Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semi'tü Ca'fereni'l-Huldiyye yekûl raeytü'l-Cüneyde fi'l-menâmi fe-kultü lehû.
Ca'fer-i Huldî isimli bir râvî var. Daha ötelerde ismi geçmişti, bilgi vermiştik. Müellif oradan işitmiş. Ca'fer-i Huldî diyor ki;
Raeytü'l-Cüneyde fi'l-menâm. "Vefatından sonra, uykuda Cüneyd-i Bağdâdî'yi gördüm."
Cüneydi Bağdadi'yi rüyasında görmüş.
Fe-kultü lehû eleyse kerâmü'l enbiyâü işârâtin an müşâhedâtin. "Ona; 'Peygamberlerin söyledikleri sözler, müşâhedelerinin, gözleriyle gördüklerinin işaretleri değil midir?' dedim."
Allah onların gözlerinden perdeleri kaldırıyor; enbiyâullahın, peygamberlerin gözlerinden perdeleri kaldırıyor.
Fe-tebesseme. "Cüneyd-i Bağdâdî rüyamda bana güldü." Ve kâle. "Dedi ki." Kelâmin enbiyâi nebeün an-hudûrin ve kerâmün sıddîkîne işârâtün an müşâhedâtin. "Peygamberlerin sözleri huzurdan, huzurda olmaktan verilen haberlerdir. Allah ile beraberdir, huzurdadır; enbiyâullahın söylediği sözler onların haberidir. Ancak sıddîkların, ileri derecedeki evliyânın sözleri müşâhedelerinin, gözlemlerinin işaretleridir."
"Peygamberler tamamen Allah'ın huzurundadır, o huzurdan haber verirler. Sıddîklar, müşahedelerinin işaretleri olarak sözler söylerler. Peygamberler daha yüksektir; onların hâli daha ötede, daha canlı bir haldir." demek istiyor.
Semi'tü Ebe'l-Hasen yekûlü semi'tü Ca'feran, yekûlü ketebe'l-Cüneydü ilâ ba'dı ihvânihî yekûl. "Ben Ebû Hasan'dan işittim; o da Ca'fer-i Huldî'den işittiğini söyledi. Cüneyd ihvanından birisine şöyle yazdı."
İhvan; "arkadaş, kardeş" demek.
Men eşâra ila'l-lâhi ve sekene ilâ gayrihî ibtelâhu'l-lâhu Teâlâ ve hacebe zikrehû an kalbihî ve ecrahû alâ lisânihî fein intebehe ve inkataa mimmen sekene ileyhi keşfü'l-lâhu mâ bihî mine'l-mihani ve'l-belvâ ve in dâme alâ sükûnihî nezea'l-lâhu Teâlâ min-kulûbi'l-halkı'r-rahmete aleyhi ve ülbise libasü't-tamai fe-tezdâdü mütâlebetühû minhüm mea fikdâni'r-rahmeti min kulûbihim fe-tesîrü hayâtühû aczen ve mevtühû kemeden ve meâdühû esefen ve nahnü neûzü bi'l-lâhi mine's-sükûni ilâ gayri'l-lâh.
Uzunca bir paragraf. Sonuna kadar okudum. Şimdi cümle cümle söyleyeyim:
Cüneyd-i Bağdâdî mektubunda kardeşlerinden birisine şöyle yazmış. Yazmasının bir sebebi vardır, bir şey duymuştur veya kalbinden bir şeyine muttalî olmuştur; ona nasihat olsun diye mektup yazmıştır. İmâm-ı Rabbânî'nin Mektûbât'ı var, evliyâullahın mektubatı var. Yazıyorlar, okuyoruz.
Neler yazıyorlar?
Mektup gönderdikleri şahısla ilgili bir bilgi veya onun bir konuda bir sorusuna cevap vermek, bir müşkülünü halletmek, bir kusurunu düzeltmek için yazılmış oluyor.
Bir kardeşine, ihvanına şöyle yazmış:
Men eşâra ila'l-lâhi ve sekene ilâ gayrihî. "Kim Allah'a işaret eder de, Allah'tan gayrısıyla sakin olursa"
Hem Allah'a terğip, teşvik ediyor, Allah'dan bahsediyor. Hem "Allah'ı sevin, Allah'a kul olun." diye başkalarını, halkı teşvik ediyor hem de kendisi mâsivallah ile Allah'tan gayrı bir şeyle memnun ve mutmain olarak vakit geçiriyor. Özü, sözüne uygun değil.
Halkı Allah'a teşvik ediyor, kendisi mâsivallaha takılmış, onunla meşgul. Tabi bu kötü bir şey.
Neden?
Güzeller güzeli Allah'tır, sevilecek Allah'tır, bağlanılacak sadece Allah'tır. Sözü doğru ama kendisi bağlanamamış; kusuru var, yanlış iş yapıyor.
Allah o zaman ne yapar?
İbtelâhu'l-lâhu Teâlâ. "O zaman Allah onu belalara maruz bırakır."
Neden belaya mağruz bırakır?
"Uyansın, kendisine dönsün, Allah'a iyi kulluk yapmaya başlasın, gafletini bıraksın, yanlışlığını düzeltsin." diye belalara maruz bırakır.
Ve hacebe zikrehû an kalbihî. "Onun gönlünden zikrini perdeler; araya perde koyar, esirger."
Mâsivallaha takılan kimsenin gönlü, zikrullahı sevmez, Allah'ı hatırlamaz, gönlü perdeli olur.
Ve ecrehû alâ lisânihî. "Ve onu dili üzere devam ettirir."
Sözü var ama kalbi ölü. Sözünde bir şeyler var, kalbinde perde var. Allah ceza olarak onu o halde bırakır. Bu bir beladır.
"Allah'ın zikrinden kalbinin perdelenmesi, Allah'ın zikrini sevememesi, yapamaması, Allah'ı zikretmemesi, Allah'ın zikrinin gönlünde canlı olmaması bir beladır." demek istiyor.
Bununla beraber Allah onu mübtela kılar.
Allah'ın sevgisi, zikri, kalbinde tesir olarak azalıyor.
Eyvah! Mum sönmeye başladı, lamba pır pır yapmaya başladı. Fena bir şey!
Fein intebehe. "Bu işaretten uyanırsa."
"Kalbim perdelendi, hâlim nice oluyor?" diye bu iptiladan, imtihandan başına gelen bu durumdan uyanırsa.
Keşfü'l-lâhu mine'l-mihani ve'l-belvâ. "Allah o mânevî mihnetleri, imtihanları, belaları alır."
Çünkü uyandı; ondan o belaları çeker, alır.
Ve in dâme alâ sükûnihî. "Allah'tan gayrıya bağlılık ve meyil yine devam ederse uyanmazsa."
Bu ikaza rağmen, bu ışığın titremesine, sönmek üzere olma işareti vermesine, kırmızı ışık yanmasına rağmen hala eski haline devam ederse...
Nezea'l-lâhu Teâlâ min-kulubi'l-halkı'r-rahmete aleyhi. "Allah öteki insanların kalbinden ona acımayı çeker, alır."
Etrafındaki arkadaşları, dostları, hemşehrileri, vesairelerinin ona olan sevgisini, muhabbetini, acımasını, merhametini çeker, alır.
Ve ülbise libâsü't-tamai. "Ve ona tama duygusu elbise gibi giydirilir, tamahkar bir insan olur."
Daha fena bir durum!
Fe-tezdâdü mütâlebetühû minhüm. "Hem halk onu sevmez hem de onun tamahı artar. Halktan bir şeyler bekler, 'Cebim dolsun, bana bir şeyler gelsin.' isteği artar." Maa fikdâni rahmeti fî kulûbihim. "Halbuki halkın gönlünde ona karşı bir sevgi yok artık. Allah o sevgiyi aldı, boşalttı." Ve tesîru hayâtühû aczen "Hayatı âcizlik olur." Ve mevtühû kemeden. "Ölümü bir çırpınış olur."
Kemed, "çamaşırcının elbiseyi çırpışı" demek, "şiddetli üzülmek" demek.
"Hayatı âcizlik olur; ölümü bir çırpınış olur, bir renk atması olur."
Ve meâdühû esefen. "Âhireti de teessüf edilecek bir durum olur." Ve nahnü neûzü bi'l-lâhi mine's-sükûni ilâ gayri'l-lâhi. "Biz Allah'tan gayrıya meyletmekten, gayrıya bağlanmaktan Allah'a sığınırız."
Allah'tan gayrı bir şeyi sevip ona bağlanmaktan Allah'a sığınırız. Aman Allah'ım! Bizim hâlimiz ne olacak? Muhterem kardeşlerim!
Geçen hafta Cüneyd-i Bağdâdî'nin hayatını okuduk. Evinde bir su testisi dışında bir şeyi yokmuş.
Bizim hâlimiz ne olacak?
Bizim kalbimizdeki duygularımız, sevgilerimiz, hırslarımız, isteklerimiz, emellerimiz, arzularımız, ihtiraslarımız, hedeflerimiz, gayelerimiz.
Bunlar ne?
Bir sürü hevâ heves, ne bunlar?
Sen asıl Allah'a kulluk etmeye bak! Asıl Allah'ın rızasını, sevgisini kazanmaya çalış. Asıl Allah'a bel bağla, gönül bağla, O'na kul olmaya çalış. Ötekilerin hepsi gelip geçici; mevki makam, para pul, ev bark.
Bizim hâlimiz ne olacak?
Allah bizlere rahmeylesin. Bizi gaflet uykusundan uyandırsın. Yanlış işler yaptırmasın, çok zayıfız.
Peygamber Efendimiz'in bize öğrettiği bir dua var, şöyle:
Allâhümme innî daîfün. "Yâ Rabbi! Ben zayıf bir kulum."
İtiraf ediyoruz.
İnni daîfün. "Ben zayıfım yâ Rabbi!" Fe kalbi fî rıdâke da'fi. "Senin rızan yolunda şu benim zayıflığımı gider, beni kuvvetli eyle. Zayıf olmaktan kurtar!" Ve huz ile'l-hayri bi-nâsiyeti. "Saçımdan şöyle tut!"
Nâsiye, "alındaki saç, alına düşen saç" demek. Keçiyi falan böyle çekerler; boynuzundan, kulağından, bazen de o alnına dökülen saçlardan.
Ve huz ile'l-hayri bi-nâsiyeti. "Yâ Rabbi! Alnımın perçeminden beni hayra çek!"
"İstesem de, istemesem de bana hayır işlet, hayır tarafına çek."
Ve'c'ali'l-İslâme minke rıdâî. "İslâm'ı bana sevdir, hoşnutluğum razılığım İslâm'dan olsun. İslam'ın her hükmünü seveyim ona gönül vereyim, onu isteyeyim. Bana İslâm'ı sevdir; hayatımın gayesi o olsun!" diye dua etmeyi tavsiye ediyor.
Allahu Teâlâ hazretleri, biz zayıf kullarına rahmeylesin.
Allah'tan gayrıya bağlanan insanlara verilen cezaları okumuş olduk:
Gönlü mühürleniyor, kararıyor, perdeleniyor. Allah'ın zikrini, ibadeti sevmez oluyor. Halkın ona sevgisi kalmıyor. Onun halka ihtiyacı, tamahı artıyor. Derken, hayatı berbat oluyor, ölümü berbat oluyor, âhireti perişan oluyor.
Allah bizi imtihanı kaybedenlerden etmesin. Allah bizi hakkı görüp, hakkı sevip, hakkı işleyenlerden eylesin. Doğru gayelere tutunanlardan eylesin. Bizi kötülerden, yanlışlardan çeksin sıyırsın; lüzumsuz, boş, fani lezzetlerle oyalamasın. Âhiretimize fayda verecek hayırlı işleri yapmayı nasip etsin. Allah'tan çok korkup O'na çok sığınmamız; düzeltmek için kendi kendimizi kontrol edip tenkit etmemiz lazım.
Kâle ve kâle'l-Cüneydü. "Aynı râvi Cüneyd-i Bağdâdî'nin şöyle söylediğini rivayet ediyor:"
Kad meşâ ricâlün bi'l-yekîni ale'l-mâi ve men mâte ale'l- ataşi efdalü minhüm yekînâ.
Kad meşâ ricâlün. "Bir takım eski insanlar yürüdü." Bi'l-yekîni. "Kuvvetli, şeksiz şüphesiz, yakîn derecesindeki sağlam imanı dolayısıyla." Ale'l-mâi. "Su üstünde yürüdüler."
İnsan sağlam imanlı olunca Allah keramet nasip ediyor.
"Eski insanlardan bazıları kuvvetli imanları sayesinde su üstünde yürüdüler ama susuzluktan ölmek, kuvvetli iman bakımından ondan daha üstündür." diyor Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri.
Ataş; ayın, tı, şin ile. "Susuzluk" demek.
Men mâte ale'l-ataşi. "Su yok da dudakları kurumuş; susuzluktan ölüyor. Susuzluktan ölen kimse." Efdalü. "Daha üstündür."Minhüm. "Onlardan." Yekînen. "İman bakımından."
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bu sözüyle ne demek istedi?
Bazı insanlar keramet üzere suda yürüdüğü halde bu durumu önemsemedi. "Ötekiler daha üstündür." dedi. Sanıyorum, Allahu a'lem bi-murâdihî.
Cüneyd-i Bağdâdî'nin neyi kastettiğini Allah bilir. Muhterem kardeşlerim! Ben tahmin ediyorum ki: Kerametler haktır. Evliyâullahın kerameti vardır, fakat keramet bazı insanları güvendirir, kibirlendirir; "Bak ben keramet sahibiyim." diye kendini beğendirir. Kerametini görünce insanlar ona rağbet ederler, iltifat ederler, teveccüh ederler, el üstünde tutarlar, baş üstünde taşırlar; bunlar tehlikelidir.
Şöhret afettir. Başkalarının iltifatı öldürücü zehir gibidir. İnsanlar isterse sevsin, isterse sevmesin; mühim olan Allah'ın sevmesidir. Hâsılı keramet, tehlikeli bir iştir. Hazmedebilecek bir terbiye lazım. İnsanın hazmedebilecek bir terbiyesi, kerametin arkasından gelen dalgalara tahammül edebilecek sağlam bir terbiyesi yoksa keramet başına iş açabilir.
Onun için "Başına öyle şeyler gelmeden, normal bir insan gibi yaşayıp da aç, susuz kalıp normal bir şekilde ölmek daha garantilidir." demek istiyor.
Evliyâullah büyüklerimiz; kerametleri pek uygun görmemişler, hele onun halka bildirilmesini hiç uygun görmemişler.
"Ben keramet sahibiyim, halıyı havaya atayım üstünde namaz kılayım, havada şöyle bir tur atayım da görün!"
Sen ne oluyorsun? Ne olacak?
Sirk mi burası, panayır yeri mi?
Havada gezeceksin de ne olacak?
Seni sevecekler, alkışlayacaklar.
Allah sevmezse ne olacak?
Keramet satmak, kerametfuruşluk daha fena!
Bir de hiç kerameti olmadığı halde, kerameti varmış gibi sahtekârlık yapanlar var; o daha fena! Adam bomboş. Hiçbir şeyi yok ama keramet ehliymiş gibi tavırlar, edalar, rol yapıyor. Hiç öyle bir şey yok. Tabi o daha fena.
Bunların hepsi tehlikelidir. İnsan susuz öldü mü hiç olmazsa suya hasret ölmüştür. Allah acır; "Bu gariban zavallıcık, su bile içmeden öldü." der. Belki onun mertebesi daha yüksek olur. Ötekisi kerametleri gördü, kerametlere mazhar oldu. Sularda yürüdü, başkaları duydu. Bunda şöhret var, nefsin hazzı var, bu işten hoşlanması var; onun için uygun görmemişler, sakınmışlar.
Kerametlerini saklamışlar. Hatta daha ötesini söyleyeyim; "Halk kendisini bir şey sanmasın." diye kendilerini kötü gösterecek tavırlar takınmışlar. Ona da Melâmîlik deniliyor. "Halkın nazarında teveccühe mazhar olmasın." diye böyle şeyler yapıyor. Halk da diyor ki; "Aman ya! O adam beş para etmez!" Bu da memnun oluyor; "Tamam halkı atlattık, elhamdülillah." diyor. Şöhret bahis konusu değil. "Halk bizi sevmiyor, yakayı kurtardık." diyor.
Böyle yapanlar da var. Keramet sahibi ama kerametini saklıyor. İyi insan ama kendisini kötü gösteriyor. Halktan, halkın teveccühünden korkuyor. Kerametle gelen işlerden başına bir şey gelmesinden korkuyor.
Bu meseleleri bilmem anlatabildim mi?
Kâle ve kâle'l-Cüneydü. "Aynı râvi Cüneyd-i Bağdâdî'nin şöyle buyurduğunu rivayet etti:" Men arafa'l-lâhe. Lâ yüserrü illâ bihî. Bu çok kısa ama çok önemli bir söz. Bir hattat arkadaşım; "Bana kısa kısa sözler yazın demişti. Yazıp göndersin." diye rica etmiş. Bunu gönderelim. Men arafa'l-lâhe. Lâ yüserrü illâ bihî. Çok büyük bir söz. Hafif hafif söyleyeyim siz de yazın. Men arafa'l-lâhe. Lâ yüserrü illâ bihî. Çok muhteşem bir söz. Ne diyor? "Kim ârif olur, Allah'ı bilir, mârifetullahı yakalar, mârifetullaha sahip olursa; Allah'ı bilen tanıyan, Allah'la dost olan bir kimse haline gelirse."
Mârifetullaha eren kimse; Lâ yüserrü illâ bihî. "Ancak Allah ile memnun olur, hoşnut olur, başka bir şeyle gönlü hoşnut olmaz."
Çünkü tanıdı. En güzeli gördü. Artık ötekiler sönük kalır, karanlık kalır; sıfır gelir. Allah'ı bilen gönül Allah'tan gayrı ile hoş olmaz, sevinç duymaz, sürur duymaz. Çok yüksek bir söz!
İşte mübarek onun için bir testiyle ömür geçiriyor. Allah'ı tanımanın zevki, sefası, lezzeti, süruru, gönüllerinde başka bir sürur bırakmıyor; hepsi siliniyor.
"Mal, mülk, saray, para, altın, gümüş, sizin taptığınız her şey benim ayağımın altında." demiş birisi. Sözüne kızmışlar. Kazmışlar oradan bir küp altın çıkmış.
Millet; dinar ve dirheme, altına gümüşe tapıyor. Ama Allah'ı bilen, tanıyan; Allah'tan gayrıdan sevinç duymaz. Ancak onunla sevinç duyar, onunla mesrur olur. Çok muhteşem bir söz!
Semi'tü Ebâ Aliyyin Muhammede'bni İbrâhîme'l-Bezzâze yekûlü, semi'tü Ebâ Amrini'z-Züccâciyye yekûlü seeltü'l-Cüneyde ani'l-muhabbeti fe-kâle. "Müellif Ebû Ali Muhammed b. İbrahim el-Bezzâz'dan işittim, diyor."
Bezzâz, "bezci" demek. Meslek sahibi. Alim.
Acaba meslek sahibi olması mı daha önde geliyor yoksa alimliği mi?
Aslında âlim adam.
Bezzazlığı başkasına muhtaç olmadan geçinmek için. Esas mesleği âlimlik. Esas duygusu o.
Bez satmak vesaire mesleği neden yapıyorlar? Helal lokma kazanayım, kimseye yük olmayayım yapıyorlar.
O ne demiş?
O da aşağıdaki rivayeti "Ebû Amr ez-Züccâcî'den işittim." demiş.
O da züccâc. "Cam eşya, tabak vesaire satan" demek. O da meslek. Onun da hayatı, meslek gayesi değil. Geçimini sağlamak için çalışıyor. Oradan para kazanacak; hem geçimini temin edecek hem de hayır hasenât yapacak. Bunlar kimseye muhtaç olmamak ve helal lokma yemek için meslek edinirler.
Seeltü Cüneyde ani'l-muhabbeti. "Cüneyd-i Bağdâdî'ye muhabbeti sordum. 'Muhabbet ne demek, sevmek demek?'" Sevmenin nesini soruyorlar?
Burada sorulan "Allah'ı sevmek." Mârifet deyince "Allah'ı bilmek" muhabbet deyince de "muhabbetullah" kast ediliyor.
Fe-kâle. "Cüneyd-i Bağdâdî bu soruyu sorana demiş ki." Türîdü'l-işâreti. "Muhabbetle ilgili bir nükte, bir işaret mi istiyorsun? Bir cümle mi, bir tarih mi söyleyeyim?" Kultü, la. "Hayır, dedim." Kâle türîdü'd-da'vâ. "Koca koca laflar, boş boş laflar, tarifler mi söylememi istiyorsun?" Kultü lâ. "Hayır; o da değil, dedim." Kâle fe-eyşe türîdü. "O zaman ne istiyorsun?" Kultü ayne'l-muhabbeti. "Ben muhabbetin aynını, ta kendisini istiyorum. Lafını, sözünü, işaretini değil." Muhabbet nedir? Onu, ta kendisini istiyorum. Fe-kâle. "O zaman Cüneydi Bağdadi şöyle dedi:" En tuhibbe mâ yuhibbu'l-lâhu Teâlâ fî ibâdihî ve tekrehü ma yekrahu'l-lâhu Teâlâ fî ibâdihî. "Muhabbet; Allah'ın kulları içinde sevdiklerini sevmen, sevmediklerini sevmemendir."
İşin aslı, ta kendisi budur.
Allah'ı sevmeyi niye böyle tarif etti. Allah'ı sevmeyi, Allah'ı sevmenin sonucu olan şeyle tarif etti. Dikkat ederseniz kendisini tarif etmedi.
"Allah'ı sevmek, Allah'ı sevmektir. Ya Rabbi! Sen beni yaratmışsın, seni seviyorum. Ya Rabbi! Sen bana bu rızkı verdin, seni seviyorum." demek; "Allah'ın zâtını sevmektir."
Ama bu nasıl görünür; tezahürünü söyledi. Allah'ı seven bir insan; kulları içinde Allah'ın sevdiği kulları sever, sevmediklerini sevmez.
Allahu Teâlâ hazretlerinin en sevdiği davranışlardan birisi; Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir. Allah için sevmeyi, Allah çok sever.
Sen bir müslümanı Allah için seviyorsun. Buna el hubbu fillah derler. "Allah için sevmek."
Allah; kendisi için sevilmesini, kendisi için buğz edilmesini çok sever. Sevmek de var, buğz etmek de var. Allah için sevilecekleri seveceksin; Allah için sevilmeyecekleri de sevmeyeceksin.
Sevmemek tarafı da var. Tamamen pelte gibi gevşemek değil. Bir taraftan kaya gibi olacaksın; judo, karate, kara kuşak mücahit! Ama bir taraftan da Allah'ın sevdiğini seveceksin!
Âyet-i kerimede;
Eşiddâü ale'l-küffâri ruhamâü beynehüm buyurulduğu gibi... "
Semi'tü Mansure'bne Abdillâhi yekûl. "Müellif; 'Mansur b. Abdullah'tan işittim.' diyor." Semi'tü Ebâ Amrini'l-Enmâtiyye yekul. "O da Ebû Amr el-Enmâtî'den işitmiş." Kâle racülün li'l-Cüneydi. "Adamın birisi Cüneyd-i Bağdâdî'ye dedi ki." Alâ mâzâ yeteessefü'l-muhibbü min-evkâtihî. "Allah'ı seven, muhib, âşık kul; vakitlerinden, zamanından neye teessüf eder?" Kâle alâ zamâni bastin evrese kabdan ev zamâni ünsin evrese vahşeten. "O da; 'Allah'ın kendisine verdiği güzel hallerin, ferahlık halinin arkasından, tutulma haline, kabz haline üzülür veyahut da Allah ile üns halinden sonra ortaya çıkan vahşet hâline, yalnızlık duygusu hâline üzülür. Allah ile ünsiyet halindeyken kopup da mahrum durma haline üzülür. Allah'ın ikramlarıyla hoş haldeyken; tutulma, daralma haline üzülür.' diyor."
Çünkü birinciler ikramdır. Bast hâli, üns hâli ikramdır; sefadır, güzeldir. Onun arkasından kabz gelince çok üzülürler. -Benzetmek gibi olmasın- attan inip merkebe binmek dedikleri gibi, ulûm-u himmetten düşme olduğu için üzülürler.
Bir de şiir var.
Sümme enşee yekul. "Sonra şöyle söylemeye başladı:"
Kad kâne lî meşrebi yasfû bi rü'yetiküm fe-kedderethü yedü'l-eyyâmi hîne safâ. "Seni görmekle benim bir hoş zamanım vardı. Her şey dupduruydu. Su içtiğim yer, billur gibi pırıl pırıldı. Ama günlerin eli o dupduru, pırıl pırıl, bülbül gibi olan şeyi karıştırdı, tozlandırdı, bulandırdı." mânasına bir şiir.
Bir su kaynağının başına gittin. Pırıl pırıl; dibi görünüyor. Buz gibi su, çok güzel; içeceksin. Ama birisi geldi, bir tas getirdi, karıştırdı; toz, toprak, çamur kalktı.
"Hay Allah! Şimdi çamurlu su durulacak." diye bekleyeceksin, içemiyorsun.
Eskiden çeşmeler, musluklar yoktu. İlaçlamalar, süzmeler, dinlendirmeler yoktu.
Belki hatırlarsınız; köylerde dağın kenarında su çıkmış. Bir haznede toplanıyor, biriktiği yerden akıyor. Bazen bir dut yaprağını koyarlar, üstüne bir sopa bırakırlar; buradan akar. Buna benzer bir odun parçası, yalak olur. Etrafı çamurdur, kurcalamaya gelmez. Kurcalarsan çamur bir kalktı mı artık onu içemezsin.
"Benim sizi görmekten, duru su içecek gibi bir su içme yerim varken, zamanın eli o dupduru olan şeyi karıştırdı, tozlandırdı, çamurlandırdı." diyor.
Ârif, muhib, âşık neye üzülürmüş?
Güzel halden sonra gelen o mahrumiyete üzülürmüş.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.