Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ve kâle Mansûrun. "Yine Mansur-u Ammar bir başka sözünde buyurdu ki."
en-Nâsü racülâni: Müftekirrun ile'llâhi fe-hüve fî a'le'd-derecâti alâ lisâni'ş-şerîati ve'l-âharu lâ yere'l-iftikâre limâ alime min ferâgı'llâhi mine'l-halki ve'r-rızki ve'l-eceli ve's-seâdeti fe-hüve fi'f-tikârihi ileyhi ve's-tiğnâihi bih.
"İnsanlar iki gruptur." diyor Mansur hazretleri.
"İnsanlar iki türlüdür."
Kaliteli insanları sayıyor; ötekileri bahis konusu bile etmiyor.
Birisi; müftekirrun ila'llâh. "Allah'a muhtaçlığının idrakinde olan insanlar."
Hepimiz neyiz?
el-Müftekirru ila'llâh. Hepimiz Allah'a bağlı, O'nun lütfuna, ihsanına muhtaç insanlarız. Bunu idrak etmiş insanlar. Birisi bu.
Fe-hüve fî a'le'd-derecâti alâ lisâni'ş-şerîati. "Şeriatın diliyle bu, en yüksek derecededir."
Çünkü her şeyin, her nimetin Allah'tan geldiğini biliyor da, kendisinin O'nun rahmetine muhtaç bir kul olduğunun idraki içinde. Kendi aczini biliyor, her şeyin Allah'tan geldiğini biliyor. Güzel. Bu, şeriat lisanına göre en yüksek derecededir.
Ve'l-âharu. "Ama bir de öteki insan vardır ki." Lâ yere'l-iftikâr. "Muhtaçlık görmüyor, hissetmiyor."
Neden?
Limâ alime. "Şu konuyu bildiğinden dolayı." Min ferâğı'llâhi mine'l-halki ve'r-rızki ve'l-eceli ve's-seâdeti. "Allahu Teâlâ hazretleri -yaratma konusunda- yaratacağını yaratmış, rızkı tayin etmiş, insanların ecellerini tayin etmiş. Saîd mi şakî mi olacak, belli. Allahu Teâlâ hazretleri Bunların hepsini tespit etmiş." Fe-hüve fi'f-tikârihi ileyhi. "Ona muhtaç." Ve's-tiğnâihi bih. "Allah'a dayanmakla da müstağnî durumda."
Mansur-u Ammar demek istiyor ki bu duygu daha yüksektir. Ötekisi şeriate göre en yüksek derecedir. Kulun kendisinin âciz, nâçiz olduğunu, her ihtiyacını Allah'tan karşılayacağını bilip de Allah'a bağlanması, Allah'a muhtaç olduğunu hissetmesi, şeriat lisanında en yüksektir.
Ama bir de Allah'ın öyle kulları vardır ki bu konularda bir muhtaçlık duygusu bile hissetmez.
Neden?
"Mevlam hepsini tespit etmiş, rızkımız belli, ecelimiz belli, her şey tespit edilmiş." diye bilir.
Rahat; öyle bir ihtiyaç durumunu düşünmüyor. Allah ile doyum haline gelmiş. Müstağnî, yani telaşsız. Bu daha yüksek. Tabi ârif olduğu için meseleyi böyle gördüğünden, gayet rahat, oturmuş bir kenara, telaşsız.
Yine Allah'a bağlı, Allah her şeyi tespit etmiş olduğundan, kaderine dayanıyor, kaderini biliyor, tevekkülünü ediyor ve onun için Allah ile müstağnî duruma gelmiş, kimseye eyvallahı olmayan bir hale gelmiş. "Bu daha yüksektir." diyor.
Tabi bunlar eski devirlerde kaldı. Bu devirlerde bu duygularla dolu olan, bu duyguları anlayan, bu duyguları yaşayan, İslâmiyet'i, İslâm'daki irfanı bu seviyelere çıkmış olan insanlar, hareketlerini buna göre ayarlamış insanların adedi kim bilir ne kadar az!
Ve kâle Mansûr. "Mansur-u Ammar hazretleri buyurmuş ki."
Bu adamların dindarlıklarının ne kadar derin olduğu görünüyor.
Sübhâne men ceale kulûbe'l-ârifîne ev'iyete'z-zikri ve kulûbe ehli'd-dünyâ ev'iyete't-tamai ve kulûbe'z-zâhidîne ev'iyete't-tevekküli ve kulûbe'l-fukarâi ev'iyete'l-kanâati ve kulûbe'l-mütevekkilîne ev'iyete'r-rıdâ.
Ev'iye, via' kelimesinin çoğuludur. Via' da; "kap, içine bir şey konulan eşya" demek. Viâ', ev'iye. Çoğulu ev'iye geliyor.
Sübhâne men ceale kulûbe'l-ârifîne ev'iyete'z-zikri. "Âriflerin gönüllerini zikir mahzeni haline getiren Allah'ın şanı ne kadar yücedir!"
Âriflerin gönlünü zikirle dolduran, zikrullahla, Allah'ı hatırlamakla, Allah daima hatırında olmak şanında, halinde yapan Allah'ın şanı yücedir.
"Sübhâne" şaşıldığı zaman söylenilir:
"Allah Allah, ne kadar şaşılacak şey ki âriflerin gönlü Allah'ı hatırlama doludur. Onu o hâle getiren Allah, ne kadar hayran kalınacak yaratan!" diye ondan "Sübhâne" kelimesi kullanılır.
Buradan anlıyoruz ki ârifler Allah'ı tanırlar ve hatırlarından çıkarmazlar; gönüllerinde Mevla vardır.
"Sübhânallah! Nasıl onların gönüllerini esrar hazinesi eylemiş, mârifet hazinesi eylemiş; hep Allah'ı bilen durumda insanlar!"
Ve kulûbe ehli'd-dünyâ ev'iyete't-tama' "Ehl-i dünyanın da gönüllerini tama' mahzeni eylemiş."
Tama' dolu.
"Sübhanallah! Ehli dünyanın da içi, tama' dolu!"
"Âriflerin gönlü bilgi, zikir, zikrullah, Allah'ı hatırlama dolu; ehl-i dünyanın kalbi de tama' dolu. Sübhanallah!"
Ve kulûbe'z-zâhidîne ev'iyete't-tevekkül. "Zahid kulların gönlü de tevekkül dolu."
Allah'a tevekkül etmişler; gayet huzur ve rahat içindeler.
Ve kulûbe'l-fukarâi ev'iyete'l-kanaati. "Dervişlerin gönüllerini de kanaat hazinesi eylemiş."
Onların da gönlü kanaatkâr. Fukara dediği burada, "tasavvuf erbabı fakirler" demek. Hırs yok, kanaatkârlık var, dopdolu, içleri kanaat dolu.
Ve kulûbe'l-mütevekkilîne ev'iyete'r-rıdâ. "Tevekkül erbabının da gönüllerini rıza doldurmuş."
Allah neylerse her yaptığı şeye hoşnut ve razılar, hiç itirazları yok, hiç tahammülsüzlükleri yok.
Tasavvufta rıza makamı, rıza duygusu, Allah'ın her şeyine, her takdirine razı olmak duygusu, yüksek bir duygudur, iyi bir seviyedir, yüksek bir anlayıştır.
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
"Hepsi hoş" duygusunun lafta değil de özde böyle olması, çok kıymetli bir duygudur, yüksek bir derecedir. Bu duyguya erişmiş olan insanlar çok yüksek seviyededir.
Bir derviş seyahat ederken bir kasabaya gelmiş. Tabi o devirde kasabaların surları var, kapıları var; akşamları kapanıyor, gündüzleri açılıyor; kapılarda nöbetçiler var. Şehrin surlarından içeriye girmiş. Bundan şüphelenmişler. Derviş ya yoldan gelmiş, tabi üstü başı hırpani. Şimdiki gibi pasaport, kimlik vesaire yok, yabancı bir diyara gelmiş, orada kendisini tanıyan kimse yok. Bunu yakalamışlar:
"Sen, o düşman tarafın casususun, buraya casusluk yapmaya geldin!" demişler.
"Hayır, bunun için gelmedim, ben Allah'ın âciz nâçiz bir kuluyum."
"Yok, seni hain seni! Gel bakalım."
Hapse atmışlar. Hükümdara da söylemişler;
"Tamam, kesin kafasını, madem casus, öldürün!" demiş.
Adamı elleri bağlı, kafasını kesmeye, öldürmeye götürüyorlar. O gözünü kapatmış, kendi içini yokluyor, kendisi kendisine soruyor:
"Ey nefsim! Sen tasavvuf erbabısın, dervişsin. 'Dervişlikte Allah'ın takdirine rıza göstermek yüksek bir makamdır.' diye okumuşsun ve bunu da uygulamaya çalışıyorsun. 'Mevla görelim neyler, neylerse güzel eyler.' diyordun, işte bak şimdi gördün mü Mevla'nın neylediğini; haksızlığa uğradın, yakaladılar, hiçbir suçun yokken seni celladın önüne götürüyorlar. Biraz sonra da kafanı kesecekler. Gördün mü şimdi, Mevla neylerse güzel eyler miymiş? Bu duruma da razı mısın?" Böyle kendi kendine soruyor.
Tabi nefsi de eğitilmiş bir insan; içinden gelen duygu da şöyle:
"Ne yapalım, nasıl olsa bir gün öleceğiz. Demek ki kader böyleymiş, burada ölecekmişiz. Zalim olarak ölmektense mazlum olarak ölmek daha iyi. Ne yapalım, hiç olmazsa zalim değiliz ya, bizi haksız yere öldürüyorlar. Eh, hayat bitiyor. Âhiret, hayırlı olsun. Dünya, ne olacak?" filan diye içinden düşünmüş. Hoşnut.
Celladın yanına kadar gidince oradan birisi;
"Hey! Durun! Bu adamı tanıyoruz, bunun böyle bir durumu yok, iyidir, hoştur. Haksızlık ediyorsunuz, yanlış, bu casus filan değil!" diye bağırmış.
"Tabi pekâlâ. Hay Allah, özür dileriz."
Adamın ellerini çözmüşler, kafasının kesilmesinden kurtulmuş. Özür dilemişler, salıvermişler.
Onun şu sözü çok hoşuma gidiyor:
"Vallahi, kafamın kesilmesinden, ölümden halâsıma değil; o andaki ihlâsıma seviniyorum hâlâ. Ölümden döndüğüme sevinmiyorum; o andaki duygularımın hâlisliğine seviniyorum."
İtiraz olmadı içinden. "Ne yapalım, Allah böyle takdir etmiş, pekâlâ." dedi; ona da razı ya.. Rıza ve teslimiyet makamında.
"Elhamdülillah, iyi ki imtihanda öyle düşünmüşüm."
Ya bir de içine isyan duygusu gelseydi;
"Tüh be, böyle mi olacaktı ya.. Biz Allah'a ibadet edelim de, ondan sonra da başımıza bu hal de gelecek miydi?" deseydi, imtihanı kaybedecekti.
"Ne yapalım, insan nasıl olsa eceli geldiği zaman ölecek. Eh, benim ömrüm de bu kadarmış." diye teslim olmuş.
"Vallahi kafamın kesilmesinden, ölümden halâsıma değil, o andaki ihlâsıma seviniyorum."
Halâs ve ihlâs, tabi o sözü söylerken de edebî sanat yapıyor. İşte rıza makamı budur.
Aslında biz bu sözleri niçin söylüyoruz?
Bu adamların hikayelerini niye okuyoruz, niye anlatmaya çalışıyoruz?
"Bunlar çok iyi insanlar, çok müslüman insanlar, İslâm'ı çok iyi anlamış insanlar; Allah'ın sevdiği, razı olduğu kulu olmak için duygularını çok iyi kontrol eden insanlar. Biz de biraz onlardan hisse, ibret alalım; biz de öyle iyi kullar olalım." diye.
Ama gel gör ki bizim tırnağımıza, elimize gül dikeni batsa kıyameti koparırız. Ufacık bir şeyden nice nice itirazlar, nice nice kusurlu hareketler çıkıyor. "Tabi bunları yapmamak lazım geliyor." diye, inşaallah bize de bir intibah, bir uyanıklık hâsıl olur.
Burada okuduğumuz sözler, çok yüksek sözler; atasözü gibi, atalar sözü gibi, vecize gibi sözler. Bunlar aslında iyice hazmedilecek sözler.
Avrupalı bir yazar diyor ki;
"Bazı kitaplar vardır, hap gibi yutulur. Bazıları vardır, çiğnenir."
Birden yutulmaz; evirilir çevirilir, evirilir çevirilir.
Bazı cümleler vardır, basit cümledir.
"Bugün hava yağışlı."
Tamam, anladık. "Yağmur yağıyor." Bitti. "Bugün hava biraz soğudu." Tamam, basit.
Ama bazı sözler vardır ki üzerinde çok düşünmek lazım, uzun boylu düşünmek lazım. Bu cümlelerin hepsi, böyle kıymetli cümlelerdir; onu hatırlatıyoruz. Çünkü bunlar, bu mübarek zâtların hayatlarının ana tecrübeleridir, mühim tecrübelerdir.
Kâle Mansûrun: en-Nâsü racülâni: Ârifün bi-nefsihî fe-şuğlühû fi'l-mücâhedeti ve'r-rıyâdati ve ârifün bi-Rabbihi fe-şuğlühû bi-hıdmetihî ve ibâdetihi ve merdâtih.
"İnsanlar iki tiptir."
Birincisi:
Ârifün bi-nefsihi. "Kendi nefsini anlamış ârif olan insandır, kendini bilen insandır." Bu adamın işi nedir? Fe-şuğlühû. "Bu adamın işi gücü." Fi'l-mücâhedeti. "Mücahede etmektir." Ve'r-rıyâdati. "Riyazat yapmaktır."
"Nefsini bilen bir insanın işi, mücahede ve riyazattır." diyor.
Ne demek istiyor?
Nefsimizi bildik, nedir bizim nefsimiz?
Nefs-i emmâre'dir; mel'undur, hevâ-i heveslerle doludur; bizi zevke, hevâya, hevese, eğlenceye, keyfe, tembelliğe sürükler.
Bu nefs-i emmâre'yle uğraşmak lazım.
İnne'n-nefse le-emmâretün bi's-sûi illâ mâ rahime rabbî.
İnsan, nefsiyle mücadele etmezse bu nefsi hakimiyeti bir ele geçirdi mi insanı felakete götürür, kötü yerlere götürür, kötü işler yaptırır, hayatını mahveder.
Onun için insan nefsini bilirse; "Ben bu nefsi tanıdım, bu nefsin yapısını anladım. Bunun daima tepesinde yumruk olacak. Bunun sözünü dinlemeyeceksin, bununla savaşacaksın ve nefsin neyi istiyorsa onu vermeyeceksin. Yemek mi istiyor, oruç tutacağım; yatmak mı istiyor, kalk, gece namazı kılacağım; şunu mu istiyor, tam tersini yapacağım." diye onunla savaşır ve riyazet yapar.
Riyâzat; "dad" harfiyle, riyâdat. Riyâdat, "idman" demektir.
İdman iki çeşit olur:
Bir; riyâdatü'l-beden, "bedenin idmanı."
Halter kaldırırsın, lobut çevirirsin, koşu yaparsın. Vücudunu idmanlı hâle getiriyorsun. Vücudun kondisyonunu koruyor. Çeşitli jimnastikler yaptığın için nefesin açılıyor, pazuların kuvvetleniyor, vücudun hünerli oluyor, kıvrak oluyor. Bu, riyâdatü'l-beden, "bedenin eğitimi."
"Beden eğitimi" diyoruz ya şimdi, "beden eğitimi dersi," riyadatü'l-beden bu.
İkincisi; riyâdatü'n-nefs.
Vücudu sıkıştırdığın gibi nefsi de sıkıştırırsan nefis de hizaya gelir. Nasıl vücudunu iyi çalıştıran insan "Naim Süleymanoğlu" oluyor. Bacak kadar boyuyla, bir karış boyuyla halterleri kaldırıyor, dünya şampiyonu oluyor, madalya üstüne madalya alıyor.
Niye sen yapamıyorsun?
"Hocam, o ne kadar çalışıyor. Ne zamandan beri halterciliğe çalışıyor."
Bedenini çalıştırıyor, sonunda bedeni o işi benimsemiş. Biz bir kaldırmaya kalksak belimiz küt diye kırılır; ondan sonra ömrümüz hastanelerde geçer. Biz alışkın değiliz.
İşte, vücudun böyle çalışa çalışa, riyazat yapa yapa kabiliyet kazanması gibi, insanın nefsi de eğitile eğitile, zorlana zorlana iyi bir kondüsyon kazanır; sonunda insan iyi bir insan olur. Nefsin oyunlarını yenebilen, faziletli işleri yapabilen, günahlı işlerden kendisini tutabilen bir insan olur. Adama diyorsun ki;
"Kardeşim, utanmıyor musun? Evlisin, iyi bir ailedensin, çoluk çocuğunun rızkını alıp kumara niye veriyorsun? Evli olduğun halde niye başka bir kadınla düşüp kalkıyorsun?"
Boynunu büküyor; "Hocam, tutamıyorum kendimi. Haklısın, yine hata ettim." diyor.
Neden?
Nefsi kuvvetli, iradesi zayıf; nefsi bunu istediği yere götürüyor.
Nefsi yenmek için idman yapmak lazım.
İnsanlar iki çeşittir.
Birisi, nefsini bilen insan.
Nefsini bildi mi; "Bu nefis sabıkalıdır; yüz verirsen insanı günahlı şeylere götürür." deyip onun karşısında uyanık bulunup onu terbiye eder, mücahede eder, mücahede-i nefs yapar, riyazetü'n-nefs yapar ve iradesi kuvvetlenir, sağlam bir müslüman olur, kale gibi olur, günahlara bulaşmaz. Tamam, bunun işi bu.
Ve ârifün bi-Rabbihi.
Öteki tip insan; Rabbini bilen insan.
Bu, nefsinin ne kadar hilekâr olduğunu bildiği için ona karşı savaşıyor. Ötekisi de Rabbini bilen insan.
Rabbini bilen insanın işi ne olur?
Fe-şuğlühû.
Şugl, "iş" demek.
Fe-şuğlühû bi-hıdmetihi. "Rabbinin hizmetinde olur." Ve ibâdetihi. "Rabbine ibadette olur." Merdâtih. "Rabbinin rızasını kazanmak yolunda olur."
Rabbini bilen insanın işi ne olur?
Allah'ın hizmetine koşar.
Allah'ın hizmeti nedir?
Allah'ın hizmete ihtiyacı var mı?
Hiçbir şeye ihtiyacı yok. Bizi yaratmış; bizi yarattığı gibi sayısız melekler yaratmış, her istediğini 'ol' dediği zaman olduruyor, yaptırıyor. Allah'ın bizim hizmetimize ihtiyacı yok.
"Allah'a hizmet" demek, "dine hizmet" demek. Netice itibariyle dine hizmet de, insanlara hizmet demektir.
Rabbini bilen insan, Rabbinin hizmetine koşar, ibadetine koşar ve rızasını kazanmaya koşar. Bu da, Allah'ı bilen insanın işi.
Biz nasıl olacağız?
Hangisini tercih edersiniz?
İkisi birden olacağız. Nefsimizi bileceğiz; ne kadar hilekârdır, ne kadar azgındır, ne kadar kuvvetlidir. Şimdiye kadar bize neler neler yaptırdı, bundan sonra da neler yaptırabilir. Hem ona savaş açacağız, onu hizaya sokmak için eğitim yaptıracağız, çeşitli ter dökücü idmanlar gibi; hem de Rabbimiz'i bilip Rabbimiz'e ibadet edeceğiz, dinimize hizmet edeceğiz ve Rabbimiz'in rızasını kazanmaya koşturacağız.
"Hangisi daha üstündür?" dersek; Rabb'ini bilip de Rabb'inin hizmetinde olan daha üstündür, şek şüphe yok. Ama bize ikisi de lazım. Çünkü bizim nefislerimiz hizaya gelmiş nefis değil. Bizimkiler daha sopa istiyor. Onlar hizaya getirmişler, tornadan geçirmişler; onların nefisleri melek gibi olmuş. Bak ölüme giderken nefsine soruyor:
"Şimdi öldürülmeye gidiyorsun, ne haber?"
"İyiyim. İyilik, sağlık." diyor.
"E öldürülmeye gidiyorsun?"
"Ne yapalım, insan nasıl olsa ölecek; Allah böyle takdir etmiş." diyor, keyfi yerinde.
Nefsi adam olmuş.
Bizim?
Bizimki daha çok sopa istiyor. Yatırıp yatırıp döveceksin. Ayağının altına sopayı vereceksin, falakaya yatıracaksın. Okullarda falaka yasak ama bu okulda yasak değil. Yatır nefsini; iki arkadaşına da falakanın uçlarını tuttur, al eline sopayı, vur tabanın altına sopayı, bağırsın biraz. Bakalım hevâ-i nefse uymak, onları iki de bir de önümüze sermek nasıl oluyormuş. Bir daha bize bir şey teklif edemesin.
"Kalkma ya sabah namazına, sıcacık yatağın içinde yat, sular buz gibi, cami uzakta, evinde kılıver."
"Seni nefis seni! Yatırırım seni, ayağımın altına alırım, kafanı kırarım! Polis bile gelmez yardımına!" diye, biz onunla uğraşacağız.
Ve kâle Mansûru'bnü Ammâr. "Ammar oğlu Mansur buyurdu ki."
Ahsenü libâsi'l-abdi et-tevâduu ve'l-inkisâr ve ahsenü libâsi'l-ârifîn et-takvâ kâle'llâhu teâlâ: Ve libâsü't-takvâ zâlike hayr.
Ahsenü libâsi'l-abd. "Kulun giydiği elbiselerin en kıymetlisi, en güzeli." Et-tevâduu ve'l-inkisâr. "Mütevazılıktır ve gönül kırıklığıdır."
Tabi bu aslında, bizim Hereke kumaşından yapılan elbise demek değil, mânevî...
Takınılan tavrı, bir elbise gibi göz önüne getiriyor, öyle söylüyor.
"Kulun en iyi elbisesi, tevazu ve gönül kırıklığıdır." diyor.
Ne demek?
Kul mütevazı olmalı ve gönlü kırık olmalı.
Mütevazılığın zıttı nedir?
Kibirlilik.
Gönlü kırıklığın zıttı nedir?
Gamsızlık, duygusuzluk.
Kul mütevazı olacak, kalbi kırık olacak, boynu bükük olacak, hassas olacak.
Ve ahsenü libâsi'l-ârifîn.
Genel olarak kulların elbisesi budur ama...
Ve ahsenu libâsi'l-ârifîn "Âriflerin elbiselerinin en kıymetlisi de." et-Takvâ. "Takvâdır."
Bir de delil getiriyor:
Kâle'llâhu Teâlâ. "Allahu Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de buyurdu ki." Ve libâsü't-takvâ zâlike hayrun. "Bir de takvâ libası vardır; bu daha güzeldir, en hayırlıdır."
Demek ki hepimiz hangi elbiseyi giyeceğiz?
Palto mu giyeceğiz, pardösü mü giyeceğiz, cübbe mi giyeceğiz?
Takvâ elbisesi giyeceğiz. En güzel elbise budur. Takvâmızı takınacağız.
Ve kâle Mansûr: Selâmetü'n-nefsi fî muhâlefetihâ ve belâühâ fî mütâbeatihâ.
İnsan cehenneme atılınca cezayı kim çekecek?
Beden de çekecek, nefis de çekecek.
"Nefsin selameti, insanın nefse muhalefet etmesindedir."
Nefsin ne istiyorsa yapmayacaksın ki sen de kurtulasın, nefsin de kurtula.
Ve belâühâ. "Belalara maruz kalması, cezaları hak etmesi, müstehak olması da." Fî mütâbeatihâ. "Nefse uymaktadır."
Aklımızı başımıza toplayacağız, nefsimize uymayacağız, hevâ-i nefse uymayacağız.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.