Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle Mansûru'bnü Ammâr.
17. terceme-i hâl; Horasan erenlerinden Mansur b. Ammar, Ebü's-Serî'in hayatını okuyoruz. Merv ehlinden bir zât-ı muhterem idi.
Mansur b. Ammar dedi ki;
Sürûrüke bi'l-ma'sıyeti izâ zafirte bihâ, şerrün min mübâşeretike'l-ma'siyete. "Günaha elin yetip işlediğin, güç yetirebildiğin zaman, o işlediğin günahla zevklenmen, neşelenmen, günahı işlemenden daha kötü bir durumdur."
Yani utan bari, ağla! Hem günah işliyorsun, Allah'ın sevmediği bir şey yapıyorsun hem de keyfin yerinde; o daha fena!
İnsan, Allah'ın sevmediği bir durumu işlemişse hiç olmazsa; "Ben bunu niye yaptım? Nasıl yaptım? Hay Allah, yine nefsime yenildim, şeytana kandım!" diye ağlaması, üzülmesi lazım. Hem günah işliyor hem de günahtan dolayı bir de seviniyorsa bu sevinmesi, günahtan zevk alması, günahı işlemekten de daha fena bir şeydir.
Zaten insanlar günahlara niçin dalıyor, niçin heves ediyor?
Günahı işleyenler ondan utanmıyorlar, sevinç duyuyorlar. Günahın işlendiğini görenler de onları tenkit etmiyorlar, müdahale etmiyorlar, emr-i maruf nehy-i münker vazifelerini yapmıyorlar; günah tabiileşiyor, olağanlaşıyor. Yani olağan bir şey; "Ne yapalım, herkes yapıyor!" gibi.
Bu daha fena, bu çok kötü bir şey!
Günahın karşısındaki nefretimiz, günaha olan düşmanlığımız hiçbir zaman zayıflamamalı. Çünkü bu, Allah'a isyan.
Günah ne demek?
Allah'a âsi gelmek. O konuda gevşeklik, müsamaha, hoşgörü çok büyük bir kusurdur. Hiçbir zaman öyle bir durum içine düşmemeliyiz. Günaha karşı tavrımız tam olmalı.
Bir yerde bir günahın işlendiğini gördük mü, keyfimiz kaçmalı. O günahı işletmemenin çaresine bakmalıyız. "Ben bunu engelleyebilecek salahiyette miyim? O konuda hakkım, gücüm kuvvetim var mı?" demeliyiz. Gücümüz yetiyorsa onu engellemeye çalışmalıyız. Eğer onu doğrudan doğruya yaptırmamaya imkanımız, mevkiimiz, makamımız müsait değilse o zaman hiç olmazsa söylemeliyiz. Dille söylemek; "Bakın bu doğru değildir, yapılmasın." Elle engellemek, fiilen. O olmayınca, dille engellemek, söyleyerek.
Üçüncüsü de olamamışsa o zaman ne yapmak lazım?
Allah'a sığınmak lazım. "Yâ Rabbi! Ben bu işten memnun değilim. Bu adamların yaptıklarını sevmiyorum. Bunların uğrayacağı beladan, cezadan sana sığınırım. Ben bunu engelleyemedim. Söz söyleyecek hâlim de yok; bunlar laf dinleyecek insanlar da değil. Sen beni affet, bunları cezalandırırken beni de cezalandırma, beni ayır!" diye hiç olmazsa içinden buğz edip böyle söylemesi lazım. Çünkü bir kavim günahı işlerse ceza umumî gelir. Kavmin başına "güm!" diye bela gelir, hepsi birden telef olur, mahvolurlar! Âhirette ayrılır.
Râviler diyorlar ki -doğru veya yanlış-;
"Allah Lût kavmini helak ettiği zaman, yetmiş bin kişi o gece teheccüde kalkmış durumda ibadet ediyordu."
Ama kavim lûtîlikten-homoseksüellikten, günahlarından, kusurlarından dolayı cezayı hak edince, ceza "pat!" diye umumî geliyor. Tabi iyisi de kötüsü de yanıyor, mahvoluyor. Ondan sonra âhirette iyiler "Siz iyiydiniz." diye cehenneme atılmayacak, ayrılacak. Ama dünyada bela, umumî geliyor.
Onun için, "Yâ Rabbi! Ben bunlara katılmıyorum; beni bunlarla cezalandırma!" diyerek ona da dikkat etmek lazım. Günahkârların yanında, yakınında da durmamak lazım. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, eski kavimlerin azap gördüğü vadilerden geçerken sahabesine; "Aman burada duraklamayın, buradan hızlı geçin!" derdi.
Günaha sevinmek olmaz. "Bir içki içtim de, Emirgan'da bir sefa sürdük de, sandala bindik de, çengi oynattık da, zurna çaldık da, aman ne tatlı gün geçti!"
Utan be! Hem günah işlemişsin hem de günahından bir de zevkleniyorsun, seviniyorsun. Günahı işlemekten daha beter bir duygu bu! "Yine şeytana uyduk." diye, günahına ağla hiç olmazsa.. İşte böyle diyor.
"Günahı işleyebildiğin zaman ondan bir de memnunluk duyuyorsan bu, senin günahı işlemenden daha kötü bir beladır, daha fenadır!" diyor, Mansûr-u Ammar hazretleri.
Biz günah işlemeyeceğiz. Günah işlediğimiz zaman nedamet duyacağız, ağlayacağız. Günahı işletmeyeceğiz. Başkası tarafından günahın işlenmesine müsamaha etmeyeceğiz. Elimizle durdurabilirsek durduracağız. Dilimizle söyleyebilirsek söyleyeceğiz. Onu da yapamıyorsak; "Aman yâ Rabbi! Cezayı bana da teşmil etme, beni de bunların yüzünden kahretme, helak etme!" diye, Allah'a sığınacağız.
Ve kâle Mansûrun. "Aynı râvilerin rivayet ettiğine göre Mansur dedi ki."
Men cezia min mesâibi'd-dünyâ, tehavvelet musîbetühû fî dînihî. "Bir insan dünya musibetlerinden dolayı tahammülsüzlük gösterir, feryad u figan ederse, ceza' ve feza' gösterirse o zaman musibeti, dünyevî bir musibet olmaktan çıkar; âhirete, dinine de zarar veren bir musibet hâline dönüşür."
Biz kullar olarak nasıl olmalıyız?
İyi bir kul, iyi bir müslüman olmak istiyorsak nasıl olmalıyız?
Dünyevî konulardaki imtihanlardan, musibetlerden tahammülsüzlük göstermemeliyiz.
Bir tanesini gördüm. Yakınlarından birisi ölmüş. Haseki Hastanesi'nin kapısından çıktık. Kadın yerlere yatıyor, yakasını yırtıyor. Mahrem, örtünmesi gereken yerlerinin göründüğüne aldırmıyor.
"Ne olmuş bu kadına?"
"Yakını ölmüş."
Dünyada yakını ölen insan ilk sen misin? Başka hiç yakını ölen insan yok mu? Ne oluyorsun? Kim öldürdü?
Yaşatan da Allah, öldüren de Allah! Ne yapalım, herkes ölecek. Sen de öleceksin. Herkes ölecek.
Binâenaleyh, bu kadar feryad u figan, yaka paça yırtmak, tahammülsüzlük, edepsizlik, Allah'ın kaza ve kaderine hazımsızlık doğru değil.
Ne olur?
O konuda hazımsızlık gösterir, feryad u figan ederse o zaman o dünyevî -sırf dünyalığa ait olan- fitne, âhiretine döner, dinine ait bir fitne haline gelir; oradan zarara uğrar, günaha girmeye başlar.
Sabırlı olacağız. Bu dünya hayatında insanın, müslümanın başına sıkıntı, üzüntü, hastalık, ölüm gelebilir, malına telef gelebilir.
"Ben Allah'ın ibadetini yapıp duruyorum; beş vakit namazımı kılarım, hiç ihmal etmem, tesbihlerimi çekerim, orucumu tutarım."
Tamam kardeşim, Allah kabul etsin. İyi, tamam, yapıyorsun, maşaallah, tabi yapacaksın. Ama dinimizde; "Bunları yaptığın için bunlar gelmeyecek." diye bir kaide yok. Gelir. Dünya hayatının imtihanlarıdır.
Ne yapacaksın?
İmtihanın karşısında güzel bir durumda bulunacaksın, sabredeceksin. Hiçbirimiz belayı istemeyiz, üzücü bir olayı istemeyiz. Ama üzücü bir olay gelirse iyi bir müslüman ne yapar?
Sabreder. Edebini bozmaz, muhafaza eder. Allah'a âsîleşmez, dikleşmez, sesini yükseltmez, olmadık tavırlar sergilemez. O ölüye ağlayıcılar gibi yüz yırtmak, yaka paça yırtmak, böyle şeyler doğru olmaz.
Ve kâle Mansûrun: Men işteğale bi-zikri'n-nâsi, inkataa an zikri'llâhi teâlâ. "İnsanların zikriyle meşgul olmaya başlayan kimseden, Allahu Teâlâ hazretlerini zikretmek kesilir."
Zikir; Allah'ın emri ve çok kıymetli bir ibadettir. Zikrullah, Allah'ı zikretmek; cihattan daha kıymetli bir ibadettir. Tabi dereceleri vardır. Ama zikrullah çok kıymetli bir ibadettir.
Namaz, oruç, hac, zekât bir ibadettir; bitti. Hayır! Zikrullah var ki çok kıymetli, fevkalade sevabı yüksek olan bir ibadettir.
Fakat insanoğlu Allah'ın zikrini bırakır da, insanların zikrini etmeye başlarsa; "Allah Allah" diyecek yerde, Allah'tan bekleyecek yerde; "filanca mevki sahibi, falanca makam sahibi, filanca ağa, filanca zengin, filanca patron" demeye başlarsa, ondan ummaya başlarsa, onu zihnine yerleştirirse o zaman; inkataa an zikri'llâhi teâlâ, "O kıymetli ibadet kendisinden çekilir gider; zikir yapma imkanı kalmaz. Allah'ın zikrinden kopar, kesilir."
Doğru değildir. İnsan, gönlünü Allah'a bağlamalıdır, Allah'ın zikriyle meşgul olmalıdır. Kullar da kendisi gibi, Allah'ın âciz nâçiz mahluklarıdır. Onlardan bir şey ummaya, onları zikretmeye, onların peşine takılmaya, onlara yağcılık yapmaya lüzum yoktur. Allah'tan istemelidir, Allah'tan beklemelidir. Derdini, arzusunu Allah'a açmalıdır.
Ve kâle Mansûrun, li-racülin asâ ba'de tevbetihî: Mâ erâke reca'te an tarîki'l-âhireti illâ mine'l-vahşe, li-kılleti sâlikîhâ.
Mansur-u Ammar'ın zamanında birisi tevbe etmiş, güzel bir yola girmiş, iyi bir müslüman olmuş. Sonra tekrar isyan yoluna dönmüş. Önce bir iyi adam olmuş, sonra tekrar Allah'a âsi olmuş, tevbesini bozmuş, yanlış yola düşmüş.
Mansur-u Ammar ona;
"Sen âhiret ve sevap yolundan, tekrar dünya ve günah yoluna, ancak orada kendini çok yalnız hissettiğin için dönmüşsündür. Başka sebepten dönmemişsindir de, orada yalnızlıktan canın sıkılmıştır." Li-kılleti sâlikîhâ. "O âhiret yoluna giren insanların azlığından, yalnızlıktan canın sıkıldı da, herhalde bu günah yoluna ondan geri döndün." demiş.
Kur'ân-ı Kerîm'de Allahu Teâlâ hazretleri, Peygamberimiz'e;
Ve mâ ekserü'n-nâsi velev hareste bi-mü'minîn. "Ne kadar çırpınsan, arzulasan, hararetle yanıp yakılsan da ey Resûlüm, insanların çoğunluğu inanacak değillerdir." buyurmuş.
"Ekseriyet nefsine, şeytana mağluptur; dünyanın hırslarına batmıştır. Öyle herkesin istediğin iyi insan durumuna gelmesi, pek olacak bir şey değildir. İnsanların çoğunluğu, sen ne kadar istesen bu yola gelmezler." diyor.
Gerçekten de, istatistik yapılsa, nispet edilse; insanların büyük çoğunluğu şeytanın esiridir, gafildir, dünyanın zevklerine batmıştır, onları hedef almıştır. Ekseriyetin mantığı materyalist mantıktır, dünya ehli mantığıdır. Gerçekleri gören, Allah'ın yoluna giren, o yolda yürüyen insanlar azınlıktadır. Yani dindarlar, dinsizlerin yanında azınlıktadır. Hele hele dindarların da hakiki olanları, gerçek Allah ehli olan, ehlullah olan kıymetli insanlar, onlar daha da azdır. Taklitçiler çoktur da, gerçekten hakiki olanları azdır.
Mansur-u Ammar hazretleri; o tevbesini bozan kimseye böyle söylemiş:
"Baktın ki kimsecikler yok, tenhalık var, canın sıkıldı; ondan bu dünya keyfi, zevki, günahı yoluna düştün yine, değil mi?" demiş.
Bu, insanoğlunun tabiatıdır. Beraberce, toplu halde, grup halinde olunca bir şeyi rahatlıkla yapar. Tek başına hak yolda sebat etmek, yapayalnız kalsa bile haktan ayrılmamak, onu işlemek; yüksek şahsiyetlerin işidir. "Koca bir grubun karşısında tek başına durabiliyorsa çok kahraman insan" demek.
Hz. İbrahim aleyhisselam, düşünün; bir site devletinin içinden çıkıyor, onun dinine, yöneticilerine, halkına, hepsine karşı direniyor:
"Yaptığınız yanlıştır! Ellerinizle yaptığınız putlara tapmamanız lazım! Bunların hepsini yaratan Allah'a ibadet etmeniz lazım!" diyor, mücadele veriyor.
Musa aleyhisselam'ı düşünün. Kolay değildir. Koca Firavun, kocaman devlet, ordular; o tek başına, yanında Harun aleyhisselam ile onun karşısına çıkıyor:
"Senin bu fikirlerin yanlıştır! Sen halkı kendine taptırıyorsun, kendini ilah ilan etmişsin, yanlıştır; bundan dönmen lazımdır." diye mücadele verebiliyor. Zordur.
Bizim bu zamanımızdaki kızlar, Allah razı olsun, hayran kalıyorum, erkeklerden daha cesur. O başörtüsünü savunmak için başının örtüsüyle tahsilini yapmak için çok büyük meşakkatlere katlanıyorlar. O erkek kardeşleri, arkadaşları, anası babası bile yardımcı olmuyor. Ama o; "Başımı açmayacağım. Allah'ın emrini çiğnemeyeceğim. Allah'ın yolunda da yürüyeceğim; tahsil bakımından ötekilerden de geri kalmayacağım, dünyevî bakımdan da iyi bir şey yapacağım." diye mücadele veriyor.
Büyük bir şey. Ruh kuvveti ister bu, moral gücü ister. Herkes böyle yapamaz. Baktı fazla bir tazyik gördü, geri çekiliverir; "Tamam." der, "Olmuyor." der, "Yapamıyorum." der, "Tahammül edemeyeceğim, dayanamıyorum." der.
Çok büyük kahramanlık!
Tabi onları da desteklemek lazım.
Tek başına bile kalsa mü'minin işi nedir?
Hakkı tutmaktır, hakkı savunmaktır, hakkı söylemektir.
Öteki mü'minlerin işi nedir?
Hakkı savunan insanın yanında yer almaktır.
Bir kişi müslüman olduğu halde kabre konulmuş. Kabre konulur konulmaz azap melekleri başına gelmişler ve başına öyle bir tokmak indirmişler ki o kabrin içi ateş, duman dolmuş. Feryat ediyormuş, diyormuş ki;
"Ben müslümanım, beni niye azaplandırıyorsunuz? Ben mü'minim!"
"Evet, sen mü'mindin ama bir gün bir yerden geçiyordun, zalimler bir mazluma eziyet ediyorlardı, sen mazlumun yardımına koşmadın. Bu ceza ondan!"
Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfte böyle buyurmuş. Müslümanın şiarı; mazlumun yanında yer almaktır, haktan yana olmaktır, haklıdan yana olmaktır, mağdur edeni, gadredeni, zulmedeni durdurmaya çalışmaktır. Dünyanın neresinde olursa olsun. Bosna'da, Hersek'te, Azerbaycan'da, Ermenistan'da, Gürcistan'da, neresi olursa olsun; haklıdan yana yer alacak, onun tarafını tutacak, haksızın karşısına çıkacak.
Yâsîn suresi ikinci sayfada ne anlatılıyor?
Ve câe min aksa'l-medîneti racülün yes'â. "Koşarak geldi"
Kâle yâ kavmi't-tebiu'l-mürselîn. "'Ey kavmim! Bu insanlar Allah'ın peygamberleridir, mübarek insanlardır, böyle yapmayın, buna uyun.' dedi."
Bu önemli. Tek başına bile olsa kavmin karşısına bile çıkacak olsa kavmi onları tepelemeye, öldürmeye niyetlenmişler; "Tehlike var, ben kenarda pusayım." demiyor. Onların yanına gidiyor, diyor ki; "Ey kavmim! Bunlar haklı, yanlış iş yapıyorsunuz." diyor. Bunu demek lazım. Müslüman ahlâkı budur. Bu, çok önemli bir noktadır, hatırınızda olsun.
Ve kâle Mansûrun li-racülin. "Yine Mansur-u Ammar bir adama dedi ki."
Ütrük nehmete'd-dünyâ, testerih mine'l-gammi; va'hfaz lisâneke, testerih mine'l-ma'zireti. "Dünyaya sarılmaktan vazgeç, dünyaya yapışmayı terket; üzüntüden kurtulursun, istirahat edersin, rahata erersin, 'Oh be, ohh, çok şükür!' dersin."
İnsan dünyalığa sarıldı mı, onları elde etmeye çalıştı mı, ona yapıştı mı, -tabi onu elde etmek için bir mücadele, bir sıkıntı vesaire- o, insanı çeşitli sıkıntılara uğratır. Bu bir.
Va'hfaz lisâneke. "Diline sahip ol, dilini tut, dilini muhafaza et." Testerih mine'l-ma'zireti. "Özür dilemek zorunda kalmazsın, kurtulursun."
"Dünyalık hırsını terket, üzüntüden kurtulursun; diline sahip ol, özür dileme durumuna düşmekten kurtulursun." diyor.
Bu ikisi de önemli birer nasihattir.
Bizim bütün telaşımız ne olacak?
Âhiret olacak. Bütün isteğimiz, âhireti kazanmak olacak. Bütün gayemiz, Allah'ın rızasına ermek olacak. Bu oldu mu evet, orada sıkıntı, meşakkat, terlemek, hapis, ölüm, şehadet, harp, darp vardır ama huzur vardır. İnsan huzur içinde olur. Bir vazifemiz o; telaşımızın âhiret olması.
İkincisi de, sözümüze dikkat etmemiz lazım. Çünkü insanlar günaha ekseriyetle dilleri yüzünden girerler. Dilleriyle çok günah kazanırlar. Yalan var, yalancı şahitlik var, küfür var, mâlâyâni sözler var, gıybet var, dedikodu var. Lisanın belaları, günahları, âfetleri yirmi otuz tane peş peşe sıralanabilir. Diline sahip olmak da dervişin önemli bir işidir.
İslâm'da sükut ibadettir. Boş yere konuşup günaha gireceğine sükut et de hiç olmazsa ibadet sevabı kazan.
Ve kâle Mansûrun.
Yine Mansur-u Ammar'ın bir sözü, dedi ki;
Kulûbü'l-ibâdi küllühâ rûhâniyetün fe-izâ dehalehe'ş-şekkü ve'l-habesü, imtenea minhâ rûhuhâ. "Kulların hepsinin gönülleri ruhânîdir, ruh sahibidir. Hepsinin gönlünün bir canı vardır, ruhu vardır." Feizâ dehalehe'ş-şekkü. "Ama gönlün içine şüphe girerse." Ve'l-habesü. "Pislik girerse."
Pislik nedir?
Gönlün içine giren pislik; kötü duygular, kötü niyetler, kötü huylar, kötü hayaller, kötü düşüncelerdir Eğer gönle böyle şüphe ve kötü şeyler girerse.
İmtenea minhâ rûhuhâ. "Canı oraya gelmekten imtina eder."
Oraya gelmez. "Kalp ölür." demek.
"Her kalbin canı vardır ama içine pislik ve şek girerse kalp ölür, ruh oraya gelmez, orayı canlandırmaz. Kalbi ölür."
Demek ki kalbimizi, gönlümüzü koruyacağız; içine şek girmesin, yakîn olsun, sağlam iman olsun, pislik girmesin, duygularımız sâfî olsun, niyetlerimiz hâlis olsun, hayallerimiz güzel olsun, emellerimiz, isteklerimiz Allah'ın rızasına uygun olsun, içimiz pırıl pırıl olsun. O zaman insanın kalbi, gönlü canlanır. Aksi takdirde kalbi ölür, katılaşır, taşlaşır, daha beter olur. O zaman insan, insanlıktan çıkar.
Ve kâle Mansûrun: İnne'l-hikmete tantıku fî kulûbi'l-ârifîne bi-lisâni't-tasdîk ve fî kulûbi'z-zâhidîne bi-lisâni't-tafdîl ve fî kulûbi'l-ubbâdi bi-lisâni't-tevfîk ve fî kulûbi'l-mürîdîne bi-lisâni't-tefekkür ve fî kulûbi'l-ulemâi bi-lisâni't-tezekkür.
İnne'l-hikmete. "Hiç şüphe yok ki hikmet." Tantıku. "Konuşur." Fî kulûbi'l-ârifîne. "Âriflerin gönüllerinde." Bi-lisâni't-tasdîk. "Tasdik diliyle."
Bu sözün mânası şu:
Ârifler, Allahu Teâlâ hazretlerini tasdik duygusu içindedirler. Âriflerin bütün sözlerinden çıkan mâna, onların duygularının özeti, hülasası tasdiktir.
Ârif ne demek?
"Allah'ı bilen, marifetullaha ermiş kimseler." Onlar her şeyi tasdik gözüyle görürler. Bir âyet okunursa, sadakallâhu'l-azîm derler, "Tamam, Allah doğru buyurmuş."
Bir hadîs-i şerîf okunmuşsa; sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl derler. "Resûlullah söylediği bu konuda ne güzel buyurmuş."
Tasdik ederler.
Tasdikin en güzel misalini kim vermişti?
Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz vermişti. "Sıddîk" lakabını da ondan almıştı.
Ebû Bekir Efendimiz Peygamber Efendimiz'i nasıl tasdik etmişti?
Peygamber Efendimiz Miraç'a çıktı. Miraç'tan döndükten sonra müşriklere Miraç olayını haber verdi;
"Allah beni Miraç'a çıkardı." dedi. Onlar artık "Fırsat bulduk." diye, "Tamam." dediler, koşuştular, her tarafa haber verdiler.
" Güya yedi kat gökleri geçmiş, güya Allah'ın huzuruna varmış." filan diye inkar ettiler ve işi her tarafa yaymaya başladılar. Gördünüz mü sizin peşine gittiğiniz Muhammed neler söylüyor?
Ebû Bekir Efendimiz'e geldiler, dediler ki;
"Buyur, gördün mü arkadaşının söylediğini. Bu sefer de ne söyledi?"
"Ne söyledi?" dedi.
"Bak, güya yedi kat gökleri geçmiş, buradan, Mekke'den kalkmış, Kudüs'e gitmiş, Kudüs'ten de yedi kat göklere çıkmış -Rabbü'l-izzeti âşikare gördü- Allahu Teâlâ hazretlerinin huzuruna varmış, görüşmüş." deyince;
"Ne var bunda? O öyle söyledi mi?"
"Söyledi."
"Söylediyse doğrudur, yapmıştır. Daha biz ondan gözümüzle ne mucizeler gördük! Hepsi olabilir; ne var bunda?" demiş.
Gönlünde hiç inkar, hiçbir tereddüt olmadan tasdik etmiş. İnanıyor. Öyle sağlam ki öyle ârif ki mârifetullah kalbine öyle yerleşmiş ki şek yok, tereddüt yok.
Çok yüksek bir makam bu. Tasdik makamı çok yüksek bir makam. Âyette, hadiste, Allah'ın emrinde tereddüdü yok; şeriatin ahkâmında bir itirazı yok. Bu çok güzel. Hepimizin böyle olması lazım.
Ama birçok kimse böyle olmuyor. Münafıklar da onların yanına geliyorlar veya kâfirler, müşrikler; çeşitli fikirler, tenkitler söylüyorlar. O da; "Acaba öyle mi hocam, böyle mi hocam?" diye soruyor.
Ne var, elbette öyle! Tasdik edemiyor.
Âriflerin işi tasdiktir. Sözü de tasdiktir. Onların sözlerinde, yaptığı işlerde buram buram tasdik kokar; bir.
İkincisi:
Ve fî kulûbi'z-zâhidîne bi-lisâni't-tafdîl. "Hikmet; zahidlerin gönüllerinde de tafdil diliyle konuşur."
Ne demek?
Onların konuşması tafdil duygusu esasına dayanır.
Tafdil ne demek?
"Üstün tutmak" demek.
Bir şeyi, bir şeyden daha üstün tutmak.
Zahidler neyi üstün tutuyorlar?
Âhireti üstün tutuyorlar.
Neye üstün tutuyorlar?
Dünyaya üstün tutuyorlar.
"Dünya neymiş, mühim olan âhirettir." diyorlar, âhireti tercih ediyorlar.
Tercih ve tafdil ana duyguları olduğu için onların konuşmalarında hep bu hava sezilir. Âriflerde hep tasdik, bunlarda hep tafdil ve tercih.
Ve fî kulûbi'l-ubbâdi bi-lisâni't-tevfîk. Ubbad, "abidler, ibadet eden insanlar" demek. "Abidlerin dilinde de tevfîk, lisan-ı zâhir olur, o tarzda konuşurlar."
Onlar da; "Allah'ın rızasına uygun olan emirleri tutmak lazım." tarzında, Allah'ın emirlerine kendilerinin hareketlerinin uygunluğu havası içinde sözler söylerler.
Ve fî kulûbi'l-müridîne bi-lisâni't-tefekkür. "Hikmet; mâneviyatı arzu eden müridlerin gönüllerinde de, tefekkür lisanı ile konuşur."
Onların edası da tefekkür. Çünkü onlar onu arzu ediyorlar. Onun için sözleri hep tefekkür konuludur.
Ve fî kulûbi'l-ulemâi. "Alimlerin gönüllerinde de -hikmet.-" Bi-lisâni't-tezekkür. "Tezekkür lisanıyla hatırlama, anma, gerçeği hatırlama, göz önünde bulundurma dili ile konuşur."
Onların ana vasfı da tezekkürdür, hatırlamadır.
Aslında Mansur-u Ammar hazretleri burada bir sıralama yapıyor:
"En üstün kimseler ârifler, onun arkasına gelen ikinci tabaka zahidler, onun aşağısında gelen üçüncü tabaka âbidler, onun aşağısında gelen dördüncü tabaka müridler, onun altında olan beşinci tabaka ulemâ."
Ulemânın işi, zikir. Müridlerin işi, fikir. Abidlerin işi, uygunluk, tevfîk, Allah'ın emirlerine itaat. Zahidlerin işi, âhireti tercih. Âriflerin işi de tasdik, şeksiz bağlanmak.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.