Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhirabbi'l-âlemînehamdenkesîrantayyibenmübârekenfîh. Kemâyenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmisultânih.
Ve's-salâtüve's-selâmüalâseyyidinâ ve senedinâ ve mededinâMuhammedini'l Mustafa. Ve alââlihî ve sahbihî ve men tebiahûbiihsânin ilâ yevmi'lcezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; EbûAbdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhurûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz.EbûAbdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
149. Sayfanın onuncu paragrafında, önümüzde rivayet zinciri var:
Müllif Ebû Nâsır; "Abdullah b. Ali'den işittim." diyor.
O da Ali b. Hüseyin'den işittiğini söylüyor. Ebû Türâb şöyle dedi diye bu kanaldan kendisine bilginin geldiğini bildirmiş. Aşağıya kadar aynı râvilerle gelenleri sıralamış. Bu onuncu rivayette aynı râvilerin rivayeti müellifine kadar gelmiş. En son râvi, Ali b. Hüseyin dedi ki;
Ve kâle Ebû Türâbi. "Ebû Türâb en-Nahşebî bir de şu sözü söyledi:"
el-Fakîrü kûtühû mâ vecede ve libâsühû mâ setera ve meskenühû haysü nezel.
Bu kitap sûfîleri, tasavvuf erbabını anlatıyor.
Arapça'da sûfîlere ne isim veriliyor?
Eğer sûfîlerin başı ise hocası ise şeyh deniliyor. O şeyhe bağlı ise Farsça'da derviş deniliyor, Arapça'da fakir deniliyor. Dervişin Arapça'sı fakir. Fakir "bir şeye muhtaç olan kimse" demek.
Entümü'l-fukarâü ila'l-lâhi va'l-lâhu hüve'l-ğaniyyü'l-hamîd. âyet-i kerîmesinde bu mânayı çok açık görüyoruz.
Entümü'l-fukarâü ila'l-lâh. "Ey müslümanlar, ey insanlar! Allah'a muhtaç olanlar sizlersiniz; Allah size muhtaç değil."
Allah sizin ibadetinize muhtaç değil, Allah âlemlerden müstağni. O yaratıcı. İyi müslüman olduğunuz, iyi ibadet yaptığınız; namaz kıldığınız, hayır yaptığınız zaman siz Allah'a bir şey kazandırmıyorsunuz. Siz Allah'ın kullarısınız; sizin O'na bir fayda sağlamanız mümkün değil. Onlara Allah'ın ihtiyacı yok, sizin ihtiyacınız var; muhtaç olan sizsiniz. Allah'ın lütfuna, yaratmasına rahmetine, rızkına muhtaçsınız. Her bakımdan her halinizle Allah'ın sizi kayırması, kollaması ve yardım etmesine, yaratmasına muhtaçsınız.
Her konuda neler yaratıyor?
Sizin yaşamanızın devam etmesi o kadar mühim olay ki sizin bir nefeslik hayatınız için Allahu Teâlâ hazretleri neler yaratıyor, ne olaylar meydana geliyor da siz yaşıyorsunuz; bunu doktorlar bilir. Vücudun fonksiyonlarını, insanın nasıl yaşadığını bilen insanlar bilir. Ne kadar muazzam, kompleks bir olaydır. İnsan yaşıyor ama bir nefeste, o yaşamada Allah'ın sayısız lütufları var. Binlerce öyle lütufları var.
Allah'ın havasına muhtacız; Allah'ın vereceği sıhhate, gıdaya, ışığa muhtacız. Hava olmasa ölürüz, gıda olmasa ölürüz. Uzuvlarımız vazifelerini muntazaman yapmazsa ölürüz. Biri aksasa olmuyor. Yemesek ölüyoruz. Yesek, yediğimizin fazlasının dışarıya çıkması aksasa hastalanıyoruz, böyle devam etse ölüyoruz. İdrarını yapamıyor. Bir gün durur, iki gün durur; ölür. İdrarını yapamıyor veyahut idrarını süzme mekanizması, böbrekler çalışmıyorsa o adam ölür, yaşayamaz. Biz her an O'na muhtacız.
el-Fakîr ila'l-lâh. "Allah'a muhtacız. Her kul Allah'a muhtaç."
Biz fakiri bir de "başkasının sadakasına, yardımına muhtaç" insanlar için kullanıyoruz. Kapıya gelmiş olan dilenciye de fakir diyoruz. Dervişler bu sıfatı almışlardır.
Hatta biz de tevazuan ne diyoruz?
"Ben fakir, âciz nâçiz kardeşiniz" diyoruz.
Kendimizden bahsederken bile bazen bu kelimeyi kullanıyoruz. Osmanlı'dan, dedelerimizden kalma centilmenlik nişanesi olarak; "ben fakir kardeşiniz" diyoruz veya "bendeniz" diyoruz. "Bende" de "köle" demek aslında. "Hürriyeti birisine bağlı kimse" demek.
Hâsılı fakir, "derviş" mânasına geliyor. Arapça'da öteki manası da kullanılır ama bir mânası da derviş. Hani Türkçe'de de bazı kelimler vardır, birkaç mânası vardır. Biz onları ayırırız. "Burada o mânaya kullanılmamış, şu mânaya kullanılmış." diye bunları biz ayırıyoruz.
Mesela Lübnan'da Arab'ın birisi; "Siz Arapları sevmiyorsunuz." dedi. Tabi öyle bir şey yok. Arapları severiz. Niye sevmeyelim; müslüman kardeşimiz. Ayrıca da "Peygamber Efendimiz'in soyundan" diye özel olarak hürmet ederiz. "Yok" dedi "Sevmezsiniz. Ben İstanbul'a geldim, biliyorum. Eminönü'nde Yenicami'nin yanında alışveriş yapıyordum, satışı yapan dükkan sahibi, manav yanındaki köpeğe "arap arap" diye sesleniyordu."
Adamın dediği doğru. Rengi siyah köpeğe, siyah şeylere biz arap deriz. "Siyah" manasına kullanıyoruz yoksa biz Arapları sevmediğimizden değil. Köpeğin rengi siyahtır. Ama doğru değil. Ben o sözden anladım. Lafları da usturuplu kullanmak lazım. Hani bir böcek var adına "Kara Fatma" diyoruz. Böcek kara tamam da, niye "kara Fatma" diyorsun? Fatma adını yakıştırıyorsun. Köpeğe niye Arap adını veriyorsun? Hakikaten yanlış ama biz orada Arab'ı kötülemeyi düşünmüyoruz. "Esmer yani bir arap kadın geldi." diyoruz. Vücudu esmer, "arap halayık" diyoruz. Belki kadının Araplıkla hiç ilişkisi yok. Afrika'nın bilmem neresinden gelmiş. Arapların ırkıyla zerre kadar ilgisi yok. Siyah mânasına kullanılıyor. Kelimelerin çeşitli mânaları var.
Mesela ben diyoruz yüzünde "ben" var. O bir leke demektir. Deride siyah bir lekedir. Bir de "ben" var, malum.
Bir, dokuz yüz doksan dokuzdan sonra gelen bin var; bir de emir olan otomobile "bin", ata "bin" ifadelerinde geçen fiil olan "bin" var. Kelimeler başka başka mânalarda kullanılabilir. Lügatler bir kelimenin anlamını yazarken "birinci mânası, ikinci mânası, üçüncü mânası" diye diğer kullanımlarını da bildirir. Arapça'da "fakir" kelimesinin bir mânası neymiş? "Onun bunun sadakasına muhtaç insan" demekmiş. İkinci özel mânası da "derviş, bir şeyhe müntesip" demek. Adam köşkü, kaşanesi olan bir zengin de olabilir. Gidiyor bir şeyhe mürid oluyor; onun fakiri, fukarası oluyor. "O şeyhin, zât-ı muhteremin fukarası" oluyor.
Ne fakiri yahu! Senin gibi fukarâ görülmüş mü? Köşkün var, malın mülkün var. Hatta sultan Ahmet şu Sultanahmet camiini yaptıran padişah, Aziz Mahmud-ı Hüdayî'nin dervişi olmuş. Padişah ama gitmiş Aziz Mahmud-ı Hüdayî'nin fakiri, dervişi olmuş.
Dervişler niye bu sıfatı almış? İnsanın zenginliği ve varlığı, sahip olduğu şeyler, mameleki, malik olduğu şeyler insana gurur, kibir verir. Adam zenginse yürüyüşü değişik olur. Zengin mi; konuşması, tavrı değişik olur. Biraz da iyi bir eğitim görmemişse kırıcı olur. Neden? "Parası var." diye tafrasından, çalımından, kurumundan yanına yaklaşılmaz. Kimseyi beğenmez, kimseyle yemek yemez, yanına biri oturduğu zaman onun oturmasından sakınır bilmem ne... E ne oluyorsun, ne yapalım! Zenginlik bazen insanlarda huy bozuklukları, davranış bozuklukları hazımsızlıklar veyahut hoş olmayan şeyler yapabiliyor.
Başka?
İlim.
Adamın ilmi var, müktesebatı var, varlığı var; tamam o da kibirli. Onu beğenmez, bunu beğenmez; onu tenkit eder, bunu tenkit eder. Dünyada iyi bir adam yokmuş; beyefendi beğenmez. Herkese bir kusur bulur. Birisi yanında birisini methetse batırır çıkarır; "O adam şöyledir, bu böyledir."
Neden?
Çünkü ilmi var, ilmi onu konuşturuyor,