Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
162. Sayfanın 28. paragrafında kalmışız.
Müellif diyor ki:
Semi'tü Ahmede'bne Nasri'bni Abdillâhi'bni'l-Fethi'l-Zerrâ'. "Nehrevan şehrinde Ahmed b. Nasr b. Abdillah b. Feth ez-Zerrâ'dan işittim."
Kâle semi'tü'l-Cüneyde yekûl. "O da Cüneyd-i Bağdâdî'den işitmiş. Şöyle dediğini nakletti:"
Ahmed b. Nasr ez-Zerrâ kimmiş? Nehrevan'a yerleşmiş bir âlimmiş, hadis rivayet etmiş. Târîh-i Bağdâd'da hayatı hakkında bazı bilgiler mevcutmuş.
Mükâmü'l-garîbi bi-Bağdâde ba'de hamseti eyyâmin fudûlün. Gariban; memleketini terk etmiş de seyahate çıkmış kimse, garip, gurbette olan kimse. "Bir garibin Bağdat'ta beş günden sonra oturmaya devam etmesi fazladır, lüzumsuzdur."
"İşi gücü neyse onu gördü, o kadar kaldı; memleketine dönsün." demiş oluyor. Fazla kalmayı iyi karşılamıyor. Bu bana Hz. Ömer Efendimiz'i hatırlattı. Hz. Ömer Efendimiz de hacıları; "Haccınız bitti, evlerinize dönün." diye dönmeye teşvik edermiş.
İnsan Bağdat'ı sevebilir. Hacca gitmişse Mekke-i Mükerreme'yi, Medine-i Münevvere'yi sever. Her müslümanın kalbinde bu mübarek, bu büyük beldelerin yüksek mevkii, sevgisi vardır. Ama tabi her şeyin de bir ölçüsü var. Herkes "Seviyor." diye orada fazla kaldığı zaman, memleketinde ailesi onu özleyecek. Diğer memleketlerdeki hayat dengeleri belki zarara uğrayacak. Çeşitli sebepler var.
Tabi Mekke ve Medine için başka bir sebep daha var. Oralarda ibadetlerin sevabı yüksektir ama günah işlendiği zaman da cezası daha büyüktür. Mesela bir müslümanın Mekke-i Mükerreme'de Mescid-i Haram dediğimiz, Kabe-i Müşerrefe'nin etrafında duvarları çevrilerek yapılmış olan mesccidde bir namaz kılması yüz bin misli sevaptır. Sevaptır ama Mekke'de otururken o adam Mekke'nin hukukuna riayet edemezse; laubali, saygısız, takvâsız olursa, hatalı işler yaparsa, günahlar işlerse günahı da çok yazılır.
"İnsafsız! Bu kadar mübarek yerde de mi nefsine hâkim olamadın? Burada da mı edebini takınamadın?" diye, cezası büyük oluyor.
Bağdat da önemli bir İslâm beldesi. Abbasîlerin payitahtı, bir büyük devletin asırlar boyu baş şehri olmuş, çok muhteşem bir şehir. Hatta bizim Türkçe'ye atasözü olarak girmiş: "Ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz." Sevilen insanlara "yar" diyoruz.
İnsanın annesi kadar sevgili bir başka insan düşünülemez. "Anne gibi yar olmaz." Çünkü en vefalıdır, en fedakârdır, insanın iyiliğini en çok isteyendir. Evlatları için icabında hayatını feda eder. "Ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz."
Demek ki Bağdat, çok güzel bir şehirmiş. Medeniyetin, irfanın merkezi. Her şey var ama Cüneyd-i Bağdâdî Efendimiz garibin -veya birinin- orada fuzulî olarak eylenmesini doğru görmemiş. "İşin var, geldin. İşini gör, git!" diyor.
Bu durum alimler için, ilim öğrenecekler için geçerli değildir. İlim öğrenmek büyük şehirlerde, merkezlerde olur. Onun için oralara gitmek, oralarda kalmak, ilim öğrenmek çok sevaptır. Onun tahkiki yok. Orada sebepsiz yere kalmak; "'Burası hoşmuş; eğlence, keyif, zevk varmış.' diye kalmak doğru değil." diye düşündüğünü tahmin ediyorum.
Cüneyd-i Bağdâdî Efendimiz galiba güzelliğine aldanıp gönül verip memleketini unutmasını uygun görmüyor. Bir türkü var. Radyodan kulağıma takıldı. Doğrusu beni de duygulandırdı, hüzünlendirdi. Aslında biz bunlara türkü demiyoruz; "yakma" veya "ağıt" diyoruz. İnsanın içini yakan bir türkü; zevkten, keyiften değil de üzüntüden, acıdan söylenmiş.
Yârim İstanbul'u mesken mi tuttun?
Gördün güzelleri beni unuttun.
Sılaya dönmeye yemin mi ettin?
Gayrı dayanacak özüm kalmadı.
Mektuba yazacak sözüm kalmadı.
Böyle bir tür ağıt yakma kulağıma geldi.
Düşündüm; sahne gözümün önüne geliverdi. "Büyük şehir" diye Anadolu'dan İstanbul'a geliyorlar. Çalışıyorlar, kazanıyorlar, memleketlerine dönüyorlar. Anlaşılan Kayseri'den birisi gelmiş sonra da dönmemiş. Karısı var, çoluk çocuğu var; bekliyorlar. Kadıncağız mektup yazmış:
"İstanbul'u mesken mi tuttun? Oradaki güzellikleri, güzelleri gördün bu tarafı unuttun. Buraya gelmemeye yemin mi ettin? Niye gelmiyorsun? Mektuba yazacak başka sözüm kalmadı; dayanacak da hâlim kalmadı."
Gurbetteki insanın gurbetin acılarını çekmesi vardır. Bir de sılada memleketinde onu bekleyen insanların özlemi vardır. Onları da düşünmek lazım. İşini görüp dönmesi lazım. Herkesin hissiyatına, arzularına, bilhassa hukukuna riayet etmek lazım. Hukukuna riayet etmek, bütün insanlar için gereklidir. Hissiyatına riayet etmek; kalbini yıkmamak, kırmamak, gönlünü yapmak, neşelendirmek, sevindirecek bir şeyler yapmak da mutasavvıfın işidir.
Gönül yapmak, gönlü hoş etmek, birisinin hayır duasını almak, birisine "Allah razı olsun!" dedirtmek…
Hadîs-i şerîf var:
"Gönül yıkmak, Kâbe'yi yıkmak gibi fenadır. Gönül yapmak, birisini sevindirmek de Kâbe'yi bina etmek, tamir etmek, yenileştirmek gibi sevaptır."
Onun için mutasavvıflar, sûfîler, tarikat ve tasavvuf erbabı insanları sevindirmeye çok dikkat etmişlerdir.
Namaz kılıyoruz. Gözümün önünde yaşlı bir amca, yanındaki genci sevdi, tesbihini ona verdi. "Aferin, maşaallah! Camiye gençler dolmuş. Eskiden yaşlılar gelirdi, gençleri hiç göremezdik. Bu cami delikanlılarla doldu." diye galiba sevindi, memnun oldu. Kendi tesbihini ona verdi. O da; "Sen şurasından, ben burasından beraber çekelim." demek istedi. Amca sonunda ona verdi.
Tasavvufta "iyilik yapmak" fikri vardır. Kendisi hakkından vazgeçip ötekisinin gönlünü yapmak. Küçük bir şeyle, yarım elmayla bile olsa gönül almak vardır, fedakârlık vardır. Buna tasavvufî ahlâk içinde îsar derler. Î harfi uzun, s harfi de peltek.
Ne demek?
Karşısındakini kendisine tercih etmek; yememek yedirmek, giymemek giydirmek, sabretmek, sevindirmek. Tasavvuf budur.
Hukuka riayet etmek adalettir, şeriattir. Herkese hakkını vereceksin, hak yemeyeceksin; bu mecburi. Ama îsar mecburi değil, fazilet mecburi değil. Yaparsa karşı tarafın duasını alır, sevap kazanır; Allah da ona mükâfât verir.
"Kim bu dünyada birisinin gönlünü alırsa Allah da âhirette onun gönlünü hoş eder. Kim bu dünyada bir müslüman kardeşinin hacetini giderir, işini görürse Allah da âhirette onun hacetini giderir, işini görür. Kim bu dünyada bir kardeşinin sıkıntısını atlatmasında ona yardımcı olursa Allah da mahşer yerinde, âhirette onun sıkıntılarının giderilmesini emir buyurur, giderilmesini nasip eder." diye hadîs-i şerîfler var.
Onun için her şeye dikkat etmek lazım.
İnsan Bağdat'a geldi, tamam. Peygamber Efendimiz'in torunlarının türbelerinin, altından kubbeleri var. Biz karayoluyla Bağdat'a doğru geldik. Dicle kenarından otomobille giderken hayretler içerisinde kaldık. İstanbul'daki camilerin kubbeleri, kurşun kaplıdır. Orada muhteşem camilerin, mübarek şahısların yattığı türbelerin kubbeleri, kurşun yerine altın kaplı. Uzaktan sapsarı görünüyor. Tabi altın olduğu için hiç de tozlanmıyor, sararmıyor, solmuyor. "Soy maden" deniliyor pırıl pırıl. Oranın güzellikleri, imkânları, gönlü hoş eden tarafları var. Öyle ama öbür tarafta memlekette, köyümüzde, kendi ikamet ettiğimiz yerde de kendisine karşı sorumluluğumuz olan kimseler var; onların da hatırını kollamak lazım. Allah rızası için işini görüp dönmek lazım.
Beyler hanımlarının gönlünü yapmaya riayet edecek. Hanımlar beylerinin gönlünü kırmamaya, gönlünü yapmaya dikkat edecek. Evlatlar ana babalarına hürmet edecek. Anneler babalar evlatlarına şefkat edecek. İslâm toplumunun yapısı bu.
Herkes, herkese iyilik yapmaya çalışacak. "Önce ben, Rabbena, hep bana." demeyecek. Aksine; "Hakkımı bile kardeşime vereyim de sevap kazanayım." diyecek.
Cüneyd-i Bağdâdî efendimizin bu sözünü böyle yorumluyorum. Sebebini yazmıyor ama "Beş günden fazla kalması gereksizdir. Garîb gitsin, gurbeti terk etsin, memleketine dönsün." diyor. Herhalde bir tecrübesi vardır. Bu sebepten söylenmiş olsa gerek. Ama ilim için gelmişse buyursun yıllarca kalsın; otursun, öğrensin, yetişsin.
Büyük alimlerin çoğu muhtelif yerlerden gelip Bağdat'ta yetişmişlerdir. Bağdat ilim merkezi. Garîb diyor, talebe-i ilim demiyor. Talebe-i ilim kalır. Talebe-i ilim; ""ilim öğrenmeye talip olan kimse baş tâcıdır. Allah'ın da çok sevdiği kimsedir. Tabi o sebepten bizim de başımızın tâcıdır.
Ve semi'tü Ahmed, yekûlü semi'tü'l-Cüneyd. "Kitabı yazan şahıs, aynı râviden duymuş. O da Cüneyd-i Bağdadî'den duymuş." Men nazara ilâ veliyyin min evliyâi'l-lâhi Teâlâ fe-kabîlehû ve ekremehû ekremehu'l-lâhu alâ ruûsü'l-eşhâd. "Kim Allahu Teâlâ'nın evliyasından bir velî kuluna nazar ederse, cemaline bakarsa." Ve kabîlehû. "Ona hüsnü kabul gösterirse onu kabul ederse." Ve ekremehû. "Ona, Allah'ın evliyâsı olan kimseye, hürmet ve ikram ederse." Ekremehu'l-lâhu Teâlâ alâ ruûsü'l-eşhâd. "Şahitlerin başları üzerinde, Allah da onlara âhirette ikram eder."
Bu dünya bitecek, fani. Ondan sonra âhiret var. Hani Haydarpaşa'dan sonra ilk istasyon Söğütlüçeşme. Âhiretin ilk istasyonu, Haydarpaşa'sı kabirdir. İnsan kabre giriyor, âhiretin birinci merhalesi budur. Âhirete göçen insan; ondan sonra çeşit çeşit merhalelerden geçecek. Âhiretin çok önemli olan bir safhası var. İnsanlar Mahkeme-i Kübrâ'ya, Allahu Teâlâ hazretlerinin huzuruna çıkacak. Allahu Teâlâ hazretleri kulu hakkında hükmederken; "Seni cehenneme atacağım, lütfedip seni cennetime sokacağım." diye hüküm verirken, o mahkemede her şey şahitli olacak.
Kim şahitlik yapacak?
İnsanın önce gözü, kulağı, dili, eli, ayağı, âzâları aleyhine şahitlik edecek:
"Evet yâ Rabbi! Elini o haram mala uzattı, aldı; ben şahidim!"
Kendi âzâsı şahitlik edecek veyahut da diyelim ki müsbet tarafından; "Evet ya Rabbi! Geceleyin kalktı, şıpır şıpır gözyaşı döktü, tevbe etti, ağladı." diye, göz şahitlik ediyor.
Parmaklar diyecek ki; "Evet ya Rabbi! Eline tesbihi aldı, 'Allah Allah' dedi, 'Estağfirullah' dedi, 'Aman Ya Rabbi, affet' dedi, mağfiret istedi."
İşte şahit. İlk şahit, insanın âzâları, sonra melekler. Her insanın yaptıkları mânevî bir kayıtla kayda geçiyor. Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'de âyetler var:
Kirâmen Kâtibîne ya'lemûne mâ tef'alûn innâ künnâ nestensihu mâ küntüm ta'melûn.
Bunlar hep bunun delilleri; yazılıyor. Sizin Söğütlüçeşme camiine gelişiniz, bu sözleri dinleyişiniz, namazınız, zahmetiniz yazılıyor, mükâfatı yazılıyor; melekler yazıyor. Melekler sevapları, günahları, amelleri yazıyor; onlar şahit.
Vücutta daha başka melekler var, çevresinde melekler var; onlar şahit. Mekanlar, yerler şahit, Söğütlüçeşme camisi; şu halılar, balkonlar şahitlik yapacak.
Bir ağacın altında oturmuş, namaz kılmış. Ağaç diyecek ki; "Yâ Rabbi! Seccadesini yaydı, benim altımda namaz kıldı." Toprak diyecek ki; "Evet; üstüme seccadesini yaydı, namaz kıldı."
İşte şahitler! Meleklerden, mahlukattan, eşyalardan, âzâlardan, hasımlardan, hısımlardan, dostlardan, düşmanlardan şahitliği ispatlı, itiraza mecal olmayan bir mahkeme olacak. Şahitlerin en başına da Allah, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'i getirecek; en büyük şahit de o.
"Ey Resûlum! Ben sana emirlerimi öğretmedim mi? Vahyetmedim mi?"
"Ettin ya Rabbi."
"Sen bu kullara bu emirleri nakletmedin mi? Bildirmedin mi?"
"Bildirdim yâ Rabbi."
"Tamam. Ey kullar! Peygamberim size vazifeleri, emirleri, yasakları bildirmişti, niye tutmadınız?"
Bak bildirdi; bu şahit. Peygamber Efendimiz şahit.
En büyük şahit kim?
Allah
Ve kefâ bi'l-lâhi şehîden. "Büyük şahit Allah; o her şeyi görüyor, biliyor."
Ve kefâ bi'l-lâhi şehîden ekberü şehadeh. "Şahitlikte en büyük olan Allahu Teâlâ hazretleri."
Onun için Peygamber Efendimiz Veda Hutbesi'nde insanlara konuşmasını yaptı, söyledi:
"Şahit ol yâ Rabbi! Şahit ol yâ Rabbi! Bak tebliğ ediyorum, şahit ol yâ Rabbi!" dedi.
İşte alâ ruûsi'l-eş'hâd bu. "Şahitlerin başı üzerinde, şahitler ortadayken, Allahu Teâlâ hazretleri o Mahkeme-i Kübrâ'da, âhirette, evliyâsından bir evliyâsına nazar eden, onu kabul eden, ona hürmet eden, ona ikram edene ikram edecek."
Neden?
Allah sevgilisine hürmet etti de ondan.
Muhterem kardeşlerim!
Allah'ı sevmek bizim tabiatımız icabıdır. Mecburuz. Sevmemek mümkün mü? Yaratmış, nimetleri vermiş, kâinatı donatmış; kâinatın bütün varlıklarını bizim istifademize tahsis etmiş. Tabi seveceğiz. Sevmek mecburi. Mecburi ve ıztırarî yani zaruri olarak böyle olacak. Elbette sevecek. Allah'ın sevdiklerini de seveceğiz, Allah için de seveceğiz.
Allah'ın sevdiği kim?
Resûlullah.
Resulullah'ı da hem şahsının mükemmelliği için seveceğiz hem de; "Allah sevdi." diye seveceğiz. Allah'ın kitabını, Allah'ın kelamı olduğu için Allah'ın emri olduğu için seveceğiz. Yasağı, Allah'ın yasağı olduğu için seveceğiz. Yasak ama olsun.
"Allah'ım, Rabbim yasak etmiş. Ne güzel!"
Tabi her şeyini seveceğiz. Bu arada evliyâsını sevmek de çok güzel.
Bir insan Allah'ın evliyâsını sevmezse ne olur?
Hakikaten Allah'ın evliyâ bir kulu ama öteki tarafta bununla uğraşıyorlar, adamcağızı üzüyorlar. Adam melek, meleklerden üstün, evliyâsı. Öteki insanlar da saldırıyorlar, kötülüyorlar, üzüyorlar.
O zaman ne olur?
Men ezâhü veliyyen fe-kad ezâhü bi'l-muhârebe.
Allahu Teâla hazretleri hadîs-i kutsi ile bize bildirtiyor ki:
"Kim Allah'ın bir evliyâsını ezalandırırsa Allah ona harp ilan eder!"
Allah o edepsize, evliyâsını ezalandırana harp ilan eder. Allah onu kendisine düşman yerine koyar. Harpte bir taraf öbür tarafa saldırdığı gibi o da Allah'ın gazabına uğrayacak. Allah ona gazabıyla muamele edecek.
Onun için aziz ve sevgili kardeşlerim!
Allah'ın kullarına iyi gözle bakmalı, kırmamaya çalışmalı, mübarek kullarına da izzet ve ikram etmeliyiz.
Bazen mübarek kulları bilinmiyor. Mübarek olduğunu bilsek elini, ayağını öperiz. Büyüklerimiz bize bu işin kolayını söylemişler: "Her geceni kadir bil, her gördüğünü Hızır bil!" demişler, bitmiş.
Her gece Kadir gecesi gibi ibadet edersin, her gördüğün insana; "Acaba bu Hızır aleyhisselam da, tebdil-i kıyâfet etmiş; karşıma bu eski püskü kıyafetle mi çıkmış?" diye hürmet edersin. Herkesi seversin, olur biter.
Niçin sevdin?
Allah için.
Yaradılanı hoş gör.
Yaradandan ötürü.
Allah'ın kulunu, Allah için sevmek.
"Kusuru var!"
Severek kusurlarını düzeltmeye çalışırsın.
İnsanın kendi oğlunun, çocuğunun kusuru olmuyor mu? Bebek altına çiş yapmıyor mu? Bazen bardağı devirip masadaki şeyleri kırmıyor mu?
Kırıyor ama "evladım" diye idare diyorsun. Severek kusur düzeltilebilir. Sabretmek, hüsn-ü zan etmek lazım. Kötü kulu da kötülükten kurtarmaya çalışmalıyız.
"Kardeşim! Sen yanlış yapıyorsun. Bu gidişin doğru bir gidiş değil, bundan hem dünyada hem âhirette zarar görürsün." demek, onu sevmek, kötülükten kurtarmaya çalışmak lazım. Zâtını seveceksin; kötü insan olmaktan iyi insan olmaya döndürmeye çalışacaksın.
Kâle ve kâle'l-Cüneydü. "Aynı râviler Cüneyd-i Bağdâdî'nin şöyle buyurduğunu rivayet etmişler:"
er-Rıdâ sânî derecâti'l-ma'rifeti fe men radiye sahat ma'rifetühû bi'l-lâhi bi devâmi rıdâhü anhü. Rıdâ; "Hoşnut olmak, memnun olmak, razı olmak; ârif kul olmak derecelerinin ikincisidir."
Kulların dereceleri vardır: Âbidler, zâhidler, ârifler, âşıklar. Müslümanlar çeşit çeşittir.
Âriflik ne demek?
"Mârifetullaha sahip olmuş, Allah'ı bilen, uyanık müslüman" demek.
Mârifetullah, çok yüksek bir meziyettir. Allah'ı bilmek, tanımak, ârif olmak çok yüksek bir makamdır. İnsan ârif oldu mu çok güzel bir insan olur. İşte buna mârifetullah veya kısaca mârifet diyoruz. Tabii marifet başka mânalara da gelir. Mesela "hüner" mânasına gelir.
"Senin ne marifetin var?" diye sorulur.
"On parmağında on marifet var." denilir.
Marifet bazı yerde de burada olduğu gibi kısaca söylenmiş oluyor.
Uzunu ne?
Mârifetullah; Allah'ı bilmek.
Allah'ı bilen, tanıyan, Allah ile tanışık ve bilişik olan kimse. Allah ile âşina, dost, ahbap olan kimse. Mârifet bu.
Mârifet mertebesinin ikinci derecesi; Allah'ın kazasına, kaderine, hükmüne hoşnut ve razı olmaktır.
Rıza makamı. Bir kul Allah'ın kaderine razı olacak. Başına gelen şeylerden dolayı mukadderatı yazan Allah'a kızmayacak. Hayatta insanın başına saymakla bitmeyecek hadiseler geliyor. Başına her şey geliyor. Hocam hayatımı bir anlatsam destan olur. Kocaman ciltler olur. Feleğin çemberinden geçtim, ne günler gördüm.
Bağ-ı dehenin hem hazanın hem baharın görmüşüz.
Biz neşatın da gamın da ruzigarın görmüşüz.
Çok da mağrur olma kim meyhane-i ikbalde.
Biz hezaran mest u mahmurun humarın görmüşüz.
dediği gibi şairin insanlar bir çok şey görür.
Başından birçok hadise geçer de bu hadiseler ikiye ayrılır. Bazısı tatlı bazısı acı olaylardır. Bazısı üzücüdür, acıdır. Allah saklasın kaza olur, bir yeri acır, ağrır, sızlar. Hastaneye düşer, ameliyat olur. Karadeniz'de gemileri batar, iftiraya uğrar, hapse atılır. Adlî hata olur, masumluğu yıllar sonra anlaşılır. Çeşit çeşit acı tatlı olaylar var.
Tatlı olaylarda Allah'a şükredeceğiz.
"Yâ Rabbi! Çok şükür, bu akşam bizim eve kaymaklı kadayıf gönderdin, baklava gönderdin. Kızartma, döner, kebap, tatlı yedik; çok şükür."
Tabi herkes böyle güzel şeyler olunca birçok kişi çok şükretmesini biliyor ama her hal ve şartta elhamdülillah, çok şükür diyebiliyor muyuz?
Elhamdülillahi alâ küllü hâlin.
Hasta olduğun, üzücü olayla karşılaştığın zaman da Allah'a olan bağlılığın, kulluğun, edebin aynen devam ediyor mu?
Normal olarak etmeli ama bazısının sigortası atar. Başına acı olay geldi mi bazısı maalesef edepsizlik yapar. Edepsizce, küstahça konuşur, dil uzatır. İsyan eder, raydan çıkar, yoldan çıkar. Aman ya Rabbi! Söylemeye, dinlemeye korkarsınız. Açar ağzını, yumar gözünü. Neden? Başına üzücü bir olay gelmiş, sabırsız, dayanamıyor. Allah'ın kaderine tahammülü yok; sabırsız.
Olmadı! Bu adamda iş yok, bu adam değersiz.
Değerli adam kimdir?
Allah'ın mukadderat olarak alnına yazdığı, hayatın cilvesi olarak karşısına gelen şeylere; zenginlik, fakirlik, hastalık, sağlık, iyilik, üzüntü, sevinç hepsinde Allah'a olan sevgisi, saygısı, bağlılığı, kulluğu aynen devam ediyorsa razıysa işte bu mârifetullah makamının derecelerinin ikincisidir.
Birincisi nedir?
Söylemiyor.
Kemâ radiye. "Kim mukadderata razı olur, başına gelen olaylardan dolayı sarsılmaz, müslümanlığı sapasağlam durur, tebessümü eksilmez, hak yolda dümdüz devam ederse." Sahhat ma'rifetühû bi'l-lâh. "Allah'a olan ârifliği, Allah bilgisi sahih demektir." Bi-devâmi rıdâhü anhü. "Allah'tan hoşnutluğu, razılığının devamı ile mârifetullahı sahih olmuş olur."
Hastanede hastanız vardır, işiniz vardır. Borcunuz, alacağınız vardır. Komşunuz vardır; edeplidir, edepsizdir. Gazi Mahallesi'nde oturuyorsanız, olaylarda birisi arabanızı devirdiyse, yaktıysa; gösteride camlarınız kırıldıysa, mesela bunlar tatsız olaylar değil mi?
Mü'min, sağlam, ârif insanın Allah'a olan bağlılığını, tatlısı da tatsızı da değiştirmez, aynı kalır. "Rızası devam ediyorsa ârifliği de sahih demektir."
Bozuluyorsa ârif değil, sağlam müslüman değil; iyi mutasavvıf, evliyâ, Allah'ın iyi kulu değil.
Bunu bir misalle anlatayım. Çok anlattığım, çok sevdiğim bir misaldir:
Eski devrin bu meseleleri bilen uyanık dervişlerinden birisini bir şehirden bir şehre gidince kapıda yakalamışlar, ellerini bağlamışlar.
"Sen casussun. İçeriden fitne fesat yapmak için öbür taraftan bize geldin! Senin kafanı keseceğiz."
Almışlar, kafasını kesmeye götürecekler. Kafasını taşa koyacaklar, baltayı kaldıracaklar. Balta aşağıya indi mi gövde bir tarafa kelle bir tarafa gider. Süleymaniye camiinin önünde, dört köşe bir mermerden taş var. Fetvâsı alındıktan sonra orada cezalar infaz edilir, icra olunurmuş.
Suud'da da Mekke'de minibüsle bir yerden geçiyorduk; "Bu tür cezalar burada verilir." diye yerini gösterdiler.
Adamı kesecekler! Kendinizi şöyle bir tefekküre salıverin. Elleri bağlanmış, öldürülmeye götürülen bir insan neler hisseder? Nasıl üzülür, nasıl korkar, düşünün. Bu, kesmeye götürülürken düşünmüş, kendi kendine sormuş:
"Ey nefsim! Şimdiye kadar Allah'a razı olmak, O'ndan hoşnut olmak, rıza makamında olmak lazım, diyordun. Şimdi haksız yere öldürülmeye götürülüyorsun. Söyle bakalım yine Allah'tan razı mısın?"
Böyle sormuş, içeriden de kendini dinlemeye başlamış. Bakalım ne gibi duygular kaynayıp gelecek? İçeriden kötü bir duygu gelmemiş:
"Ne yapalım? Bir gün ölmeyecek miyiz? Demek ki benim ömrüm bu kadarmış, demek ki burada yanlışlıkla kafamı kesecekler, öleceğim." diye düşünmüş.
İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn
Ne yapalım, demek ki benim ömrüm bu kadarmış. İçinde hiç itiraz yok.
İyi yetişmiş bir alim ve ârif bir zât. Haksız yere öldürülmeye götürülürken içinde duygular kaynamıyor, teslim ve razı. Tam idam edileceği yere getirildiği zaman bağırmışlar:
"Yanlışlık var, bu adam casus değil, tanıyoruz, onu salıverin."
Salıvermişler, ölümden dönmüş. Kafası kesilecekken dönmüş ama o adamın sözü çok hoşuma gidiyor. Diyor ki:
"Allah'a yemin ederim ki ölümden halâsıma değil o andaki ihlâsıma seviniyorum!"
Ya isyan etseydi, ya içinden ters duygular gelseydi, ağzına küfür gelseydi, abuk sabuk konuşmaya başlasaydı! Yanlış olacaktı, imtihanı kaybetmiş olacaktı.
Allah'ın kaderine, mukadderatına razı olmak... Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bunu methediyor. Evliyâullah, eski sûfîler, mutasavvıflar, tarikat erbabı işte bunları düşünerek hareket etmişler.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.