Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
18. paragraf:
Kâle ve kâle Ebû Türâb. "Aynı râvi Ebû Türâb hazretlerinin şöyle buyurduğunu söyledi:" İnna'l-lâhe azze ve celle yüntıku'l-ulemâe fî külli zemânin bimâ yüşâkilü a'mâle ehli zâlike'z-zemâni. "Allahu Teâlâ hazretleri her zamandaki kendi hak alimlerini o zamanın insanlarının yaptığı işlerdeki müşkülleri halledecek şekilde konuşturur."
Sevgili, has, alim kullarını halkın ihtiyacına uygun tarzda konuşturur. O zamanın müşkülleri neyse, onun cevabı olan güzel sonucu neyse alimlerine onu konuşturur. Kulu, kulları ile imtihan edecek. Kullarını sevgili, alim kulları vasıtasıyla müşküllerden kurtarır, onları irşat ettirir; onların ihtiyacı olan bilgileri alimlere söylettirir. Onlar da bilirler, anlarlar.
O nasıl oluyor?
Allah sevdiği kullarının gönüllerine o soruların cevaplarını ihsân ediyor.
Adam vaaza gelir, aklında bir soru var, hocaya soracak. Hoca vaazda cevabını verir. Adam sormaya lüzum hissetmeden kalkar gider.
Necip Fazıl'ın şeyhi Beyazıt'ta vaaz veriyormuş. O zamanda ona büyük alim diyorlarmış. Üç şahıs demiş ki; "Madem bu büyük alimmiş, sohbetine gidelim. Üç mesele düşünelim; o bize vaazda sormadan bunun cevabını versin."
Oturmuşlar vaazda, üçü de birer mesele düşünmüş. "Hoca, şu müşküle cevap versin." diye üç meseleye cevap olacak şekilde düşünmüşler. Vaaza oturmuşlar, hocaya sormamışlar. Hocaefendi gelmiş, kürsüye oturmuş, takip ettikleri kitabı, sayfayı açmış, derse başlamadan önce besmele çekmiş, hamd etmiş, salât-ü selâm getirmiş.
"Ey cemaat-i müslimîn! Geçen hafta şurada kalmıştık. Oradan devam etmemiz lazım ama önce şu üç meseleyi cevaplandırayım da öyle geçelim." demiş.
O üç meseleyi cevaplandırmış, ondan sonra vaazına geçmiş.
Kâle ve kâle Ebû Türâbin ihfaz hemmeke fe innehû mukaddimetü'l-eşyâi fe men sahha lehû hemmehû sahha lehû mâ ba'de zâlike min ef'âlihî ve ahvâlihî. "Aynı râvi Ebû Türâb'ın müridlerine, Allah yolunun heveslilerine şöyle söylediğini rivayet ediyor:"
İhfaz hemmeke. "Himmetini kaybetme, iyi muhafaza et; himmetini koru."
Himmet ne demek?
Bir kimse, Allah'ın sevgili kulu olmaya niyet etmiş. Onun için bu yola girmiş.
Allah'ın sevgili kulu olmak; "Armut piş, ağzıma düş." demekle olur mu, öyle kolay mı?
Olmaz.
"Ağacın altına yan gelip yatayım, armut olgunlaşsın ağzımı açayım, pat diye ağzıma düşsün!"
Ne diyorsun sen? Deli misin, hasta mısın, divane misin, şaşkın mısın?
Seni tembel seni!
Önce himmet edeceksin.
Himmet ne demek?
"Şeyhte himmet olur." diye duyduk da müridde de himmet olur muymuş?
Olmaz olur mu?
Müridde de himmet olacak.
Himmet ne demek?
"Gayret" demek.
"Şeyhim bana himmet etti."
Ne demek?
"Şeyhim benimle meşgul oldu, bana geldi, benim için çalıştı." demek.
Peki müridde gayret olmayacak mı?
Elbette olacak. Gayret olmazsa olur mu?
İhfaz hemmeke.
Himmete gayretini iyi muhafaza et, kaybetme! Bu yola hevesle girdin. Tesbihleri çekmeye ağlayarak, sızlayarak, gözyaşı dökerek, ne heyecanlı günlerle başladın. Ne tatlı çekiyordun.
Ne oldu şimdi? İbre nereye gitti?
Geriye gitti.
Olmaz!
İhfaz hemmeke.
Himmetini muhafaza et, dereceni kaybetme, dereceni düşürme, çalışma şevkini azaltma!
İhfaz hemmeke fe innehû mukaddimetü'l-eşyâ.
Çünkü her şeyin başlangıcı, bu himmettir. Senin himmetin, gayretin ne kadarsa nimetin, mükâfâtın ona göre olacak. Himmet edeceksin, gayret edeceksin.
Hizmet etmek de bir çeşit himmettir. Müridin himmeti, hizmettir. Hizmet edeceksin. Allah yoluna, Allah'ın sevdiği işlere yapmaya, hizmet etmeye koşturacaksın. Tembelleşmeyeceksin, gevşemeyeceksin, durmayacaksın; gayretli olacaksın. Çünkü her şeyin başlangıcı, aslı, esası, öncüsü budur.
Fe men sahha lehû hemmehû.
Kimin bu gayreti sıhhatli, yerli yerinde ve tamam olursa;
Sahha lehû mâ ba'de zâlike.
Bundan sonra işleri iyi gider. Seyr-ü sülûk'u, tasavvuftaki ilerlemesi güzel olur.
Min ef'âlihî ve ahvâlihî "Kendisinden iyi müslümanlara yakışacak güzel fiiller sâdır olmaya başlar. Kendisinde ârif kullarda zuhura gelen güzel haller zuhur etmeye başlar."
Neden?
Çünkü gayreti iyi.
Sağlam girdi, gayretini de azaltmadı, himmetini kesmedi. Tamam, gider.
Onu yapmasaydı ne olurdu?
Himmeti düşünce Allah'ın nimeti kesilirdi. Neden? İnsan gayret edecek.
"Ama tembelliği seviyor, çalışmayı sevmiyor!"
Kim âhireti, cenneti çalışmadan kazanacağını sanıyorsa hata eder. Çalışacak! Kim "Cenneti çalışarak kazanırım." diye düşünürse o da hata eder. Çünkü ne kadar çalışsa cenneti elde etmeye yetişmez. Yine yetmez.
Ne yapacak?
Çalışacak ama boynunu da bükecek; "Yâ Rabbi! Ben âciz bir kulunum, karınca gibiyim. Biçareyim; gayretim, kuvvetim sınırlı. Eksiğim, kusurum çok. –Her dem hatadır kârımız dediği gibi şairin-"İşimiz her daim hatadır, aman yâ Rabbi!" diyecek, yalvaracak, yakaracak.
Kâle ve kâle Ebû Türâbin. "Yine aynı râvi Ebû Türâb en-Nahşebî hazretlerinden şöyle rivayet etti:" el-Kanaatü ahze'l-kûti mina'l-lâhi azze ve celle. "Kanaat, azığı Azîz ve Celîl olan Allah'tan almaktır."
Biz neye "kanaatkârlık" diyoruz?
"Allah'ın verdiği nimetle yetinmeye, hırsız olmamaya, şükür halinde olmaya" diyoruz.
Aslında kanaat nedir? Kanaati şöyle tarif etmiş:
"Rızkı, azığı Allah'tan almaktır."
Hepimiz çalışıyoruz. Kimimiz memur, kimimiz tüccar, kimimiz işçi, kimimiz rençber… Herkes çalışıyor, bir şey kazanıyor. Fakat herkes çalışmasının karşılığı kadar almıyor, farklı farklı alıyor. Şimdi diyeceksiniz ki; "Bebek çalışmıyor onun da rızkı geliyor."
Bebek çalışıyor mu?
Annesinin kucağında.
Şair güzel söylemiş, diyor ki;
"Süt bile annesinin memesinden çocuk emince gelir."
O da çalışıyor. Kendisi küçücük gayretiyle çalışıyor. Emince geliyor, emmeyince gelmiyor.
"Alsana şunu, açsana be evladım, al şu memeyi!"
Almıyor, emmiyor. Hadi ver bakalım sütünü çocuğa; almıyor, hasta. Gayret edince, emince süt geliyor.
İnsan Allah'tan bekleyince Allah bir yerden verir ama bunu herkes anlayamaz. Sebepleri görür de müsebbibi görmez. Halbuki gönderen Allah'tır. O verir. Bazen doğrudan doğruya verir.
Rahmetli annem anlatırdı:
Çoluk çocuk sahibi bir adamcağız varmış. Evde çoluk çocuk aç. Fakirlik var, yoksulluk var. Çalışacak, çalışmak niyeti var. Sabahleyin çıkarmış, iş ararmış, bulamazmış. İşi yok.
Hani "Türkiye'de işsizlik çok fazla" deniliyor.
Bu kadar insan Almanya'ya, Avrupa'ya niye gitti işçiler?
Burada iş olmadığından, iş bulamadığından, iş sahaları açılmadığından gitti.
Adamcağız iş bulamayınca camiye gidermiş, sabahtan akşama kadar ibadet eder; ondan sonra eve gelirmiş. Hanım eline bakarmış. Hem utandığından hem de onun da morali bozulmasın diye; "İş bulamadım." diyemezmiş,
"Hanım! Çok zengin bir yere çalıştım ama efendi bu akşam yevmiyemi vermedi; ben de istemeye utandım." dermiş.
"Çocuklar aç!"
"Ne yapayım, istemeye utandım."
Ertesi gün yine gidermiş, iş ararmış. Yine yok. Abdest alır, akşama kadar camide ibadet edermiş; "Aman yâ Rabbi! Çoluk çocuğum aç! Sen bilirsin." diye yakarırmış.
O durumda olan bir insan nasıl dua ediyorsa artık...
Akşam yine bir şey yok. Üçüncü gün yine iş aramış, yine iş yok. Olmayınca olmaz. Korka korka kapıyı açmış. Hanımı bu defa güleç yüzle karşılamış. Bakmış içeriden mis gibi yemek kokusu, ekmek kokusu geliyor.
"Allah Allah! Hanım bu ne hal?" demiş.
"Sen hani 'Zengin bir kimseye çalışıyorum.' demiştin ya, sen herhalde ona söyledin. "Bizim çocuklar aç." dedin. Bugün hizmetçisi geldi. Şoförlerle yiyecekler içecekler, malzemeler getirdi, şu kadar para verdi, hakikaten de çok cömertmiş." demiş.
Adamın ağzı açık kalmış.
Rahmetli annem öyle anlatırdı.
Tabi Allah'a ibadet edip dua edince, haberi bile olmadan başka bir yerden rızık gönderiyor. İşte bu;
"Kanaat, rızkı Allah'tan almaktır."
Sen kanaat edersen, dürüst olursan, namuslu olursan, Allah'ın rızasını gözetirsen, Allah sana o rızkı verir. Allah rızka kanat bile verir.
Örümcek; bir harabenin, viranenin bodrumuna yuvasını yapıyor. Bodrumun köşesine sinek uçuyor pır pır pır veya kelebek takılıyor pır pır pır. Örümcek de onu yiyor. Rızka kanat vermiş, Allah. Rızkı uçuyor, örümcek ağına takılıyor, örümcek de onu yiyor. Bak Allah rızka kanat bile veriyor.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki,
Rızkuke yatlıbüke kemâ tatlıbü. "Senin onu aradığın gibi rızkın da seni arıyor."
Biraz sonra burun buruna karşılaşacaksınız. O da seni arıyor. Allah ona emretmiş; "Sen şu kulumun rızkısın, git onun yanına."
Sen de onu elde etmek için gidiyorsun. O nereden gelirse gelir, ne kadar virajlar olsa da sen korkma, birazdan toslaşacaksınız; o senin avucuna gelecek.
Ne yapacaksın?
Harama iltifat etmeyeceksin! İşte kanaat o.
"Harama el uzatmazsan olmuyor, herkes çalıyor çırpıyor, çocuklar aç mı kalsın?"
Haram yedirmeyeceksin!
"Oluyor mu bu devirde, maaş yetmiyor."
Yetmiyorsa, o işi başkasına bırak, yeten bir işe bak. Hem o maaşı alacaksın, hem de rüşvet alacak, hırsızlık yapacaksın.
Öyle şey olur mu?
İnsanlar bunu neden yapıyorlar?
O rüşvetçiler, hırsızlar, zalimler, gaddarların paraya hırsı var; hırstan yapıyorlar. Hırsın karşısında ne var? Hırs kötü bir huy. Hırs olmaması lazım. Ne olması lazım? İnsanda kanaat olması lazım. Kanaat oldu mu hırs sahibi olmaz. Hırs sahibi olmayınca kötü yola sapmaz.
"Kanaat; rızkı, azığı Allah'tan istemektir, Allah'tan almaktır. Haramdan, şeytandan, rüşvetten, kötü yoldan almamaktır."
Bu kanaat esrarengiz bir şeydir. Rızkın sana gelince, kendi kazandığından sanıyorsun. Nereden geldiğini bilmiyorsun. Ötekisi de haramdan kazanıyor. Haramı yemezse; "Aç kalacağım." sanıyor.
Ama haramdan kazandığı için o haramı almasa yine geleceğini de ispat edemiyorsun. İspat edilemeyen bir şey, fiilî bir durum olduğundan, haramdan kazanmasa helalinden de kazanacağını ispat edemiyor.
Kanaat onun için perdenin arkasında bir şey. Ama basireti olan insanlar söylüyor. Peygamber Efendimiz;
"Korkma, haris olma, kanaatkar ol, kalbin kânî olsun; rızkın seni arıyor." diyor.
Kanaatkâr ne demek?
Kalbi kânî olmak, "kalbi ikna olmak" demek.
Hani sen bir adamı alıyorsun; "Kardeşim! O mesele öyle değil, şöyledir." diye anlatıyorsun.
Soruyorsun;
"İkna oldun mu?"
"İkna oldum, tatmin oldum, inandım." diyor.
"Rızkı Allah'ın sana vereceğine kânî misin?"
"Kaniyim, kanaatkâr."
"Allah'a kânî değil misin?"
"Ya gelir, ya gelmez. Belki aç kalırım."
"Kepaze, kerata! Şimdiye kadar rızkı sana başkası mı veriyordu?"
"Ben bilmiyorum, daireden alıyorum."
"Onların hepsi sebep."
Allah sana sıhhat, akıl, imkan vermeseydi bunlar olur muydu? Sen o işi; "Kendim yaptım." sanıyorsun, ama deli olsaydın ne olacaktı? Bosna'da olsaydın, muhasara altında olsan ne olacaktı. Sırp'ın eline esir düşseydin ne olacaktı?
Yirmi kişiyi bağlamışlar, kapatmışlar bir yere; on gündür yemek vermemişler. Ne olacaktı? Gördün mü? Rızkın gelişi senden değilmiş ama anlatamıyorsun ki. Herkes anlayamaz. Ârifse anlar.
Bilenlerin bildirmesinden bilirse anlar, bilmezse kafasına dank edinceye kadar anlamaz. Ama mü'min bu konuda ikna olmuştur, rızkı Allah'ın vereceğine kânîdir. Kanaatkârlık o. Millet kanaatkârlık ile kanaati, bu Arapça tabirleri bilmiyor. Bu sözlerin arkasında yatan gerçek mânaları anlayamıyor. Bunca yıllık hocayım. Ben onu gördüm.
Soruyorum; tûl-i emel nedir?"
Tûl, "uzunluk" demek, emel de, "ummak" demek, tûl-i emel; umuşun, ümidin uzunluğu."
Kelimeler anlaşılıyor da izahını kimse bilmiyor.
Tûl-i emel; "emelin arzunun uzunluğu."
İyi mi kötü mü?
Defterin neresine yazılmış; iyi tarafına mı, kötü tarafına mı?
Kötü!
Alimler; "Tûl-i emel çok fena!" demişler.
Hoppala! Bu tûl-i emele niye fena demişler. İşte kısa değil, uzun bir şey. Uzun bir şey kısasına göre daha iyi değil mi? Hayır, kısa emel iyi, uzun emel fena.
Bu ne demek?
Yıllarca sorun, imtihan edin, not alın; kimse bilmiyor, ben hayret ettim. Allah bildirirse bildiriyor, bildirmezse bilmiyor.
Muhterem kardeşlerim!
Tûl-i emel hepimizde var, hepinizde var.
"Aman tûl-i emeliniz olmasın, tûl-i emeli içinizden atın!"
Büyük sûfîlerin ihtar edip durdukları şey sizin, hepinizin içinizde; haberiniz yok. Hepinizin içinde tûl-i emel var.
"Hocam yapma! Sen bu akşam bizi korkuttun. Nasıl bir şey bu tûl-i emel! Benim boyum bir seksen beş. İki metre midir, içime sığmış mı, ucu dışarıda mı kalmış, neyin nesidir bu?"
Muhterem kardeşlerim!
Tûl-i emel, "insanın daha uzun yaşayacağını sanması" demek.
Hepimiz öyle sanmıyor muyuz?
İçinizde yarına ölecek gibi hazırlanan var mı?
Var mı kefenini hazırlayan, var mı borçlarını ödeyen, var mı herkesle helalleşen, var mı yarın ölmeye hazır olan?
Yok.
Hepimiz tûl-i emeldeyiz, hepimiz İmâm-ı Gazâlî'nin "kötü" dediği bir vasfın içine girmişiz.
Ne diyoruz?
"Daha yirmi yıl, otuz yıl, elli yıl yaşarım; emekli olurum. Emekli maaşımı alırım, iş yaparım, çocuğumu evlendiririm, hacca giderim, sakal bırakırım, günahlarımı affettiririm. Namaz, oruç borçlarımı öderim."
"Ya yarın öleceksen be adam! Yarın öleceksen ya; nasıl yirmi, otuz yılın hesabını yapıyorsun. Belki yarın Azrail gelecek!"
"Yok ya bana gelmez, o kadar insan var, hepsini bırakıp da bana mı gelecek? Bula bula beni mi bulacak?"
Hepimiz böyle düşünüyoruz, herkes böyle düşünüyor. Ölüm pat diye başına geliveriyor; hazırlık yok, tedbir yok.
Namazlarını ödemiş mi?
Yok.
Borçlarını kapatmış mı?
Yok.
Herkesle helalleşmiş mi?
Yok.
Büyüklerin "kötü" dediği kadar varmış. Bu duygu kötüymüş çünkü insanı gaflete düşürüyor.
"Ben nasıl olsa ölmem, nasıl olsa ölüme yirmi yılda, otuz yılda, kırk yılda hazırlanırım."
Hazırlanırsın ama yaşarsan hazırlanırsın.
Yaşayacağına garantin var mı?
Yok ama ümidim var.
Ha o ümit, tûl-i emel.
Tûl-i emel, "ümidin uzunluğu."
Kaç yıl yaşayacağını ümit ediyorsun?
Dalağım sağlam, midem sağlam, kemiklerim fena değil. Otuz beş yıl daha bu makinem beni taşır, götürür. İşte tûl-i emel bu muhterem kardeşlerim; millet bunu bilmiyor.
Kanaat nedir?
Kanaat; Allah'ın sana rızkı vereceğine kânî olmuş, iknâ olmuş olman.
"Allah rızkı verir, ben harama sapmam. İstemem, rüşvet teklif etme bana!" diyebiliyor musun?
Yirmi yıl, otuz yıl önce yaşanmış bir olay.
Bizim mühendis arkadaş bir işe tayin olmuş. Kozyatağı'nda otururdu. Sağsa Allah ömür versin, öldüyse rahmet eylesin. Belediyenin fen işlerine geçmiş. Müteahhit gelmiş, demiş ki;
"İnşaatı yaptım, altı yedi aydır ruhsat vermiyorlar. Bir kusurum yok müdür bey! Allah aşkına gelin, bakın, kontrolünü yapın, ruhsatımı verin."
"Olur kardeşim! Şu günüm müsait, gelin." demiş.
Binmişler arabaya, gitmişler. Bakmış, kontrollerini yapmış. Plana göre güzel yapılmış. Belediyece bir kusur yok. İmzalamış kağıdı, vermiş. Dairesine gelirken adam utana sıkıla cebinden bir zarf çıkarmış:
"Müdür bey! Allah sizden razı olsun, buyurun."
Kaşlarını çatmış; "Bu ne?" demiş.
"Allah razı olsun müdür bey, senden önceki müdür bu iş için yedi aydır beni uğraştırıyordu. Sen yarım saat içinde yaptın."
Şoföre; "Kenara çek, durdur arabayı." demiş.
Adamın yakasına yapışmış, dut ağacı gibi silkelemeye başlamış, demiş ki;
"Ben senden para istedim mi, bu işi yapacağım ama şu kadar para ver, dedim mi?"
"Demedin müdür bey, yapma, kızma, sinirlenme!"
"İşte sizler böyle yaparak müdürlerin huyunu bozuyorsunuz. Bu benim vazifem; kontrolünü yaptım, sen rüşvet veriyorsun." demiş.
Ötekisi rüşvet vermediği zaman onun işini altı ay geciktiriyor ki rüşvet alsın veyahut "Az verdi." diye yapmıyor ki çok rüşvet alsın. "Bak huy böyle bozuluyor, bir daha böyle yapmayın." demiş.
İhzâ almak.
Ne demek?
"Rızkın Allah'tan geleceğini bilmek, harama sapmamak" demektir.
Allah seni yaratmış mı?
Yaratmış.
Bu yaşa getirmiş mi?
Getirmiş.
Rızkını verecek mi?
Ölünceye kadar verecek. Ömrün bittiği zaman rızkın da kesilecek ama ölünceye kadar ne takdir ettiyse o olacak.
Kânî misin buna?
Kânîyim.
Tamam o zaman sıkı dur, sağlam dur.
Bak bu kadar anlattım sana; harama sapma, hırsa kapılma, telaşa düşme, rızkını haramdan isteme! İşte kanaat bu.
Kanaati millet başka bir şey sanıyor.
"Elhamdülillah çok şükür yâ Rabbi! Bugün de yedik, doyduk."
Kerata! Zaten yediğin haram. Senin şükretmeye hakkın yok ki. Az da yesen, çok da yesen, yediğin haram olunca; "Çok şükür yâ Rabbi!" demek kanaat değil.
"Kanaat; rızkın Allah'tan geldiğine ikna olup harama sapmamak." demek.
Vaiz diyor ki; "Haram yeme kardeşim, dur!"
"Ne olacak? Haram yemeyeceğim de helal gelecek mi bana?"
"Gelecek, korkma! Allah gönderir."
"Kânî oldun mu?"
"Oldum, tamam."
Ama vaiz gittikten sonra harama sapıyor.
Adam beş vakit camiye geliyor, bakkal dükkânında içki satıyor.
"İçki haram!"
"Ne yapayım? Bunu satmasam gelirim olmuyor."
Fesübhanallah! İçki şişelerinin arasına veya dükkanın başka bir yerine de levha asmış; "Allah rezzaktır." diye.
"Allah rezzaktır, rızkı kullarına verecek, kânî oldun mu?"
"Oldum."
"Bu içkiler ne o zaman? Bunlar haram. Hani haramdan almayacaktın? Hani helaldan geldiğine kânî olmuştun?"
Bunları böyle anlatmamışız. Millet bunları böyle bilmiyor; kanaati, tûl-i emeli başka şey sanıyor.
Onun için herkes İslâmî bakımdan hasta durumda.
Kâle ve kâle Ebû Türâbin. Meni'stefteha ebvâbe'l-meâşi bi-ğayri mefâtîhi'l-akdâri vükkile ilâ havlihî ve kuvvetihî fe-süile: Mâ mefâtîhu'l-akdâri? "Ebû Türâb hazretleri buyurmuş ki." "Geçimin kapılarının açılmasını, kaderin anahtarlarından başka bir şeyle açmaya çalışan kimse; kendi gayretine, kendi haline terk olunur. Ondan Allah'ın yardımı kesilir. Demişler ki." Ve mefâtihu'l-akdâri. "Kaderin anahtarlarından kastın nedir?" Fe-kâle: er-Rıdâ bimâ yürîdü aleyhi fî külli vaktin min esbâbi'l-gaybi "Buyurmuş ki gayb sebeplerinden kendisine gelen şeylere rıza göstermesi."
Allah'ın her an kendisine bin bir türlü ikramı var.
"Allah'tan kendisine gelen lütufları bilip de ona razı olunca o zaman kaderin anahtarlarını kullanıyor." demektir.
Ona razı olmayınca kendi haline terk olunur, bırakılır ve Allah'ın yardımı kesilir. O zaman harama, günaha sapar.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.