Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve süile Ahmedü'bnü Âsımin ani'l-ihlâs.
Bu terceme-i hâli bahis konusu olan şahısa; "İhlâs nedir?" diye, ihlâstan soruldu. O da bir cevap verdi.
İhlâs ne demek; önce biz söyleyelim.
İhlâs, "niyeti halis kılmak" demek. İnsanın niyetinin hâlis olması, "hâlis muhlis bir sâfî niyet taşıması" demek. İnsanın bütün amellerinde niyet esastır. Hadîs-i şerîfe göre;
İnneme'l-a'mâlü bi'n-niyyât. "Ameller niyetlere göre değerlendirilir, mükâfâtlandırılır veya cezaya müstahak olur."
Ameller niyetlere göredir; niyetler de ihlâs denilen duyguya tâbidir. İnsan iyi niyetli, ihlâslı ise, işini ihlâsla, katıksız, sâfî bir şekilde yapıyorsa, o zaman yaptığı amel makbul olur, sevaplı olur, güzel olur. Onun için erbâb-ı tasavvuf, yaptıkları işlerin iyi niyetle, güzel bir maksatla yapılmasını ve niyetin de halis, ihlâslı olmasını çok kollamışlardır. Yani her işinde kendisini kollamıştır, içini kontrol etmiştir, kalbine bakmıştır, niyetinin hâlis olmasına çalışmıştır. Allah'ın rızasını arayan o mübarek zâtların önemli işidir.
İhlâsın olmaması, ihlâssızlık nedir?
Riyâ.
Riyâ ne demek?
Türkçe kelime kelimesine karşılığı, "gösteriş" demek. Yaptığı iyi ameli iyi bir niyetle yapmıyor da, gösteriş için yapıyor. Eğer gösteriş için yapıyorsa "riyâ" derler. Şöhret için, "duyulsun" diye, namı, şanı yayılsın diye yapıyorsa, "süm'a" derler.
Süm'a, semia'dan "İşitti" mânasından. Riyâ da, rü'yet mastarından, "görmek" fiilinden. Göstermek için yapıyorsa "riyâ", "duyulsun" diye yapıyorsa "süm'a" derler.
Riyâ ve süm'a, ihlâssızlık demektir. Çünkü Allah için yapmıyor da "Kullar beğensin." diye yapıyor. "Kullar görsün, kullar duysun, kulların arasında namı yürüsün, şanı bilinsin, yücelsin." diye yapıyor; makbul değil. İhlâs önemlidir.
İhlâsın da incelikleri vardır. İhlâslı olmak kolay değildir. İnsan "İhlâslıyım." dediği zaman bile kendisinin farkına varmadığı birtakım ince, kötü, ters duyguların içinde olabilir.
Bir mübarek zât, namazları hep cemaatle, camide, imamın arkasında kılarmış. Biliyorsunuz, sevap imama geliyor; ikinci, imamın arkasındaki şahsa geliyor; üçüncü, arkasındaki şahsın sağına geliyor; dördüncü, soluna geliyor; beşinci, sağdakinin sağına geliyor; altıncı, soldakinin soluna geliyor. Böyle sağlı sollu, sağlı sollu devam ediyor.
Ama arkası çok önemli; imamın tam arkası cemaatin en kıymetli yeri. Oraya en kıymetli insanı getirirler. İmama namazda bir arıza gelse, namazı bırakmak zorunda kalsa, yerine adım atıp imamlığa geçebilecek şahsı oraya getirirler. Orası sevaplı yerdir. İhtiyar, mübarek insanlar umumiyetle orada namaz kılar. Orası alim, fazıl kimselere verilir. Ön safın en kıymetli yeri en ortasıdır, imamın arkasıdır.
O mübarek zât, yirmi küsur sene namazı hep cemaatle kılmış. Hep de imamın arkasında kılmış. Bir gün bir özrü olmuş, cemaate gecikmiş, ta arka tarafta namaz kılmış. Arka tarafta namaz kılınca da utanmış;
"Ya, benim gibi alim, fazıl bir kimse böyle ta arkada, en son safta namaz kılıyor; birisi görse benim hâlim nice olur? Ayıplarlar beni." diye düşünmüş.
Alim insanlar camiye erken gelir, ezandan önce gelirler, ön saflarda yer alırlar. En arkada kalmak iyi değil.
En arkada kaldığı için utanmış. "Beni böyle görseler.." diye içine bir duygu gelmiş. Fakat bunlar kendi kendisini kontrol eden insanlar ya;
"Ah! Riyâ ile yapıyormuşum!" demiş.
"Olmadı." diye yirmi küsur yıllık, otuz yıllık ibadetini kaza etmeye, ödemeye başlamış. İşte bu böyle. Bu mübarek zatlar ihlâsı böyle takip eder.
Süile Ahmedü'bnü Âsımin ani'l-ihlâs. "Buna ihlâstan sordular, 'İhlâs nedir?' diye bir soru açtılar."
Fe-kâle.
İhlâsı tarif ediyor:
İzâ amilte amelen sâlihan. "Bir ibadet, amel-i sâlih işlediğin, güzel iş yaptığın zaman." Sâlih; uygun, iyi demek. Fe-lem tuhibbe en tüzkere bihi. "Bu yaptığınla anılmayı istemiyorsan, 'Bu yaptığını insanlar bilsin de anılsın.' diye istemiyorsan, bunu sevmiyorsan." Ve tuazzame min ecli amelike. "Yaptığın işten dolayı hürmet görmek de istemiyorsan." Ve lem tatlüb sevâbe amelike min ehadin sivâhu. "Amel-i sâlihin mükâfâtını da O'ndan başkasından beklemiyorsan."
Allah'tan başkasından da bir aferin, mükâfât, para pul, menfaat beklemiyorsan.
Fe-zâlike ihlâsu amelike. "Ameli ihlâslı yapman budur."
Üç şey söyledi:
"Yaptığın güzel ibadet, taatten dolayı anılmayı sevmiyorsan, nâmının söylenmesini, anılmasını sevmiyorsan; bu işi yaptın diye 'Aferin, ne müslüman adam!' diye hürmet görmek istemiyorsan; sevabını, amelinin karşılığını da Allah'tan başkasından beklemiyorsan; ameli ihlâslı yaptın demektir." diyor.
Biz de bunlara dikkat edelim.
"Buyur sofraya." dersin.
"Teşekkür ederim, almayayım."
"Buyur canım, yiyelim."
"Teşekkür ederim, almıyorum."
Oruçlu olduğunu söylemek istemiyor. Oruçlu da; "Bugün niyetliyim." demek istemiyor.
Neden?
"Söylersem amelimde gösteriş yapmış olurum." diye, saklamak istiyor, orucunu gizli tutmak istiyor. Güzel. Mesela bu iyi bir şey; bunun gibi...
Sakallı birisi çarşıda alışveriş yapıyormuş. Satıcı demiş ki;
"Sen mübarek bir adamsın, sakallısın; sana şu kadar tenzilat yapayım."
"Yok, ben Müslümanlığı öyle tenzilatla filan satmam; istemem." demiş.
"Müslümanlığımı ticarette pazarlık unsuru yapmak istemem." demiş.
İşte ihlâs böyledir.
Kâle ve kâle Ahmedü: Enfau't-tavâdui mâ nefâ anke'l-kibre ve emâte minke'l-gadab.
Aşağıya doğru beş-altı tane "en faydalı, enfeu" kelimesiyle başlayan söz söyleyecek.
Enfau't-tavâdui. "Tevazunun en faydalısı."
Sen tevazu gösteriyorsun; mütevazı olanı Allah sever, bir mükâfât verecek. Ne kadar güzel tevazu yaparsan, mütevazı olursan, Allah o kadar büyük mükâfât verir, o kadar fayda görürsün.
Tevazunun en faydalısı nedir?
Mâ nefâ anke'l-kibre. "Senden kibri sürüp atandır. İçinde hiç kibir bırakmayandır." Ve emâte minke'l-gadab. "İçindeki kızgınlığı da öldürendir."
O mübarek, Allahuâlem, şunu demek istiyor:
En faydalı, en makbul, en güzel tevazu olması için içinde hiç kibir olmayacak, tamam; sana karşı bir saygısızlık yapsalar bile bundan rahatsız olmayacaksın.
Ve emâte minke'l-gadab. "Sana saygısızlık yapana karşı da içinde bir kızgınlık olmayacak. Kızgınlığı da öldürmüş olacaksın."
İşte bu tevazu güzel!
Evliyâullahtan birisi bir gemide seyahat ediyormuş. Tabi "Bu evliyâullahtır, bu büyük zâttır' filan diye kafasında yazı yok ki markası yok ki. Bir de elbisesi eskiyse tamam, hiç tanınmaz.
Eskiden kırk yamalı hırka giyelermiş; yamar yamar giyerleşmiş, atmazlarmış. Gösterişe önem vermezlermiş veya "Tasarruf olsun." diye yaparlarmış. Kıyafeti pek gösterişli değil; alnında da göğsünde de yazısı yok.
Birisi yolculuk esnasında, -gemide vakit geçecek- ortaya çıkmış, halkı güldürecek hokkabazlıklar yapıyor. Bir de hokkabazlık yapmak için birisini ortaya çekmesi lazım; hokkabazlığı onun üzerinde icra etmesi lazım. Gemide kendisini seyreden insanlara bakmış, bakmış. Tabi hatırlı bir insanı ortaya çekemez, gözü bunu tutmuş; bu fakir, bu gariban, "Bu pek kıymetli gibi görünmüyor." diye, yakasından çekmiş bunu ortaya. Bunun üzerinde hokkabazlıkları, halkı güldürecek şeyleri yapmış. Tabi bu şeyleri, onu küçük düşüre düşüre yapmış. Halk da gülmüş. Onların nazarında mühim olan hoşça vakit geçirmek.
Bu zât diyor ki;
"Hayatımın en mutlu dakikalarıydı. Çünkü baktı baktı, o kadar insan içinde en sefil, en aşağı, en kıymetsiz olarak beni gördü; ondan çok haz duydum. En gariban olarak beni bulduğuna sevindim."
Adamların hâline bak; kızmak şöyle dursun, yakasından tutuyorlar, ortaya çekiyorlar, maskara ediyorlar, halk gülüyor, bir de; "Bak en gariban beni gördü." diye memnun oluyor. Bu insanların halleri, durumları bu.
Demek ki biz tevazu sahibiysek, bu sözden çıkaracağımız ders; içimizde, "Ya ben büyüğüm, mevki makam sahibiyim, ilim irfan sahibiyim, zenginim, hatırlıyım, yaşım şu kadar." filan gibi bir şey, bir malzeme kalmamış olacak; hepsi atılmış olacak.
Gezdiğim bir yerde, vaaz mevzu olarak bir noktaya geldi, dedim ki;
"Müslümanın müslümana dargın durması haram. Üç günden fazla dargın kalmak haram. Barışmak lazım. Bak kandil gecesinde bir yerde toplandık da, filanca adam camide, kandil gecesinde, hiç ortada sebep yokken bir dargınlık yaptı, gitti. Halbuki öyle yapmaması lazım, dargınlık haram. Hele kandil gününde sebepsiz yere de böyle bir problem ortaya çıkarmaması lazım."
Söylediğim söz biraz da tesirli oldu, etkiledi. Kimisinin içine yer etti sözüm, kimisinin de gözünü yaşartacak gibi oldu. Birisi dedi ki;
"Hocam, bu toplantıda dargın olduğumuz birisi var; hâlâ barışmadık. İki defa ben teşebbüs ettim, olmadı, barışmadık. Ben ondan yaşça büyüğüm, onun gelmesini bekliyorum, ondan barışmadım."
Kendisini böyle savununca, dedim ki;
"Kaybettin. Üçüncü defa gitseydin, yine sen kazanacaktın. Dördüncü defa gitseydin, yine sen kazanacaktın."
Bak, ne düşünüyor; "Ben ondan yaşça büyüğüm, o gelsin." diyor, protokol düşünüyor.
Şu kitaptaki bu mübarek zat ne diyor?
"Kalbinde hiç kibir kalmayacak, hepsini çıkaracaksın. Büyüklüğü de, mevkiinin üstün olduğunu da, haklı olduğunu da, zengin olduğunu da, falancayı da bırak; hiçbir şey kalmasın, tam tevazu olsun, içinde biraz kırıntı kalmasın. Bir de kızma; kızgınlık da kalmasın karşı tarafa. Sen mütevazı olunca, karşı taraf da seni saymadı, sen de sayılmadığından dolayı kızdın, olmadı. Kızgınlığı da at. İçinde kibrin kırıntısı da kalmasın."
"Sana hürmet göstermeyen kimseye kızgınlık da yapma; onu da sür içinden. Tevazu böyle sağlam olur; en faydalı tevazu böyle olur." diye bildiriyor.
Tabi çoğumuz bu davranışlarımızdaki duygularımızı, bunlar gibi kontrol etmiyoruz. Biz, bu çağın insanları şimdi unutmuşuz, kendi içimize dönüp kendimizi kontrol etmeye, hislerimizi tashih etmeye yönelik çalışmalarımız az.
Bunları niçin okuyoruz?
O büyüklerin bu meselelere nasıl baktığını, kendilerini nasıl ıslah ettiklerini, nasıl Allah'ın rızasını kazanacak yönde hareket ettiklerini gösterdiği için okuyoruz. Bu kitabın büyüklüğü orada.
Kâle, ve kâle Ahmedü. "Yine Ahmed b. Âsımini'l-Antâkî dedi ki."
Enfau'l-ihlâsi mâ nefâ anke'r-riyâ ve't-tezeyyün ve't-tasannu'.
İhlâsın en faydalısı, en güzeli, tam not alanı hangisidir?
"İçinde hiç riyâ bırakmayan, riyâ kırıntısı bırakmayandır."
"Görsün şu amelimi de bana 'Aferin!' desin, beni beğensin." gibi, başkasına göstermek arzusunun içinde hiç kalmamasıdır. Ve't-tezeyyün. "Bir de o amelle kendini süslemek, tezeyyün etmek arzusu da olmamasıdır." Ve't-tasannu'. "Yapmacık da olmamasıdır."
Kendin evinde olduğun zaman bu namazı nasıl kılacaktın?
Sere serpe, rahat rahat kılacaktın, elini kolunu sallaya sallaya kılacaktın. Camide bu kendine bir tavır eda vermek ne oluyor? Gösteriş oluyor. Evinde kıldığın namazla camide kıldığın namaz arasında eda farkı varsa, camideki daha güzelse, sende riyâkârlık var. Ben yapıyorsam bende riyâkârlık var. "Sen" dediğime üzülme, sende veya bende veya falanca şahısta. Eğer evde kıldığımız namaz ile camide kıldığımız namazın arasında, şekil bakımından camideki daha saflı ve edalı ise demek ki biz halkın bizi beğenmesini istiyoruz da orada tasannutlu, saltanatlı, yapmacıklı oluyor. Süsleyerek yapıyorsak demek ki riyâ var.
Nasıl olacak?
Eşit olacak. Hatta evdeki daha üstün olacak.
Geçtiğimiz derslerde "melamet meşrebi"ni anlatmıştık. "Halk kendisini beğenmesin." diye tersine hareket edenler var. "Halk sevmesin, halk teveccüh etmesin, şöhret olmasın, iltifat olmasın." diye, aksine, inadına kendisini beğenilmeyecek gibi gösterenler var. Tasavvufta ona da; "melamet meşrebi" diyoruz. "Halk kendisini levmetsin, kınasın, beğenmesin." diye aldırmayanlar var.
Evindeki daha üstün ise güzel, ihlâslısın. Camideki evindekinden üstünse demek ki camide halkı düşünüyorsun, gösterişi düşünüyorsun; o zaman sende tehlike var.
İhlâsın en sağlamı, en faydalısı hangisidir?
İçinde hiç gösteriş, amelini süsleme arzusu bırakmayandır, zorlama ve yapmacıklık bırakmayandır. Yapmacıksız, süslemesiz, riyâsız, sâfî oluyorsa ihlâs bu işte. Böyle olmuyorsa, riyâ az veya çok vardır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz;
"Riyâyı herkes kolay anlayamaz. Karanlık gecede, taşın üstünde karıncanın gezmesi gibidir." buyurmuş.
Karıncanın ayak sesi duyulur mu, karanlıkta görülür mü?
Görülmez. Gizlidir, saklıdır.
Onun için çok dikkat etmek lazım. İnsanın kendisini iyi kontrol altına alması lazım, duygularına dikkat etmesi lazım.
Bayezid-i Bistâmî hazretlerinin bir hikayesi var:
Otuz sene yaya olarak hacca gitmiş. Her gün bir hatim indirirmiş. Yaya olarak hacca gitmenin sevabı çok büyük tabi; her adımda büyük sevaplar veriliyor. Tam Arafat'a çıkmışlar, Arafat'ta nefsi içinden buna demiş ki;
"Bayezit, hadi iyisin iyi, işin iş! Bak otuz sene hacca yaya olarak geldin gittin, her gün bir hatim indirdin, artık ne iyi durumun!"
Kimse bir şey demiyor; kendi içinden böyle bir duygu gelmiş.
Kendi amelini beğenmek, kendi yaptığı işi iyi sanmak; bu duygu nereden gelir?
Ya şeytandan gelir, ya nefisten gelir. Nefsi beğenir. Ya da şeytan onu sapıttırmak için yaptığı işi ona hoş gösterir. İkisi de yanlış. Tabi nefsinden geldiğini hissetmiş. Hemen;
"Ey müslümanlar! Otuz sene yaya olarak haccettim, her gün bir hatim indirdim; bunları satıyorum, alan var mı?" diye seslenmiş.
Herkes birbirine bakmış; "Ya, adamın kafasına güneş mi vurdu, aklından bir zoru mu var?"
Tabi kimse de kimsenin malını kolayca kesesinden parayı çıkarıp da almaz. Oradan çörek satan adamın birisi;
"Tamam, üç çöreğe ben alırım." demiş.
"Tamam, satarım. Ver üç çöreği." demiş.
Üç çöreği almış. Poğaça gibi gözümün önüne geliyor. Otuz tane haccın sevabını sattı. Her gün yaptığı hatm-i Kur'ân-ı Kerîm'in sevabını da sattı. Üç tane poğaça aldı.
Orada da kenarda sıcaktın dili sarkmış bir aç köpek duruyormuş, karnı içine göçük. Çöreğin bir tanesini ona atmış, yutmuş. İkincisini de atmış, onu da yutmuş. Üçüncüsünü de atmış, onu da yutmuş. Oturmuş kenara gözünü kapatmış, nefsine hitap etmiş:
"Şimdi ey nefsim, söyle bakalım, hangi ameline dayanacaksın, neye dayanacaksın? Elinde bir şey kalmadı, bomboşsun, hadi bakalım! Allah'ın rahmetinden başka bel bağlayacağın, dayanacağın bir şey kaldı mı?" demiş.
Adamların büyüklüklerine bakın, düşüncelerine bakın! Bu iş şakaya gelmez!
Mürit itikafa giriyor, on gün îtikaf yapıyor. Şeyhi mânevî bakımdan onu takip ediyor. Tam itikafın içinde; "Şu îtikafının sevabını bana ver." diye içine bir duygu geliyor. Şeyhi ortada yok ama içine böyle bir duygu geliyor.
Nereden geliyor? O duyguyu şeyhi gönderiyor. Telsizler çalışıyor; itikafta şeyhi ona mesaj gönderiyor.
"İtikafının sevabını ver."
Mırıldanıyor:
"Ya işte o gün ben aç kaldım, ben susuz kaldım, ben uykusuz kaldım, ben bu kadar namaz kıldım, ben bu kadar ibadet ettim." diye düşünüyor, kıvranıyor.
İnsan küçücük bir şeyi bile veremiyor.
Çoğu insan haccı ömürde bir defa yapıyor, kimisi de yapamıyor.
İnsan otuz haccı verir mi?
Bir hatim indirsen birisi; "Sevabını bana ver." dese kolay kolay verir misin?
"Yok, sevabını kendim istiyorum." dersin.
Bunların hepsini niye verdi?
İnsanın kendi ameline mağrur olması, onunla kibirlenmesi, ona dayanması, itimat etmesi doğru değildir de ondan.
Ya Allah kabul etmediyse?
Allah'ın lütfuna dayanacak, Allah'tan isteyecek, Allah'tan bekleyecek. Onun için o duyguyu içinden sökmesi lazım.
O duygu sökülmez ki illa ona söyler: "Otuz defa haccettin, hem de yaya olarak haccettin, ne kadar sevap kazandın. Her gün hatim indirdin, ne kadar sevap kazandın."
Bunu içinden atamaz. İnsanın içinden duyguları söküp atmak, elbise çıkarmak gibi kolay değildir; saplanır kalır. "Fikr-i sabit" diyoruz, idefiks diyoruz. İnsanın içinden kolay çıkmaz.
Çıkarmak için ne yapıyor?
Büyük üstat biliyor; ne yapıyor?
Öyle bir çıkarıyor ki içinden, içi bir daha onu düşünemeyecek gibi…
Endülüs'ü fetheden Tarık b. Ziyad, askerlerini gemilerle Afrika'dan, Cebel-i Tarık boğazından İspanya yarımadasına geçirmiş. Askerler gemilerden inince gemileri yaktırmış. Cayır cayır cayır, yelken, direk, kürek, gemiler yanmış; gemi kalmamış.
Niye?
Askerlerin artık geriye dönüş imkanı yok. O gemilerle bu tarafa geçtiler; geriye dönüş imkanı, vasıtası yok. Askerlerin karşına çıkmış, demiş ki;
"Ey mücahitler! Ey müslümanlar! Ey mü'minler! Bakın gemileri yaktım, önünüz derya gibi düşman, arkanız düşman gibi derya. Denize girseniz boğulursunuz, o da size ölüm getiriyor, o da düşman gibi. Arkanız düşman gibi derya, önünüz de derya gibi düşman. Bu düşmanı yenmekten başka çareniz yok!"
O mücahitler ne yapar? Siz olsanız ne yaparsınız? Tabi anlamak için kendinizi onun yerine koyacaksınız; ne yaparsınız?
Pabuç pahalı; "Bu düşmanın karşısında gevşek dursam bunlar beni kılıçtan geçirir. Kaçmak istesem kaçma imkanım yok; o halde mutlaka düşmanı yenmem lazım." der, öyle çarpışırsınız.
Komutanın büyüklüğüne bak! Müslümanlar ölümden korkmaz, mücahittir, şehitliği ister, hepsi tamam, iyi, güzel, hoş da; ya korkarsa, ya içine bir korku geliverirse, ya işi gevşek tutarsa, ya geriye kaçarsa? İşi sağlama bağlıyor. Usta komutan olduğu için işi öyle bir şekilde çözümlüyor ki başka kaçamak noktası bırakmıyor.
İşte ihlâs! İşte Allah'a kulluk etmenin incelikleri. Büyük üstatların büyük menkıbeleri, menâkıbı bunlar.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.