Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ve minhüm. "Bu tasavvuf büyüklerinden, meşhurlarından birisi de." Ahmedü'bnü Âsımini'l-Antâkiyyü. "Antakyalı, Âsım oğlu Ahmed isimli zât-ı muhteremdir." diyor müellif. Onlardan birisi de budur.
Yazdığı eserin içinde yüz tane biyografi var. Mübarek yazar, Ebû Abdirrahman hazretleri güzel bir tertip düşünmüş. Sahâbe-i kirâmın hayatını yazmış, tâbiînin hayatını yazmış; ondan sonra bunların hayatını yazmış. O eserleri elimizde değil ama bu eserinden istifade ediyoruz.
Künyetühû Ebû Aliyyin ve yükâlü: Ebû Abdillâhi, Ve hüve'l-esahhu. "Künyesi, 'Ebû Ali' veyahut daha sıhhatli rivayete göre 'Ebû Abdillah'dır."
Biliyorsunuz, Arapların isimlendirmesini size anlattım. Bir insana isim verirken nasıl isim
Araplar bir insanı nasıl isimlendirirler?
Bir şahsın Muhammed, Ahmed, Âsım, Feyzullah gibi bir ismi olur. Sonra "Falanca oğlu filanca" diye babasının ismini de söylerler.
"Muhammed İbni Abdullah" "Abdullah'ın oğlu Muhammed" diyoruz. Baba adıyla söylenince daha iyi tanıtma olmuş oluyor. Araplar'da bu âdet var. Türkçemiz'de de var. "Hasan Ağa'nın oğlu Ahmed" dediğimiz gibi. Hatta soyadlarında da kullanılıyor, "Falancaoğlu" diye. "Hatibin oğlu", "İmamzâde" gibi kelimeler kullanıyoruz. Babasının ismi oluyor, iki. Hangi memleketten ise isme bir de o, ekleniyor.
Bu neymiş?
el-Antâkî. "Antakyalıymış."
Nereli olduğunu da belirtiyor, üç.
Mesela ne diyoruz?
İmam Buhârî.
Buhârî, yani Buharalı. Buhâra-ı Şerîf'ten. Yeri de bilmek iyi oluyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hadîs-i şerîfinde, birbirlerimizle tanışmamızı tavsiye ediyor.
"Sevdiğiniz insana sevdiğinizi bildirin ve tanışın. Tanıştığınız zaman da ona adını, babasının adını, kabilesini, yerini sorun. Ahbaplığı sağlam yapın. Kaybolduğu zaman ararsınız, -'Nerelerde kaldın mübarek? Çoktandır seni görmüyorum.' dersiniz, hastalanırsa ziyaret edersiniz, bir hizmetiniz olabilecekse hizmetini yaparsınız." diyor.
"İnsanın, bir insanı sevip de ismini öğrenmemesi, âcizliktir." diyor.
Erkeğin acizliğidir.
"Falanca şahsı tanıyor musun?"
"Tanıyorum, camiye geliyor, çok seviyorum."
"Kim bu?"
"Vallahi bilmem, ismini öğrenemedim."
Âcizlik bu. Seviyorsan, ismini, cismini, nereli olduğunu tam öğren. Evine çağır; en iyi tanışma şekli o. "Bu akşam çorbayı bizde içelim." veyahut "Çayı beraber içelim." de. Çorba olmazsa çay olur. "Fakirhaneye bir teşrif buyurun." de. Birbirinizi böyle tanıyacaksınız. Tanımaktan, tanışmaktan maksat muhabbettir.
Müslüman müslümanı tanıyacak, tanıması bir sevap.
Hatta hadîs-i şerîflerde müjde var:
İnsan yeni bir arkadaş tanıdığı zaman "Bir kişi ile daha tanıştı." diye Allah onun mânevî derecesini bir derece yükseltirmiş.
Bir kişi ile daha tanışırsa, bir derece daha..
Onun için tanışmaya teşvik var. Tanışacağız. Bu bir sevap.
İkincisi;
Tanışmaktan maksat, muhabbet etmektir. Birbirimizi seveceğiz.
Ben hocayım. Allah alnımızın yazısını böyle yazmış. Elhamdülillah, çok şükür. Üniversitede hocaydık, profesördük; emekli olduk. Dışarıda hocayız, camide hocayız, cübbeli hocayız. Üniversite cübbemiz de var, cami cübbemiz de var. Her şeyimiz var.
Bize geliyorlar, soruyorlar, dertlerini açıyorlar. Şu insanlar Müslüman ama çok eksikleri var! Herkes birbirine düşman, herkes birbiri ile takışmış, herkes birbirine kırgın, herkes birbirinden şikâyetçi.
Olmaz!
Muhabbet olacak, sevgi olacak. Mü'minler birbirini sevecek. Allah mü'minleri birbirine kardeş etmiş.
İnneme'l-mü'minûne ihvetün.
Mü'min mü'mini sevecek. Sevmek de yetmez. "Ben seni çok seviyorum." Tamam. "Sen bana hayran, ben sana hayran, gel cama tırman."
Yetmez.
Sevince, muhabbet olunca, yardımlaşma da olacak.
Hocamız (Mehmed Zahid Kotku) öyle derdi:
Adam şurada denize düşse, ayağı kaysa, yüzme bilmiyor, çırpınıyor, sen de oradan geçiyorsun, es-selâmü aleyküm, aleyküm selam, ama uzat elini de denizden çıkayım. Orada selâmün aleyküm'ün lafı önemli değil, orada selâmün aleyküm elini uzatmak. Çünkü sen ona elini uzatmazsan adama selam olmayacak, denize gidiyor, boğulacak. Elini uzat da selamette olsun.
Selâmün aleyküm; "Allah seni selamette eylesin." demek. Hem dünyada hem âhirette selamette eylesin. İyi ama uzat elini de; o zaman "selâmün aleyküm" olsun. Elini uzat da çıkayım.
Yardım edecek, destek olacak, kesesini açacak, çıkaracak verecek. İhtiyacı varsa söylemeden verecek, yardımcı olacak. Dinimizde, borçlu bir kimseye borç vermek fukarâya sadaka vermekten daha sevap, sevabı daha büyük. Çünkü muhabbet oluyor. O dilenemez ki...
Şimdi millet muhabbeti unutmuş. Camide de unutmuş, tekkede de unutmuş. Tekkeler arasında da unutulmuş. İslâm ülkeleri arasında da unutulmuş.
Suriye İslâm devletiymiş, masal! Mısır İslâm devletiymiş, hikâye! Irak İslâm devletiymiş, uydurma! İran İslâm devletiymiş!
Nerede sizin İslâmlığınız ya, nerede sizin kardeşliğiniz?
Bir zamanlar aynı devlettiniz. Buradan dedelerimiz kervana biniyordu. Bir senelik nafakasını eve bırakıyordu; "Hadi Allah'a ısmarladık, hakkınızı helal edin, ben hacca gidiyorum." diyordu. Dualarla salavatlarla Bağdat yoluna çıkıyorlardı.
Şu bizim aşağımızdaki, deniz kenarındaki yol ne?
Bağdat Caddesi.
Buradan yola çıkıyorlardı, bir gün gidiyorlardı, Kartal'da mola veriyorlardı. Bir gün daha gidiyorlardı, Gebze'de mola veriyorlardı. Bir gün daha gidiyorlardı, İznik'te mola veriyorlardı. Kızderbendi'nde, Geyve'de mola veriyorlardı. Adını sanını unuttuğum yerler. Seyitgazi'den, Eskişehir'in yanından, oradan Konya'dan, Karapınar'dan, Adana'dan aylarca gidiyorlardı, dönüyorlardı. Ne pasaport vardı, ne vize vardı, ne gümrük vardı, ne kontenjan vardı; gidiyorduk işte.
Kardeşlik vardı. İsteyen gidiyordu, Bağdat'ta okuyordu; isteyen geliyordu, Türkiye'de okuyordu.
Irak'ın Diyanet İşleri Başkanı, Emced ez-Zehhavî, ismini duyunca herkes toparlanıyor, büyük âlimdi, Allah rahmet eylesin. Hocamız cennetmekân Muhammed Zahid Kotku hazretlerini İskenderpaşa'da ziyarete geldi de, sarığıyla, cübbesiyle, Irak kıyafetiyle... Âlim adam. Oturdular, ben de hizmette bulunuyorum:
"Ben burada, İstanbul'da okudum." dedi.
İstanbul medreselerinde okumuş, Irak'ta Diyanet İşleri Başkanı olmuş, büyük âlim olmuş. Öyleydi.
Ahmet Haşim kim?
Iraklı.
Türk Edebiyatı'nın sembolik tarzda şiir yazan büyük şairlerinden birisi.
Ne oldu?
Parça parça...
Hani nerede İslâm kardeşliği? Parça parça oldun.
Almanya'da da dokuz tane eyalet var, müstakil devlet var. Amerika'da da 49 tane devlet var, state. Ama hepsi birleşiyor, United States of America oluyor. Kanada, İngiltere, Commonwealth ülkeleri diye dünyanın her yerinde birbirleriyle muhabbet ediyorlar. Avustralya, içinde kaç tane devlet var; Queensland, Victoria, vesaire vesaire..
Herkes birlik beraberlik içinde de, ey Allah'ın birbirlerine kardeş etmiş olduğu Müslümanlar, sizin bu aranızdaki ihtilaf, bu tefrika nedir?
"Efendim, emperyalistler bizi birbirimizden ayırdı."
Bırak yalanı! Kusur sende! Emperyalistler Irak'ı Türkiye'den ayırıyorsa sen Türkiye'de, İstanbul'da caminin içinde niye ihtilaftasın? Burada da mı emperyalizm var?
Yok! Huyumuz bozuk, kafamız eksik, kalbimiz hasta. Onun için birbirimizle dost değiliz. Mesele o. Dost olacağız!
Bunu nereden açtık?
Kardeşinin adını öğreneceksin, babasının adını öğreneceksin, memleketini öğreneceksin, ilgileneceksin, soracaksın.
"Seni üç haftadır görmüyorum, neredesin kardeşim, hasta mısın?"
"Hastalandım da, kalp spazmı geçirdim de, Florence Nightingale'e yatırdılar da, şöyle oldu da, böyle oldu da.."
"Aa! Hiç haberim olmadı."
Niye olmuyor?
Niye Müslüman Müslümandan haberdar olmuyor?
Edirnekapı'nın surlarının kovuğunda dul bir kadıncağız, sakat bir oğluyla on beş gün aç kalıyor da, İstanbulluların haberi olmuyor.
Böyle Müslümanlık mı olur?
"Ne biçim Müslümansınız?" diye Allah bunun hesabını sormaz mı?
Ben buradan Edirnekapı'nın surlarının kovuğunu göremem ama Edirnekapı'nın surlarının kovuğunun karşısındaki evde Müslüman yok mu? O görmüyor mu?
Müslümanların birbirlerini tanıması, sevmesi lazım. Sevmenin gereği olan işbirliğini, yardımlaşmayı yapması lazım. Yarım elması olsa; "Al kardeşim, yarısını sen ye." demesi lazım; Alman usulü değil. Müslüman usulünde ikram var, kardeşlik var.
Tasavvufta îsar var. Tasavvufta ikram da yok, "îsar" var.
Ne demek?
"Tercih etmek" var, "kardeşe daha çok vermek" var, "kendisi mahrum kalıp kardeşe vermek" var. Tasavvuf işte bu. "Yemeyip yedirmek var, giymeyip giydirmek" var. Tasavvuf, bu.
Onun için "Birbirimizi tanıyacağız." diye, bu konuyu anlatırken böyle bir köşeli parantez açmış olduk.
İsmi Ahmed. Babasının adı Âsım. Memleketi, -yani nereye mensup- ona, "ism-i nisbet" diyorlar, Antâkî, Antakyalı.
"Şu bizim Antakya mı?"
Evet, Hatay, işte Antakya, Dörtyol, İskenderun. Oralı.
Bu bizim yaşadığımız şu memleket, şu topraklar var ya öyle mübarek bir yer ki her taşı kıymetli. Her bölgesi, beldesi kıymetli. Tarsus'a gidiyorsunuz, peygamberler diyarı. Adana'ya gidiyorsunuz, peygamberler diyarı. Antakya'ya gidiyorsunuz, peygamberler diyarı. Urfa'ya gidiyorsunuz, peygamberler diyarı. Müze bizim memleketimiz, açık müze. Şarktan garba, Kuzey'den Güney'e açık müze. Çok güzel, çok kıymetli, çok mübarek bir ülke. Ama biz kıymetini bilmiyoruz.
İstiyoruz ki inşaallah yapabilirsek, kültür çalışmalarımızla her beldenin yetiştirdiği büyükleri o beldeye tanıtalım.
Gittik, Gümüşhane'de sempozyum yaptık.
Sempozyum ne demek?
Bir konuda birçok âlimin o konunun çeşitli vechelerini anlatan ilmî konuşmalar yapması, bildiri sunması. Bir konunun ilmî olarak dört yanının güzelce açıklanması.
İki gün sürdü. Üç sene önce Ahmed Ziyaeddin Gümüşhaneli sempozyumu yaptık. Vali geldi, Belediye Başkanı geldi, Erzurum İlahiyat'tan hocalar geldi, İstanbul İlahiyat'tan hocalar gitti, biz gittik vesaire.
Gümüşhaneliler diyorlar ki;
"Allah Allah, meğer biz neymişiz; içimizden ne büyük insanlar yetişmiş!"
Evet, öyle büyük insan yetişmiş ki Osmanlı İmparatorluğu'nun tam en sıkıntılı zamanında, mânevî bakımdan sapasağlam ayakta durmasını sağlayan direk olmuşlar. Yüzlerce büyük âlim yetiştirmiş, her tarafa göndermiş. Afrika'nın Komor adalarına kadar halife göndermiş; oralara irşat eden, irşat vazifesi yapan hocalar göndermiş. Her tarafta Müslümanları ayakta tutmaya, birlik beraberlik içinde tutmaya ve Ümmet-i Muhammed'e hizmet etmeye teşvik etmişler, çalışmışlar. "İmparatorluk dağılmasın." diye, el ele tutmuşlar. Onlar vazifesini yapmış. Yapamayanlardan Allah hesabını soracak, ayrı. Ama memleketimiz güzel.
Bu da Ahmedü'bnü Âsımıni'l-Antâkî.
Antakyalı.
Antakyalılar bilsin veya orayla ilgisi olanlar oraya bildirsin. "Sizin memleketinizden böyle bir mübarek yetişmiş, haberiniz var mı?" desinler.
İsim var. Baba ismi var. Memleket ismi var. Bir de künye var.
Künye ne demek?
Oğluyla isimlendirmek.
"Ebû Ali" ne demek?
Ali'nin babası.
"Ebû Abdillah" ne demek?
Abdullah'ın babası.
Bazen de Araplar'da asil insanlara böyle yapılıyor. Kendi ismiyle söylemezler. Mesela sen kendi babana ismiyle hitap eder misin?
Yok, bizim Türkçemiz'de büyüklerin ismini söylemek edebe uygun değildir. "Baba" deriz, "amca" deriz. Ama kimse amcasına; "Hasan, gel." demez, babasına "Ahmed, sana bir şey söylemek istiyorum." demez. İsim söylenmez, ayıp olur.
Annesine ismini söylemez, soğukluk olur, mesafe olmuş olur, saygısızlık olur.
Ne yaparlarmış?
Oğluyla isimlendirip söylerlermiş. "Ey falancanın babası, gel.", "Ey filancanın annesi, gel." diye. Bunun da künyesi; "Ebû Ali”ymiş veyahut esah olan rivayete göre; "Ebû Abdillah"mış.
Esah, ne demek?
"Daha sıhhatli" demek.
Bu kelime Türkçe'ye de girmiş. Birisi birisine bir söz söylüyor, ötekisi inanmıyor; "Esah mı söylüyorsun? " Yani "Söylediğin söz sağlam mı, doğru mu?" mânasına, "Sahih mi?" demek.
Peygamber Efendimiz'in oğluyla isimlendirilmesi nasıl?
Kâsım isminde oğlu olmuş; Ebu'l-Kâsım.
Medine-i Münevvere'nin yahudileri kabilelerinden Peygamber Efendimiz'e gelirlerdi.
Ne diyecekler?
"Resûlullah" diyemezler. Çünkü inanmıyorlar, mü'min değiller. "Muhammed" de diyemezler. Hele bir desinler.. Saygı ve töreye göre ismiyle söyleyemezler.
Ne derlerdi?
"Yâ Ebe'l-Kâsım, ey Kâsım'ın babası!"
Hitap böyle olurdu; yani oğlundan isimlendirme.
Oğlundan, kızından isimlendirmeye "künye" deniliyor. Ebû Hanife; "Hanife'nin babası." Ebû Ali İbni Sina; İbni Sinâ'nın künyesi.
Ebû Bekir, Ebû Zerr, bunlar künye oluyor. Kadın olursa "ümmü" diyorlar. Mesela, sahabeden bir zâtın ismi Ebu'd-Derda, "Derda'nın babası."
Hanımının adı ne?
"Ümmü'd-Derda" Derda'nın annesi.
Hacı Bayram caminin imamı rahmetli Zekai Hoca vardı, soyadı "Sarsılmaz"dı. Kendisine Lâ yetezelzel derdi. Zekai Lâ yetezelzel, yani sarsılmaz. Sarsılmaz bir insandı, tatlı bir insandı, Allah selamet versin.
Birisi anlatıyor;
"Hacı Bayram camiine yatsı namazı kılmaya gittim. İmam efendi mihraba geldi. Ben de gayet sakin arkada duruyorum. Bir 'Allahu ekber' dedi, ' Allahu ekber' deyince hop zıplamışım arkada."
Gür sesliydi mübarek. O da bizim yanımızda hanımına seslenirdi. Biz misafir gitmişiz, ikram yapacak;
"Yâ Ümmü Hasen, ey Hasan'ın annesi! Şekerliği gönder. Yâ Ümmü Hasen! Meyveleri gönder." derdi.
Ümm, "anne" demek. Eb, 'baba' demek. Ebû Ali, "Ali'nin babası." "Ümmü Ali" dese, "annesi" demek.
Dersimiz biraz Arapçalı falan oluyor, biraz kültürel konular oluyor.
Arapça'da kendi ismi, baba ismi, oğlunun veya kızının isminden künye, memleketten bir isim, bir de lakap var.
Bazı insanlar da lakaplarıyla anılır.
Mesela Mevlevî tarikatının kurucusu kim?
Mevlânâ Celâleddîn. Ne Mevlânâ isim ne Celâleddîn isim; ikisi de lakap. Kendisinin adı Muhammed. Mevlânâ bir lakabı; medreseli olduğundan.
Medreseden talebeler birbirlerine ne derlermiş?
"Mevlânâ" derlermiş.
Ne demek? "Efendimiz" demek. Talebenin nezaketine, birbirlerine karşı hitabına bak!
Sonra bu "Mevlânâ" kısalmış, “Molla” olmuş. Yani “Molla” sözünün aslı, “Mevlânâ”dır.
Celâleddîn-i Rumi Hazretleri de medresede müderris olduğundan “Molla”, “Mevlânâ” demişler. Yani ilim okumuş, ilim irfan sahibi insan. Zaten tasavvuf ilimsiz olmaz; sağlam bir şeriat ilmi olacak. Ondan sonra Allah gönlünü fethedecek, fütuhat nasip edecek; o zaman çok güzel mürşid-i kâmil olur. İlim olmazsa şaşırır, sapıtır, görüntüleri ayırt edemez. Çünkü insanın içine gelen görüntülerin, aklına gelen fikirlerin bir kısmı Rahmânîdir, bir kısmı şeytânîdir, bir kısmı nefsânîdir.
Kim, nasıl ayıracak bunları?
Ayırt edemediği zaman saptırır.
Anadolu’da, falanca yerde birisi etrafına topladığı müridlerini sapıtmış;
“Sabah namazını kılmayabilirsiniz.”
“Niye”
“Eh bana haber geldi.”
Evet, sana öyle haber geldi ama Rahmânî bir haber değil; sana gelen haber şeytandan. Şeytan seni aldatıyor, sen de müridleri felakete sürüklüyorsun. Senin Allah’ın emirlerini artırmaya, eksiltmeye, iptal etmeye ne hakkın var?
“Var mı?”
Allah’ın dini belli. Helal belli, haram belli, Kur’an-ı Kerim belli, dinimizin esasları belli. Bu şahıs çıkmış böyle demiş, olmaz.
İlim olmayınca gözüne bir görüntü, kulağına bir ses, kalbine bir fikir gelir öyle yapar.
“Niye öyle yaptın?”
“Neye dayanarak yaptın?”
Dayanağı falan yok. Dayanağı olmayan şey olmaz.
Dayanağı ne olacak?
Dayanağı, “Ulum-u Şer’iyye”, şeriatın güzel emirleri olacak. O olmadığı zaman şeytan insanları maskara eder, aldatır, yoldan çıkarır, Allah’ın sevmediği duruma düşürür.
Evet, “Mevlânâ” bir lakap.
“Celâleddîn” dinin izzetli, kıymetli, ulu kişisi demek. O da lakap. Büyük zat olmuş, mübarek bir kimse olmuş, büyüklüğü herkes tarafından görülmüş de onsan sonra “Celâleddîn” lakap olmuş.
Demek ki beş şey var; isim, baba ismi, künye, yer ismi yani ism-i nisbe ve lakap. Arapçada bir insanın ismi beş şeyden teşekkül ediyor.
Şimdi burada Ahmedü'bnü Âsımıni'l-Antâkiyyü, Asım’ın oğlu Antakya’lı Ahmed. “Ebu Ali” veya daha sahih rivayete göre “Ebu Abdillah”.
“min agrâni Bişr ibni’l-Hâris ve es-Seriyy ve’l-Hârisi’l-Muhâsibiyyi”. Hârisi’l-Muhâsibî’nin, Serîi-i Sakatî Hazretleri’nin, Bişr-i Hafî Hazretleri’nin akranı, emsali imiş, o zamanda yaşamış.
Burada, daha önceki derslerimizde o mübareklerin hayatlarını okuduk. Eğer Tabâkâtu’s-Sufiyye Dersleri defteriniz var idiyse, not aldıysanız kitap haline geliyor. Yanınızda var.
Yoksa “Aa! Okumuş muyuz hocam? Unuttum.” dersiniz.
Eskiler diyor ki: “El-İlmü saydun ve’l-kitabetü kaydün.” İlim avlanmaktır yazı da avladığın ceylanı, avı bağlayan bağdır.
Avı yakaladın, bağlamazsan ne olur? Kaçar gider.
İlmi öğrendin, yazmazsan ne olur? Unutulur gider. Onun için yazılması güzel.
“Ve yugâlu innehu ve el-Fudayle’bne İyâd.” Deniliyor ki; Ahmed ibni’l Asım el-Antaki Fudayl bin İyâd Hazretlerini de yetişmiş, görmüş.
Şimdi afedersiniz, birbirleriyle konuşurken "ulan" filan diyorlar, hatta küfrediyorlar, hayvan isimleri söylüyorlar.
Hadîs-i şerîfte var:
"Âhir zamanda öyle kavimler türeyecek ki birbirleriyle selamlaşmaları birbirlerine küfür etmek olacak." diyor.
"Ulan bilmem ne, nasılsın?" diyor. Sevdiğinden söylüyor. Samimi arkadaşı ya, eşek ismi, köpek ismi, bilmem ne ismi söylüyor.
"Ulan bilmem ne, nasılsın iyi misin?"
O da sırıtıyor, samimiyetten dolayı memnun; çok iyi olduğunu söylüyor.
Onlar ne derlermiş?
"Mevlânâ, Efendimiz."
Birbirlerine hitaba bak.
Sonra bu Mevlânâ ne olmuş?
Kısalmış, kısalmış, kısalmış, "molla" olmuş.
Molla sözünün aslı ne?
Mevlânâ. "Efendimiz" demek. Talebeler birbirlerine "Mevlânâ" derlermiş, oradan "Molla" olmuş; medresede okuyan kimselere de "molla" demişler. Celaleddin-i Rûmî hazretleri de müderris olduğundan Molla; bir lakabı da o. Molla, yani "ilim okumuş, ilim irfan sahibi insan."
Zaten tasavvuf ilimsiz olmaz. Sağlam bir şeriat ilmi olacak. Ondan sonra Allah gönlünü fethedecek, fütühat nasip edecek. O zaman mürşid-i kâmil olur, çok güzel olur. İlim olmazsa olmaz; şaşırır, sapıtır, görüntüleri ayırt edemez. Çünkü insanın içine gelen görüntülerin, aklına gelen fikirlerin bir kısmı Rahmânîdir, bir kısmı şeytânîdir, bir kısmı nefsânîdir.
Kim ayıracak bunları, nasıl ayıracak?
Anadolu'da falanca yerde, birisi müritlerini, etrafına topladığı adamları saptırmış:
"Sabah namazı kılmayabilirsiniz."
Niye?
"Bana öyle haber geldi."
Evet, sana öyle haber geldi ama Rahmânî bir haber değil. Sana gelen haber, şeytandan. Şeytan seni aldatıyor; sen de müritleri felakete sürüklüyorsun.
"Sabah namazı kılmayabilirsiniz." demiş.
Kepaze! Senin ne hakkın var? Allah'ın emirlerini arttırmaya, eksiltmeye, iptal etmeye hakkın var mı?
Allah'ın dini belli; helal belli, haram belli, Kur'ân-ı Kerîm belli, dinimizin esasları belli. Bu şahıs çıkmış, böyle demiş; olmaz!
İlim olmayınca gözüne bir görüntü gelir, kulağına bir ses gelir, kalbine bir fikir gelir; "Öyle yaptım." der.
Niye öyle yaptın? Neye dayanarak yaptın?
Dayanağı yok. Dayanağı olmadan olmaz.
Dayanak ne olacak?
Ulûm-u şer'iyye, şeriatin güzel emirleri olacak. O olmadığı zaman şeytan insanları maskara eder, aldatır, yoldan çıkarır, Allah'ın sevmediği duruma düşürür.
Mevlânâ, bir lakap. Celaleddin, "dinin izzetli, kıymetli, ulu kişisi" demek. O da lakap. Büyük zât olmuş, mübarek bir kimse olmuş, büyüklüğü herkes tarafından görülmüş, ondan sonra ona lakap olmuş.
Demek ki beş şey var; isim, baba ismi, künye, yer ismi, yani ism-i nisbe, lakap.
Arapça'da bir insanın ismi beş şeyden teşekkül ediyor.
Burada Ahmed b. Âsımıni'l-Antâkiyyü; Antakyalı Ahmed Âsım'ın oğlu, Ebû Ali veya daha sahih rivayete göre Ebû Abdilah.
Ebû Abdillah Ahmedi'bnü Âsımıni'l-Antâkî. Min akrâni Bişri'bni'l-Hâris ve es-Seriyyi ve'l-Hârisi'l-Muhâsibiyyi.
Hâris-i Muhasibi hazretlerinin, Seriyyi Sakatî hazretlerinin, Bişr-i Hâfî hazretlerinin akranı, emsali imiş; o zamanda yaşamış.
Daha önceki derslerimizde o mübareklerin hayatlarını okuduk. Eğer not aldıysanız defteriniz varsa Tabakâtü's-Sûfiyye dersleri defteriniz var idiyse, bir kitap haline geliyor, yanınızda var. Yoksa "Okumuş muyuz hocam? Unuttum." dersiniz.
Eskiler diyorlar ki; “el-İlmü saydün ve'l-kitâbetü kaydün." İlim avlanmaktır; yazı da avladığın ceylanı, avı bağlayan bağdır."
Bağlamazsan ne olur?
Kaçar gider.
İlmi öğrendin, yazmazsan ne olur?
Unutulur gider.
Onun için yazılacak. Yazılması güzel, yazılması lazım.
Ve yükâlü innehu reâ el-Fudayle'bne İyâd. Deniliyor ki; "Ahmed b. Âsım el-Antâkî, Fudayl b. İyaz hazretlerine de yetişmiş, görmüş."
Onlar büyük zâtlardı. Hayatlarını okumuştuk.
Semi'tü Ebe'l-Abbâsi, Muhammede'bne'l-Haseni'bni'l-Haşşâbi, kâle: Semi'tü Ca'fereni'l-Huldiyye yekûlü, semi'tü'l-Cüneyde, yekûlü: Semi'tü'bne Mesrûkni'l-Cerîriyye, yekûlü: Kâle Ebû Abdillâhi, Ahmedü'bnü Âsımini'l-Antâkiyyü: Kurretü'l-ayni ve seatü's-sadri ve ravhu'l-kalbi ve tîbü'n-nefsi; min umûrin erbaa: el-İstibânetü li'l-hücceti ve'l-ünsü bi'l-ehibbeh ve's-sıkatü bi'l-ideh, ve'l-muâyenetü li'l-ğâyeh.
Evet, harekelerine dikkat ederek bir paragrafın Arapçasını okuduk. Arap diline göre nasıl okunması gerekiyorsa öyle okuduk.
"Ebu'l-Abbas Muhammed b. Hasan b. Haşşab'tan duydum." diyor müellif.
O kimden duymuş?
Cafer b. Huldî'den duymuş.
O kimden işitmiş?
Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinden.
Cüneyd-i Bağdâdî Efendimiz hazretleri kimden işitmiş?
İbni Mesrukini'l-Cerîrî'den.
O ne demiş?
"Ebû Abdullah Ahmed b. Âsımini'l-Antâkî'den işittim." demiş.
Hayatını okuduğumuz şahıstan işittim demiş.
Kitabın yazarı, kendisine gelen bilginin nereden geldiğini bir bir sayıyor, isim veriyor. İşte ilim bu, İslâmî ilimler böyle. İslâm'ın dışındaki hiçbir kültürde, Hint kültüründe, Yunan kültüründe, Roma kültüründe, Bizans kültüründe, İran kültüründe bu ilmî titizlik yok. Verilen bilginin kaynağının bu kadar kesin, güzel anlatılması, hiçbir yerde yok. İslâm'da var. İslâm, ilmi böyle almış, böyle teslim etmiş.
Neden?
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor:
"Kim benim söylemediğim sözü bana isnat ederse cehennemde yerini hazırlasın."
"Benim söylemediğim sözü; 'Peygamber Efendimiz böyle söyledi.' diye isnat ederse cehennemde yerini hazırlasın."
Bu, iki şeyi engelliyor:
Bir; insanların "Peygamber Efendimiz şöyle söyledi." diye, gelişigüzel konuşma yapmasını engelliyor.
İkincisi; duyan insanların da; "Duyduğu haberin aslı var mı yok mu?" diye tahkik etmesini sağlıyor. Adam; "Boş şey konuşmayayım; yalan nakleder duruma, suçlu duruma gelmeyeyim, suçlu duruma düşmeyeyim" diye, aldığı haberin sıhhatini sormuş oluyor. Böylece ilim, sıhhatli bir temele oturmuş oluyor.
Biz şu kitabı alıp okuyoruz. Eskiden bir kitabı alıp okumak nasıl olurdu, biliyor musunuz? Bizim İslâm töresinde İslâmî ilimler nasıl öğretilirdi?
Kitabı yazan adam, müellif, büyük âlim, kitabı önüne alırdı; ondan o kitabı okumak isteyenler de karşısına geçerdi. Bu, kitabını okurdu, onlar yazarlardı, tashih ederlerdi. Onlar yazdıklarını bu müellife okurlardı, müellif kendi kitabından bakardı; "Tamam, eksiksiz yazmışsın, cümleleri atlamamışsın, kelimeleri yanlış yazmamışsın." derdi, kitabın sonuna imzayı atardı; "Evet, bu kitabı bana bu şahıs okudu, tamamen benim yazdığım kitabı aynen yazmış, eksiksizdir, düzeltmeler yapılmıştır." derdi.
İlmin sağlamlığına bakın!
Hocamız Muhammed Zahid Kotku hazretleri, kitabını eline alırdı, bizden defter isterdi; büyük harita metot deftere eski yazı ile yazardı. Bunları yeni harflere çevirdik, bastık. Şimdi birinci baskısı, ikinci baskısı, üçüncü baskısı, beşinci baskısı oldu.
Almanya'dan bir haber geldi:
"Hocam, filanca eserin sayfaları içinde şu paragraflar yok. Eskisinde vardı, şimdi yok."
"Kitap basılmış." diyorsun, üstünde kitabın yazarının ismini görüyorsun ama içinden iki paragraf çıkmış olunca ne oluyor?
O zaman müellifin söylediği şeylerin hepsi o kitabın içinde olmamış oluyor.
Onun için şimdi "İş sağlam olsun, tahkikli olsun." diye; "Baş tarafa müellifin mührünün basılmamış olduğu nüshalar sahtedir; onları almayın." diyorlar.
Bu kadar ismi söyledi, niçin söyledi?
Aşağıdaki söyleyeceği sözün sağlam olduğunu göstermek için.
Biz Müslümanız. Bizim dedelerimiz de, hocalarımız da, üstatlarımız da, selefimiz de böyleydi. Bizim de öyle olmamız lazım. Biz yalan söylemeyiz. İslâm'da yalan söylemek yoktur. Yalan haber, yalan rivayet de konuşmayız. Şu cami kürsülerinde de en sağlam fikirleri, âyetleri, hadisleri söyleriz. İlmî de, böyle sağlam yerlerden alırız. Desteksiz konuşmamalı.
Birisi televizyona çıkmış, açıkoturumda başlamış alevîlik-sünnîlik meselesinde masal anlatmaya. Mesnedi yok, desteği yok, karşısındaki profesör, İlahiyat fakültesinden benim talebem, tanıdığım kimse.
"Yok ya, böyle şeyleri nereden uyduruyorsun? Masal. Olmaz!" demiş.
"Efendim, şöyle olmuş da böyle olmuş…"
'Miş'le olmaz! Sağlam delil gösterebiliyor musun; ilim o işte. Sağlam öğreneceksin!
Siz de sağlam öğreneceksiniz, yazacaksınız. Sonra sağlam müdafaa edeceksiniz. İlme böyle sarılırsak âlim oluruz. İlme sarılmazsak o zaman yalan yanlış sözler söylenilir, yalan yanlış işler yapılır. Millet o zaman batıla, hurafeye sapar, din çığırından çıkar, aslî hüviyeti bozulur, sapık yol haline gelir.
Hıristiyanlık, Yahudilik nasıl bozuldu?
Öteki peygamberler kavimlerine geldiler de, ondan sonra arkalarından nasıl bozuldu?
Böyle bozuldu. Onun için biz, bozulmaması için ilme böyle sarılacağız.
Antakyalı Ahmed b. Âsım hazretlerinin ilk sözünü okuyoruz.
Ne buyurmuş?
Kurretü'l-ayn."Gözün şenliği." Veseatü's-sadr. "Göğsün genişliği, ferahlığı." Ve ravhu'l-kalb. "Gönlün rahatlığı." Ve tîbü'n-nefs. "İnsanın nefsinin hoşluğu." Min umûrin erbaa. "Şu dört şeydendir."
Kurretü ayn, "gözün serinliği" demek aslında. Arap diyarında güneş çok olduğundan göz çabuk bozuluyor. Kuvvetli güneş ışınları gözü bozuyor; göz hastalıkları, ağrıları başlıyor. Göz ağrıdığında serinlik verdikleri zaman rahat ediyor. Gözün serinliği rahatlık veriyor.
Onun için böyle sevindirici şeylere; "Gözümün serinliği, kurretü ayn" demişler. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
Kurreti aynî fi's-salâh. "Benim gözümün şenliği, serinliği namazda."
"Namazı çok seviyorum" demek.
Sen sevebiliyor musun namazı?
Namazı severek mi kılıyorsun, yasak savmak bâbından mı kılıyorsun?
"Aman.." diye mi kılıyorsun, hoşlanarak mı kılıyorsun?
İstemeye istemeye mi kılıyorsun, zorlana zorlana mı kılıyorsun, zevk duya duya mı kılıyorsun?
Peygamber Efendimiz; "Gözümün şenliği, serinliği namazda." buyurmuş, çok sevdiğini bildirmiş.
"Vallahi hocam, kusuruma bakma ama doğruyu söylemek gerekirse namazı kılmakta zorlanıyorum."
Demek ki sen İslâm'ın özünü yakalayamamışsın, namazın aslına da erememişsin. Onun için namazdan zevk de almıyorsun. Namaz mü'minin miracı, senin haberin var mı?
Allah'ın huzuruna kabul ediliyorsun. Padişahın sarayına kabul edilsen nasıl sevinirsin. Dolmabahçe Sarayı'na bugün bir tanıdık bizi soktu da gezdik. Duhûliye parası bile almadılar. Gezmeye bile seviniyorsun.
Allah u Teâlâ hazretleri seni namazda huzuruna kabul ediyor. Sen kâinatın sahibi, Hâlık'ı, Mevlâ-yı Müteâlimiz, Rabbimiz'in huzuruna çıkıyorsun. Allah u Ekber deyince, huzuruna giriyorsun. Bu şeref ne büyük şereftir!
O namazda ne büyük zevkler vardır, duymayan bilmez. Allah kimisine duyurmuyor. Kimisine öyle kokular duyuruyor ki...
"Şu kokuyu duydun mu?"
Duymuyor. Kimisine öyle zevkler veriyor; o almıyor. Almayınca tatsız sanır, zevksiz sanır.
Neden olur o?
Abdestinin eksikliğinden olur, gıdasının haramla karışık olmasından olur, ilminin azlığından olur, fikrinin bozukluğundan olur.
Namaz nereden başlar?
Namaz şadırvandan başlar. Şadırvanda abdesti güzel almazsan namaz huzurlu kılınmaz, namaz huzursuz olur.
Neden?
Kusur vardır.
Yemek haramlı olursa, namazdan zevk alınmaz. Çok önemli şeyler bunlar; millet bilmiyor.
"Hocam, zevk alınınca ne olacak?"
Zevk alınınca tarif edilmeyecek kadar güzel olur. O zaman insanın aklı fikri; "Vakti gelse de namaz kılsam." diye, namazı isteyerek beklem, kılma durumuna döner. Ondan sonra da o namazdan çok faydalar hâsıl olur.
Kurretü'l-ayn. "Gözün serinliği."
Veseatü'd-sadr.
Bazen insanın göğsü daralıyor; "İçim sıkıldı, uff, daraldım."
Sanki buralardan tazyik yapıyorlar da nefes alamıyormuş gibi oluyor.
Ve seatü's-sadr. "Göğsünün ferahlığı, genişliği."
Gözün serinliği, göğsün genişliği; bunlar sevinç alameti.
Ve ravhu'l-kalb. "Kalbin rahatlığı." Ve tîbü'n-nefs. "İnsanın nefsinin de hoş olması."
Neden oluyormuş?
Dört şeyden oluyormuş:
el-İstibânetü li'l-hücceh.
Ve'l-ünsü bi'l-ehibbeh.
Ve's-sıkatü bi'l-ideh.
Ve'l-muâyenetü li'l-ğâyeh.
Bu dört şey oldu mu insanın gözü şen olur, göğsü geniş olur, kalbi rahat olur, içi hoş olur.
el-İstibânetü li'l-hücceh.
Hüccet, "delil" demek.
"Şu yaptığım şey sevap; kesin."
"Allah'a ısmarladık hocam, müsaadenizle pazartesi günü umreye gidiyoruz."
"Güle güle gidin. Allah kabul etsin. Bizi de duadan unutmayın." filan diyoruz.
Nasıl gidiyor oraya?
Sevine sevine gidiyor.
Niçin sevine sevine gidiyor?
"Umre sevap hocam, oralara gitmek sevap."
Orada Mescid-i Haram'da iki rekat namaz kılmak, gelip burada namaz kılmaktan yüz bin kat daha sevaptır; âşikâr bir şey.
"Medine-i Münevvere'de Peygamber Efendimiz'i ziyaret edeceğiz hocam. Ziyaret sevap, orada namaz kılmak sevap."
O zaman insan gideceği yere nasıl gider?
Âşikâr, sevabı belli olan, hücceti kesin olan bir şey, insana sevinç verir.
O halde hücceti kesin olan, sevap olduğu belli olan işleri yapmaya koşmalıyız. "Gönlümüz şen olsun, gözümüz şen olsun, içimiz rahat olsun, hoş olalım. " istiyorsak sevabı kesin olan işleri yapalım.
Sevabının kesin olması, insana bunları sağlar, bir.
İkincisi:
Ve'l-ünsü bi'l-ehibbeh. "Allah'ın sevdiği, sevimli dostlarla ünsiyet etmek, beraber olmak."
Bu da insanın gözünü şenlendirir, göğsünü ferahlatır, kalbini rahatlatır, içini hoşlandırır.
Allah u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz’in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz’in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayrılarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Ala’da Peygamber-i Zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütenaim eylesin.