Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
166. sayfanın 5. bölümüne geldik.
Bu zât-ı muhterem Bağdat'ta yetişmiş, doğumu da orası ama kökü Horasan'dan "Buğşur" denilen bir kasabadandı. Çok büyük bir zât olduğunu okumuştuk. Sözlerine ve hayatıyla ilgili diğer bilgilere geçiyoruz. 5. paragrafta kalmıştık, onu okuyoruz.
Enşedenî Mansûrü'bnü Abdillahi kâle semi'tü'l-Fergâniyye yünşidü li Ebi'l-Hüseyni'n-Nûriyyi
Enşedenî. "Bana –manzumeyi- okudu, inşâd etti."
Mansur İbn Abdillah bu şiiri müellife okumuş. O da el-Fergânî'den işitmiş. Fergânî, Ebü'l-Hüseyn-i Nûrî'nin bu şiiri söylediğini duymuş, nakletmiş. Şiir neymiş?
Kem hasretin lî kad ğassat merâretühâ cealtü kalbî lehâ vakfen li belvâkâ ve hakkı mâ minke yüblînî ve yütlifünî le ebkiyenneke ev ahzâ bi lükyâ kâ.
Şiirin zevkine varmak, biraz edebiyatla uğraşmayı gerektirir; bir. Arapça bir şiiri anlamak, anlatmak da zordur; iki. Bizim üniversitede bir profesörümüz, hocamız;
el-Mânâ fî batn'iş-şâir ve şâirü tahte't-türâb derdi.
"Şairin şiirden ne kast ettiğini bilemezsin; şiirin mânası, o şairin karnında, şair de toprağın altında kaldı."
Bazı şiirler kolay anlaşılmaz. Ama "Şiir hiç anlaşılmaz." demek değil, anlaşılmasaydı söylenmezdi, yazılmazdı, kitaplara girmezdi, insanlar şiir kitabı almazdı. Tabii anlayan anlar.
Bu mutasavvıfların şiirle meşgul olması nereden çıkıyor?
Muhterem kardeşlerim!
İnne mine'l-beyâni le sihrâ. "Sözde sihir gibi büyüleyici bir tesir vardır."
Güzel söz, insanoğlunun hoşuna gider.
Emin olun, kafeste kuş duruyor, güzel bir söz, bir nağme söylediğiniz zaman o uyuklayan kuş uyanıyor ötmeye başlıyor. Nağme tesir ediyor, ses tesir ediyor. Tabağın tıngırtısı, şıngırtısı uyuyan kuşu uyandırıyor.
Sesin bir tesiri var; bir. Sözün bir tesiri var; iki. Şiir sözün özene bezene güzelleştirilmiş, süslenmiş bir şekli olduğundan onun tesiri daha çok. İnsan çok coştuğu zaman şiir söyler. Coşkusu olan, duygusu olan insanlar şair olur.
Şair Arapça'da "hissedebilen, şuur edebilen" demektir.
Hissedecek, duyguları coşkun olacak. Böyle yoğun olunca insan hisseder, hissettiğini de ifade eder. Bu ifade şiir tarzında olursa daha tesirli olur. Çoğumuz bazı şairlerin şiirlerini ezberlemişizdir.
Zamanımızdan geriye doğru, anladığımız şiirlerden geriye doğru Necip Fazıl'ı biliriz. Arif Nihat Asya merhumu biliriz, Allah rahmet eylesin. Bunlar tanıştığımız, sevdiğimiz büyükler. Geriye doğru Yunus'u severiz, Eşrefoğlu Rûmi'yi tanırız. Eğer biraz Farsça'yla ilgimiz varsa Mesnevî'yi severiz. İran edebiyatının çok şahane şiirleri vardır. Hakikaten edebiyat hoş ve tatlı bir yol ve daldır.
Peygamber sallalahu aleyhi ve sellem Efendimiz kendisi şiir söylememiş, çok cüz'î bir kaç kelime, darb-ı mesel olarak söylediği bir kaç beyit var, o kadar. Şairlik yapmamış. Çünkü Araplar yanlış yorum yaparlardı. Peygamber Efendimiz'i zamanındaki başka şairler gibi sanırlardı.
Onun için;
Ve mâ allemnâhü'ş-şi'ra ve mâ yenbeğî leh. "Biz bu elçimiz, Muhammed-i Mustafa'mıza, Habîbimiz'e şiir öğretmedik; o ona gerekmezdi de." diyor âyet-i kerime.
Ama şiir gerekmez demek değil.
Şairler ikiye ayrılıyor:
Şe şuarâü yettebihümü'l-gâvûn. "Bir kısmı sapıktır ve sapık insanlar onları severler. Aşktan, şaraptan, keyiften, zevkten, flörtten bahsederler."
İlle'l-lezîne âmenû ve amilü's-sâlihât. "Bir de bunlar gibi olmayıp da iman etmiş, ibadet etmekte, amel-i sâlih yapmakta olan." Ve'ntasarû min ba'di mâ zulimû. "İslâm hücuma uğradığı zaman, şiiriyle İslâm'ı savunanlar var."
Zamanımızda bildiğimiz kişilerden, Mehmet Âkif gibi, İkbal gibi, her sözü İslâm'ın savunması olan kişiler de var. Kur'ân-ı Kerim onları methediyor. Ortaya iki şair tipi koyuyor, birisini methediyor. Peygamber Efendimiz hayatında şiir söylememiş, yazmamış ama müslüman şairleri desteklemiş ve teşvik etmiş. Peygamber Efendimiz'in etrafında şiirleriyle İslâm'ı savunan şairler var. Sahabeden şiirle meşgul olan, Hassan b. Sabit gibi, Kâbil b. Mâlik el Ensârî gibi şairler var; Peygamber Efendimiz onlardan şiir söylemelerini de istemiş.
Efendimiz bir gün sahabe-i kiram rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmaîn ile beraber otururlarken buyurmuş ki,
"Sizin üç arkadaşınız, dostunuz olsa. Birisi sizi sağken sevse sizinle ahbablık etse. Birisi siz öldükten sonra da son vazifelerini yapsa, kabre kadar gelse, dönse. Birisi de, kabirde de yanınıza gelse, kabirde de size arkadaşlığını devam ettirse. Bu arkadaşlardan hangisi daha iyidir?"
"Tabi kabre kadar gelip kabirde de arkadaşlık eden arkadaş daha iyidir."
Sağken insanı koruyup kollayan, onunla ahbaplık eden, malıdır. İnsan sağken; cebindeki parası, tarlası, malı mülkü ona destek olur, ihtiyaçlarını karşılar. Fazla parası varsa hayır hasenât yapmasına sebep olur. Ama öldü, eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve rasûlüh dedi, ruhunu teslim etti.
Mal kimin?
Mirasçıların. Bitti.
Adamın cenazesi daha kalkmadı, evinde. Olsun.
Ölür ölmez malla ilişkisi bitiyor. Demek ki sağken insana dostluk yapan, malıdır.
Kabre kadar gelip gömüp oraya kadar dostluk yapan kimdir?
Kavmi kabilesi, hısımı akrabası, eşi dostu, çoluğu çocuğudur.
Neden?
Son vazifelerini yaparlar. Yıkarlar, kefenlerler, namazını kılarlar. Alacaklıları çağırırlar, borcu varsa öderler.
"Bu vefat eden zâtın kime borcu vardı?" diye soruşturur, öderler.
Ondan sonra getirirler, kabre gömerler, ağlarlar, dua ederler, telkin verirler. Ama kabre girmezler, dönüp giderler. Kabre ne karısı girer ne çocuğu ne anası babası. Kabre kadar. Bu da hısım, kavim, kabile, arkadaş; iki.
Kabirde de insanla arkadaşlık eden kim veya ne?
Amel-i sâlihi, ibadeti, hayrı, hasenâtı, kabre gelir, kabirde arkadaş olur.
Nasıl arkadaş olacak? Adam dünyadayken namaz kılmış, ibadet etmiş de bunların arkadaşlığı nasıl olacak?
Bir başka hadîs-i şerîften size söyleyeyim:
Peygamber Efendimiz; "Kabre girmiş olan insan, kabirde güzel yüzlü, sevimli, kendisine tatlı tatlı bakan, tebessüm eden bir insan görecek. 'Ben bu kabre konulduğum zaman yalnızlıktan ürktüm, korktum, tüylerim diken diken oldu ama seni görünce sevindim, güleç yüzlü bir insansın, canım seni sevdi. Kimsin sen?' diye o gördüğü güleç yüzlü, sevimli insana soracakmış."
O ne diyecekmiş?
"Ben senin okuduğun tebâreke suresiyim."
Allah Allah, sübhânallah! Allah tebâreke sûresini kabirde adamın yanına nasıl getiriyor?
Anlayacağı bir şekilde getiriyor.
İnsan nasıl anlar?
"Bir arkadaşım olsa da, sohbet etsek yalnızlıktan canım sıkılmasa." der.
O yüzden tebâreke suresini o tarzla getiriyor.
Kabirde de insana arkadaşlık eden nedir?
İbadeti, taati, âmâl-i sâlihâsı, hayrâtı, hasenâtı, sadakât-ı cariyâtıdır.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem böyle buyurmuş, söylemiş, anlatmış ve;
"Bunu kim şiir haline getirebilir?" buyurmuş.
Şiiri teşvik ediyor.
Birisi; "Yâ Resûlallah! Ben uğraşayım. demiş."
Gitmiş, vezin, kafiye uyarlayarak evde şiir tanzim etmiş. Herkes de şiir söyleyemiyor, kuralları var, onları bilmek lazım. Güzel söyleyebilmek de herkesin harcı değil. Ertesi gün hazırlamış, gelmiş.
"Yâ Resûlallah! Söylediklerinizi bir şiir haline getirdim." demiş.
Efendimiz;
"Oku bakalım!" buyurmuş.
O zât şiiri okumuş, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem dinlemiş ve gözlerinden pınar gibi yaşlar akıtmış. Ağlamış Peygamber Efendimiz, duygulanmış, gözyaşlarını tutamamış, gözlerinden inci gibi yaşlar akmış.
Demek ki ne anlıyoruz?
Şiir iki çeşittir, konusuna göre makbul olanı, güzeli vardır; makbul olmayanı, kötüsü vardır. Eğer adam aşktan, şaraptan, kepazelikten, rezaletten bahsediyorsa şiir kötüdür; şarkı, musiki, kitap, yazı kötüdür. Eğer güzel şeylerden bahsediyor da, güzel şeylere yol açıyorsa iyidir. Dinimiz onu teşvik ediyor.
Onun için denmiştir ki;
"Şiir sözdür."
Sözün iyisi olduğu gibi, iyi şiir iyidir; kötü şiir kötüdür. İllaki "Şiir kötüdür, musiki kötüdür." denmez; kullanım yeri, muhtevası ve içeriği düşünülür.
Bazı mutasavvıflar şiirle uğraşmışlardır. Bazılarının da içinden coşmuş, doğmuş, öyle gelmiştir. Abdulaziz Bekkîne Hocamız anlatıyor: Mehmet Zahid Hocamız'dan önceki vazifeli, posta oturmuş olan Şeyh Efendimiz,
Halvetteyken şeyhi yanına gelmiş:
"Abdulaziz, evladım neler hissediyorsun?" demiş.
O da demiş ki;
"Efendim, öyle coşkuluyum, öyle içim kaynıyor ki sevinç gibi bir şey, müthiş feyz; binlerce mısra aklıma geliyor."
"Bir tanesini söyle bakalım." demiş.
Söylemiş, çok çok güzel bir şiirmiş ama ben onu bilmiyorum.
Demek ki insan mâneviyat âlemine, gönül âlemine dalarsa, içi coşarsa o zaman her şeyi şiirleşiyor; insan şairleşiyor. İster istemez dudaklarından dökülüyor. Bugün Anadolu'da hâlen vardır; eskiden de vardı. Bir mübarek zâtın sohbetine gidersiniz, size sürekli şiir okur. Adeta şiirle konuşur, size şiirle nasihat eder. Divan tertipler. Kimisini eskilerden ezberlemiştir, kimisini kendisi söyler, kimisini o anda senin konuşmana göre, o duruma göre hazırlar. Yepyeni bir mısra hemen, birden aklına gelmiş oluyor.
Tabi herkesin bir de zevki, keyfi vardır. Buraya kadar hayatını okuduğumuz mübareklerin bazısı şiir söylemiş, bazısının hiç şiirinden bahsedilmiyor. Ebu'l Hüseyin Nûri hazretlerinin burada birçok şiiri var. Bu zât biraz şairane tabiatlı, sözlerini şiirle anlatmayı seven bir mübarekmiş, öyle anlaşılıyor.
Şiiri tercüme edebilir misiniz?
Edemezsiniz, şiirin güzelliği bozulur. Şiirde seçilmiş kelimeler çok önemlidir; o kelimeyi tercüme ettiğin zaman o sanat kaybolur. Kelimeler arasındaki tenasüp, ilişki, edebî sanatların çoğu kaybolur. Şiiri terceme etmek tavus kuşunu yolmaya benzer. Tavus kuşunun dış güzelliği vardır, kuyruğu vardır. Şöyle bir açıldığı zaman arka tarafta, fonda kuyruğundan şahane bir manzara oluşur. Sen bu tüyleri yol yol, oldu sana cascavlak bir kuş; hindi. Yolunmuş hindiden farkı kalmadı ama o evvelce tavus kuşuydu.
Şiir terceme edilemez; o dilden bir başkasıyla denkleştirilmeye çalışılır. Şiirin tercemesi çok zordur. Terceme ederken bir şeyler karıştırılır, kaybolur. Ama biz ne demiş olduğunu öğrenmek için mânasını mecburen size anlatacağız.
Doğrusu nedir?
Doğrusu, benim de oturup bu söylenenleri Türkçe bir şiir haline getirmem ve size öyle okumam, olurdu. Arapça söylemiş; benim de size buradan Türkçe şiir okumam lazım. Cennet mekan, Mehmet Zahid hocamız beni bir iki defa görevlendirdi.
"Hadi bakalım, sen de şöyle bir şiir söyle." diye.
Birisi Farsça. Silsile-i sâdâtımızı ihtiva eden bir manzume vardı. Geliyor, geliyor, geliyor, bir yerde duruyor. "Hadi bakalım, sen de buraya, en sonuna bir beyit ekle." dedi.
Sâdâtımızın isimleri Hocamız'a kadar geliyor, Hocamız'ın ismi yok. Hocamız'ın ismiyle ilgili bir Farsça beyti benim yazmam, arkasına eklemem lazım. Ben de oturdum, Farsça bir beyit yazdım. Aynı vezinde, aynı kafiyede. Okudum, güldü ama altına yazdırmadı. Yazdığım beyti, o basılan yere, alt tarafa eklettirmedi. Bende var; aynı vezinle aynı kafiyeyle tutturdum.
Bir keresinde emir buyurdu;
Bu kaside-i bürde'nin başında Ebu Bekir Sıddîk Efendimizin sözleri manzum hale getirilmiş:
Cüd bi lütfike yâ ilâhî men lehû zâdün kalîl.
Müflisün bi sıdkı ye'tî ınde bâbike ya celîl.
şeklinde bir manzume.
Şiiri Bağdatlı bir şair bu hale getirmiş de sözleri Ebu Bekir Sıddîk Efendimiz'e aitmiş. Onu şiirleştirmiş, manzumeleştirmiş.
"Bunu Türkçeleştir." dedi. Oturdum, uğraştım. Aynı vezinle, aynı kâfiye ile, aynı mânayı Türkçe yazdım. Emek de verdiğimizden Diyanet Gazetesi'nin orta sayfasında onu neşrettik, böylece Türkçe tercemesi oldu. O da bir şiir, bizimki de bir şiir; böyle olur. Ama ne yapalım bunlar terceme, bunların karşılığında Türkçe şiir yazacak vaktim yok.
Sizden birinizin şairliği varsa buyursun. Türkçesini yazsın getirsin, bir dahaki haftaya ben okuyayım,
Geçen sene böyle bir şiiri söylemiştim, bir arkadaş bir şeyler yazıp getirmişti.
Kem hasretin li kad kassat merâvâtühâ.
Cealtü kalbihî lehâ vakfen li belvâkâ.
"Benim nice hasretlerim var ki acılığı boğazımı tıkadı."
Hasret acıdır tabi.
"Acılığı boğazıma tıkanmış kalmış, nice hasretliklerim vardır benim."
Cealtü kalbihî lehâ vakfen li belvâkâ
"Senin beni imtihan ettiğini bilerek, kalbimi bu hasretliklere vakfettim. 'Kalbim bu hasretliklere tahammül etsin, imtihanı başarıyla atlatayım.' diye, kalbimi bu hasretliklere vakfettim." 'Ey kalbim sen bu hasretlikleri çek dur, sen bu yolda vâkıfsın." diye 'kalbimi vakfettim'" diyor.
Bu mübareklerin hasretliği nedir?
N'ola kim görsem cemâlin, görsem cemâlin demeleridir
Gece gündüz durmayıp istedikleri; "N'ola kim cemalin görsem." demeleridir.
Hasretlikleri bu.
Musa aleyhisselam ne buyurmuş?
"Yâ Rabbi! Uzaktan sesin geliyor. Kendini göster de cemalini göreyim." demiş.
Allahu Teâlâ hazretleri Musa aleyhisselam'a da buyurmuş ki;
Lem terânî. "Yâ Musa! Göremezsin, bu halle görmek mümkün değil."
"Şu karşıdaki Tur Dağı'na bak. Ben şimdi ona kendimi göstereceğim, tecellî edeceğim. Eğer o dağ yerinde durabilirse o zaman sen de beni görebilirsin, demektir. Bak bakalım yerinde durabilecek mi?"
Fe lemmâ tecellâ rabbühû ile'l-cebel. "Allahu Teâlâ hazretleri Tur Dağı'na tecelli edince." Cealehû dekkâ. "Dağı parça parça eyledi."
Tur Dağı Allah'ın tecellisine tahammül edemedi, parça parça parçalandı, patır patır patladı, etrafa saçıldı, darmadağın oldu.
Ve harra Mûsâ saikâ. "Musa aleyhisselam da yere düştü, bayıldı."
Kolay değil. Ama insanoğlu hasretlik duyuyor, yanıyor yakılıyor, tecellî istiyor.
"Aman yâ Rabbi, ne olur yâ Rabbi!"
Göster cemâlin şem'ini, yansın oda pervâneler.
Bu da Şemseddin-i Sivâsî hazretlerinden bir şiir.
Göster cemâlin şem'ini, yansın oda pervâneler.
Devlet değil mi uşşâka, mâşûka karşı yâneler.
Çok güzel bir şiir.
"Yâ Rabbi! Cemâlinin perdelerini aç, tecellî eyle, kendini göster de; pervaneler ateşlere yansınlar, yerlere serilsinler."
Pervane "kelebek" demek. Uçağın pervanesi değil, o zaman uçak yok, öyle düşünemezsiniz. Pervane, "gece kelebeği" demek. Pır pır, pır pır ışığa gelir, camdan kandilin etrafında döner.
Neyin etrafında döner? Camdan kandilin etrafında döner. Peki, cam olduğu zaman camdan kandilken etrafında döner de cam yoksa ne olacak?
Mumsa, çıraysa ne olacak?
Cam engelliyor, ampul engelliyor ama böyle bir engel yoksa pervane ne olur?
Yanar. Ateşe gelir, yanar, sapır sapır aşağıya dökülür. Ampuller sıcak oluyor, şimdi bile dökülüyorlar. Pır pır geliyor, yanıyor, aşağıya dökülüyor. Elektriğin aşağısı, kanadı yanmış, vücudu yanmış, orada dönen, çırpınan bir sürü sinek, kelebek oluyor.
Göster cemalin şem'ini; "Sen güzelliğinin meşalesini, ateşini, ışığını göster yâ Rabbi, pervaneler oda yansın, sapır sapır dökülsünler." Devlet değil mi uşşâka? "Âşıklara bir saadet değil mi?" Maşûka karşı yanalar. "Mâşukun karşısında, âşıkın yanıp yakılması saadet değil mi? Varsın yansın. Sen cemalini göster de, pervane gibi sapır sapır dökülsünler."
"Boğazıma takılmış olan nice hasretlik var ki kalbimi ona vâkıf yaptım. Sen imtihan ediyorsun ya hasretlikle, o da bir imtihan. Kavuştur ya Rabbi, kavuşayım ya Rabbi! Hasretlikle imtihan ediyorsun. O imtihanın için sabrederek, kalbimi vakfettim."
Ve hakkı mâ minke yüblînî yütlifunî. "Senden bana gelen mukadderat, sen takdir buyuruyorsun. Bana gelenler senden geliyor. Yâ Rabbi! Senden bana gelenler hakkı için." Yüblînî. "Beni imtihan ediyorsun." Yütlifünî. "Beni helak ediyorsun, telef ediyorsun, imtihan ediyorsun. Beni böyle imtihan eden, telef eden, senden bana gelen bu çeşit çeşit hallerin hakkı için, onların hürmetine, onlar aşkına." Le ebkiyenneke. "Çare yok, seve seve sana ağlayacağım, ağlayacağım, ağlayacağım." Ev ahzâ bi lükyâkâ. "Ta sana kavuşuncaya kadar ağlayacağım."
Ev burada, "hatta" mânasına, ilâ en mânasına, muzârinin başına gelir. Bu açıklamalar Arapça bilenler için. Şu şöyle oluncaya kadar...
"Yâ Rabbi! Ben sana kavuşmakla mütelezziz oluncaya kadar ağlayıp duracağım."
Âşık, mâşukun cevr-i cefâsından, aşkın kendisine verdiği ıstıraptan da zevk alıyor.
Fuzûlî ne demiş?
Aşk derdiyle hoşem.
Aşk yerine 'ışk' kullanılıyor; olabilir.
"Aşkın derdinden memnunum, başım hoş, şikayetçi değilim."
Işk derdiyle hoşem.
El çek ilâcımdan tabib.
"Ey doktor, ey tabip beni tedavi etmeyi bırak. Bana ilaç vermekten, beni tedavi etmekten elini çek, ben bu hastalıktan, bu aşktan memnunum."
"Evet hararet basıyor, ateşler içinde yanıyorum, sayıklıyorum, ah vah ediyorum ama yine de sen beni tedavi etme. Çünkü ben bundan memnunum."
Kılma dermân kim helakim zehri dermanımdadır.
"Beni tedavi etme, tedavi oldum mu mahvolurum, bu aşk gider. Aşkullah, muhabbetullah olmayan bir insanı istemem." dediği gibi Fuzûlî'nin, birçokları da aşkın böyle yakmasına, kendisini ah vah ettirmesine razı oluyor, hatta bunu istiyor.
Fuzûlî gibi Yunus'un da bütün şiirleri öyledir.
Yandır beni, yandır beni.
Aşk meyine kandır beni.
Sarhoş olup döndür beni.
Hayranın olayım senin.
Bu belki başka bir şairin ama böyle demişler, yanmayı istemişler. Şikayetçi oluyorlar ama memnunlar, tedavi olmak istemiyorlar. Aslında şikayet de değil, daha tatlı bir şey. Tatmayan bilmezmiş.
Hissetmeyene bu duyguları nasıl anlatacaksın?
Bu ne diyor?
"Sana kavuşuncaya kadar ağlamaya devam edeceğim. Beni imtihan ediyorsun, mahvediyorsun, telef ediyorsun. Senden bana gelen hallerin aşkına, hürmetine sana kavuşuncaya kadar ağlayacağım." diyor.
Bu zât-ı muhterem Ebû Hüseyn-i Nûrî, tasavvuf ilminin büyüklerinden.
Kâne min ecelli min meşâyihin kavmi ve ulemâihî. "Tasavvuf erbabının en büyüklerinden ve en alimlerinden, mârifetullah hususunda ileride olan bir insan."
Tabi mârifetullaha eren, muhabbetullaha düşer.
Mârifetullah ne demek?
Allah'ı bilmek, tanımak.
İnsan bir güzeli tanırsa ne olur?
Sever, âşık olur, aklı başından gider; ne söyleyeceğini, ne yapacağını şaşırır.
"Âşıka Bağdat sorulmaz." derler, neden?
Mecnun olur, şeydâ olur.
Mecnun ne demek?
"Aklını kaybetmiş." demek.
Şeydâ ne demek?
O da aynı şey, Farsça olarak "deli" demek. Deli divane olur.
Divane ne demek?
O da "deli" demek.
Aklı başından gidiyor, ne yaptığını bilmiyor. Geceleyin sabaha kadar balkonda, dışarıda durur. Uyku, durak bilmez.
Gelelim şeriate, Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerine. Efendimiz'in bizim bilmemiz gereken bir sözü, hadîs-i şerîfi var:
"Allah indinde, katında, Allah yanında senin mertebenin, durumunun ne olduğunu merak ediyor musun? 'Ediyorum. Acaba Allah beni seviyor mu? Sevgili kulu muyum, değil miyim?' Allah katında senin durumunu ne olduğunu merak ediyorsan senin gönlünde Allah'a karşı duygular nasıl, onlara bakacaksın."
"Evet seviyorum, içim yanıyor, yakılıyor."
Güzel, Allah'ı seviyorsan o zaman Allah da seni seviyor.
"Tüh, olmadı; davul gibi, top gibi, balon gibi tın tın, boş, bir şey yok!"
O zaman Allah'tan da sana bir şey yok.
Sende bir heves, arzu, his yok, kabiliyet yok, gayret yok; o zaman O'ndan da bir şey olmaz.
Ne yapmamız lazım?
Kendimizi düzeltmemiz lazım. Mârifetullahı elde etmeye çalışmamız lazım ki muhabbetullahı anlayalım, o baldan tatmak mümkün olsun.
Bu şekerden nuş eyle, tevhide gel tevhide.
Aziz Mahmûd-i Hüdâyî Efendimiz ne diyor?
Hüdâyi'yi gûş eyle.
Gûş eylemek, "kulak vermek, dinlemek" demek. Gûş, "kulak" demek.
Hüdayi'yi gûş eyle.
Aşka gelip cûş eyle.
Bu şekerden nûş eyle.
Bu şekerden şerbetten, sen de iç biraz. "Bu şekerden veya bu şerbetten" çeşitli rivayetler var. Bu kevserden; tabi 'kevser şarabı' demek istiyor. Üç rivayet de var.
Bu şekerden nûş eyle.
Nûş etmek, "içmek" demek.
Tevhide gel tevhide.
Demek ki bunlar, Hacı Baba veya Antep baklavasıyla meşgul değillermiş. Bunların tatlısı neymiş? Şimdi anlar gibi oldum.
Bu kevserden, şerbetten, şekerden nûş eyle; tehvide gel tevhide.
Dervişe; "Gel sen de bu şerbetten iç de, anla. Aşka gelip cûş eyle. Aziz Mahmûd-i Hüdâyî hazretlerinin nasihatine, zikre çalış." diyor.
Size, bize ne diyor?
"Biraz zikre çalış da, senin için de zikrin tesiri aşkullah, muhabbetullah hâsıl olsun." diyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.