Eûzu billâhi mine’ş-şeydâni’r-racîm. Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahîm.
El-Hamdu lillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran dayyiben mübâraken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi suldânih.
Ve's-salâtu ve's-selâmu alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Yani tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş bu büyük âlim. Ve bu eseri çok kıymetli bir Mısırlı profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Bu Türk dilimize henüz tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve suile Ebû Hafs. "Râvinin söylediğine göre yine Ebû Hafs'a sormuşlar ki."
Meni'l-âkil? "Akıllı adam kimdir, nasıldır?"
Âkil, "akıllı" demek, 'a'sı uzun, âkil. Akıl, o "meleke;" o melekesi olan kimseye de âkil derler. "Bir çocuk âkil bâliğ olduğu zaman, aklı başına geldiği zaman, buluğa erdiği zaman." diyoruz. Onun gibi.
"Akıllı kimse kimdir?" diye sordular.
“Kâle: el-Mutâlibü nefsehû bi'l-ihlâs.”
"Nefsinin yakasına yapışıp onu ihlâslı hareket etmeye sevk eden, zorlayan kişidir."
Nefsinin yakasına yapışıp ihlâslı hareket etmesini sağlamaya zorlayan insandır. Akıllı insan odur. Bu yine hadîs-i şerîften alınmadır. Bu büyüklerin irfanları belli, sağlam kaynaktan. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“el-Keyyisu men dâne nefsehû amile limâ ba'de'l-mevt.”
"Akıllı insan o kimsedir ki nefsine sahip olur, hâkim olur –kimi de yakasını tutar diyor-, âhirete hazırlık yapar."
Kâle ve kâle Ebû Hafs. "Râvi diyor ki; 'Ebû Hafs şöyle dedi.'"
“Men raâ fadla'llâhi aleyhi fî külli hâl ercû ellâ yehlek.”
"Her halde Allah'ın kendisine fazlının, nimetinin, ikramının tecellî ettiğini anlayabilen insan, umarım ki helâk olmaz."
“Fî külli hâl” diyor.
Her halde Allah'ın sana bir lütfu vardır. Başına bir bela gelmişse bile, Allah seni doğru yola döndürsün diyedir. Bir hastalık vermişse, günahını affettirsin, günahına kefaret olsun diyedir. Sıhhatin varsa elhamdülillah Allah'ın lütfu var ki sıhhatlisin. Veyahut yemiş içmişsen elhamdülillah karnını doyurmuşsun. Evin varsa elhamdülillah evin var. Çocuğun varsa çok şükür ki Allah çoluk çocuk vermiş. Sâlihâ bir eşin varsa elhamdülillah ki Allah böyle bir güzel hatun vermiş. Her halde, her zaman Allah'ın insanın üzerinde fazlı, keremi, lütfu var.
Hatta bir hadîs-i şerîfi okuyunca bayağı bir şaşırdım, afalladım.
"Allah, 'İbadet etmekten gururlanıp da Allah'ın sevmediği bir duruma düşmesin.' diye, kulunu bazen günaha düşürür."
Neden?
"Ben hac da yaptım, oruç da tuttum, zekât da verdim!"
Adam efeleniyor, gururlanıyor, kibirleniyor; Allah sevmez! Allah, o duruma düşmemesi için o kuluna bir hata yaptırır, "Tüh be! Yine işi berbat ettik. Hay Allah, yine doğru düzgün bir şey yapamadık!"
Hiç kibirlenecek, gururlanacak hâli kalmaz, boynunu büker.
"Nasılsın? Ne haber? Seni çok iyi görüyorum kardeşim. Maşallah, güzel, ibadettesin."
"Ne ibadeti be kardeşim; perişanım, pür-günahım, pür-hatayım! Ene garîb. Ene miskîn. Ene fakîr." der insan; onu da samimi olarak söyler.
Neden?
Arada ayağı kaymıştır, bir hatası vardır da, kendisinin beş para etmediğini anlamıştır. Ama günah işlemediği zaman kendisini beş para ediyor sanırsa helak olur. Kalbinde zerre kadar gurur olan cennete girmeyeceğinden mahvolur.
Bu ibadetlerin, yaptığın hayrât u hasenâtın ne kadar kıymeti vardır?
Allah'ın hangi büyük nimetini ödemeye yeter?
Yetmez.
Onun için haddini bilecek, ibadette gururlanmayacak. İbadete gururlanmak, büyük kusur olduğundan, Allah bu kullarını günaha düşürür ki haddini bilsin. Tevazuu sevdiğinden, "Mütevazı olsun." diye günaha düşürür.
Bak, görüyor musun demek ki bir bakıma onda bile Allah'ın bir merhameti, lütfu var ki "Bir an evvel uyansın, aklını başına toplasın da cehenneme yuvarlanmasın, âhirette gazâb-ı ilâhiye uğramasın." diyedir.
Düşünürseniz her anda, her yerde, her günde Allah'ın size nice nice nimetleri olduğunu anlarsınız. "Böyle bir şuura erebilmiş bir insan, ümit ederim ki helâk olmaz." diyor, kibar bir ifade kullanıyor.
“Kâle ve suile Ebû Hafsın ani'l-ubûdiyyeh.”
"Bir keresinde de Ebû Hafs'a 'Ubûdiyet nedir?' diye soruldu."
Ubûdiyet, biliyorsunuz, mâna olarak "kulluk" demek. Abd, "kul" demek. Ubûdiyet de "Allah'a kulluk etmek" demek.
Biz Allah'ın kuluyuz, O bizim Rabbimiz. O bize Rabliğini yapıyor, lütfediyor, yaratıyor, yaşatıyor, nimetlerini veriyor; biz de O'nun kuluyuz, bizim de O'na ubûdiyet yapmamız lazım; kulluğumuzun gereği olanı yapmamız lazım.
Soruyu soran kişi; "Ubûdiyet nedir, bu hususta bize bilgi ver." diyor.
Tarif kısa. Bu zâtların bir özelliği de, az konuşmalarıdır, kısa sözle söylerler, geniş mânalar ihtiva eden güzel sözler olur.
“Terk mâ leke ve'l-tizâmü mâ ümirte bihi.”
"Ubûdiyet, kulluk; senin olan, malın olan, varlığın olan, sahip olduğun her şeyi terk etmendir."
“Ve'l-tizâmü mâ ümirte bihî.”
"Sana emredilmiş olan şeye sarılmandır."
Kulluk budur.
Senin olan şey nedir? Senin sandığın şey nedir?
Kendi fikirlerindir, kanaatlerindir, zevklerindir, hevâ-i nefsindir, arzularındır, niyetlerindir, isteklerindir, temennilerindir, hırslarındır; bunların hepsi sende vardır, sende var olan şeylerdir "Şöyle yapsam, böyle yapsam, şu olsa, bu olsa, canım şunu istiyor."
Kulluk nedir?
"Bunların hepsini terk edeceksin, emrolunduğun şeyi yapacaksın."
"Hocam, ibadetten hiç zevk alamıyorum."
Almadan yap, asıl zevk orada. Zevk olduğu zaman herkes yapar.
"Aman hocam, ibadetten çok zevk alıyorum; zikir şöyle tatlı, namaz böyle, oruç şöyle."
Güzel, bu bir imtihan. Tabi bunlardan zevk almak da iyi. Ama asıl, zevk almasan bile yapmak önemli.
Ölmekten, savaştan kim memnun olur?
Savaş zor bir şey ama Allah emrettiği zaman yapılıyor; yaptılar. Birisi samimi olarak söylemiş, diyor ki;
"Yâ Rasûlallah! Ben korkak bir insanım, bana savaşı emretme. Sana bey'at edeceğim, ver elini tutayım, sana bey'at edeyim, ama bana savaşı emretme. Samimi söylüyor. Bazı insanlar korkak olur, gölgesinden korkar; "Höt!" dese birisi, yüreği ağzına gelir. Bir de on tanecik devem var. Bunların sütlü olanlarını sağıyoruz, -çoluk çocuk, kavim, kabilemiz büyük- bunlarla ancak geçiniyoruz. Bana zekâtı emretme."
Çünkü beşten bir tanesi zekâta gidecek; on deveden iki tanesi zekâta gider.
“Bana zekâtı emretme Ya Rasûlallah, bir de bana savaşı emretme, savaş falan deme…”
"Uzat elini, bu şartlarla bey'at edeyim." diyor; içindeki arzuları samimi olarak söylüyor. Peygamber Efendimiz'le pazarlık yapıyor.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
"Zekât olmazsa, cihad olmazsa, o nasıl İslâm olacak? Zekât olmazsa, cihad olmazsa bu ne biçim Müslümanlık olur? Zekât olmazsa, cihad olmazsa böyle Müslümanlık mı olur?"
Peygamber Efendimiz bunu tekrar tekrar, esefle söylemiş.
Başını sallayarak; "Zekâtı çıkaracaksın İslâm'dan, cihadı çıkaracaksın İslâm'dan; öyle Müslümanlık mı olur? Vah zavallı vah, bu ne biçim zihniyet, böyle Müslümanlık mı olur?" diye çok söyleyince;
"Tamam, tamam yâ Rasûlallah! Her şeye razıyım, uzat elini bey'at ediyorum." dedi o şahıs.
Ama ilk başta samimi söylüyor, çünkü korkuyor, korkak ama korksa bile artık cihada gidecek.
Neden?
Rasûlullah'a itaat vazifesi var.
Demek ki kulluk neymiş?
Senin olan şeyleri; arzularını, isteklerini, düşüncelerini, fikirlerini, keyiflerini, safalarını, temennilerini bir yere bırak, Allah'ın emrettiğini yap; kulluk budur!
"Müslümanım." ne demek?
Müslüman, "kendisini Allah'a teslim eden kimse" demek.
Müslüman olmak; "Yâ Rabbi! Ben sana teslim oldum. Emret, ne istersen onu yapacağım." demektir.
Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhû ve rasûluh demek, "İslâm olmak" demek; "Yâ Rabbi! Ben kendi arzumdan, irademden, keyfimden, safamdan, düşüncelerimden, ideallerimden, hepsinden vazgeçtim. Sen ne emredersen sana tâbi olacağım, senin kulun olacağım, senin buyruğunu tutacağım." demektir.
Burada da çok güzel tarif etmiş:
Kulluk nedir?
"Kulluk; senin olan şeyleri terk etmendir, emrolunduğun şeyleri yapmandır."
Bu zamanın insanlarını şöyle yoklarsanız, hatta kendi içinizi şöyle yoklarsanız; insanın içinde bin bir tane arzusu, ideali, düşüncesi, yapmak istediği şey vardır ama onlar dine aykırıdır. Yapmaktan gocunduğu şeyler vardır ama onlar dinin emridir.
"Kâle ve kâle Ebû Hafs."
“Aynı râvi rivayet etti ki Ebû Hafs şöyle buyurdu:”
“Lâ tekun ibâdetuke li-rabbike sebeben li-en tekûne ma'bûden.”
Çok büyük söz söylemiş.
“Lâ tekün ibâdetike.”
“Senin ibadetin olmasın.”
“Li-rabbike”
“Rabbine karşı yaptığın kulluk, ibâdât, taat”
“Sebeben li-en tekûne ma'buden.”
“Tapınılan, mâbud bir insan olmana sebep olmasın.”
"Senin Rabbine karşı yaptığın ibadetin, senin tapınılan bir insan olmana sebep olmasın." diyor.
Bu, ne demektir?
Ebû Hafs-ı Haddâd hazretleri bu sözüyle hangi hakikati ifade ediyor?
Şu hakikati ifade etmek istiyor: -ve burada bu insanın ne kadar büyük olduğunu görüyoruz.-
İnsanlar mevki sahibi oldukları zaman hürmet görürler; bakandır, ağadır, paşadır, başbakandır, reis-i cumhurdur, generaldir vs. Veyahut zengin oldukları zaman hürmet görürler; memleketin eşrafındandır, zengindir, vesairedir.
Tabi bazı insanlar da bunlara aldırmaz, iyi Müslümandır, onlar da iyi insanları, duası makbul insanları ararlar. Bir beldeyi ziyaret ettikleri zaman; "Aman bu beldenin mübarek insanı kimdir, gidelim elini öpelim, hayır duasını alalım." derler; aksakallı, nûrânî, yaşlı başlı mübarek insanları ararlar, hürmet ederler, severler, elini öperler.
Haa! Böylece bir insan iyi derviş olunca, kırk yamalı hırka giyince, dağ başında bir kulübede yaşayınca, halkın arasında şöhrete kavuşunca, böylece ziyaret edilen, itibar edilen, hürmet edilen, kapısında kuyruğa girilen bir kimse olur.
"Aman duası makbuldür." diye, kadınlar küçük çocukları kucağına alır; "Efendim, bir nefes etseniz, şuna bir dua etseniz.. Şöyle bir derdimiz var, dua buyurun.." derler.
Halk, ibadetinden dolayı ona teveccüh etmeye, onu sevmeye, saymaya, onu yüceltmeye başlar.
Burada diyor ki;
"Senin Allah'a olan ibadetin, halk tarafından senin mâbud gibi bir muameleye mazhar olmana götürmesin."
Ne olacak?
İbadetini, makamını halktan saklayacak. Halktan bir şey beklemeyecek. Kendi halini saklayacak.
Saklamaya melâmet derler. Bazıları halkın levm etmesine, kınamasına sebep olan şeyleri mahsustan yapar. "Bu adam da beş para etmez bir adammış ya, buna 'evliyâ' diyorlar, bunun neresi evliyâ, bırak ya." derler.
O, onu dedirtmek için mahsustan o işi yapmıştır. Kendisini cahil gibi gösterir, anlamamış gibi gösterir.
Nedendir?
"Halkın teveccühü olmasın." diye. Çünkü insanların şöhreti, itibar görmesi büyük bir felakettir. Hem gönlü bakımından hem rahatı bakımından felakettir.
“Semi'tu Ebe’l-Haseni'bne Miksem yekûl.”
“Ben bu zatı şöyle söylerken duydum.”
“Semi'tu Murte’şe yekûl.” î
“O da, Murte’ş’in şöyle söylediğini duymuş:”
“Semi'tu Eba Hafsın yekûl.”
Bu terceme-i halini anlattığımız Ebû Hafs el-Haddâd en-Nîsâburî isimli şahıs şöyle diyormuş:
“İnnî lâ ebdeı’l-huluk li-ennî uhıssu min nefsî sur’ate’l-ğadab ve in lem uzhirhu. Ve la ettehız seha’ li-ennî lestu âmmenu min nefsi en tulâhıza fi’lehû ev tettehıze ileyhi ev tezkura adâehû vegten meah.”
“İnnî”
“Hiç şüphe yok ki ben”
“Lâ ebdeı’l-huluk”
“Güzel huylu olduğumu ileri süremem, iddia edemem, böyle bir şeyi kendime uygun görmüyorum, kabul etmiyorum.”
“Li-ennî uhıssu min nefsî sur’ate’l-ğadab”
“Çünkü bakıyorum kendime, çabuk hiddetleniyorum. Madem çabuk hiddetleniyorum, güzel huylu sayılmam.”
“Ve in lem uzhirhu”
“Her ne kadar bu kızgınlığımı, gazabımı dışarı vurmuyorsam da izhar etmiyorsam da kızıyorum ya, demek ki güzel huylu değilim.”
“Ve la ettehız seha’”
“Cömert olduğumu da iddia edemem, ileri süremem, söyleyemem. Onu da kabul edemem.”
“Li-ennî lestu âmmenu min nefsi en tulâhıza fi’lehû ev tettehıze ileyhi ev tezkura adâehu vegten meah”
“Çünkü bir cömertlik yaptığım zaman nefsimin, bu cömertliği görmesinden veya ona teveccüh etmesinden yahut da bir zaman gelip de yaptığım cömertliği, ikramı hatırlamasından emin değilim.”
Şimdi muhterem kardeşlerim!
Arapçasını okuduk, tercümesini de kısaca yaptık. Güzel huyluluk, huluk-u hasen sahibi olmak çok kıymetli bir şey.
Allah u Teâlâ Hazretleri, İbrahim (a.s)’a buyurmuş ki:
“Yâ İbrahim! Ahlakını güzel eyle. Çünkü sen, ahlâkını güzel edersen, güzel ahlâklı bir kimse olabilirsen benim de sana olan ikramlarım fevkalâde büyük olur. Seni hazîre-i kudsüme dâhil ederim.”
Yani dergâh-ı izzetinin en şerefli yerine yerleştiriyor.
‘Seni civarıma alırım, seni kendime yakın kul yaparım’ diye daha başka şeyleri de saymış.
Güzel huylu olduğu takdirde vereceği makâmâtı ve ikrâmâtı saymış.
Güzel huylu olmak çok önemli. Güzel huylu olmak için hepimizin azim ve gayret içerisinde olması lazım. Çünkü insanların ekseriyetinin cennete girme sebebi güzel huyudur. Eğer bir insan, ibadet ehli ama kötü huyluysa, huyu güzel değilse o kötü huyundan dolayı fevkalâde kayıpları olduğundan cehenneme bile düşebilir. Çünkü Peygamber Efendimiz buyuruyor ki:
“Müflis kimdir biliyor musunuz?”
“Biliyoruz yâ Rasûlallah! Sermayesini kaybeden, dükkânında malı kalmayan, borca batan insandır.”
“Hayır! Tamam, dünyada bu böyle ama benim kastettiğim o değil. Asıl müflis o kimsedir ki, âhiret gününde, mahkeme-i kübrâda, amellerin tartıldığı mizânın başına dağlar gibi sevaplarla geldiği halde muhakemesi bittiği zaman dağlar gibi günahlarla baş başa kalır.”
Hâlbuki mizânın başına dağlar gibi sevapla gelmişti.
Neden?
Evet, namaz niyaz kıldı, hacca gitti, zekât verdi filan ama hayat sadece bunlardan ibaret değil. Müslümanın, hayatının her safhasında, herkesle iyi olması lazım. Karısıyla, ailesiyle, –kadınsa kocasıyla- komşusuyla iyi olması lazım. Ticaretinde, muamelesinde dürüst olması lazım. Arkadaşlarına iyilik yapması lazım. Kimseyi gıybet etmemesi, kimsenin aleyhinde konuşmaması, kimseye zararının dokunmaması lazım ve saire. Yani bunlar yapılmadığı zaman, bunların her birinden kötü puan alınıyor, bu kötü puanlar da birikiyor. Evet, ibadetler yaptığı zaman iyi puan, sevap alınıyor ama ötekilerden de kötü puan alınıyor. Binaen aleyh, iyi huylu olmak önemli fakat kolay değil. İnsanın kendi kendisiyle bayağı bir mücadele vermesi, savaşması, kendi kendisini yenmesi lazım.
Şimdi bakın bu mübarek zât ne diyor:
“Ben kendimi güzel huylu sayamıyorum.”
Güzel huylu saymayı istiyor ama kendisini ölçüyor ki ‘Ben galiba güzel huylu değilim.’ diye karara varıyor.
Neden o karara varıyormuş?
Çünkü kendisinde çabucak sinirlenme görüyormuş.
“Her ne kadar dışarıya vurmuyorsam da ben bunu hissediyorsam demek ki güzel huylu değilim.” diyor.
Mübareğin derecesine bak!
“Yani ne güzel dışarıya vurmuyorsun işte. İçinde ne fırtına geçerse geçsin sen dışarıya vurmuyorsun. Kızıp da gidip ötekisine vurmuyorsun, yumruk atmıyorsun, canını yakmıyorsun. Dışarıya vurmuyorsun. İçinde tutabiliyorsun.”
Hayır! İstiyor ki, huyu o kadar güzel olsun ki kızmasın bile.
Kızgınlığını dışarıya vurmuyor ama ‘Mademki kızıyorum o zaman güzel huylu değilim’ diyor.
Yani mübareklerin kendilerini kontrollerindeki azimlerine ve güzel huyluluğu nasıl anladıklarına bakın.
Hacda bir arkadaş anlattı:
“Benim babam –Allah rahmet eylesin- bir şeyhe bağlıydı. O şeyh bir gün ihvanıyla oturuyordu. Otururken bir adam, bir kâğıt getirmiş, şeyh efendi kâğıda bakmış, ‘Bu iş olmaz.’ demiş. Adam da ‘Mutlaka olacak.’ demiş. Şeyh efendiye karşı böyle söyleyince de ihvan şöyle bir toparlanmışlar; ‘Bu adamı dövelim, atalım..’ falan diye gözünün içine bakmışlar. Yani şeyh efendi bir işaret etse onu dışarıya çıkaracaklar, terbiyesini verecekler.”
Şeyh efendi öyle yapmamış. Başını aşağıya eğmiş, bir müddet öyle durduktan sonra başını kaldırmış, demiş ki:
“Gazaplanan, sinirlenen kaybetti; sinirlenmeyen kazandı.”
Bu kadar! Birisi kendisine karşı çıkıyor, sert, kendisine layık olmayan bir muamele yapıyor ama onun davranışına bak. Gayet sakin, parlamıyor. Hâlbuki kavgalar ekseriyetle ufacık yan bakmadan, göz atmadan, ufacık omuz vurmadan, ufacık şeylerden çıkıyor. Yani sinirlenmeyecek hale gelmeli.
Sinirleniyor ama dışarıya izhar etmiyor, onu bile kâfi görmüyor. Sinirlenmeyen hale gelecek. Mademki gazap kötü bir şey, o halde kızmayan bir insan olacak. Yani lokum gibi olmak istiyor.
“Cömerdim de diyemem, çünkü cömertlik yaptığım zaman kendimden emin değilim. Cömertlik yaptığım zaman seviniyorum, cömertliğimi beğeniyorum, hatırımdan atamıyorum. Böyle cömertlik mi olur.” diyor.
Verecek, unutacak. İyilik yaptığını düşünmeyecek. Mademki hatırlıyor, kendisinden emin değil. Hatırlarım diye düşünüyor.
Biz ‘Bir ara şu adama bir iyilik yapmıştım.’ diye başa bile kakarız değil mi?
‘Utanmıyor musun?! Ben şu zamanda sana şöyle iyilik yapmıştım.’
Bak bu ‘Belki bir zaman gelir de nefsim yaptığı iyiliği hatırlar, bundan emin değilim.’ diye kendisini iyi huylu saymıyor.
Demek ki bu insanlar muhakkik, gerçek evliya. Bunlar büyük zâtlar.
Neden?
Bak! Kendisini nasıl kontrol altına alıyor, huylarını nasıl takip ediyor ve kendisini nasıl kifayetli görmüyor?
Kızıyor, kızgınlığını dışa vurmuyor kendisini kâfi görmüyor.
İnsanlara veriyor, verdiğini unutamadığı, hatırından çıkartamadığı, nefsi vermekten hoşlandığı için o zaman ben sayılmam diyor.
Büyüklüğe bakın.
Allah u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âlâ’da Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'im eylesin.