dua değiştirir. Allah şöyle yapacakken, dua edince kulun duasını kabul eder, duasına uygun yapar. Demek ki kaderin anahtarı dua imiş, tevekkülmüş, ilticaymış, Allah'tan istemekmiş. Öyle yapmayınca insan, ne olur?
Madem sen Allah'tan gayriden istiyorsun, hadi bakalım, Allah'tan gayrisi sana bir fayda verecek mi? Buyur. Terk edilir. Yani eline bir şey geçmez demek. Ben böyle anlıyorum. Bu sözün izahını böyle düşünüyorum.
Ve bi-isnâdihî kâle Yahyâ. Yine aynı şahıslardan rivayet edildiğine göre Rey şehrinden olan vaiz Yahya İbn Muâz demiş ki;
Çok güzel bir söz... Bunu ezberleyin, kitabınıza yazın. Çok hoşuma gidiyor. Başka yerde okumuştum da şimdi bunun söylediğini burada görmüş oldum.
el-İbâdetü hirfetün: Havânîtühe'l-halvetü ve ra'sümâlihâ el-içtihâdü bi's-sünneti ve ribhuhe'l-cennetü.
Ne demek olduğunu şimdi açıklayalım. Sözü güzel, edip insan olduğu belli, ârif olduğu sözünden anlaşılıyor. Hiç tanımasa insan, "Bu sözü büyük bir zât söylemiş." diye sezer. Yahya İbn Muaz er-Râzî hazretleri diyor ki;
el-İbâdetü hirfetün "İbadet bir meslektir, bir sanattır." Hani "Sanat altın bileziktir." diyoruz ya… Herkesin bir mesleği var; marangoz, usta, elektrikçi, muhasebeci vesaire. İbadet de bir meslektir, bir iştir. İnsanın kazanç sağlamak için gittiği bir yeri vardır, çarşı pazar vardır, dükkân vardır. Bir iş tutturmuştur. Bir mesleği vardır, işi vardır. İbadet de bir iştir, meslektir.
Havânîtühe'l-halveh İbadetin dükkânları yalnızlıktır. İbadet yalnızlıkla güzel olur. Halvet "yalnızlık" demek, "hiç kimsenin olmadığı yer" demek. Mekânda bir sen varsın, başka kimse yok; halvettir.
Peki, insanların içinde ibadet? Farz ibadetler var. Burada cemaatle namaz kıldık. Farz ibadetler âşikâre yapılır; ama tatlı, asıl güzel ibadetler tenhada yapılır.
İbadetin tadı mânevî gelişme, tasavvuftaki gelişme de tenhalıkta olur. Onun için halvete alırlar. Şeyh efendi yetişmek durumunda olan müridi halvete alır. Gel bakalım, gir bakalım şuraya. Neresi orası? Yerin altı. Yerin altında penceresiz, küçücük yer. Ayağını kıvırarak ancak uzanabilir. Daracık, sandık gibi bir yer. Gir. Ne olacak? Işık yok burada, daracık yer. Tesbih çek, tefekkür et, ibadet et, namaz kıl.
Ankara'da Hacıbayram camii var. Ziyaret etmişsinizdir. Onun bir görünmeyen alt katı vardır. Arka taraftan bir küçücük kapısı vardır. İki büklüm girilir. Müezzin mahfilinin altından caminin altına girilir. İncecik bir koridor vardır. İki tarafından küçük küçük sandık gibi odalar. Dervişler oraya girecek, "Allah" diyecek. Işık yok, hiç ışık yok, karanlık. Ta dipte de şeyh efendi ile müritlerin zaman zaman topluca ibadet etmesi için büyükçe bir odası vardır. Geride de delikli taşı olan yerler var. Orada abdest alıverecek. Girecek, ibadetine devam edecek. İnsanlarla konuşmak yok. Devamlı zikir, ibadet… Öyle yetişilir, gönül gözü öyle açılır, insan irfana öyle erer, Allah'ın rızasına öyle vasıl olur diye büyüklerimiz, "Halvet iyidir." demişler.
Başkası diyor ki; el-Halvetü fi'l-celveti Herkesin gözü önünde halvet halini yaşamak. O da bir metod.
Nakşibendî tarikatinde prensip nedir?
Halvet der encümen. Encümen "meclis, topluluk" demek. Halvet der encümen Topluluğun içinde halvet halini yaşamak. Bunu söyleyen büyüklerimiz diyorlar ki; insanın camide, merdivenin alt katında, kimsenin görmediği odada tesbih çekmesi, namaz kılması, iyi bir müslüman olması kolaydır. Çık bakalım dışarı, gel bakalım çarşıya, pazara! Hem çalışacaksın, tartacaksın, ölçeceksin, biçeceksin, konuşacaksın, geleceksin gideceksin, bağıracaksın çağıracaksın hem de iyi müslüman olacaksın. Asıl mühim olan o. Halkın içinde iken Hak'la beraber olabilmek, ibadet halini sürdürebilmek ve iyi müslüman olmak. Onun için bizimkiler halvet der encümen demişler.
Tenhada, camide herkes yapar. Camide herkes güzel müslüman olur. Camiden sonra göreyim seni bakayım. Çık bakayım Beyoğlu'na, git bakalım Karaköy'e. Hadi bakalım Eminönü'nde, Mahmutpaşa'da dolaş. Alışverişte yalan var, aldatmaca var, vesaire var. Dünya! Dünyanın çeşit çeşit mülevvesâtı… Orada bozulmamak, orada iyi müslüman olmak… Böyle prensipler var.
Evet, ibadet bir meslektir, iştir. Dükkânları halvet, tenha yerler diyor. Ve ra'sümâlihâ el-içtihâdü bi's-sünne. Dikkat edin! Ne demek bu? İçtihat deyince millet şimdi sanacak ki müçtehidin içtihat etmesi. Hayır! İçtihat "titiz çalışmak" demek… Bi's-sünneti ne demek? Sünnet-i seniyyeye uygun demek.
Bu dükkânın sermayesi neymiş? Kişinin ibadetini yaparken, Peygamber Efendimiz'in sünnetine sımsıkı sarılması, onu uygulamakta titiz davranması demekmiş. Peki, sünnete uygun ibadet yapmasa ne olur? Bid'at olur, sıfır alır, sevap kazanamaz. Bütün ibadetlerin kabulünün şartı, Peygamber Efendimiz'in öğrettiği şekilde, sünnet-i seniyyeye uygun yapılmasıdır.
Bid'at ile yapılan namazı Allah kabul etmez. Bid'atli orucu kabul etmez. Bid'atli haccı kabul etmez. Bid'atli zekâtı kabul etmez. Hepsinin sünnete uygun olması lazım... Onun için diyor ki; "dükkânı tenhalık, sermayesi de yaptığı şeyi sünnet-i seniyyeye uygun yapmak."
Ra'sümâlihâ, ra'sümal, Arapça'da "sermaye" demek.
el-İçtihâdü bi's-sünneti. Sünnet-i seniyyeye uygun olarak yürümeye gayret etmek. İçtihat diyor. İçtihat, ter döküp çalışmak demek… Müçtehide de niye müçtehit denmiş? Doğru hükmü bulacağım diye ter dökmüş. O kitaplara o hükümlerin yazılması kolay mı? O mübarekler geceleri gündüzleri ne kadar uğraştılar. İlim yolunda ne kadar çalıştılar. Demek ki ibadeti yapan da içtihat edecek. Nede içtihat edecek? Sünnete uygun olmasında içtihat edecek.
Niye sakal bıraktın? Sünnet hocam. Niye sarık sarıyorsun? Sünnet hocam. Niye uzun giyiyorsun? Sünnet hocam. Niye farzdan önce dört rekât kıldın? Sünnet hocam. Niye farzdan sonra kıldın? Sünnet hocam. Niye tesbihleri çekiyorsun? Sünnet hocam. Bak! Büyüklerimiz bize namazın, niyazın, orucun, haccın sünnetlerini ne güzel öğretmişler. Allah razı olsun. Her zaman dua ediyorum. Bize küçüklüğümüzden farkına varmadan, sessiz sedasız dinimizi öğretmişler.
Peki, ibadet bir sanattır, meslektir; dükkânı halvettir; sermayesi sünnete uygun hareket etmektir. Ve rib'hüha, ribh kazanç demek. İbadetin kazancı nedir, kârı nedir?
Ve ribhühe'l-cennetü. Bu mesleğin kazancı nedir? Kazancı cennettir. Kazancı çok büyük; insan iyi ibadet ederse kazancı cennet... Çok güzel! Bir daha okuyalım, Arapçası'nı da yazın, Türkçesi'ni de aklınızda tutun:
el-İbâdetü hirfetün. Havânîtühe'l-halvetü ve ra'sümâliha el-içtihâdü bi's-sünneti ve ribhuhe'l-cennetü.
Rahmetullahi aleyh, mekânı cennet olsun.
Ve bihî kâle semi'tü Yahyâ yekûl. Aynı rivayet zinciriyle, en sonra râvî olan Ebû Muhammed el-Eskâbî demiş ki:
Semi'tü Yahyâ yekûl. Yahya İbn Muâz'ın şöyle dediğini işittim:
es-Sabru ale'l-halveti min alâmâti'l-ihlâs. Burda da halvet kelimesi karşımıza çıktı, iyi. Peş peşe denk düştü. es-Sabru ale'l-halveti. Yalnızlığa, tenhalığa sabretmek; size lazım olur bu bilgi. Hiç kimse yok, tenha. Nasıl canı sıkılıyor milletin? Öf patladım, yalnızlıktan öldüm. Ne yapalım? Hadi Üsküdar'a gidelim, kahveye gidelim, arkadaşların arasına gidelim. Toplantı olsun, kalabalık olsun. Canım sıkıldı.
es-Sabru ale'l-halveti. Yalnızlığa sabır. Min alâmâti'l-ihlâs. İhlas alametlerindendir. İhlaslı insan yalnızlığı sever, halveti sever. İhlasın alametidir. Yalnızlığı seveceksiniz. Yalnızlıktan zevk almayı öğreneceğiz. Çünkü yalnızlıkta Allah'la baş başa kalmak var. Dost ile tenha olmak var. Yalnız kalmak var, baş başa kalmak var. Münâcaat var, dua var, gözyaşı var. İstediği gibi çekinmeden, cân u gönülden ibadet etmek var. Ne güzel söylemiş.
Semi'tü Ubeydallâhi'bne Muhammed İbni Muhammed İbni Hamdâne'l-Ukberî. Deminki şahıs. Müellif, ondan işittim diyor.
Yekûlü haddesenî Ebu'l-Haseni'l-Sencerî. Sencarlı Ebu'l-Hasan'dan işitmiş.
Yekûlü semi'tü Ebâ Ya'kûb ed-Dârimî. O da Darimli Ebû Yakup'tan duymuş.
Yekûlü semi'tü Yahye'bni Muâzini'r-Râzi. O da Yahya ibn Muâz er-Râzî'den işitmiş ki;
Yekûlü. Terceme-i hâli anlatılan o meşhur sûfî şöyle diyor;
ed-Dünyâ dâru eşgâlin ve'l-âhiratü dâru ehvâl ve lâ yezâlü'l-abdü beyne'l-ehvâli ve'l- eşgâli hattâ yestekirra bihi'l-karâru; immâ ile'l-cenneti ve immâ ile'n-nâr.
Arapçası'nı okuyunca dikkat ederseniz kafiye gibi bir ses benzerliği var. Biz buna seci diyoruz. ed-Dünyâ dâru eşgâlin ve'l-âhiratü daru ehvâlin. Eşgâl-ehvâl birbirine benziyor.
Sonra Lâ yezâlü'l-abdü beyne'l-ehvâli ve'l-eşgâl.
Sonra hattâ yestekirra bihi'l-karâru; immâ ile'l-cenneti ve immâ ile'n-nâr.
Sözü usta söylüyor, şiir gibi söylüyor, güzel söylüyor. Bakalım mânası ne?
Yahya ibn Muâz er-Râzî kaddesallâhu sırrahû buyuruyor ki; ed-dünyâ bu dünya, dâru eşgâlin meşguliyetler dünyasıdır, diyarıdır, yurdudur. Bu içinde yaşadığımız hâlihazırdaki hayat meşguliyetler yurdu, evidir. Çoluk-çocukla, işle, güçle, memuriyetle, imtihanla vesaire ile meşguliyet, meşguliyet, meşguliyet…
Ve'l-âhiratü dâru ehvâl. Ehvâl "korkular" demek. Âhiret de korkular diyarıdır. Neden?
Âhirete gittiğin zaman mahkeme-i kübrâ var. Hesap var, sırat var. Cehenneme düşme ihtimali var. Cenneti kaçırma ihtimali var. Âhiret de korku yurdu. Dünya meşguliyet, âhiret de korku yeri.
Lâ yezâlü'l-abdü beyne'l-ehvâli ve'l-eşgâl. Kul, meşguliyetlerle korkular arasında daima böyle çırpınır. Hattâ yestekirra bihi'l-karâru immâ ile'l-cenneti ve immâ ile'n-nâr. Kul cennete gidip orada karar kılıncaya kadar ya da cehenneme düşüp orada karar kılıncaya kadar.
Kul, cennete gidip orada karar kılıncaya kadar ya da cehenneme düşünceye kadar meşguliyetlerle korkular arasında uğraşır durur. Salâten tüncinâ'da da okuyoruz:
Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin salâten, "Yâ Rabbi! Peygamberimiz'e ve Peygamberimiz'in âl'ine salât eyle, rahmet eyle, lütfeyle, ikramlarda bulun." Salâten öyle bir ikram ile ki Tüncinâ bihâ min cemîi'l-ehvâli ve'l-âfât.
Bazısı şimdi ona ahvâl diyor. Ahvâl başka kelime, ehvâl başka kelime. İkisi de birbirine benziyor; ama kır dersen çayırlık mânasına gelir, kir dersen pislik mânasına gelir. Bir harften değişir. Kedi dersen başka olur, kadı dersen başka olur. Biraz benziyor ama farklı. Ahvâl başka, haller demek; ehvâl başka, korkular demek.
"Yâ Rabbi! Dünyada ve âhirette bizi her türlü korkudan, her çeşit âfetten koruyacak bir sevabı bize kazandıracak şekilde salât ü selam et!" demek. O ehvâl olacak. Müezzinler -bizim müezzine ben ihtar ettim- hâlâ ahvâl diyor. Ahvâl değil, ehvâl -iki gözlü he ile- korkulan.
Bu dünya meşguliyet dünyasıdır. Öyle meşguliyetler ki asıl vazifemiz burada Allah'a kulluk etmek olduğu halde hepimiz bir şeyle meşgul oluyoruz.
Senin benim asıl vazifemiz bu meşguliyetler mi? Hayır. Allah bizi buraya kadın olsun erkek olsun imtihan için gönderdi. Biz burada Allah'a iyi kulluk yapmakla imtihanı kazanacağız, işimiz bu!
Ne yapıyoruz? İmtihan bir tarafta dursun, eyvallah! Hadi bakalım çeşitli meşguliyetler içine… Meşguliyetler de bitiyor. Hadi meşguliyetlerini hoş görelim. Evde çoluk-çocuk var; para kazanılacak, elbise alınacak, yiyecek alınacak. Hadi eğlenceye! Bu ne oldu? Yemek yemek için, karnını doyurmak için çalışmanı hoş gördük de; bu keyif, bu sefa ne oldu? Onu meşru bir şekilde halletmeye de, kırda bayırda sallanmaya gittin, eğlenmeye, piknik yapmaya gittin, neyse…
Bu günah ne oluyor? Şuursuzluk oluyor ne olacak. İnsanoğlu dünyanın mânasını anlayamamış, bu dünyada ne yapması gerektiğini düşünememiş, ana hedefi kaybetmiş oluyor. Oyalanıyor burada. Senin görevin oyalanmak değil! Bu meşguliyetlerin içinden kendini sıyıracaksın, ana hedefi göreceksin. Allah'a güzel kulluk yapacaksın. Millet bunu yapamıyor, yapamıyoruz. Allah yaptırsın, yardım etsin, tevfîkine refik etsin!
Şu meşguliyetlerin içinden sıyrılıp Allah'a güzel kulluk etmeyi başarmalıyız. Herkes bir şeyle meşgul oluyor. İlkokul, diploma alıncaya kadar; ortaokul, diploma alıncaya kadar; lise, diploma alıncaya kadar; üniversite, diploma alıncaya kadar... Tamam! Ondan sonra meslekte, memuriyet bitinceye kadar; ondan sonra yıllar, emekli oluncaya kadar. Zaten emekli ya oluyor ya olmuyor, emekli olduğu zaman da ömür bitmiş oluyor.
Bu kadar sene Allah'ın rızasına uygun olmayan şekilde geçmiş oluyor. 65 sene. Ne anladım ben şimdi? İmtihan kaybedildi işte! Bu dâru'l-eşgâlde, meşguliyetlerden kendimizi sıyırıp Allah'a güzel kulluk etmeyi öğrenelim.
Âhiret de tehlikeler yurdudur. Orada tehlikeler kaynaşıyor. Muazzam tehlikeler var. el-Câhilü cesûrun. Bilmeyen insan korkmaz. Çocuk telde elektrik olduğunu, tuttuğu zaman çarpacağını bilse eliyle onu tutar mıydı? Tutmazdı. Cahil, bilmiyor. Ama bilen insan, aman teller orada çıplak, aman oraya yanaştırmayın çocuğu, çekin der. Cahil cesurdur; millet, âhiretin tehlikelerini bilmediğinden vur patlasın, çal oynasın günahta geziyor. Halbuki âhirette tehlikeler var, çok tehlikeler var. İşin sonu nereye varacak?
Hattâ yestekirra bihi'l-karâru immâ ile'l-cenneti ve immâ ile'n-nâr. Bu iş, kararı -hani mûsikide nağmeler söyleniyor, söyleniyor, bir makamda karar kılınıyor- onu ya cennete götürüp orada durduruncaya ya da cehenneme atıp orada belasını buluncaya kadar gidecek.
Onun için âhiretin korkularını hatırdan çıkarmayalım, dünyanın meşguliyetleri ile oyalanmayalım, Allah'a güzel kulluk etmeye bakalım. Güzel kulluk etmek de bir güzel sanattır, meslektir. Tenhalarda Allah'a ibadet edelim. Sünnet-i seniyyeye göre yaşayalım. İbadet edelim. Kazancımız cennet olsun.
Allah şu okuduklarımızdan âzamî istifade etmeyi nasip eylesin. Sevdiği kul olarak yaşamayı, sevdiği işler yapmayı nasip eylesin. Huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varanlardan, cennetine girenlerden, cemalini görenlerden eylesin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.