Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Adamın birisi Ebû Türâb en-Nahşebî hazretlerine demiş ki;
"E leke hâcetün? "
Bir dileğin var mı, benden bir isteğin, hâcetin var mı? Kullar hacet sahipleridir. Herkesin her an ihtiyacı vardır.
"Bana ihtiyacın var mı benden bir şey istiyor musun benden bir dileğin var mı?"
Kullar hacet sahibidir. Allah hacetleri vericidir.
Hacetleri vericiye ne derler? "Kâdıye'l-hâcât (Hâcetleri yerine getiren, isteyene istediğini veren, ihtiyacını gideren, muradına erdiren demek)
Allahu Zülcelâl hazretleri Kâdıye'l-hâcât'tır. Kullar da bir sürü hacetleri olan kullardır. Sabah akşam, gece gündüz el açarlar:
"Aman yâ Rabbi, aman yâ Rabbi, aman yâ Rabbi! Ver yâ Rabbi, ver yâ Rabbi, ver yâ Rabbi!"
Kulun işi istemek, Allah'ın işi vermek.
Soruyor:
"E leke hâcetun?" Bir hacetin var mı?
Var tabi ama sana değil.
Sana ihtiyacı yok. Elbette haceti var, hacetsiz kul olur mu?
"Kâle lehû" O adama dedi ki:
"Yevme yekûnülî ileyke ve ila'llâhi hâcetün"
Sana ve senin gibilere hacetim olduğu bir gün ha! Olur mu öyle şey! Allah varken ben senden bir şey ister miyim?
Bu sözü niye söylemiş? Belki şunu demek istiyor. İnsan, ihtiyacını Allah'tan ister ama insan insana bazen muhtaç olur.
Ne zaman muhtaç olur?
Öldüğü zaman.
Öldüğü zaman kefeni, teçhizini yapsınlar, namazını kılsınlar diye.
Bu ince sözün arasında belki onu kastediyordur.
Öldüğüm zaman, hiçbir şeyimin kalmadığı, talebimin olamadığı zaman benim cenazemi kaldırıverirsiniz gibi bir mânayı kast etmiş olabilir.
Sözün, nüktenin altında bu mâna yatıyor olabilir.
Yoksa bu mübarekler Allah'tan başkasına kulluk yapmazlar. Bu cümlenin mânası kapalı olduğundan, nükteli bir cümle olduğundan, bu kitabı neşreden şahıs;
"galiba burada bir cümle eksik" diye kendisi bu köşeli parantezi koymuş. Bir kitap nesredildiği zaman köşeli parantez ne zaman kullanılır?
"Esasen bu kısım o kitapta yok da herhalde burada böyle bir şey olması lazım bana göre" Böyle durumlarda köşeli parantez kullanılır.
"Yevme yekûnü ileyke ve ila'l-lâhi hâcetün"
Benim Allah'a hacetim olmadığı günde, sana ve senin gibilere ihtiyacım olur.
Bir kulun Allah'a muhtaç olmadığı zaman var mıdır?
Yoktur. O zaman sana da ihtiyacım yoktur.
Benim Allah'a ihtiyacım olmadığı bir gün sana olacaksa…
Böyle şeye ne diyor?
Farz-ı muhal.
Farz-ı muhal; "olmaz ya hani benim Allah'a ihtiyacımın olmadığı bir gün varsa, olursa o zaman benim de sana ve senin gibilere ihtiyacım olur" demek istemiş olabilir.
Bu kitabı neşreden oraya böyle eklenti yapmış ama o eklenti olmadığı zaman da "yevme yekûnü lî ileyke ve ilâ emsâlike hâcetün" Benim sana ve senin emsaline ihtiyacım olduğu gün sana bir hacetim olacak. İnsanların Allah'a ihtiyacının olmadığı bir zaman mümkün mü?
Mümkün değil.
"Eğer benim Allah'a ihtiyacımın olmadığı bir zaman olacaksa ki yoktur; o zaman sana ihtiyacım olur"
"Allah varken niye senden isteyeyim? Eğer Allah'a ihtiyacım yoksa senden isterim ama Allah'a ihtiyacım olduğuna göre senden bir şey istemem" demiş olabilir.
Tabii hepsinden çıkan umûmi mâna Ebû Türâb en-Nahşebî hazretleri Allah'tan istiyor, kullardan bir şey beklemiyor. Eğer bir kul Allah'tan ister de mahlûkattan müstağnî olursa, onların elindekilere aldırmaz, verecekleri şeylere önem vermez, onlardan bir şey beklemezse o zaman hakiki sûfî olur. O zaman hür bir insan olur. Kimseden beklediği yok ki dobra dobra söyler. Hükümdar bile gelse ona bile söyler.
Neden?
Bir şey beklemez de ondan.
Vermezse vermesin. Aldırmaz efe çünkü. Allah'tan başka kimseden korkmuyor.
15. pragrafa geldik.
"Hakîkatü'l ğınâ en testeğnîye ammen hüve mislike ve hakîkatü'l fakr en teftakira ilâ men hüve mislek"
Burada misleke denmiş. Mislüke olarak okunması bana daha uygun geldi. Bu cümle yukarıdaki cümlenin arkasından gelmiş. O bakımdan onun mânasını daha iyi açıklıyor gibi.
Ebû Türâb hazretleri diyor ki;
"Hakîkatü'l-ğınâ"
Zenginliğin hakikati, gerçeği, gerçek zenginlik nedir?
"En testeğanî ammen hüve mislüke" Senin gibi olanlardan müstağni olmandır. Hakiki zenginlik budur. İnsanlara, mahlûkata muhtaç olmaktan müstağnî isen hakiki zengin sensin.
"Hakîkatü'l-fakîr"
Fakirliğin hakikati, hakiki fakirlik;
"En teftekara ilâ men hüve misleke" Senin gibi olan mahlûkata ihtiyaç duymandır, muhtaç olmandır. Hakiki zenginlik; senin gibi olan mahlûkata, müstağnî olmandır, ihtiyaç duymamandır. Hakiki fakirlik de senin gibi fakir olan, âciz nâçiz kullara muhtaç olman; onlardan bir şey ummam, bir şey beklemendir. Fakirlik budur, zenginlik odur!
Hani büyük İskender gelmiş de filozofun başına dikilmiş:
"Dile benden ne dilersen!" demiş.
Bakmış şöyle; "gölge etme, başka ihsân istemem!" demiş.
"Çekil başımdan da güneşimi kesme, gölge etme, başka ihsân istemem. Paran başına çalınsın, senden bir şey beklediğim yok!" demiş.
Neden?
Adamın gururuna karşı yüzüne şamar vuruyor. Adamın başına dikilmiş; hükümdar, paralı pullu, muktedir, iktidar sahibi…
"Dile benden ne dilersen"
"Gölge etme başka bir şey istemem.
Çekil başımdan, beni rahat bırak yeter, başka bir şey istemem"
Bir filozofun büyük İskender'e böyle dediğini söylerler.
Hakiki fakirlik, mahlûkata muhtaç olmaktır. Hakiki zenginlik, mahlûkata muhtaç olmamaktır. Mahlûkata muhtaç olmayan, Allah'a tevekkül eder, Allah'tan bekler, Allah'tan ister; Allah da verir.
Nasıl verir?
Musa aleyhisselam'a, İbrahim aleyhisselam'a verdiği gibi, Muhammed-i Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e verdiği gibi verir.
Misalleri öyle.
"Niye peygamberleri misal veriyorsun, biz peygamber miyiz?"
Biz peygamber değiliz ama en büyük mucizeleri o sevgili, mükemmel kullarına verdiği gibi, onların ümmetlerinden salih, evliyâ kullarına da, ona benzer misaller veriyor. Tabi salih kullarına verdiği misalleri insanların bazısı kabul eder, bazısı kabul etmez.
Adam çıkar, kerameti inkâr eder. Ama gel bakalım mucizeleri de inkâr et. Mucizeyi inkâr edemez. Kur'ân-ı Kerîm yazıyor, âşikâr, ona gık diyemez. Hem peygamberlere Allah'ın yardımı olur, hem de sevgili kullarına, evliyâsına, salih kullarına. Misali çoktur. Birçok kulun başından geçmiş bin bir tane misali vardır.
"Kâle ve kâle Ebû Türâbin "
Aynı râvilerin rivayet ettiğine göre Ebû Türâb şöyle buyurdu.
16. pragrafa geldik.
Râvî Ali b. Hüseyin et-Temîmî. O demiş ki Ebû Türab şöyle buyurdu.
"Ellezî menea's-sâdıkîne'ş-şekvâ ilâ ğayri'l-lâhi el-havfü mina'l-lâhi azze ve celle"
Allah'ın sevgili kulları şikâyet etmezler.
"Nasılsınız?"
"İyiyim elhamdülillah"
"Bir sıkıntın, derdin var mı?"
"Yoktur, elhamdülillah"
Hiç şikâyet etmezler.
Allah'ın sadık kullarını, Allah'tan gayrıya hallerini şikâyet etmekten alıkoyan sebep nedir; niye şikâyet etmezler?
"El havfü mina'llâhi azze ve celle" Azîz ve Celîl olan Allah'tan korktukları için şikâyet etmezler. Neden?
Çünkü kul, Allah'tan gayrıya şikayetlenirse Allah sevabını keser.
"Sen beni onlara mı şikâyet ettin? Kaza ve kaderime rızan yok mu senin? Seni edepsiz seni, sildim seni defterden" der diye korkar.
Onun için kadere rıza, imanın en büyük şiârındandır. Kadere rıza; tasavvufun da en mühim duygularından biridir. Adam kadere razı.
Kaderi takdir eden kim?
Allah.
Hastalığı veren kim?
Allah.
Fakirliği veren kim?
Allah.
Olayları tanzim eden, mukadderâtı yazan kim?
Allah.
Allah'tan şikâyet olur mu?
Onun için evliyâullah demişler ki; "Allah neylerse güzel eyler."
"Canım bazen ölüm oluyor, bazen kalım oluyor. Bazen kıtlık oluyor…"
Neylerse güzel eyler kardeş, neylerse güzel eyler!
"Ben bunu anlamadım."
"On fırın ekmek ye; anlarsın. Belki bir zaman anlarsın"
Ne yapalım?
Anlamayan anlamaz, anlayan anlar.
Anlayan, Allah'ın kahrından da lütfu kadar zevk alır. Hepsinin yerli yerinde olduğunu görür. Kaderin her cilvesine rıza gösterir.
Eee gösteremiyor!
Amma ham adammışsın! Çocuk musun sen? Elma şekeri verince hoşuna gidiyor da acı bir ilaç verince "içmem onu!" diyorsun. O da ilaç. Acı ama ilaç; o da senin hastalığına şifa, faydalı.
Kötülükler olmasa iyiliklerin kıymeti bilinir mi?
Yokluklar olmasa varlığın şükrü yapılır mı?
Her şey zıttı ile zâhir olur. Zıttını tadacaksın ki berikisinin nimet olduğu anlaşılsın. Kış olacak titreyeceksin, yaz gelince ohh diyeceksin rahatlayacaksın. Her şeyin zıddına göre kıymet kazandığını, ölçülüp biçildiğini bilmiyor musun? Hepsi güzel. Hepsinin yerli yerinde olduğunu erbâbı bilir.
Evliyâullahtan büyük bir şeyh efendi, müridine demiş ki;
"Allah sana salahiyet verse; 'kulum ne istersen yapacağım, dile bakalım. Düzelt bu dünyayı. Elinde imkan olsa, iktidar olsa fırsat olsa ne yapmak isterdin?
Şimdi ben arkadaşlara diyorum ki; "vayy bana bir kamçı yapmadınız. Uzun, sağlam bir kamçı. Şöyle meşin, aşağısından deri sarılmış uzamış sırım gibi. Buradan böyle mihraba kadar şırak diye vurdun mu Alimallah orada ses çıkaracak güzel bir kamçı. "Ne yapacaksın hocam"
"Dövecek insan var. Dayağı hak edenler var onları dövmek için"
Sırtını açtıracağım şırak şırak böyle dayağı hak etmişler var. Dayak da cennetten çıkma değil mi. Halk sözü olduğu için söylüyoruz onun da faydası var. Benim canım kamçı istiyor. Şöyle iyi bir kamçı olsa da birilerini dövsem. Gazetelerde neler okuyoruz. Aklımızdan neler geçiyoruz. "Ah bir elime geçse de şunu şöyle bir..." falan diyoruz.
O şeyh efendi demiş ki; (Akşam sohbetleri oluyor, böyle her zaman sıkışık değil ki. Şeyh mürid baş başa) Sormuş.
"Senin elinde iktidar olsa, imkân olsa ne yapardın?"
Kimisi demiş ki;
"Efendim ben soğuğu hiç sevmiyorum. Bütün mevsimler hep böyle güzel olsun isterdim"
"Sen ne isterdin?"
"Baklava börek isterdim"
"Ben yokuşları sevmem de her taraf düz olsun isterdim"
Herkes bir şey söylemiş. Birisi de kenarda boynu bükük oturuyor.
"Evladım sen ne isterdin? Elinde imkân olsaydı, elinde iktidar olduğu zaman ne yapardın? Bu yerin göğün dünyanın neresini değiştirirdin? Beğenmediğin neresi var? "
Boynunu bükmüş;
"Efendim, ben düşündüm taşındım, hiçbir yerde bir kusur göremedim, her şey yerli yerinde. Böyle bırakırdım" demiş.
"Tamam imtihanı sen kazandın" demiş.
Çünkü şair; "Allahu Teâlâ neylerse güzel eyler;. Ey lütfu güzel, kahrı güzel. Lütfun da hoş, kahrında hoş." demiş.
Tabi bu şiirde, masa başında söylenir de; başına felaket geldiği zaman biraz kolay yenilip yutulmaz. İşin doğrusu bu. Hastalık geldi mi, karnı ağrıdı mı millet yeri göğü inletiyor. Anasını, babasını, çoluğunu, çocuğunu ayağa kaldırıyor. Cihanı velveleye veriyor.
Ne oluyor?
Beyefendinin karnı ağrımış veya başı ağrımış, şöyle olmuş, böyle olmuş. Başına küçücük bir olay geliyor, konu komşu toplanıyor, "geçmiş olsun!" diyor. Bu ağlıyor.
Dayanması zor ama evliyâullah her şeyin Allah'ın kaderi olduğundan haberdar. Onun için hallerini gayrıya şikâyet etmemişler.
"Ellezî menea's-sadikîne şekvâ ilâ gayrillah"
İşte o sadık kulları, Allah'tan başka bir kimseye, hâlini şikâyet etmekten men eden nedir?
"El havfü minellâhi azze ve celle"
Allah'tan korkmalarıdır. Utanırlar, korkarlar. Ellerindeki nimetler, makamlar gider diye korkarlar. Mevlam darılır diye korkarlar. Onlar için Allah'tan gelen her şey güzeldir, her şey yerli yerindedir; şikâyet etmezler.
Yakup aleyhisselam, Yusuf aleyhisselam'ı çok seviyormuş. Onun hasretinden çok ağlamış. Sormuşlar; "Niye bu kadar ağlıyorsun, kendini helak ediyorsun, üzüyorsun?"
Diyor ki;
"İnnemâ eşkû bessî ve huznî ila'l-lâh. Ben derdimi Allah'a anlatıyorum, sizinle bir işim yok ki. Karışmayın, bırakın. Ben ağlarsam O'na ağlıyorum. İstersem O'ndan istiyorum; şikâyetim O'na!" Mükâlemem onunla, Allah'a şikâyet ediyorum, size ne!" demiş.
Tabi mübarek, peygamber. Bunu isyan olarak değil de samimiyetle dile getiriyor. Başa gelen olay acıdır da; "çok seviyordum ama oğlumu aldın elimden, ne yapayım? Sen bilirsin, razıyım" diyor şikâyetini Allah'a yapıyor, başkasına şikâyet etmiyor..
Allah'a ağlıyor; "Allah'ım! Veren sensin, alan da sensin, verirsen verirsin" diye istiyor.
Çünkü dua etmek de kulun hakkıdır.
Allahu Teâlâ hazretleri, Kur'ân-ı Kerîm'de buyurmuş:
"Ve kâle rabbükümüd'ûni estecib leküm"
Bana dua edin, ben sizin duanıza icabet edeyim. Dua ibadet olduğundan dua da edebilir. Tenhada derdini Allah'a açabilir, gözünden yaşlar akıtabilir. Elini açar, boynunu büker; "aman yâ Rabbi!" der, dertleşir.
O güzel bir şey. O dua, o tazarru, o niyaz güzel. Ama başkalarına hâlinden şikâyet, feryat figan; "zaten bu dünyaya geleli gün görmedim, beladan belaya uğradım, doğru düzgün bir şeye mi rastladım?" demek olmaz.
Allah korusun, kimisi neler söylüyor! Buna benzer laflar söylüyorlar.
"Semi'tü Ahmede'bne Muhammede'bni Zekeriyyâ en-Nesevî"
Ahmet b. Muhammed b. Zekeriya en-Nesevî'den işittim.
"Yekûlü semi'tü Aliyyeb'ne İbrâhîme'ş-Şakîki" O da Ali b. İbrahim eş-Şakîkî'den duyduğunu söyledi.
-Burada hepsinin hayatları hakkında bilgiler var. Tabi bunlar ravi.-
"Yekûlü semi'tü Ibrâhîme'bne'l-Müvelled" O da İbrahim b. Müvelled'den duymuş. (Üçüncü ravi)
Cüneyd'in talebesiymiş, buradaki bilgilere göre 342 senesinde vefat etmiş.
"Yekûlü semi'tü Muhammede'bne Râfiî" O da Muhammed b. Ahmed er-Râfiî'den işitmiş.
Bu son şahıs kadıymış. Hadis rivayet edermiş Sayda şehrinde 317 senesinde kendisinden hadis rivayetleri almışlar. Bu son şahıs böyle bir hadis alimiymiş.
"Yekûlü semi'tü Ebâ Türâbini'n-Nahşebîyye" (Bu hadisçi kadı şahıs) Ben de bu Ebû Türâb en-Nahşebî'nin şöyle dediğini işittim:
"El keyyisü min ummâli'l-lâhi men hafize haddehû maa'l-lahi teâlâ ve tereke'l-ilme yecrî mecâriyehû.
El keyyisü min ummâli'l-lâh"
Allah'ın âbid kullarından akıllı olan kimse şudur ki;
Ummal; âmil demek. İlmiyle iş yapan, çalışan, durmayan, âbid kul demek.
Allah'ın âbid kullarının akıllısı nasıl insandır?
"Men hafize haddehû maa'l-lâhi Teâlâ"
Allahu Teâlâ hazretlerinin divanında haddini, hududunu, çizgisini bilen, çizgisini aşmayan kimsedir.
Haddini bilir; şımarmaz, şaşırmaz, haddini aşmaz, edepsizlik yapmaz. Geri durmaz, ileri gitmez. Hem çalışır hem de haddini bilir. Hem gayretlidir hem mütevazıdır, mahviyet sahibidir.
"Ve tereke'l ilme yecrî mecâriyehû" Ve ilmi de kendi akışına bırakır. İlmi kendi akışına bırakmak sözünün mânası kapalı.
Acaba ne demek?
Allah'ın huzurunda haddini bilir ama ilmi kendi akışına bırakır.
"Ve tereke'l ilme yecrî mecâriyehû"
Muhterem kardeşlerim!
İnsan Allah'a tevekkül ederse, teslim olursa, takvâ ehli olursa; "ve'ttekullah ve yüallimükül'lâh" Allah ona bilmediği şeyleri öğretir. Başkalarının bilmediği şeyleri gösterir de asıl neyi öğretir? Mârifetullahı öğretir.
Allah'ı bilmeyen bir insan, insanlara tarif edebilir mi?
Edemez. Öyle kolay mı?
Köre anlat bakalım, yeşil ile kırmızı arasında ne fark var?
"Yeşil yaprakların arasında kıpkırmızı bir gül gördüm."
"Yeşil yaprak nasıl olur, kırmızı gül nasıl olur. Yeşille kırmızının farkı ne?"
Anadan doğma kör, renkleri bilmiyor; anlat bakalım. Gören kimse, köre anlatamıyor.
Kör köre anlatabilir mi?
Anlatamaz…
Allah'ı bilmeyen kimse O'nu başkasına anlatabilir mi?
Anlatamaz.
Peki kullara Allah'ı celle celâlühû kim anlatır?
Kendisi.
Kul edebini bilir sakınırsa Allah mârifetullahı kula ihsân eder, O öğretir. O da Allah'ı bilir, tanır.
Mârifetullah ne demek?
"Tanımak" demek.
İlmu'l-lâhi mârifetullah denmiş.
Allah'ı tanımak, Allah ile tanışmak ne demek?
Allah ile tanışık olmak, dost olmak. Nasıl olacak bu?
Allah senin gördüğün hiçbir şeye benzemez ki; şunun gibi diyeyim.
Hiç bir şeye benzemezse, benim gördüğüme benzemeyen bir şeyi ben nasıl bileceğim?
O bildirmeye de kâdirdir. Allah her şeye kâdir olduğundan, hiç bir şeye benzemeyen, hiç emsali olmayan kendisini de kullarına tanıtmaya, kullarının gönlüne mârifetullahı ihsân etmeye kâdirdir. Kullarını; mârifet ehli, irfan ehli, ârif-i billâh, kâmil insan etmeye kadirdir. Tatmayan bilmez. İşte bunu diyor.
Allah'ın âbid kulları; Allah'ın huzurunda haddini bilip, ilmi akışına bırakandır.
Bırak! O nasıl isterse öyle yapsın.
Orada; "Yâ Rabbi! Şöyle istiyorum, böyle istiyorum. Göster kendini, bir göreyim" vesaire olmaz
Dur bakalım! Orası öyle çok konuşmaya da gelmez. Çok konuşanın hatası çok olur. Sen haddini bil! Ev sahibine; "bana şu ikramı, bu ikramı yap!" diye akıl mı vereceksin?
Tabi o takvâdan, edepten dolayı da AllahuTeâlâ hazretleri onlara irfan hazinelerini ihsan eder, irfan hazinelerinin kapılarını açar. Hepsinin gönüllerini mârifetullahla doldurur. Kafaları, gönülleri, içleri hazine ile dolu olur.
Konuşursun; "bu mübarek bu kadar bilgiyi nereden biliyor?" diye şaşırırsın.
Mevlânâ Hazretleri'nin Mesnevî'sindeki o bilgiler, o nükteler, o güzel sözler nereden geliyor, nasıl oluyor bunlar?
Allahu Teâlâ hazretleri, insanın gönlünü mârifetullahla doldurdu mu o Allah'ın has kulu oldu mu ne olur?
"Men ehrese lillahi erbeîne yevmen"
Kırk gün Allah'a ihlasla ibadet eden kimsenin “Zaherat yenabiul hikmetü min kalbihî ila lisanihi” kalbinden diline hikmet pınarları akmaya başlar. Ağzından yağ, bal akmaya, dilinden inci mercan saçılmaya başlar.
Neden?
Çünkü Allah gönlünü pâk eyledi, tertemiz eyledi, hoş eyledi, ihsan eyledi. Perdeleri açtı, mârifetullaha mazhar eyledi.
O zaman oldu.
Bu nasıl olur?
Akıllılar bunu nasıl elde etmişler?
Allah'ın hududunu bilirler, Allah'ın huzurunda da edepsizlik yapmazlar, hadlerine riayet ederler, ilmi de akışına bırakırlar. İşte o zaman Allah da verir.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs -i Âla'da Peygamber-i zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene'ım eylesin.