Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Haddesene'l-Cüneydü'bnü Muhammed Ebu'l-Kâsım es-Sûfî. Muhammed oğlu Cüneyd Ebu'l- Kâsım es-Sûfî isimli şahıs –hadisi- rivayet etmiş."
O da;
Haddesene'l-Hasenü'bnü Arefe. "Bize de bu hadisi Arefe oğlu Hasen rivayet etti." demiş.
Bu kimmiş?
Hasenü'bnü Arafete'l-Abdî Ebû Ali el-Bağdâdî el-Müeddib. Kâlû anhü innehû sikatün. "Bu, terbiyeci bir adammış, Bağdat'ta yaşıyormuş."
Müeddib, "terbiyeci" demek. Kaynaklar bu zât hakkında "güvenilir insan" demiş.
Ummira tavîlen. "Uzun yaşamış."
İnsan bir de Kur'an'a göre yaşarsa takvâya uygun ömür sürerse ömrü bereketlenir, uzun ömürlü olur. Tarihi açın, insanların ömürlerini hesaplayın:
Padişahlar ne kadar yaşamış, zenginler ne kadar yaşamış, âbidler, zâhidler ve alimler ne kadar yaşamış?
Ölçün bakalım. Ne tahmin edersiniz?
Padişahlar ve zenginler mi daha çok yaşamış?
Hayır.
Takvâ ehli insanlar; âbidler, zâhidler, alimler, gündüzleri oruç tutup geceleri uyumayıp ibadet edenler çok yaşamış.
Neden?
İbadetin bereketi, ibadetin canlılığı; ibadetin feyzinden, bereketinden...
Ummira tavîlen. "Uzun yaşadı, Allah uzun ömür verdi. Ömrünü uzun etti, uzattı."
Öyle olur. İçki içmezsen, kumar oynamazsan, haram yemezsen, helalinden kazanırsan, sıla-i rahim yaparsan, hayrını sadakanı verirsen, Allah senin ömrüne ömür katar, ömrünü uzatır.
Peygamber Efendimiz; "Sıla-i rahim ömrü uzatır." diyor. Onun için iyi müslüman olacaksın. İyi müslüman olmak, uzun yaşamanın da reçetesidir.
Uzun yaşamak, sağlam yaşamak mı istiyorsun? Bunamamak, ihtiyarlamamak mı istiyorsun?
Kur'an ehli ol, âbid ol, ibadet ehli ol; hiçbir şey olmaz. Ama Allah'ın emirlerini dinlemezsen, hadîs-i şerîfleri dinlemezsen, çizgiden saparsan o zaman çeşitli şeylere uğrarsın, ceza çekersin. Çok yersen, çok uyursan, çok tembellik yaparsan çok sağlam olmazsın. Aksine böyle yapan şöyle olur, böyle olur, cezasını çeker.
Fe-kad âşe miete ve ışrîne sene. Mübarek "120 sene yaşamış."
Ve mâte senete seb'a ve hamsîne ve mieteyn seneten. "257 senesinde vefat etmiş."
Tarihler hep hicrî-kamerî senedir. Bizim tarihimizde şu Cumhuriyet'ten önceki devrede söylendi mi "Şu senede öldü, bu senede doğdu." denir.
O ne demektir?
Hicrî-kamerî sene demektir.
Bize şimdi miladî seneyi öğrettiler.
Miladî sene neyi anlatır?
Hz. İsa'dan bu zamana Dünya güneşin etrafında kaç defa dönmüşse işte o seneleri anlatır.
Kamerî sene ne anlatır?
Peygamber Efendimiz'in Medine'ye hicretinden bu zamana kadar; ayın 12 defa Dünya'nın etrafında dolaşmasından hâsıl olan şu kadar kamerî sene geçtiğini anlatır. Bu ikisi farklıdır. Kamerî sene 354 gündür, şemsî sene 365 gündür; biz kendi örfümüzü, âdetimizi bilelim.
Romen rakamlarını biliyor musunuz?
"Biliyoruz hocam."
I harfi gibi bir tane olursa I (bir) olurmuş, iki tane I harfi gibi olursa II (iki) olur, üç tane I harfi gibi olursa III (üç) olur. Ondan sonra bir I harfi gibi bir V olursa IV olursa (dört) olur. Ondan sonra V gibi olursa (beş) olur. I harfi bu tarafa geçerse V'nin sağ tarafına (altı) olur.
Sekiz nasıl olacak?
"Dur söyleyeyim hocam, biraz düşüneyim." der. V harfi yapacaksın, ondan sonra üç tane I (III) koyacaksın, VIII, (sekiz) oldu. Bununla ne matematik yapılır ne yazı yazılır ne iş görülür. Ama adamlar işe yaramadığı halde kullanmışlardır.
Matematiği canlandıran, müslümanların rakamlarıdır, İslâm rakamlarıdır. 0,1,2,3,4,5,6,7,8,9,10,11,12,13,14,15 buna "ondalık sistem" derler; bu, müslümanlarındır. Matematiği kalkındıran, geliştiren İslâm rakamlarıdır. Yoksa Romen rakamları ile matematik olmaz. Hadi bakalım. Üçle beşi topla, alt alta yaz da bir şey çıkar; III, XXX bilmem ne… 38 yazacaksın, üç tane X, bir tane V, üç tane III, 38. Ben onu yazarım, biter.
Oldu. Toplama çıkarma her şey kolay. Adamlar bozuk olduğu halde onu öğreniyorlar. Japon, kendi alfabesini öğreniyor; Çinli, kendi kargacık burgacık alfabesini öğreniyor. Sen Kur'an yazısını öğrenmezsen ayıp değil mi?
Japon'dan, Avrupalı'dan utanmaz mısın?
Dedenin yazısı, Kur'an'ın yazısı; her şey onunla yazılmış. Eski çeşmelerin üstünde, dedenden miras kalan tarlanın tapusunda, her şeyde o var. O harfleri, o rakamları, o tarihi öğrenmemek olur mu?
Olmaz, olmuyor! Avrupalı öğreniyor.
Peki sen niye Kur'an'ı, Arapça'yı öğrenmiyorsun? Niye bu harfleri, Kur'an harflerini öğrenmiyorsun? Niye hicrî takvimi öğrenmiyorsun?
Her şey onunla yazılmış. "Dedenin dedesi senin memlekete ne zaman geldi?" diye baktığın zaman o tarihle karşılaşacaksın. "Çeşme ne zaman yapıldı, bu cami ne zaman yapıldı?" diye baktığın zaman onunla karşılaşacaksın, onu öğreneceksin. Öğreneceğiz, öğreneceksiniz!
Olgun, tam, bilgili, görgülü, kuvvetli, haysiyetli, şerefli, bir insan olmak istiyorsan öğreneceksin, dedeni bileceksin.
Amerika'dan bir profesör arkadaş geldi; Süleymaniye camiinin esrarını çözmekle uğraşıp duruyormuş. Hayretler içinde kaldığını söylüyor. Rahmetli Mimar Sinan, Süleymaniye camiini yaparken neler neler düşünmüş... Eskiden kandillerde yağ yanıyordu, caminin içinin simsiyah olması lazım. Hayır; hava nereden dolaşacak, nereye gidecek, nerede toplanır, hepsi düşünülmüş. Yukarıda is toplama odası varmış; havanın dönüp cereyan yapıp gittiği yer. "İs toplama odasında havuz var hocam." diyor. Havuz var.
Tam tepede havuzun işi ne?
Oradan buharlaşıp isi orada durduruyor, sebebi var. Duvarların içine boş küpler koymuş, ağızları bu tarafa doğru.
Neden?
"Ses kaliteli olsun." diye. İmam oradan –ihtiyar- hafif sesi ile Fâtiha'yı okuduğu zaman en arkadaki bile duyacak gibi.
Neden?
Her şeyi hesaplamış.
"Mihrabı niçin böyle yapmış, üstünü niçin böyle yapmış?"
"Ses buradan çarpsın, arkaya gitsin." diye. Yansıma kanunlarını, ses kanunlarını, hava hareketi kanunlarını biliyor. Mimarlığı, matematiği biliyor. Kaç bilinmeyenli denklemle hesaplanacak işleri hesaplamış; Amerika'dan gelen profesör kardeşimiz hayret ediyor.
Ecdadını tanı. Ecdadının yaptığı çiniyi bugün Amerikası, Avrupası, Rusyası, Japonyası yapamıyor. Süleymaniye camiine koyduğu çiniyi yapamıyor; onun içindeki renkleri veremiyor.
Dedelerimiz Edirne tarafında bir yerde köprü yapmış; Balkan harbi sırasında bombalamışlar, yıkmışlar. "Düşman gelmesin, gitmesin." diye hani köprüler berhava ediliyor; yıkmışlar. Sonradan yapmak gerekmiş. Köprünün öbür tarafları var, yıkılan yerini yeniden yapmak istiyorlar. Su temelini oyuyor, köprü yine yıkılıyor; yaptıkları yer, öbür taraf yıkılmıyor. Yeniden yapıyorlar. Su altını oyuyor, yeniden yıkıyor. Çare bulamamışlar.
"Ötekiler niye yıkılmıyor; onu inceleyelim." demişler.
Neler bulmuşlar. Ecdat suyun orayı oymaması için neler bulmuş… Anlattılar, hayretler içinde kaldım.
Ecdadını tanı. Tanı da sevmeyebileceksen o zaman sevme!
Kendi mazimize, ecdadımıza, örfümüze ait şeyler kusurlu olabilir; acaba kusurlu mu?
Belki kusurludur, incele bakalım. Göreceksin ki kusurlu değil. Ekmeğimiz, peynirimiz, yoğurdumuz, bulgurumuz, pastırmamız, meşrubatımız güzel; her şeyimiz güzel. Çünkü müslüman insan, müslümanca düşünmüş, yapmış. Her şeyimiz güzeldir, temizdir.
Evet. Bunlar ara bilgiler ama bunlar da faydalı.
Haddesene'l-Muhammedi'bni Küseyyirini'l-Kûfiyyü. Kûfeli Küseyyir oğlu Muhammed de ona, bu çok uzun yaşayan zâta söylemiş. O kimmiş? Onun hakkında da bilgi var.
Ebû İshak el-Kûfî, kadime Bağdâde. "Kûfe'den Bağdat'a gelmiş."
Ve nezele inde nehr-i Kerhâyâ. "Kerhaya nehri kenarına gelmiş."
Ve haddese bihâ. "Orada isteyenlere hadis ilmi öğretmiş."
Ve mâ kânû yeravne fîhi be'sen. "Hadis alimleri onun bir kusurunu görmediklerini söylüyorlar." "İyi bir hadisçi idi." diyorlar. Yani hadisi kimden aldığını bak nasıl anlatıyor, oraya getireceğim; bu teferruatı onun için okuyorum.
An Âmiri'bni Kaysini'l-melâî. An Atiyye an Ebî Sa'îd radyallahu anh kâle. Bu Kûfeli zâttan sonra Amr b. Kays, o Atiye'den, o Ebû Saîd el-Hudrî radıyallahu anh'ten işitmiş. Sahabeye kadar geldi. Bizim alimlerimiz "Peygamber Efendimiz şöyle dedi." derken, kendisinin kimden duyduğunu, onun kimden duyduğunu, onun kimden duyduğunu nasıl söylüyor. Bütün hepsi maruf, tanınmış insanlar. Hepsinin notu, kalitesi belli. İşte İslâmî ilimler böyledir. İslâmi ilimler böyle titiz ve dikkatli bir şekilde ortaya konulmuştur. Hadisler böyle titizlikle toplanmıştır.
Muhterem kardeşlerim!
Tabi bu rivayet zincirinde Ebû Abdurrahman Sülemî'den sonra kim var?
Bir, Muhammed b. Abdullah el-Hâfız; iki, Üzeyir b. Ahmet el-Haddat es-Sûfî, yani demirci; üç, Cüneyd. Cüneyd-i Bağdâdî demirciden işitmiş, demirci de diğerinden işitmiş, bu kitabı yazan da ondan işitmiş. Ama bu hadîs-i şerîfi Cüneyd'e kadar kimler getirdi? Onu da biraz önce okuduk.
Burada bir şeyi bilmiyorsanız öğrenin; biliyorsanız ne kadar güzel bir misal olduğunu görün. Bizim alimlerimiz ciddi insanlardır. Söyledikleri sözün kaynağını, mesnedini "Şuradandır." diye söylerler. Doğru konuşur, her şeyin doğrusunu ararlar.
Hadisin kimden duyulduğunu anlatan kısmına sened derler. Hadisin senedi veya isnad zinciri derler. "Hadisi şundan duydum, şundan duydum." diye söylemeye senedini söylemek mânasına isnad etmek derler. Tabi bu da "şu insandan şu insana" diye zincir gibi, halka gibi olduğundan isnad zinciri diyorlar. Hadisin bir senedi bir de kendisi, yani hadis ne ise metni vardır. Hadis neyse o ama o hadisi sana kim getirdi? Senedsiz değildir. Her şeyin senedi vardır, sapasağlamdır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ne buyurmuş? Başımızın tâcı, serverimiz, önderimiz, Muhammed-i Mustafa. Serverimiz o, önderimiz o, rehberimiz o, numûne-i imtisâlimiz o, başımızın tâcı o, gönlümüzün sultanı o.
Öyle mi?
Hareketlerimize göre hakikaten öyle mi?
Eğer tam bağlanmış, tam yolundan gidiyorsak doğru, öyle.
Tam bağlanmamışsak, önder de değil. Bağlanmayan insan önder edinmemiş ki.
Peygamber-i Zîşân Efendimiz, serverimiz, önderimiz, rehberimiz Muhammed-i Mustafa Efendimiz ne buyurmuş?
"Efendimiz" diyoruz, ne demek?
"O efendi; ben onun kölesiyim, hizmetindeyim." demek. Hizmetinde isen tamam, değilsen yalan.
İhzerû firâsete'l-mümin. Fe innehû yenzuru bi-nûri'llahi teâlâ.
Peygamber Efendimiz böyle buyurmuş.
İhzerû. "Hazer edin, korkun."
"Çekinin, sakının, korkun" demek.
Nereden korkacak, neden korkacak?
Firâsete'l-mümin. "Mü'minin ferasetinden, anlayışından, sezgisinden, korkun."
Senin sakladığın şeyi anlayıverir, kalbindeki niyetini seziverir. Kötü maksadını anlayıverir.
İttekû firâsete'l-mümin. "Mü'minin ferasetinden korkun."
Sen onun hakkında kötü şeyler düşünüyorsan söyleyiverir.
Fe innehû yenzuru bi-nûri'llahi teâlâ. "Çünkü o bakarken Allahu Teâlâ'nın nuru ile bakar."
"Allahu Teâlâ hazretlerinin nuru ile bakmak" ne demek?
Allahu Teâlâ hazretleri başka insanlar için karanlık olan noktaları ona aydınlatıverir; o görür. Gafil insan karşısındakinin kalbinden ne geçtiğini bilemez. Bu adam onun hakkında ne düşünüyor, bilmez. Ama Allah ârif, sevgili, velî kuluna onun içini gösterir, karanlık yerini aydınlatır; o zaman görür. "Bunun kalbinde fesat var, bunun maksadı şu, bunun buraya gelmekten maksadı söylediği değil, başka art niyeti var." diye anlar.
Neden?
Allah karanlık yeri aydınlatıyor; bilinmeyen yeri ona gösteriyor; Allah'ın yardımı olunca öyle olur.
Bu nedir?
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem başka bir hadîs-i şerîfinde şöyle buyuruyor:
"Allah bir kulu sevdi mi onun gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olur."
O insan artık öteki insanların yapamadığı şeyi yapacak duruma gelir; onların görmediğini görür, onların duymadığını duyar, onların gücü yetmeyen şeye güç yetirir, onların varamadığı yere varır.
Onların varamadığı yere varmaya ne diyoruz?
Tayy-i mekân diyoruz, mekanı katlayıveriyor. Tayyetmek; "dürümek, katlamak" demek. Hop öbür taraftan hop beri tarafta.
Ne yaptı?
Tayy-i mekân.
Mekanı katlayıp mesafeyi dürüp öbür tarafa gidiverdi; arada mesafe kalmadı.
Kalbindeki bilmeye ne deniliyor?
Keşf-i zemâir. Gönlündekini keşfediyor; saklı ama anlıyor.
Hz. Ömer minberden hutbe okurken ne demiş?
Irak'taki, İran'daki askerlere; "Yâ Sâriye, ile'l-cebel, Yâ Sariye, ile'l-cebel!" diye seslenmiş, Hz. Ömer Medine'den sesleniyor, Sariye de binlerce kilometre uzaktan, Irak'tan duyuyor. O da Allah'ın sevgilisi; duymak da meziyet, duyurmak da. İşte Allah sevdi mi kulunu böyle yapıyor. Anlayışını da öyle yapar.
İttekû, ihzerû, iki rivayet de var.
İhzerû firâsete'l-mü'min. "Müminin anlayışından, sezgisinden sakın."
Çünkü o, Allahu Teâlâ'nın nuru ile bakar.
"Karanlık bir yer kalmaz, aydınlanır; onu görür, bilir." demek.
Allahu Teâlâ hazretleri sevdiği kullara yardım eder. Bunun yüzlerce, binlerce misali var.
Nebhânî diye bir şahıs, Câmî' Kerâmâti'l-Evliyâ diye bir kitap yazmış. Dört beş parmak kalınlığında büyük boy bir kitap. Tarihten, Kur'an'dan, hadisten, çok kerametler yazmış. Siz de dikkat ederseniz zamanımızdan, Allah'ın sevgili kullarının bazı kerametlerini görürsünüz. Keramet, tarihe ait bir şey değildir. Şimdi de olabilir, görebilirsiniz.
"Mü'minin ferasetinden sakının, korkun, çünkü Allahu Teâlâ'nın nuru ile bakar.
Kur'an'da böyle bir şeyin olabileceğine dair delil var mı?
Ve karaa inne fî-zâlike le âyâtin li'l-mütevessimîn.
Peygamber Efendimiz okumuş ki:
İnne fî-zâlike le âyâtin li'l-mütevessimîn.
Bu olayda; "Ferasetli insanlar için deliller vardır." âyetini okumuş.
O âyet nerededir?
Bu ayet, 15. sûre olan Hicr sûresinin 75. âyetidir.
İnne fî-zâlike le âyâtin li'l-mütevessimîn.
Mütevessimîn; "bir şeyin alâmetinden sezip anlayan" demek.
Müteferrisîn; "feraset sahipleri" demek. O âyette feraset sahiplerinin olabileceğini anlıyoruz.
Peki bu âyet hangi konu ile ilgilidir?
Onu da izah edelim muhterem kardeşlerim.
Bu âyet Semûd kavmi ile ilgilidir. Arabistan'ın ortasında yani "Şam ile Medine arasında" diyelim. Medine'den Kuzey'de Vadi Tayma diye bir yer vardır. Oraya yakın bir yerde, hatta orada bugün Medâinîn-i Sâlih "Salih aleyhisselam'ın şehirleri" denilen bir bölge de vardır, kalıntı da vardır. Harabelerin resimleri arkeoloji kitaplarında, eski eser kütüphane kitaplarında mevcuttur. Semûd kavmi Medine'nin kuzeyinde bir yerde yaşamış. Allahu Teâlâ hazretleri o kavme Salih aleyhisselam'ı peygamber olarak göndermiş.
Muhterem kardeşlerim!
Allahu Teâlâ hazretleri Kur'ân-ı Kerîm'de bildiriyor ki:
"Kendisine peygamber gönderilmeyen hiçbir ümmet, hiçbir belde yoktur." diye bildiriyor.
Allah hepsine birilerini göndermiş.
Neden?
Önce gönderecek, hakikatleri öğretecek, daha sonra asileri cezalandıracak da ondan. Adaletinden dolayı, hatta adaletten önce rahmetinden dolayı, kullarına acıdığı için peygamber gönderiyor.
Peygamber ne yapıyor?
Cennetin yolunu, cehenneme düşmemenin çaresini öğretiyor:
"Ey kullarım! Aman cehenneme düşmeyin, şöyle şöyle yaparsanız cennete gidersiniz." diyor.
Bu rahmet değil mi?
Rahmet.
Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li'l-âlemîn. "Ey resûlüm, ey Muhammed-i Mustafa! Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik."
Ne demek?
"Acıdığımız için, merhamet ettiğimiz için" demek.
Rahmeten li'l-âlemin ne demek?
Öz Türkçesi; "İnsanlara acıdım da seni ondan peygamber gönderdim." demek. Mânası o.
"Allah insanlara rahmet ediyor, yani merhamet ediyor." demek.
Rahmet; "acıdığı için merhamet" mânasınadır. Göndermese sapık kalacak. Acıyor ki "Cehenneme düşmesinler, cenneti kazansınlar." diye gönderiyor. Allah peygamberleri insanlara acıdığı için doğru yolu göstermek için gönderiyor. Biz çocuğumuzu korumak istediğimiz için mürebbî tutmuyor muyuz?
Büyük çocuğumuza;
"Aman kardeşine dikkat et, başından ayrılma, elini bırakma, sokağa kaçmasın, başına bir hal gelmesin." demiyor muyuz?
Neden?
Çocuğumuzu seviyoruz, korumak istiyoruz.
Allahu Teâlâ hazretleri de her millete peygamber göndermiştir. Âhir zaman peygamberi Peygamber Efendimiz'dir. Kıyamete kadar onun hükmü devam edecek.
Neden?
Peygamber Efendimiz'in söylediği şeyler korundu, korunacak. Hem Kur'ân-ı Kerîm hem de Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfleri korundu; kıyamete kadar da korunacak. İhtiyaç yok. Alimler Peygamber Efendimiz'in söylediklerini insanlara anlatacak.
Peygamber gelmeyecek; ama Peygamber'in sözlerini insanlara anlatan Allah'ın sevgili kulları, evliyâsı, alimler, fâzıllar, kâmiller bunları kıyamete kadar anlatacak. Eski ümmetlere peygamberler gelmiş. Âd kavmine Hud aleyhisselam, Mısır kavmine Musa aleyhisselam, daha önce Yusuf aleyhisselam, Semûd kavmine de Salih aleyhisselam gelmiş; dinlememişler.
Bu insanlar acayip! Biz de korkalım; siz de korkun. İnsan kendisine güvenmesin. Kendisini doğru yolda sanır ama yanlış olabilir. Kendi kendini kontrol etsin. Peygamber gelmiş de peygamberinin sözünü dinlememiş; birçok kavim cezasını, belasını bulmuş.
İnsanlar doğru söyleyeni kabul etmeyebiliyor.
Neden?
İnattan, kalın kafalılıktan, edepsizlikten dolayı, "menfaatim elden gitmesin" diye düşündüğü için. Şundan veya bundan ama sonunda belasını buluyor.
Semûd kavmine Salih aleyhisselam gönderilmiş. Salih aleyhisselam'ın nasihatlerini dinlenememişler. Semûd kavmi helak olmuş.
Nasıl helak olmuş?
Bir korkunç sesle. Kur'ân-ı Kerîm'de "sayha" diye geçiyor. Bir korkunç sayha, gümbürtü olmuş. Ondan sonra Semûd kavminin üstüne pişmiş taş yağmış. İnsana masal gibi gelir ama Kur'an âyeti.
Korkunç bir ses; ondan sonra da pişmiş taşlar yağmış, kavim altında kalmış. Size masal gibi gelir. Kara taş, kaya… İnsan üstünde yürüyemiyor. Deve gezemiyor. Böyle sıcak, kızgın taşlara harre diyorlar. Kaloriferde pütür pütür kömür yanar da cürüf olur ya, onun gibi sert. İnsan üstüne basamıyor, yürüyemiyor, geçemiyor. Buradan oraya geçemezsin. Yürüyemiyorlar.
Şimdi koca makineler, greyderler var. Kazıyıcı, kürüyücü, delici, atıcı, kaldırıcı iş makineleri, yol makineleri var. Bu taşları kaldırıyorsun, altı taş çıkmıyor. Altı taş değil veya yol. Mesela tepe geçmiş, buradan yolu kesmişler. İki tarafı yarma olmuş, yol yarılmış. Üst tarafı kaya, alt tarafı kum; oradan gördüm.
Nasip olursa siz de Mekke'den Medine'ye kara yolu ile giderseniz siz de göreceksiniz. Kumların üstüne kızgın kayalar yağmış, akmış. Gürültüyle patlamış ve kayalar yağmış. Aşağıda bir şeyleri örtmüş. Bunun misali çok. Tabi Kuzey'e doğru Tebük, -Medine-yi Münevvere'nin Kuzey'ine doğru- 700 kilometredir. Vadi Tayma ortasındadır. 300-350 kilometre ötesi. İşte orası da öyle olmuş.
"Aşağıdan bir patlama ile Cebrail aleyhisselam kanadı ile Semûd kavmini ters yüz etti." deniliyor.
Altı üstüne gelmiş. Üstüne kızgın taş yağmış; aynen gidip görebilirsiniz.
Neden?
Allah cezalandırmayı murad etti. Yanardağı patlattı, tepelerine kızgın kaya parçaları düştü.
Gökten kızgın kaya parçası nasıl düşer?
Gör işte! Öyle düştü, helak oldu.
Neden?
İnnâ mine'l-mücrimîne müntekımûn.
Muhterem kardeşlerim!
Biz de o Allah'ın kullarıyız. Dikkat edin; 20. yüzyılda yaşayan sen, ben, o, bütün insanlar biz de o Allah'ın kullarıyız.
Rabbimiz ne buyuruyor?
İnnâ mine'l-mücrimîne müntekımûn.
Hepsini anlarsınız.
İnnâ. "Ben azîmü'ş-şân" demek.
Allahu Teâlâ hazretleri azamet sîgası ile böyle buyuruyor.
Mine'l-mücrimîn. "Mücrimlerden"
Müntekımûn. "İntikam alırım."
"Biz mücrimlerden intikam alıcıyız." diyor.
Niye "biz" diyor?
"Azamet sîgası" olduğundan.
Bu ne demek?
"Ben mücrimlerden intikam alırım. Mücrimi cezasız bırakmam, canına okurum, belasını veririm, kahrıma uğratırım." demek.
Eski ümmetlere yapmış. Cezayı vermiş, gazabı ile muamele etmiş, cezalandırmış. Gezin, görün. Gidin, Semûd kavminin üstüne nasıl kızgın taşların yağdığını, altının üstüne geldiğini görün.
Allah'ın yolunu, Kur'an'ın yolunu, imanı bırakma, şeytana uyma…
Kıssadan maksat nedir?
Hisse almak.
Kur'ân-ı Kerîm'de neden eski ümmetlerin kıssaları anlatılıyor?
"Yeni ümmetler hisse alsınlar." diye.
"Hisse alalım." diye.
Bu bir roman değil; bizi de ilgilendiren bir olay. Biz de o Allah'ın kuluyuz. Biz Allah'a güzel kulluk edersek Allah bize rahmeti ile muamele eder. Eğer içimizden bazıları Allah'a asi olursa, günahlara saparsa Allah da eski ümmetlere ceza, bela verdiği gibi onlara da cezayı, belayı verir. Hissemizi alacağız, dikkat edeceğiz. İyi kul olacağız; ama şu daha güzel değil mi?
İşin bu tarafını düşünmeden önce Rabbimiz bize ne nimetler veriyor? Şu memleketimizin güzelliğine, bolluğuna, meyvelerine, havasına, suyuna bak! Çarşıdaki pazardaki nimetlere, yememize, içmemize bak! Allah ne kadar nimet vermiş...
"Bana bu kadar nimeti veren Rabbime şükür babında ben de güzel ibadet etmek durumunda değil miyim, seve seve ibadet etmeli değil miyim?" diye düşünerek sevgi ile aşk ile ibadet etmek.
Daha iyi değil mi?
Bu daha iyi. Ama öyle ama böyle hem seveceğiz hem de Allah'ın gazabından kendimizi korumaya çalışacağız.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Cüneyd-i Bağdâdî, bu hadîs-i şerîfi rivayet etmiş. Bazı hadis rivayet işleri ile uğraşmış. Kitabı yazan misal veriyor. Demek ki Allah'ın sevgili kulları insanın içindekini biliverirmiş, söyleyiverirmiş.
Misal; Ankara'da bir kardeşimiz vardı. Şu sıralarda hala sağdır inşallah. Güneydoğu Anadolu'da jandarma çavuşluğu yapmış. Dağın başında, karakolda atları varmış. O zaman jip falan yok veya jipin gideceği yol yok. Jandarma karakolu; o da jandarma çavuşu. Yakınlarında evliyâdan mübarek bir zât varmış. Herkes elini öpmeye gidiyormuş, seviyormuş. Mübarek, alim, meşhur bir zâtmış.
"Biz de şu mübarek zâtı ziyaret edelim, elini öpelim, duasını alalım." demişler.
"Olur, yapalım." demiş.
Üç arkadaş gidecekler; o yakın kasabadaki zâtı ziyaret edecekler.
"İçimizden birer niyet tutalım, öyle gidelim. Bakalım içimizden tuttuğumuz niyeti bilecek mi?" demişler.
Üçü de niyet tutmuş.
Bir tanesi abdestsiz gitmiş; "Ben abdestsiz gideceğim, abdestsiz hatta gusülsüz gittiğimi bilsin." demiş. Arkadaş öyle anlatıyor.
Bir tanesi; "Evliyâ ise bizi yemeğe oturtsun, sofraya hindi ısmarlasın." demiş.
Bir tanesi de kafasından bir konuyu düşünmüş, "Eğer evliyâ ise şu sorunun cevabını versin." demiş.
Üçü ata binmişler, o beldeye gidiyorlar. O arkadaş bunu "Vallahi, billahi!" diyerek anlatıyor. Atlarla tozlu yoldan giderken karşıdan atını koşturarak, yolu tozutarak birisi gelmiş.
"Selamünaleyküm"
"Aleykümselam"
"Siz o mübarek zâtı ziyarete gelenler misiniz?" demiş.
Şaşırmışlar.
Kasabadan birisi geliyor; "Siz falanca zâtı ziyarete gidenler misiniz?" diyor.
"Evet" demişler.
"O zât selam söyledi; içinizden bir tanesi abdestsizmiş, abdest alsın, öyle gelsin." dedi. Bak daha kasabaya girmediler.
O da başçavuşmuş. "Şöyle başçavuşa baktım, nerede ise attan düşecekti, yani o kadar bozuldu, fena oldu." diyor.
Hemen gitmiş, orada Dicle'de yıkanmış, gusül abdesti almış. Ondan sonra gitmişler. Onları güzelce karşılamış, bırakmamış, "Yemek yiyin de öyle gidin." demiş. Sofraya hindi getirmiş. Bak birisi de niyet olarak onu tutmuştu. Ondan sonra söz arasında üçüncünün sorusunu da cevaplandırmış.
Bu nedir?
İşte mü'minin ferasetinin bir misali. 20. yüzyılda da böyle şeyler olduğunun misalleri.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.